BALKAN YOLCULUĞUNDA KIVILCIMLI’NIN NEFES İZLERİ

Geçenlerde ARNAVUTLUK’TA NELER OLDU? Başlığıyla Balkan gezimin Arnavutluk bölümünden bazı izlenimlerimi, orada o günlerde olan protestoları da eksene alarak yazmıştım. Gezi boyunca beni en çok heyecanlandıran şey, gezdiğim yerlerde Kıvılcımlı’nın ayak ve nefes izlerinin olmasıydı. Gezimizin başlangıcından itibaren, daha önce defalarca okuduğum, iki defa baskıya hazırlamış olduğum, Kıvılcımlı’nın Türkiye’den kaçtıktan sonraki günlüklerinden oluşan “GÜNLÜK ANILAR” kitabının “Yugoslavya: Yolculuğun Sonu” başlıklı bölümü zihnimin derinliklerinden ortaya çıkıp, ete kemiğe değilse bile, mekana bürünüyordu.

Kıvılcımlı, Günlük Anılar’da ayrıntılarını okuyabileceğiniz “kaçış” serüveninin bir bölümü de benim gezdiğim yerlerde geçmişti. 42 yıl sonra onun yaşamının son haftalarını geçirdiği topraklarda, şehirlerdeydim. Dolayısıyla gezim Kıvılcımlı’nın çileli son hafta anılarıyla geçti desem yeridir.

Arnavutluk’ta yaşayan kardeşten ileri kadim dostum ve onun yakınları kendilerini ziyaret etmem için bana bilet yolladıklarında aklımda bir Balkan gezisi yoktu. Tiran ve çevresini gezer, hayatımda ilk kez Türkiye dışında bir hafta geçiririm diye düşünmüştüm. Ama her şeyin en iyisini yapmaya alışkın insan iyisi dostumun bana sürprizi oldu seyahat. Gittiğim gün bana, 3 gün yakın Balkan ülkelerini gezmek üzere plan yaptığını söyleyince sevindim elbette. Balkanlar Kıvılcımlı’nın hem doğduğu, hem de öldüğü yerlerdi. Benim için özel anlamı olacaktı bu gezinin. Zaten dostum da bunu bilerek yapmıştı gezi planımızı sanırım.

Şöyle başlamışım gezi notlarıma:

Bu notları Struga’da göl kenarında bir kahvaltı salonunda yazıyorum. Sabah 05’te uyanıp yola çıktık Tiran’dan. Hedefimiz 3 gün içinde Makedonya, Kosova ve Karadağ’ı görüp, ters taraftan Arnavutluk’a geri dönmekti. Virajlı ve kötü yollardan, Elbasan ve Libraj kentlerini geçtik. Sabah ve boş mideli olmama rağmen, virajlardan midem bulandı. Bu yüzden doya doya seyredemesem de Balkan Dağlarının güzelliği büyüleyiciydi.

“Yol boyu Enver Hoca döneminde yapılmış önemli yapılara rastlıyorduk. İlkel yöntemlerle yapılmış olmaları belli olmasına rağmen hala tren yolunu taşıyan görkemli viyadükler gördük mesela. Issız yerlerde, 80-100 metre yükseklikte ve hala sapasağlamlar. Geçtiğimiz şehirlerde irili ufaklı sanayi tesisleri gördük. Hemen hemen tamamı boş, çalışmıyor.

 Ufak ufak parçalara bölünmüş eskinin sosyalist Balkan ülkeleri. Tümünde çok belirgin, hatta sokaklara taşan bir ABD hayranlığı ve egemenliği var. Gezdiğim tüm yerlerde çok açık bir Türkiye ve AKP hayranlığı, Çalık holding ve Gülen cemaati etkinliği gördüm. Öyle ki bu şer odaklarının etkinliği Türkiye’den daha fazla buralarda. Geçmişi, geçmiş sosyalist dönemi reddetmenin de ötesinde yok sayıyorlar adeta. Devam edeyim notlarıma:

STRUGA

Kısa bir yolculuktan sonra Arnavutluk-Makedonya sınırına vardık. Burası eski Yugoslavya-Arnavutluk sınırı. Arada vize falan yok, pasaportları damgalatıp geçtik. Oysa 42 yıl önce aynı sınırdan Kıvılcımlı ve arkadaşı, ağır kanser kanamalarına, yaşına ve geçmişine bakılmadan geri püskürtülmüştü Enver Hoca yönetimince.” Günlük Anılar”dan aktarayım:

“27.7.1971 (Salı)

Haydi bakalım Enver Hoca “Sürtük Yahudi”ler (kendimizi ‘Juif Errant’a benzetiyorum) geliyorlar. Bakalım sen ne göstereceksin?” (Sayfa 231)

Enver Hoca’nın ne gösterdiğini de anlatıyor acı acı:

29.7.1971 (Perşembe)

“Öldürdü bizi Struga sınırında Arnavut karakol kumandanının sağ kolunun sağ omuzu üstünden başı ile bir hizada sıkılan yumruk selamı. Yumruk, ona bakılırsa tepemize indi ama “Rot Front” (Kızıl Cephe) yumruğunun bir çeşidi değil miydi? Helal olsundu.

“Söylemiştiler. Her rastladığımız epey ürkerek anlatmıştı. “Vize”siz kimse Arnavut toprağına basamıyordu. Vize bile, ilaç gibi damla hesabı, şu kadar gün olarak tartılıp veriliyordu. Yugoslav sınır karakolunun komutanı da söylemeye çalışmıştı. Dinletemedi bize. Yürüdük. Ortası ak kuşaklı asfalt yolu (Yugoslav yolunu) sonuna dek yürüdük. Bitince, az pürtüklüce beton-çakıl Arnavutluk yolundan, tığ gibi genç, sevimli ama kuşkulu nöbetçi, sağ eli kabza ve tetik yerinde, sol eli namluda, kayıştan boyuna asılı Rus biçimi otomatik tüfeği ile yolumuzu kesti. Arnavut toprağında bir adım yer bile yabancı ayağa çiğnetilmiyordu. Daha sade giyimli, aynı yaşta komutan geldi. Daha nazik ve sevimliydi. Bize mi öyle geliyordu? Yugoslavya’da herkes sevimliydi. Onu tabii buluyorduk. Keskin Arnavut’un Rus asker giysili gençleri, kendilerinden başkasına inanmamaya alıştırılmışlardı.

