“YAZMASAYDIM OLMAZDI” ÜZERİNE (L. Fegan’ın Anıları)

Birkaç ay önce (Ekim 2020) Latife Fegan’ın anı kitabı yayınlandı. Birkaç yıldır yayınlanmasını beklediğimiz anılar nihayet kitap olarak basılmıştı. Kitabın matbaadan çıkmasından birkaç gün sonra İstanbul’dan bir dostum alıp bana ulaştırdı. Dolayısıyla kitabı ilk okuyanlardan biri oldum.

Anıların yazarı Latife Fegan, eşi Fuat Fegan ile birlikte 1967-71 yılları arasında Kıvılcımlı’nın yakınlarında bulunmuş, çalışmalarında ona yardımcı olmuş, daha sonra da eserlerinin yurt dışına çıkarılmasında, muhafaza ve tasnif edilmesinde, sonuçta da Hollanda’daki arşiv kurumuna teslim edilerek günümüze ulaştırılmasında rol almış biriydi. Gerek Kıvılcımlı’ya yakınlığı, gerekse daha sonraki serüvenleri düşünüldüğünde anıları merak edilir ve önem verilir olmuştu.

Bundan 6 yıl önce 2014 yılı Ekim ayında benim de KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya) başlıklı bir kitap çalışmam olmuştu. Bu çalışmamın daha ilk sayfalarındaki GİRİŞ yazısının ikinci satırı şöyle: 

 “Bu külliyatı önce muhafaza edip, sonra da tasnif ederek bizlere ulaştıran Fuat ve Latife Fegan çiftine teşekkürle başlamak istiyorum. Her ikisinin de emeklerine sağlık.”

Evet, bugün de öyle düşünüyorum. Kıvılcımlı’nın paha biçilmez değerdeki eserlerini bize ulaştırmaları gerçekten çok takdir edilesi bir çaba.

Bu anıların yayınlanmasının benim açımdan da özel bir önemi vardı. Ben epeyce bir süredir, Kıvılcımlı eserlerinin tanıtılmasında, bilinmeyenlerin ortaya çıkarılmasında kendime örnek aldığım Fuat Fegan’ın sosyalist ve “doktorcu” ortam için önemini, görüşlerini ve akıbetini toparlayarak bir kitap yapma gayreti içindeydim. Son 1-2 yıldır da aynı konuları merak eden bir gazeteci arkadaşımla çalışmalarımızı birleştirerek epey yol almıştık. Bu çalışmamızda Fuat Fegan’ın eşi olarak onun en yakını olan Latife Fegan’ın anıları bizim çalışmamızı da bütünleyecek bilgiler içerebilirdi. Bu yüzden de yayınlanması bizim için önemli oldu.

Anılar’ı ilk okuyanlardan biri olmakla birlikte, üzerinde değerlendirme yapmak ve yayınlamak ancak bugünlerde oldu. Bunun ilk nedeni benim oldukça uzun süren ve çok zamanımı ve enerjimi alan sağlık sorunlarımdı. Şimdi en azından zaman ve enerji harcamaz duruma geldim. İkinci nedenim de kitaba yönelecek tepkileri bekleyip onları da değerlendirmek istememdi. Çünkü söz konusu anılar zaten yıllardır hem dilden dile dolaşıyor, hem de bazı kısımları toplantılarda, “sempozyum”larda falan tekrarlanıyordu. Benim açımdan bilemediğim şeyleri okuyup bilgilenmek ve çalışmalarımda yararlanmaktı önemli olan.

KİTABA TEPKİLER

Kitap yayınlanalı 2 ayı geçti. Benim tespit edebildiğim tepkiler şöyle:

Bir kesim kişi ve gruplar, “Ne kitap, ne de yazarı okumaya da değerlendirmeye de değmez, zaten kaç kişi okur ki?” biçiminde oldu.

Başka bir kesim, “Bunların çoğu yıllardır sağda solda, özellikle de Avrupa’da söylenir durur. Kitapta yeni bir şey yok ki” dediler.