“Kırları yeşil, dağları yemyeşil bu güneşli ortamda Arnavut delikanlılarının silahlı ve tetikte kuş uçurtmaz halleri, insana askercilik hevesli çocukların, kendi kendilerine dramatize ettikleri bir oyunu andırıyordu. Gülemezdiniz. Kızardı Arnavut polisinin kafası. Gülümsüyorduk onların gergin bacakları üstünde hemen ateş etmeye hazır dik ve düşman duruşlarına. Genç komutan da, hele ‘A’yı [A. Birlikte kaçtıkları Ahmet Camuşçuoğlu] bayıltan’ yumruk selamı ile gülümsedi: Pasolarımızı aldı. Baktı. Vize yok. Olmaz. Geçemezsiniz. “Tarzanca” ile karışık anlatmaya çalıştık. ‘Tirana’ya, Enver Hoca’ya bir sorun’. Komutancık, olduğumuz yerde beklememizi işaret ederek, Karakola döndü. Al damalı ve düz kara çifte bavullarımız beton yolun üstünde ve kızgın Arnavut güneşinin altında yanyana duruyorlar.

“Şöyle yol dışı kıyıya çekildik. Meyilli toprağının bir iki karış boyunda ılık otları üstüne yan geldik. ‘Bıraksalar burada geceyi geçirebiliriz’. Otlar sıcak, yumuşak. Böcekler canlı canlı işlerine bakıyorlar. Hava, ortalık, ağaçlar, her şey güzel. Ya şu Arnavut çocuklarının pek yakışan askercilik oyunlarını dramatize edişleri ne? O da kendi dekoru içinde ‘çirkin’ değil. Hepsi hoşumuza gidiyor.

“Bekliyoruz. A söyleniyor:

“-İki Sosyalist Devlet sınırında… şuna bak.”

“Evet, ‘ikisi de Sosyalist’ olmakta birbirinden aşağı kalmamak için yarıştılar. İkisi de… Yalnız ikisi mi? Üçü, beşi, onu…her kaçsa?

“Sosyalist Devletlerin hepsi de, Burjuvazi’nin çizdiği “milli” sınırlar ardına sığınmışlar. Kimi birbirine yan bakıyor. Kimi göz göze geliyor. Kimi can cana… Ama hepsi, en irisinden en ufağına dek hepsi ötekinden ayrı. Yalnız ayrı mı? Birinden tek kişi ötekinin yurduna izinsiz adım atsa kurşunla karşılanıyor. Yazık. Kapitalizmin yarattığı ortam ve kurallar, insanoğluna halâ biricik ve dapdaracık yeryüzünü büsbütün dar getiriyor. (Günlük Anılar, s. 232-233)

Kıvılcımlı’nın püskürtüldüğü ama bizim kolayca geçtiğimiz sınır şehri Struga’dayız. Notlarım:

Göl manzaralı bir restoranda kahvaltı yapıyoruz. Saat. Sabah 8.30. Struga’da bizi karşılayan bir dostumuzun ikramı bu kahvaltı. Ohrid gölünde avlanmasına izin verilen Payk koron veya Belvica denilen bir balıktan yapılmış nefis bir çorba ile başlıyor kahvaltımız. Adetmiş. Ohrid gölünde olup da avlanmasına izin verilmeyen kıymetli bir balık da varmış. Çorbasını içtiğimiz balık, kışın kırmızı, yazın siyah benekleri olan çok temiz bir balıkmış. Zaten Ohrid gölü de temizlik ve şeffaflık bakımından dünyanın önde gelen göllerindenmiş. Çorbadan sonra Kaşkaval ve tulum peyniri, iri yeşil zeytin ve süzme yoğurttan oluşan güzel kahvaltılıkları da yedik. En son, ısrar üzerine bir tür krep olan Palaçinka’yı da tattık.

“Struga 60-70 bin nüfuslu, düzenli sokakların, bakımlı, bahçeli evlerin olduğu bir şehir. Ortasından Ohrid gölünün sularını Adriyatik denizine taşıyan Drina İzi (Kara Drina) nehri geçiyor. Nehrin Arnavutluk tarafında kalan tarafında Hristiyan Makedonlar, karşı tarafta ise Müslüman Arnavutlar yaşıyor. “

Ohrid’e geçip, gölü bir de o taraftan seyredeceğiz ama önce Günlük Anılar’dan Kıvılcımlı’nın Struga izlenimlerini aktarayım.

“26.7.1971 (Pazartesi) STRUGA

 “195 Frankla Paris’ten “Beograd”a [Belgrad] dün indik. 195 dinara Niş-Skopje üstünden vardığımız Ohrid gölü kıyısında 2 (biri lüks) otelli, 2 dinara 2 Taze Börek’li Struga’nın 20 dinarlık susuz, pis helalı otel odasında yalnızım. Yolda kanama korkunçtu. Uyuyunca hafifledi. Ne dayanıklı makineymişim? Artık ‘Berlinliler’i de unuttum. Paris’te kalamazdık: Pas’lar… Bizi yeryüzünde belki hapsetmeyecek tek ülke: Enver Hoca’nın ‘Tiran’ına yarın gireceğiz…Struga’da akşamın gelişine kuşlar telaşlanıyor. Serçelerin sesleri altında Marşvari bir radyo havası, daha altında koca gölün iki oteli bağlayan köprüsü altından uzun temiz kanala köpüren çağlayancığı mırıldanıyor. Gideyim bari onu seyredeyim. ‘A’ bir börek getirdi, yitti… Sulara bakacağım. 5 kat merdiven. ‘Bu Dünya’ gibi insan da ölmedikçe böyle. Sabahleyin: ‘Şu burjuvaziye bak. Rahat gebermeme bile müsaade etmiyor!’ demiştim. Ya bizim ‘Berlin’li’ kahramanlar? Gene aklıma geldiklerine içim tiksiniyor. Hadi çıkayım azıcık.

“Saat 8. Gördüm Struga’nın gezi ve eğlence yerini. Hepsi iki susuz otelin arasında akan su bolluğu ve ucu görünmeyen Ohrid Gölü bitişiğinde. Aşağı Barbarlık çağının balıkçılık züppeleri, sırça sulardaki temiz balıkcağızları rahatsız ediyorlar. Eski köprünün yapma çağlayancığı gölün durgun sularından fazlasını parmaklarından geçirerek modern beton köprüye ve ötesine, pembe kesme taşlı sahan kenarı gibi yatkın temiz iki yanlı rıhtım boyu, ağaçlar ve çiçeklikler arasından kuzeyde görünmez yerlere bol bol, akıtıyor. Bitişik otelde: ‘Vadanema’: Su yok (Klozetler korkunç)… Çağlayancığın ötesi, yüzünde bir kıl bile kıpırdamayan Ohrid Gölü. Kıyısı sığ. Az içeride küçük saz adacığı. Kıyı ile sazlık arasında da düşünen böcek gibi ufak, mavi, yeşil kayıkçıklar, birer kazığa bağlanmışlar. Suların gölden taşarca akışının rahatlık veren sesini dinliyorlar. Solda geniş iri kumlu plaj. Yüksek loş ağaçlı derin koruluğu turist çadırları ve otoları kaplamış. Deniz gölde birkaç kişi yüzüyor. Plajda yüzenlerin ailesi koruluk sınırına kumlar üstüne oturmuş. Bir genç kız çırılçıplak bebeği iki kalçasından başı üstünde havaya kaldırırken ‘Dobre’(doğru) durmasını söylüyor. Bebek yeni doğmuş tostombul. İsa’yı kutlayan melekler gibi havada. Beni görünce: ‘Dede’ diyor. Gülümsüyorum. Ağlama başlıyor.(G. Anılar, s.229-230)

Struga bölümünü kapatmadan, Kıvılcımlı ile birlikte yurtdışına kaçıp, son nefesine kadar yanında olan A. Camuşçuolğlu’nun (yakında tamamını yayınlayacağım) “KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR” başlıklı yazısından da o günlerle ilgili bölümü aktarayım:

Yugoslavya ile kapısı olan Struga’ya hareket ettik. Birkaç gün Struga’da kaldık. 27-7-1971 Arnavutluk’un hudut kapısındayız. Bizi karşılayan ve sol yumruğunu kaldırıp selamlayan genç subaya derdimizi anlattık. Bizi Tiran’a göndermesini, orada merkez komiteyle görüşeceğimizi söyledik. Tiran’a telefon açtı. Bir saat kadar Arnavutluk ve Yugoslav hududunun arasında bekledik. Gelen cevap Belgrad’ın Arnavutluk konsolosluğuna müracaat oldu. Daha önce biz pasaportların sahte olduğunu söylemiştik. Burada da devlet karşımıza dikilmişti. Arnavutluk’tan gelen bir Yugoslav tankerine binip Struga’ya döndük. Aynı gün Makedonya Cumhuriyeti başkenti olan Üsküp’e hareket ettik. Bir iki gün dinlenmek ve düşünmek istiyordu Hoca. “ (Adı geçen rapor)

Struga’dan çok yakında olan Ohrid turistik kentine geçtik. Oradan da notlar almışım ama bu yazımızın teması “Kıvılcımlı’nın Ayak İzleri” olduğundan, sadece onun da kaldığı, geçtiği ve yazdığı yerlerdeki izlenimleri alıp, Kıvılcımlı’nın yazdıklarıyla bütünleştirmeye çalışıyorum. Doğal olarak aynı sırayı izlememişiz. Ben kendi notlarımdan hareketle yazıyorum. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın ziyaret sırası ve anılardaki sayfa numaraları karışık oluyor. Mesela biz Ohrid’den Resne üzerinden Manastır (Bitola)’a geçtik. Sonra Üsküp’e yollandık. Anılara göre Kıvılcımlı Struga’dan direk Üsküp’e yollanmış. Üsküp’ten Manastır ve Resne’ye geçmiş. Biz onun yolunu tersten katetmişiz yani.

Bizim güzergaha ve notlarıma döneyim:

RESNE ve BİTOLA (Manastır)

Ohrid’den Bitola yoluna çıktık. Bitola Osmanlı’nın Manastır’ı. Hani Mustafa Kemal’in Askeri Rüşdiyesini bitirdiği kent. Dağ yoluna çıktık. Olağanüstü görüntüler içinde gidiyoruz. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, giderek kırmızıya dönen yapraklarla ağaçlar muhteşem görüntüler oluşturuyorlar.

“Yükseklerde yol alırken çeşitli kasabalardan, köylerden geçiyoruz. Bir ara yemyeşil, bütün evleri geniş elma bahçeleriyle kaplı, çevresi de sanki elma ormanı gibi küçük bir şehre geliyoruz. Ya tabelayı görmedik, ya da Kiril alfabesinden dolayı anlayamadık. Ama sürekli burası ne güzel yer deyip duruyoruz. Şehre girerken ve şehrin sokaklarında adım başı elma satanlar var. Küfelere doldurdukları elmaları satıyorlar. Elmalar uzaktan bile çok çekici. İhtiyar bir satıcının önünde durup alıyoruz. Elmalar 3 çeşit bizim satıcıda. Çok da iriler. Her çeşitten 2’şer olmak üzere 6 tane seçiyorum 2 kiloyu geçiyor. İhtiyar satıcı, çok alıcı olduğumuzu görünce kilosu 1 Euro diyor. Çevredeki gençler gülüyorlar ihtiyarın kurnazlığına. Kazıklandığımızı biliyoruz ama gülerek alıyoruz elmaları da. Şehrin evleri bahçe içinde ve tek ya da iki katlı ama bir yapı var ki neredeyse Selimiye Kışlası gibi. Şaşırıp geçiyoruz yanından. Şehirden çıkmadan arabamıza yakıt almak için durduğumuzda, görevli benim tipime bakıp Türkçe konuşmaya başlıyor. İlk sorum, bu şehrin adı ne? Oluyor. RESNE lafını duyunca çok şaşırıyorum. Pişman oluyoruz şehre daha çok zaman ayırmadığımıza. Böylece o büyük yapı da İttihatçı gerilla Resneli Niyazi’nin gösterişli konağı oluyor. Benzinlikteyken etrafa daha dikkatli bakıyorum. Şehrin iki tarafı neredeyse geçit vermez görünen sarp dağlar. Soruyorum benzinciye: -Resneli Niyazi’nin geyiğiyle birlikte at koşturduğu dağlar, şu soldakiler mi, sağdakiler mi? Nedense bozuluyor adam. –Bizim Niyazi Bey eşkıya mı ki dağlarda dolaşsın! Diye çıkışıyor. Arkadaşımın da Tiran’da oturduğunu duyunca: -Zaten Niyazi Bey’i sizin Durres limanında vurdulardı. Diyor.”