Bir başkaları, “Ya tartışılacak şeyler var ama hassas konular ve durumlar var, bakalım hele” havasındaydılar.

Bazı kimseler de “insani bir durum olabilir tabi” derken, bazıları da “vay be demek Kıvılcımlı da nefsine uymuş” dediler.

Tüm bunların karşısında özellikle de Türkiye dışından bir takım kişiler, “Ne iyi ettiniz de yazdınız bu kitabı, aman dikkat edin çok saldırıya uğrayacaksınız…” türünden çeşit çeşit övgülerle sosyal medyayı doldurdular.

Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım. Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle incelenip tartışılması lazım.  Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.

BENİM DÜŞÜNCELERİM

Anılar kitap olarak yayınlanmış. Doğal olarak övenleri de olacak, eleştirenleri de. Övenlerin hepsinin dost, eleştirenlerin düşman görülmeyeceği umuduyla yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı gönüllüsü bir hizmet eri olarak benim de bu anılar konusunda söyleyeceklerim olacak doğal olarak.

Ben yukarda andığım çalışmamın giriş yazısının ilerleyen satırlarında şunları da demiştim:

Bu yüzden bu giriş yazısında da, içerdeki metinde de sık sık ve sitayişle bahsedeceğiz. Bu sitayişimiz onun(Fuat Fegan) arşiv üzerindeki çalışmalarına dönük. Yoksa ilerde başka çalışmalarımızda açıklayacağımız gibi, onun da Latife Fegan’ın da ilerdeki çalışmalarına ve kimi belirlemelerine dönük köklü eleştirilerim var.” (Aynı yazıdan)

6 yıl önce “köklü eleştirilerim” olacağını yazmıştım. Burada bu Anılar vesilesiyle eleştirilerimi başlık olarak sıralayayım. Ancak sıraladığım her konunun eleştirisini bu yazıda yapmayacağım. Nedenlerini de yazarım.

“TKP”Yİ REORGANİZE Mİ?

Üzerinde durulması gereken en önemli konu “TKP” serüvenine Kıvılcımlı’yı dayanak yapmak. Anılar’ın 147. Sayfasında “Biz Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesine inanıyorduk” deniyor. Yani şöyle böyle değil, ortada “Kıvılcımlı’nın projesi” varmış. Ama bu iddianın ilerleyen sayfalarda da değişik cümlelerle tekrarlanmasına karşın, Kıvılcımlı’dan bunu doğrulatacak olan bir yana ima eden bir tek alıntı, hatta cümle bile yoktur.

“Anlattığına göre, ”Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra Belgrad’da “A. Camuşçuoğlu ve F. Fegan kucaklaşıp ant içmişler ve onun tamamlayamadığı işi yerine getirmeye karar vermişler: TKP “reorganize” edilecek.” (Anılar s. 134) Oysa A. Camuşçuoğlu’nun 28 Ekim 1971 tarihli (Kıvılcımlı’nın ölümünden 17 gün sonra) KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR başlıklı el yazısı raporunun son bölümünde bakalım ne diyor:

Bu 50 senelik trajedi 11 Ekim 1971 günü saat 19.15’te son buldu. H (F. Fegan) ve ben tüm İŞÇİ SINIFINI VE ARKADAŞLARI TEMSİLEN BAŞUCUNDAYDIK.

“50 SENE KESKİN SOLCU GEÇİNEN İTLERE (kimler acaba? A. Kale) KARŞI, FAŞİST SAĞCI BASKILARA, İŞKENCELERE, POLİSİNE, MİTİNE EN UFAK BİR TAVİZ VERMEDEN DALGALANDIRDIĞI BAYRAK ALTINDA TOPLANMIŞ ARKADAŞLAR ADINA, ERİŞİLMEZ DEVRİMCİ SON NEFESİNİ VERİRKEN ŞU ANDI İÇTİK:

“EN KISA ZAMANDA DERLENİŞİ TAMAMLAYIP İŞÇİ SINIFI PARTİSİNİ KURACAĞIMIZA…” (OA Dosyası isimli metinden, Majisküllerin tamamı A. Camuşçuoğlu’na ait)

Yani “anlattığına” değil yazılana bakarsak, TKP’yi reorganize andı yok ortada. Sonradan Laz İsmail’e teslim oluşu Kıvılcımlı’ya bağlama gayreti var.