Bizim Resne anılarımız böyle cılız. Oradan da Manastır’a geçtik. Şehri dolaştık, yolda konuşmalarımızı duyan bir İstanbullu sahip çıkıp işyerinde bize demlenmiş çay ikram etti falan. Manastır’da da burada anacak önemli bir şeyimiz yok. Bir de Kıvılcımlı’nın yazdıklarına bakalım:

22.8.1971 (Pazar)

“ÅumoΛe” [Bitole: Manastır] 3 gündür, ortası kızıl yıldızlı mavi, ak, kızıl ve yanında kendisi kızıl, ortasında boş sarı yıldızlı veya köşesinde içine orak-çekiç oturmuş gene sarı yıldızlı bayraklarla donatılı. Cuma, Osmanlı’nın Müslüman tatil günü olarak köylüler pazarı idi. Bir buçuk kilo ferik elması, birkaç kilo güvem eriği, şeftali, küçük armut satan küçük, nine, dede, milli kılıklı kadın, erkek, geniş semerli katır, eşek, kağnı ile kasabada alışverişe gelmiş köylülerin, belki Acem yaylasından, belki Ganj yahut Yang -Tse- Kıyang vadilerinden Batı Avrupa içlerine dek uzanmış, nalla mıh arasında yaşamalarını sürdüren ezeli köylücüklerin pazarı idi. Cumartesi gecesi, anlaşılan, her komşu kasaba ve merkezden gelmiş veya çağrılmış konuklarla kalabalıklaşmıştışehir. Sinema ile Tiyatro arası, asfaltı Beyoğlu’nun aksine, kaplamış olan akşam gezgincilerinin sıklığından ve çokluğundan belli…

“Öyle azgın (sistit [mesane iltihabı] arazlı) dediğim bir kriz içindeyim ki, soluk aldırmıyor. Her on, hatta beş dakikada bir kıvranarak,200 metre uzaktaki alafranga -olmaz olaydı- W.C.’ye sallana tutuna koşuyorum. En ‘önemsiz’, en ‘ayıp’ yerimin içine beş altı insafsız matkap sokulmuş. Düğmelerine görülmeyen sessiz eller basmış. Elektrik motorunun dilsiz inadıyla dönüyorlar, deliyorlar, işliyorlar, parçalıyorlar her yerimi. Ve ben gık diyemedim. İkide bir karyolamın acaip sathı mailine [eğimine] oturup bir yol düşecek olan, dönen başımı dirseklerim dizlerimde avuçlarım içine alıyorum.

“Dün iyi insanlar yatalaklığıma acımış olmalılar. Lüks Mercedes’le lokantadan aldılar. ‘Meşeli, dağlar meşeli-İçine sarhoş düşeli’ türküsünü çağıran yemyeşil yollardan, kartpostalların ‘İsviçre’de’ göstermeye alıştırdıkları göle gittik [Manastır civarındaki dağlarda, Bolu civarındaki Yedigöller’e benzer harika bir göller bölgesi olduğunu bize de söylediler]. Gitarlı beceriksiz delikanlılar, erkencecik “fam fatal” dedikleri yaman kadınlığı yakıştıran ve kırıştıran aşırı olgun kızcağızlar, çıplaklar… Daha açık lüks gazinoda “orijinal limonad”ı karıştırırken, alt karnımı zonklatan vuruşlararttı, azıttı. Safi kan. Artık bütün mesaneyi kaplamış olmalı kanser. Gençler o güzelim göle don paça girdiler. Plajın ağaç gölgesi altına çömeldim. Bir kırmızı sürat motoru, gösteriş sevenlere suda kayak yaptırıyor. Bayılacağım. Başım dönüyor. Belli etmiyorum.

Dönüşte Niyazi Bey’in Resne’sinden bir kavun karpuz aldık. Geyiği ve saç sakalıyla tarihe ansızın karışan ‘Hürriyet’ kahramanının “Saray”ı önünde az durduk.

“Özenmiş Makedonyalı Osmanlı subaycığı. İlkin Makedonya Komitecilerine özenmiş. Ona diyecek yok. Dağlar nefis ormanlık. Temmuz sıcağında batıya düşen göl, tatlı, serin. ‘Kapetan’ Sandaski Makedonyalı’dır da, Kolağası Niyazi Resne başka yerli midir?

Almış takımını. ‘Ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ demiş. Güzel özeniş, güzel ölüm. Elin ayağın tutarken beynine kurşunun nereden girdiğini bilemeden uzanıp ‘ebedi istirahat’ine dalmak, ölümlerin en konforlusu. İmrenilir. Niyazi Bey’in imrenemediğim özenişi, “Resne” ağaçlıkları ve geniş Manastır yolu üzerine oturttuğu, burada “Saray” adı verilen villası. Geyikli arslanın içinin içinde bu yatarmış. ‘Ya ölüm, ya Hürriyet!’. Ölmeyince, o saat kavuştuğu ‘Hürriyet’i, bu ‘Saray’ biçiminde görmüş. Saf dağlıymış belli. Tatlı Resne tepesinin göle doğru düzlüğüne Dolmabahçe Sarayı’nın ufacık bir karikatürünü yaptırmış. Çatısına da, Osmanlı Paşaları’nın Erenköy semtlerindeki köşklerinin yarı tahta, yarı teneke “Cihannüma” [çatı odası ya da taraçası] larından iki tanesini oturtmuş. Kim bilir 1908 Makedon ve Arnavutları, bu İstanbul melezi yapı önünde nasıl apışıp kalmışlardır?

“Ben imrenemedim. Nedir o teneke ve tahta eskisi her yerinde kopuk, döküntülü Cihannüma (Evren görür) sipsivri cumbacıklar. Nedir o üst katı süsleyen Panteon mermer sütunlarını, duvarcı ustasına dayanıksız kireç yığınlarıyla taklit, ama kötü taklit ettiriş. Yarı yolda kalan alçıdan dökmeye benzer sütunlar ak ak. Aralarındaki duvarlar açık toz pembe… Pencerelerini hatırlayamıyorum. Şimdi Resne Belediyelilerinin günde kaç saat ve kaç öğün çıktıkları,köylü, kasabalı yurttaşların iş günlerinde bekleştikleri merdivenlere bakamadım. Yazık be Niyazi Bey! Hayâl evinde bu piç üslûplu, Makedon, ‘kanı bozuk” irice çift katlı yapıyı mı yüceltmiştin? Acep içine girip şöylece bir kurulman ve yeşil giyinik çevre dağlara, mavi setentiliyon eteklikli karşı göle doğru genişçe soluman nasip oldumuydu? Yoksa bütün politika rezilliklerini şeref madalyası olarak yaldızlayıp, sağlı sollu en modern cücelere dek armağan etmiş çökkün Bizans Osmanlı ortamında, politika gerizini ün kaşığı ile atıştırmakta seni rakip görenlerin bir çelmesi yahut “fedai kurşunu” ile dünyana doyamadan boğulup gittin mi? Çıt yok.

Haydut çeşmesinde koca karpuzu o şeker katılmışca ama bıktırmayan tatlı, buz gibi serin gürgenli, dağ suyunun akıp giden dört beşoluğundan birisi altına koyduk. Çeşme Osmanlı armalıymış. Yıkıp betonlamışlar. Ardına düşen koyu ağaçlarla gölgelenmiş, az meyilli çimenler üstüne yeşil kareli battaniye serilmiş. Uzandık. Pembe etli, kızıl çekirdekli karpuzun yalnız göbeğinden zorla bir avuç yemek cesaretini gösterebildim. Karşı ağaçlıklar altına bağlı delişmen Makedon sahibinin üç kilo elma, bir buçuk kilo ağaç çileği satarak para yapmasını sabırla bekleyen semerli kıratçık bize bakıyordu. Karpuzun kabukları onun. “Verin yahu, atı bekletmeyin” dedim. İri, gevşek dudaklarından kabuk sularını akıta akıta yedi. Her marka otoların kapılarından demet demet irili ufaklı, nedense hep kız çocukları fırlıyorlar. Su içiyorlar, su döküyorlar…

Geçtiğimiz yerlerde en küçük çocuğundan yaşlı nine dedelere dek yüzüne bakılmayacak insan yok.

“Bu güzel yerlerde çirkin insan bulunur mu?

“Ağaçlı yol ÅumoΛe [Bitole: Manastır]’ye girerken, gene yerlilerin ‘Akademi’ dedikleri yapı önünden geçtik. ‘Mustafa’nın ‘Kemal’ olduğu ‘Manastır Rüştiye’i Askeriyye’i şahane’si. Biraderbey, Urfa’dan sürülüp Yanya’da Müftülük etmiş baba dedemin, hem Yanya, hem Manastır Askeri Rüştiye’lerini yaptırıp açış törenlerine katıldığını anlatmıştı. Müftülük nerede? Askeri yapıları inşa ettiriş nerede? Anlamadım. Yoksa, bir başka akrabamın bir gün Taksim Talimhane apartmanında ansızın benimle tanış çıkıp, niçin dede mirasını aramadığımı sorduğu ‘Milyoner Müftü’ efendi yükünü bu işlerle mi yapmıştı?

“Bu uzun çağrışım ve alt karnımın çılgın kasap bıçağıyla doğranışı ortasında, piknik Demirel’in plaka taktığı, Atatürk’ü okutmuş‘Askeri Akademi’yi görmek dahi isteyemem. O, Niyazi Bey’in ‘Saray’ından daha ciddi ve sağlam bir çift kat ön bölüm ile arkada tek kat ortası avlu küçükçe bir yapıydı. Belki Osmanlı çağından kalma sarı badanası ile, askerlerin “Haki renk”lerine asorti düşüyor

ÜSKÜP/MAKEDONYA

Manastır’dan sonraki durağımız Üsküp oldu. Hava karardıktan sonra vardığımız için bir otelde yerimizi ayırtıp Üsküp gecesine karıştık.

Üsküp (Makedonlar Skopje diyorlar) eski Yugoslavya’nın da önemli şehirlerinden biri. Şimdi Makedonya Cumhuriyetinin Başkenti. Son derece canlı bir şehir. Bütün resmi kurumlarla, müze, sanat merkezi gibi kurumlar bir merkezde toplanmışlar. Otelde aldığım notlar şöyle:

Üsküp canlı bir şehir. Şehrin merkezinde yapılan alan düzenlemesini hayranlıkla izledik. Görmeden anlatmak zor olduğu için sabah resimlemeye karar verdik. Ancak geceki ışıklandırılmış halinin de görmeye değer olduğunu söylemeliyim. Alan Antik Yunan stiline benzetilerek restore edilmiş binalarla ve devasa heykellerle dolu. Bütün şehrin ve bu alanın ortasından Vardar Nehri geçiyor. Nehrin üzerinde kısa aralıklarla köprüler var ama biri eski bir taş köprü, diğerleri yeni. Nehir çok dingin ve temiz akıyordu biz varken. Alanın, çevre bina ve heykellerin seyri çok hoştu.