Yine kitabın 115. Sayfasında “Bu nedenle de hem hastalığının tedavisi hem de “TKP sorununu” “yukarıda” tartışmak için…” deniyor. Yıllardır Kıvılcımlı’nın yurt dışına çıkışı Feganlar tarafından böyle lanse edilir. Oysa Kıvılcımlı’da bunun aksi çok fazla görüş ve yazı vardır.

Buna bağlı olarak Fuat Fegan’ın yaptığı “TKP’de reorganize olalım” görüşmeleri, bunun için kurulan örgütlenmeler. Bu örgütlenmelerin “TKP” de Kıvılcımlı’nın yapamadığı reorganizasyonu yapabilmek için insanları Laz İsmail TKP’sine doldurup kendileri girmeyerek, (Feganlar ve Alp Öktem) yapılan taktik. (Sorumluluk da Alp Öktem’e yüklenerek)

Bulgaristan aracılığıyla Sovyetlerin Kıvılcımlı’ya yaptıkları için Fuat Fegan’dan özür dilemeleri  (RESMEN dilediler diyor kitap)

Bütün bu başlıklarla ilgili Latife Fegan’la tartışılacak bir şey yok. Çünkü kitapta epey yerde değinmesine karşılık, tek bir cümle Kıvılcımlı’dan alıntı yok, daha sonraki iddialarla ilgili belge falan da yok. Bu konular Fuat Fegan’ın yazılı iddialarıyla tartışılabilir ancak. Onda da önemli alıntı ya da belge var sanmayın. Bir yazısında “Kıvılcımlı Türkiye’de Sınıflar ve Politika yazısının falan paragrafında bize TKP’yi işaret etmişti” der. O yazıdan da öyle bir anlam çıkarmak mümkün değil. En azından ben çıkarmıyorum. Anarşi Yok! Büyük Derleniş! çağrısı ve Durum Yargılaması Konferansı’ndaki Derlenişe çağrılan gruplar çok açık. Aralarında Laz İsmail “TKP”sinin iması dahi yok. 

Bu bölümü sonuçlarsam; “yazmasaydım olmazdı” kitabındaki bu iddiaları geniş geniş, F. Fegan’ın yazılarının ışığında başka bir mecrada tartışacağım. Bu konuda Kıvılcımlı’nın sayfalar dolusu, birçok kitap ve konuşmasında yer alan aksine görüşler var. Bunlar başka bir yazının ya da Fuat Fegan’la ilgili çalışmamızın konusu olsun. Çünkü ortada bir “Kıvılcımlı projesi” değil, Fuat Fegan projesi var. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuyu daha geniş bir şekilde tartışmanın zamanı da geldi. Yaklaşık 50 yıldır ortada olan bu iddianın aslında kendisinin bir proje olduğuna inanıyorum ve bu konuda Kıvılcımlı’yı konuşturarak geniş bir değerlendirme yazacağımı duyurmuş olayım.

Daha çok kişisel yaşam olan Kıvılcımlı ile tanışma öncesi de ilgi alanımıza girmiyor. Feminizm, Troçkizm ve Kürt Hareketine katılma ise yazarın siyasi tercihleridir. Bize bir şey demek düşmez, Ancak oralardaki Kıvılcımlı eleştirilerine de başka bir yazıda değiniriz.

ESAS KONU

Böylece üzerinde durulmaya değer bir konu olarak “KIVILCIMLI’NIN AŞKI” bölümü kalıyor geriye.