“Sabah kahvaltı sonrası hemen akşam gördüklerimizi resimlemeye koştuk. Heykeller gerçekten de devasa boyutlarda. Ülkenin gerçek kurucusu saydıkları II. Philip heykeli kaidesi ile birlikte 30 metreyi buluyordu. Diğer heykeller de yaklaşık boyutlarda. Binaların dış cepheleri yıkılarak eski Makedon stiline göre yeniden yapılıyor. Bakanlıklar ve müzeler, opera ve tiyatro binaları bu stilde onarılıp kullanıma açılmışlar. Birçok binada da restorasyon sürüyordu.

“Üsküp oldukça ilgimi çekti. Gezdiğimiz her yerde, yazının başında da dediğimiz gibi sosyalist dönemi yok sayma ve izlerini silme Makedonya ve Üsküp’te de var. Gezdiğim her yerde sosyalizmin izlerini arayıp durdum. Enver Hoca’da olduğu gibi Tito döneminde de devasa viyadükler, aşılmaz kayalara açılmış tüneller gördüm. Tito evleri diye sıra sıra mütevazi ama hâlâ sağlam ve kullanılan bloklar var. Buradaki yüzlerce heykel ve stellerin içinde Tito’nun yüzünü aradım durdum. Tito hem Balkan coğrafyasında yaşayan her ırk ve dinden insanı barış içinde sosyalizme taşımış, hem de  Laz İsmail gibi zalimlerin etkisiyle Sofya ve Doğu Berlin’den kanser kanamalarına bakılmadan kovulmuş, Arnavutluk sınırına bile yaklaştırılmamış devrimci ustam Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ülkesine alıp, tedavisiyle ilgilenilmesini sağlamıştı.

Heykel dolu bir parkı gezerken, birden topluluk içinde Tito’nun gençlik (partizan komutanı olduğu dönemler olmalı) halini andıran bir heykel gördük. Emin olmak için yoldan geçen orta yaşlı birine sorduk ‘şu heykeldeki adam Tito mu’ diye. Adam heykelin çevresinde dolaştıktan sonra, ‘Anlayamadım, kaidede bir şey yazmıyor’ deyince şaşırmadım nedense. Yılmayıp daha yaşlı birine sorduk. Adam tereddütsüz teyit etti. Hemen resmini birkaç defa daha çektik.

Bunları yazmışım orada. Günlük Anılar’daki Üsküp notlarına bakmadan önce Ahmet Camuşçuoğlu’nun adı geçen “RAPOR”unda bakalım  neler var:

Yolda[Arnavutluk’a alınmayıp dönerken] Hoca’ya Türkiye’ye dönmemizi teklif ettim. İlk önce olumlu karşılar gibi oldu. Sonra Paris’e geri dönmeyi, hudutta pasaportları imha etmeyi ve polise teslim olmayı kararlaştırdık. Üsküp’te Hoca fikrini değiştirdi. Yugoslav K.P’ye başvurmamızı söyledi. Ben bunu tepkiyle karşıladım. Herhangi bir Komünist Partisine başvurmaktansa hele Yugoslav Komünist Partisi’ne kendimi Vardar nehrine atarım dedim. Hoca biraz kızdı. Sabah 06’da kalktı, giyinip gitti. Saat 9 gibi geldi. Partiye gittiğini, herşeyi olduğu gibi anlattığını, beni de yarın gelip alacaklarını, bütün olanları dümdüz anlat dedi. İtiraz etmedim. Terslikler yakamızı bir türlü bırakmıyordu. Bizim hakkımızda karar verecek merkez komitenin tatilde olduğunu söylediler.

“12-13 gün Üsküp’de kaldık. İlk günler Hoca yemek yiyebiliyordu. Sonradan 3-5 adım yürür yürümez başı döner oldu. Sonra bizi ne düşündüler bilmiyoruz, manastıra gönderdiler. On gün kadar manastırda kaldık. Bu süre içinde bir dediğimizi iki etmediler. Birden Hoca’nın kanaması arttı. Safi kan işer oldu. Üsküp hastanesine özel bir otoyla bizi getirdiler. Hastanenin en iyi odasını bize tahsis ettiler. Makedon K.P Merkez Komitesinden 4 kişi gelip Hoca’yı ziyaret edip gönlünü aldılar. 7 gün o hastanede kaldık. Hastane baştabibi direkt alakadar oluyordu Hoca’yla. Üsküp’te bir şey yapamayacaklarını anlayınca Belgrad’a göndermek mecburiyetinde kaldılar. (Rapordan)

Günlük Anılar ve onun bir tür “kaçışın perde arkası” denebilecek olan Ahmet Camuşçuoğlu’nun raporu okunduğunda, gerek kendilerine TKP adını takanların, gerekse onların etkisiyle insanlık dışı bir biçimde Kıvılcımlı’yı emperyalist dünyanın kucağına atmakta sakınca görmeyen ülkelerin tavrı ve bunun sonucu çekilen çileler görülüyor. Bu durumda Tito’nun, Makedon komünistlerinin enternasyonalizmleri bir yana, iNSAN tavırları bile göz yaşartıcı.

Şimdi bir de Kıvılcımlı’nın anılarında bakalım Üsküp günlerine:

“ A sabah, akşam, gece gündüz, her gün, her saat: Paytağa kaçan ince gergin, az (O bayn) [O-Beine: Çarpık bacak (Almanca)] dedikleri, içeriye kavisli bacakları üstünde, yerde yitirdiği şeyleri ararca  başını eğerek, boynunu bükerek, ansızın, hiç konuşmaksızın fırlar, çıkar gider oda kapısından. Sürter, sürter. Üsküp gözüne Türkiye’nin bir kasabası kadar bile görünmüyor. Gezmedik, dolanmadık yerini bırakmadı Murad Hüdavendigâr’ın karnından Milâş Kaploviç hançerini yiyerek hayatıyla ödediği Kosova ülkesi Başkentinin.