Bu bölüm 10 sayfa kadar sürüyor. 2 bölüm sonra bir de “SON GECE” başlıklı 5 sayfalık bir bölüm daha var. 300 sayfaya yakın hacimdeki bir kitapta sadece 15 sayfa. Ama bu 15 sayfa oldukça önemli. Neden önemli gördüğümü kendimce açıklayayım:

Bölümün daha ilk sayfasında Kıvılcımlı’nın kendisini kansızlık nedeniyle tedavi ettiğini, haftada bir muayenehanesinde iğne yaptığını söyledikten sonra şöyle yazıyor:

Gene böyle bir ziyaretimde, ben ayakta duruyordum, Doktor da bana arkadan kalçamdan iğne yapıyordu. Ansızın titreyerek arkamdan bana sarıldı.” (s. 85)

Burada hemen saptayalım. Ortada aşk maşk değil düpedüz bir taciz var. Ve bu taciz iki bakımdan çok önemli: Birincisi Kıvılcımlı bir hekim, L. Fegan da o anda onun hastası. Hipokrat yemini eden bir hekim hastasına tacizde bulunmuş oluyor. İkincisi hasta olan yakın bir çalışma arkadaşının evli eşi. Bu bakımdan da ahlaka ters.

İlerleyen sayfalarda da taciz olduğunu pekiştiren anlatımlar var. Onlardan da birkaç cümle alayım:

Yeni meskenimizin bir odası Doktor’un muayenehanesi, yazıhanesi olarak ayrılacaktı. Ben biraz huzursuz olmuştum bu fikirden ama Doktor’un sağlık durumuna ilaveten ben çalıştığım için akşamları eve döndüğümde onun yazıhanesinde olmayacağını düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.” (s. 88)

Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” (s. 89)

Fakat Doktor giderek beni Fuat’tan bile kıskanmaya başlamıştı. Bir akşamüstü evde, Fuat’la buluşup tiyatroya gidecektik sanırım, hazırlanıyordum. Birden Doktor çıkageldi. O gün evinde çalışacağını söylemişti oysa. Benim süslendiğimi görünce meraklı bir sesle” nereye gideceksiniz?” diye sordu.

“Kendimi kontrol altında hissediyordum ve onurumun zedelendiğini düşünüyordum. Ertesi gün Fuat’a sormuş bir yolunu bularak, birlikte olup olmadığımızı kontrol etmiş yani.

“Hafta sonları yazıhanesinde olmayacak diye bir anlaşmamız vardı ama artık geçerli değildi bu anlaşma. Bir bahane uydurup, Emine Hanım’ı da atlatarak bizim eve geliyordu. Böyle ani baskınlardan birinde bizi yatakta yakalamıştı da ne çok utanmıştık…” (s. 93-94)

Ben bu kadar alayım, gerisi kitapta. Ama bütün yazılanlara bakarsak, anlatılan bir aşk değil, ağır bir taciz.

ANI DEFTERİ

Bir de evdeki sohbetler konusu var, onlara da bakmak lazım.

Ben gelir gelmez de bir ıhlamur yapıp birlikte bir süre sohbet etmeyi bir rutin haline getirmiştik. (Öyle mi? Hani “Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.”) Bu ıhlamurlu sohbetlere bazen Fuat da katılırdı. O zaman günlük politika konuşurduk ya da Doktor bir anısını anlatır, ben not ederdim. Hatta bir seferinde, o zamana kadar hayatında ilk kez TKP’nin önerisiyle Suriye’den yurt dışına çıkmış olduğunun hikayesini anlatmış, ben de yazmıştım. Bu notları sürdürecektik ama zaman yetmedi. Anılarla ilgili o kısa kayıtlar da diğer belgelerle birlikte Amsterdam’daki arşivdedir.” (s. 88-89)