“Kimi, adı Türkçe’den kalma “Bitpazarı”na uğruyor. Müslüman Türkler’in, sokaklarında açık gerizler akan teneke mahallesi gecekondularnı izliyor. Kimi, pratik arkeolojiye çocukluğundan beri doyuramadığı açlığı ile belki ilk Grek Megaryen taşları çağından beri kat kat işlenmiş kale duvarlarını inceleyip, kalınlıyor. Kimi, ondan başka kimseciklerin uğramadığı ovaya bakan dağ tepelerine çıkıyor. Kendisini görür görmez çil yavrusu biçimi darmadağın kaçışan keklik palazlarından bir taneciğini olsun beslemek üzere tutmak için yakalamaya çalışıyor. Küçük, mavi kaplı banka defterciğinin (Türkiye’den son anı nesnenin) yırtık sayfaları arasında biri uzunca, öteki kısa iki ebem kuşağı renkli keklik tüyü ile dönüyor.

“Her seferinde, kapıdan on beşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:

“- Valla, hocam, ben bu memlekette..Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü! Tümcedeki ‘Tü’lerin -ki pek sıktırlar- ‘ü’lerini ne denli çok uzatabilirse, ‘A’, o denli inanılmaz, insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.

“ A’yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on “Tüü!” salvosu ateş ettiren olay: Makedonya’da insanların ‘seks’i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, ‘sokağa dökmeleri’dir.

“İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üst üste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Ara sıra birbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları  içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.

“Bekleşiyorlar. Neyi?

“ A’ sert sert, söverce burnundan püskürttü:

“- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!

“Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görür görmez. ‘A’ damgasını vurdu:

“- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez.

“- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.

“Sonra otel lokantasında gördüklerimiz de ona hak verdirtti. Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya’da çıkan Türkçe ‘Birlik’ gazetesinde ‘Etkinliğimi’) bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek? Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını.

“Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.

“- Bu saat dağılıyorlar, hocam!

“Saat 9’da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kol kola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık.  Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik. ‘A’ bile bir ara, derince soludu:

“- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.

“Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık “konsomatris”lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks, serbestliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksibir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız. (Günlük Anılar, s. 337-338)

Bu arada Günlük Anılar’da önemli bir yer tutan, “Parti Anılarım/ Kim Suçlamış” bölümünün sonunda (Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No. 9  5-8-71 Perşembe, saat 18.30) yazıyor. Hocamız, kendisine en çok acı veren, ihanetleri sergilemek zorunda kaldığı bölümü Üsküp’te yazmış.

PRİŞTİNA/KOSOVA

Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf müdürü iken, eşi Münire hanımdan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor…”

Kıvılcımlı, “kendi kaleminden hayatı” başlığıyla ancak birkaç sayfa yazıp bıraktığı yazıya böyle başlıyor.

Bugünkü haritalara ya da siyasal bölünmelere bakarsak ifade hatalı gibi. Priştina Makedonya’da değil, Kosova’da bir kent. Hem de başkent. Doğal olarak 20. Yüzyılın ilk yıllarında kasaba olabilir. İştip ise, Kosova’nın değil, Makedonya’nın bir vilayeti. O zamanlar kaza olabilir tabi. İfadede böyle bir terslik var. O zamanlar Makedonya’nın Kosova diye bir vilayeti varmış. Ve Kıvılcımlı’nın babası Hüseyin Bey, Priştina’nın posta müdürü iken Hikmet doğmuş. Ancak, İştip’te hastalanıyor dediğine de bakarsak, ya aile İştip’li, babanın görevinden dolayı Priştina’da doğmuş, ya da akraba ilişkilerinden dolayı İştip’te bulunup orda hastalanmış. Her halükarda Makedonya doğumlu. Balkan bozgunu ile dağılan ailenin mutlaka bir kısım yakınları kalmıştır oralarda. Acaba biliyorlar mıdır bu kadar önemli bir devrimcinin yakınları olduğunu? Biliyorlar mıdır dönüp dolaşıp, istemeden de olsa doğduğu topraklara dönüp acılar içinde öldüğünü?

Kıvılcımlı “ölüm yolculuğu”, ya da kendi deyimiyle “…yolculuğun sonu” diyeceğimiz son haftalarda Priştina’ya veya İştip’e uğramamış. Bu konuda bir notu da yok dolayısıyla. Ama ben Priştina’da kalıp bir kısım notlar tutmuştum. Onları da aktarayım:

Üsküp’ten Kosova’ya, ikinci büyük kent olan Prizren üzerinden girdik. Prizren, Kosova’lı Arnavutlar ve Sırplar arasındaki çatışmadan fazla etkilenmemiş bir şehir. Bizim Manisa’nın Spil dağı gibi bir dağ yükseliyor hemen şehrin içinden. Şar dağı. Bölgenin çok lezzetli et ve süt ürünleri bu dağ köylerinden geliyormuş. Şehrin içinden de Akdere isimli nehir akıyor. Düzenli ve güzel bir şehir. Ancak adım başı Birleşmiş Milletler askeri görülüyor. Sanki sokak güvenliği onlarda gibi. Kosova ABD ve Türkiye etkisinin en çok görüldüğü yer. TC başbakanı Erdoğan’ın duvar boyu afişi orda da çıktı karşımıza. Kosova’daki seçimlerde Demokratik Türk Birliği partisinin seçim mitingine katılıp destek vermiş Erdoğan. Afiş o mitingden kalma. Kosova’yı arka bahçe gibi görüyor Türkiye sermayesi ve siyasallaşmış tarikatlar. Prizren Arnavut Birliği adlı ırkçı örgütün merkezi ziyaretgah gibi olmuş. Kosova’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Prizren’de de Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) çok etkinmiş.