Bu alıntının hemen altındaki paragrafa geçmeden önce bu defterle ilgili bir şeyler görelim. Söz konusu defter belirtildiği gibi sohbetlerde Kıvılcımlı’nın izniyle yazılmış notlar. Arşivde olduğu gibi 2011 yılından beri benim şahsi arşivimde de var ve gerçekten çok yararlandığım bir belge. Defterde Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarında olmayan birçok konuya değinildiği görülüyor. İstiklal Mahkemesi yargılanmalarından ağabeyiyle ilişkilerine, Suriye seyahatinden, dönüşte raslantı eseri yakalanışına, çocukluk anılarından Şefik Hüsnü’nün tedbirsizliği sonucu yakalanmasına kadar daha birçok konu var anlatılan ve not edilen. Ortada böyle bir belge varken:

Ama o sohbetlerin konusu genellikle ikimizin ilişkisiydi. Fuat’a verdiği sözü unutmuştu Kıvılcımlı. O sohbetler “proleter kızına” ilanı aşklarla, övgülerle başlar, hayatının son döneminde başına gelen bu aşktan duyduğu mutluluk dile getirilerek biterdi.” (s. 89)

Buraya yukarda alıntıladığım “Masada karşılıklı oturmaya…” diye başlayan paragrafı da eklersek, adı geçen sohbetlerin ıhlamur eşliğinde çeşitli anıların konuşulup not edildiği sohbetler mi, tacizin sürdüğü rahatsız edici sohbetler mi olduğunu ayırmakta zorlanmaya başlarız.

Devam eden satırlarda şunları da okuruz:

İçinde bulunduğum bu klasik durum beni son derece mutsuz ediyordu. Kendimi baskı altında hissediyordum. O büyük lider, bense onun öğrencisiydim. Hasta ve yaşlıydı. Onun mutsuz olmasını istemiyordum. AYRICA BU SOHBETLERDEN ÇOK ZEVK DE ALIYORDUM. Karışık duygular içindeydim.” (Ben majiskülledim A. K.  s. 89)

Hangi sohbetlerden zevk aldığını sormamız lazım şimdi. Tarih, günlük olaylar ve anıların paylaşılmasından mı yoksa kendisine olan ilginin belirtilmesinden mi? Ona da hemen devamında kendisi açıklık getiriyor:

Ona bu kadar yakın ve ilgisinin merkezinde olmaktan gizli bir zevk de alıyordum belki ama benim açımdan bir aşk değildi bu.” (s. 89)

Rahatsız olup yanına yaklaşmaktan kaçınma ve ilgiye direnme mi, ıhlamur kaynatıp ilgiden ve yakınlıktan, ayrıca bu sohbetlerden çok zevk alma mı? Karıştı duygular.

L. Fegan’ın arşivde bulunan defteri el yazısı ile 38 sayfa kadar. Ben Word olarak yazmışım toplam 10 sayfa A4 olmuş. Çok hacimli değil ama oldukça yoğun bilgiler içeriyor. Mesela Kıvılcımlı’nın o günlerdeki sağlık durumu ile ilgili şu bilgiler o defterden:

4.1.1971: İkinci defa ameliyat olmak üzere Cerrahpaşa Hastanesine yattı.        

“6.1.1971: Küçük bir müdahele yapıldı. Sonuç başarılı olursa ameliyata ihtiyaç olmayacak.

“8.1.1971 ameliyat oldu. Birinci ameliyatı 2.4.1970 günü Guraba hastanesinde olmuştu. Başarılı bir ameliyat olmadı. Orada beş-altı defa müdahaleler geçirdi. Bir defasında Etfal Hastanesinde bir hafta kadar yattı. Küçük bir ameliyat yapılmıştı. Sonuç gene aynı oldu. Ve ikinci defa ciddi bir şekilde ameliyat gerekti.”

“18 Mart 1971 Epey ara verdim anılara. Doktor 4 Ocak ta hastaneye yattı. 8 Ocakta ikinci kez ameliyat oldu. Sonuç kötü. Korktuğumuz başımıza geldi: Kanser! Epey üzüntülü günler geçirdik. Gazetedeki arkadaşlar önce bir moral şaşkınlığa uğradılar. Sonra her şey gene eski rayına oturdu. Doktor, 15-20 gün evinde yattıktan sonra hepimizi şaşırtarak ayağa kalktı. Görünüşte herhangi bir şey yok. Her gün işine geliyor, birkaç hastasını muayene ediyor. Hatta konferans için Ankara ve İzmir’e bile gitti. Tek üzücü olay kanamanın bir türlü dinmeyişidir.”

“27 Mart 1971 Havalar ısınıyor yavaş yavaş. Bugün keyifliydi Dr. Sıhhati de fena değil. Kanser ricat ediyor galiba.” (Defter)

Görüldüğü gibi Kıvılcımlı Nisan 1970, Ocak 1971 arasındaki aylarda sürekli hastalanmış (prostat kanseri) müdahalelerde bulunulmuş, evinde 15-20 günlük dinlenmelerden sonra tekrar koşturmalara başlamış. Ankara ve İzmir’e konferans ve toplantılara gitmiş. O aylarda sağlık durumu bu. Bu konuyu fazla yorum yapmadan böylece dikkate sunup geçiyorum.

Bu arada 1970 yılı boyunca yayınlanan kitaplarını da sayayım:

1970 yılında ilk basılan kitaplar; Metafizik Sosyolojiler (Ararat Yayınevi) ve 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi(Ant Yayınları). Daha sonra Tarihsel Maddecilik Yayınları canlandırılarak, önce Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu basılmış, ardından ünlü üçleme gelmiş; Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama. 1970 yılı Ekim ayında Anarşi Yok! Büyük Derleniş! broşürü basılmış ve herkese Derleniş Komiteleri kurmaları çağrısı yapılmış. Bu arada İşçi sınıfı partisi program önerisi olarak Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı yeniden basılmış. Ve nihayet 1970 Kasım ayında sağlığında basılan son kitap olan Toplum Biçimlerinin Gelişimi (Ekim Yayınları) basılmış. Bunlar yetmemiş 1970 Aralık ayından başlayarak Sosyalist Gazetesi haftalık olarak yeniden yayınlanmaya başlamış. O günleri yaşamak şart değil, bugün bile Sosyalist gazetelerine bakanlar ondaki doluluğu ve Kıvılcımlı’nın gazetenin tüm teorik yükünü aksatmadan taşıdığını görürler. Ayrıca Sosyalist Gazetesi’nin dışında diğer yayınlara da (Aydınlıklar, Türk Solu vb.) yazı yetiştirmektedir o günlerde.

Bunlar da yetmemiş; 1970 yılı Ocak ayından başlayarak önce 6-7 oturumluk Dev-Genç seminerlerinde konuşmuş, İzleyen aylarda TİP’in Beşiktaş İlçesinde 2, Gaziosmanpaşa ilçesinde 1 seminer vermiş. Yıl içinde TÖS salonunda Finans Kapital ve Türkiye Konferansı da verilmiş. Nihayet 12 Mart arifesinde 5 Mart akşamı Sosyalist Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda Tartışmalı Toplantı, ertesi gün ise Ankara Hukuk Fakültesi Amfisinde Durum Yargılaması Konferansı. 12 Mart geldiği gün bu defa İzmir’de bulunuyor İPSD toplantısı için.

Bu ürünler hummalı, kahredici bir çalışmanın sonuçları. Hazırlığı, altyapısı vs. düşünelim artık.

1970 Nisan ayından itibaren ameliyatlar, küçük büyük müdahalelerle dolu bir ayağı hastanede olan 69 yaşındaki bu usta kişilik o yıla bir de bu çalışmaları sığdırıyor. Burayı da yorumsuz geçeyim.

O aylardaki kişisel ilişkiler ve duygular için de gene deftere başvuralım. Arka arkaya birkaç alıntı yaptıktan sonra yorumlayayım:

Artık aramızda değil!.” Bu cümlenin ifade ettiği gerçeği kabullenmek çok zor oldu benim için.” (Defter, 28 Ekim 71)

Topkapı’daki Kozlu mezarlığının bekleme yerine getirildiğinde kapağı açıldı ve camlı kısımdan yüzünü gördük. Kolay dayanılır bir olay olmadı benim için. Son 6 ayın bütün gerginliği bir anda son buldu ve ilk defa katıla katıla ağladım. Meşhur ağlama nöbetlerimden biri!”( Defter, 28 Ekim 71)

Latife’nin (Fegan) ağlayarak boynuma sarıldığını ve bana, ‘Nizam, o bir dâhiydi değil mi? Dediğini hatırlıyorum.” (Nizamettin Üstündağ, Teori ve Politika ile SODAP’ın Kıvılcımlı Sempozyumu 9 Kasım 2008)

1967 yılında tanımıştım Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı. 40 yıllık yaş farkına rağmen ARAMIZDA DERİN ANLAMLI BİR DOSTLUK vardı. İnsanlığın bu büyük kaybı, benim için aynı zamanda çok değerli bir dostun da kaybı oldu. Çeşitli aşamalar geçiren bu dostluk. EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımızda bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI. Kaybına çok sarsıldım. Hala inanma güçlüğü içindeyim ölümüne. Çok önemli bir uzvumu kaybetmiş gibiyim. 1971 zılgıdının bize kaybettirdiği bu en değerli insanın yeri kolay doldurulamayacaktır.”(Defter, 28 Ekim 71 Ben majiskülledim.)

Evet. Fuat’ın dediği gibi “ bugünler ölüm yıldönümü”. Yine onun dediği gibi “her yıl dönüm bizim için, ona ne kadar layık olduğumuzu ölçme zamanı olmalıdır”. Doğru. Omuzlarımızda büyük bir görev var. Bu görevin ne kadarını yerine getireceğimizin muhasebesinin yapıldığı zaman olmalıdır 11 Ekim’ler bizim için. Mezara bile gidemedim. Çeşitli olumsuzluklar buna engel oldu. İçinde bulunduğum şartlar istediğim şeyleri – hem de o kadar çok ki! – yapmama el vermiyor.

“Mamafih bugünler mutlaka gideceğim Doktor’a ve SONBAHAR ÇİÇEKLERİ KOYACAĞIM MEZARINA. CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM. Belki öbür yıl bu imkânı da bulamam. Kim bilir, nerede nasıl… Ama mutlaka, onun yarım bıraktığı işin, devrettiği görevin bir parçası olarak… Söz veriyorum!

“Şimdi 11 Ekim’i hatırlayan, acımızı paylaşan az insan var belki ama muhakkak çoğalacağız. Ve bir gün insanlığa mal olduğunu göreceğiz bu günün. Ben göreceğim o günü. “ (Ben majiskülledim,  Defter, 15.10.1972)   

Şimdi bu kadar alıntıdan sonra bazı karşılaştırmalar yapıp sorular soralım.

Defter’den yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?

1971’de “bu dostluk “ EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımız da bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI” demesine mi, 2020’de “evde yanına oturmamaya çalışıyordum, huzursuzdum” demesine mi bakalım?

Ya da 1972’de “CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM” demişken, 2020’de “Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” Demesine mi inanmalıyız?

Yani taciz görüldüyse bunu o zaman da teşhir etme ve kesin tavır alma hakkı ve şansı varken onun yerine platonik denebilecek sevgi ve saygı cümleleri kullanılmış.

SON SÖZ

O zamanlar yani Kıvılcımlı sağken bu ifşa edilmiş olmalıydı ki, muhatap olan kimse kendini savunabilsin. Kıvılcımlı bu konuları geçiştirecek biri değildir. Nitekim aynı tarihlerde Şişli Postanesinden çevreye yollanan sahte Dev-Genç imzalı 8 Mart 1971 tarihli bildiri konusunda hemen ilk çıkan Sosyalist Gazetesi’nde (16 Mart 1971 tarihli, Ordu Kılıcını Attı manşetli sayı) “İT ÜRÜR gittikçe KERVAN YÜRÜR (OTO KRİTİK) başlıklı yazıyla üzerinde oynanmak istenen oyunu bozuyordu.

Eğer o zaman bir ifşa olsaydı, Kıvılcımlı ya kabullenir “nefsime uydum” der gereğini yapardı ya da yanlış anlaşılmışsa gene gerekeni yapar, açıklamalarda bulunurdu.

Şimdi Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin “olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması, savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor bizden.

Bu görüşler, ithamlar vs. artık kitap olarak ortada. Yani eskiden olduğu gibi Avrupa’da birilerinin kendi aralarında yaptığı dedikodulardan çıktı durum. Şimdi:

Yıllar sonra bile bu kitabı alan birisi bu iddia ve ithamları görecektir.

Kıvılcımlı’yı kalbiyle, ruhuyla, canıyla savunan gönüllü militanlar her yerde bu ithamlarla uğraşmak zorunda kalacaktır.

Yeminli Kıvılcımlı düşmanlarına önemli bir malzeme verilmiş oldu.

Kıvılcımlı düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri cesaret bulacaklardır.

“Feminizmi önemsemeyen bir marksizmi ciddiye alma”yanlar değil, marksizmi ciddiye almayan feministlere sosyalistlere saldırmak için gün doğacaktır.

Tekrar yazayım 52 ve 50 yıl önce böyle bir taciz olup olmadığı L. Fegan’ın söylemine inanıp inanmamamıza bağlı. Karşılık verecek kimse olmadığı gibi tanık diye anılan F. Fegan da ortada yok. Ancak bir gerçek var ki yarım asır sonra yapılan bu tanıksız, savunmasız infaz girişimiyle Kıvılcımlı’nın adı ve manevi kişiliği üzerinde daha ağır bir taciz söz konusu. Böyle uzun yıllar beklenerek savunmasız bir ithamın neden yapıldığını incelemek biraz da uzmanların konusu olsa gerek. Savunma hakkı kutsal bir haktır ve herkese, suçlama yapanlara da bir gün lazım olabilir.

YAYINEVİ’NİN SORUMLULUĞU

Son bir iki paragraf da Belge Yayınları’na:

Belge Yayınları’nın kurucusu ve sahibi Rağıp Zarakolu her fırsatta Kıvılcımlı’ya saygısını belirten bir yayıncı idi. Şu sözler onun:

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye solunun efsanelerinden biri ve birbirini izleyen kuşaklar onun mücadelesi ve yaşamını izlemeye, öğrenmeye devam ediyor. Bu da Türkiye’deki sosyalist gelenek açısından sevindirici, çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın çok kendine özgü bir kişiliği var. Yani Türkiye gerçekliği ile Marksizm’in buluşmasında, Türkiye gerçekliğinin değerlendirilmesinde, Marksist yöntemin uygulanmasında, ben diyebilirim ki en büyük öncümüz.” (Teori ve Politika ile SODAP’ın ortak Kıvılcımlı Sempozyumu, İlk Oturumu Açış Konuşması. 9 Kasım 2008)

Bu kitapta, Kıvılcımlı’nın kendini savunamayacağı bir iddia var. Tabi ki yayınevi birinci dereceden kitaba sansür uygulayamaz. Yazardan para alarak kitap basanlar hiç umursamazlar içeriği. Ama Kıvılcımlı’ya bu kadar saygılı, aynı zamanda prestijli bir yayınevi olan Belge ve Rağıp Zarakolu, bu konuda uyarıcı olmalı ve ikna edemezlerse imza koymamalıydı bence.

Ahmet Kale

10.01.2021

Bir yanıt yazın