Prizren’den akşam vakti Priştina’ya geçtik. Burası da Prizren gibi canlı ve hareketli. Şehri akşam gezmeye çıktığımızda, Manastır’da olduğu gibi konuşmalarımızdan anlayıp, bir Priştina Türkü sahip çıkıyor bize. Epey sohbet edip bilgileniyoruz. En önemli bilgi, Sırplarla savaşta Kosovalıların silahlı gücü olan UÇK’lıların, şimdi köşeleri hem idari hem de mali yönden tutmuş oldukları. İstedikleri mülke el koyuyorlar diyor ve bize UÇK’lılar tarafından el konulmuş olan birkaç bina gösteriyor dostumuz. “Silah onlarda çünkü, kimse onlara engel olamıyor” diye de ekliyor.

Priştina’da benim için en çarpıcı görüntüye şehrin merkezindeki bir pastanede rastlıyoruz. Yerel tatlı olan Trilece yemek için girdiğimiz pastanenin adı Fellini. Tatlıları ısmarlayıp oturunca, neredeyse duvar boyu bir resim görüyoruz. Resimde kocaman bir pasta var. Pasta Kosova haritası biçiminde yapılmış. Lacivert zemin üzerine sarı AB yıldızlarından oluşan bayrak. Bayrak görünüşlü pastanın tam ortasında eski ABD başkanı Bill Clinton’un sırıtan bir resmi. Pastanın başında bir kalabalık, herkes sırıtıyor. Sırıtkanlardan Clinton kocaman bir bıçakla pastayı kesiyor. “Biz sizi böyle dilim dilim yeriz” modunda sırıtışı. Diğerleri ise o zamanki Kosova başbakanı ve şürekası. Onlar da “emperyalizme canımız feda. Siz bizleri görün de ülkemizi istediğiniz gibi yiyin” hain sırıtışlarıyla alkışlıyorlar Clinton’u. Bana göre Balkanların bölünme amacını ve bugünkü durumu en iyi özetleyen tablo bu.

3-5 günlük bir gezinin çağrışımları bunlar. Kıvılcımlı’nın fiziki çilesi bitti artık ama anısı ve eserlerinin yeterince anlaşılıp değerlendirildiği söylenemez. Onu ölüme sürükleyenlerden ve zihniyetlerinden hesap sorulamadı henüz. Üstelik sağdan soldan olduğu gibi “içerden” de yıpratılmaya devam ediliyor günümüzde. Görüşleri çarpıtılıyor, anısı ve izleri silinmeye çalışılıyor. Olmadı kendi kapitalist ve külah kapıcı ilişkilerinin içine hapsetmeye çalışıyor kimileri Kıvılcımlı’yı. Son yolculuğundaki fiziki ve moral açıdan çilesi şimdilerde manevi şahsiyetine ve eserlerine yöneliyor. Bununla birlikte, onun anısını ve eserlerini işçi sınıfına ve tüm insanlığa taşıma gayreti içinde olanlar da var.

Başta da söylediğim gibi, bu büyük devrimcinin anısı hep yanımda oldu Balkan gezisinde. Bir kez daha yaşadım onunla birlikte tüm acıları. Dünyanın en büyük ama en az anlaşılan, en az değerlendirilen, en çok ihanete uğratılmış ama insanlığa ve marksizme katkıları erişilmez boyutta olan devrimcisinin direnci karşısında bir kez daha sarsıldım.

Kıvılcımlı’nın sadece balkanlardaki değil, yaşamı boyunca olduğu her yerdeki anısını ve izlerini takip etmek, onun kapsamlı ve öğretici bir biyografisini oluşturmak da gerekiyor. Bir süredir GELECEK gazetesinde yayınlamakta olduğum Kıvılcımlı Külliyatı’nın tek tek tanıtılması girişimi bu çabanın bir adımı olarak değerlendirilebilir.(Bu yazıları bir yıl kadar sonra toparlayıp, KIVILCIMLI KÜLLİYATI –Ayrıntılı Bibliyografya- başlığıyla kitaplaştırdım.) Onun Anısını ve eserlerini yaşatmak tüm Türkiye sosyalistlerinin görevidir. Sadece izleyicilerin (onların da bir bölümünün) gayretleri yeterli olmayacaktır. Herkesi bu göreve katkıda bulunmaya çağırarak bitiriyorum yazımı.                                                                                         15.12.2013

“YAZMASAYDIM OLMAZDI” ÜZERİNE (L. Fegan’ın Anıları)

Birkaç ay önce (Ekim 2020) Latife Fegan’ın anı kitabı yayınlandı. Birkaç yıldır yayınlanmasını beklediğimiz anılar nihayet kitap olarak basılmıştı. Kitabın matbaadan çıkmasından birkaç gün sonra İstanbul’dan bir dostum alıp bana ulaştırdı. Dolayısıyla kitabı ilk okuyanlardan biri oldum.

Anıların yazarı Latife Fegan, eşi Fuat Fegan ile birlikte 1967-71 yılları arasında Kıvılcımlı’nın yakınlarında bulunmuş, çalışmalarında ona yardımcı olmuş, daha sonra da eserlerinin yurt dışına çıkarılmasında, muhafaza ve tasnif edilmesinde, sonuçta da Hollanda’daki arşiv kurumuna teslim edilerek günümüze ulaştırılmasında rol almış biriydi. Gerek Kıvılcımlı’ya yakınlığı, gerekse daha sonraki serüvenleri düşünüldüğünde anıları merak edilir ve önem verilir olmuştu.

Bundan 6 yıl önce 2014 yılı Ekim ayında benim de KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya) başlıklı bir kitap çalışmam olmuştu. Bu çalışmamın daha ilk sayfalarındaki GİRİŞ yazısının ikinci satırı şöyle: 

 “Bu külliyatı önce muhafaza edip, sonra da tasnif ederek bizlere ulaştıran Fuat ve Latife Fegan çiftine teşekkürle başlamak istiyorum. Her ikisinin de emeklerine sağlık.”

Evet, bugün de öyle düşünüyorum. Kıvılcımlı’nın paha biçilmez değerdeki eserlerini bize ulaştırmaları gerçekten çok takdir edilesi bir çaba.

Bu anıların yayınlanmasının benim açımdan da özel bir önemi vardı. Ben epeyce bir süredir, Kıvılcımlı eserlerinin tanıtılmasında, bilinmeyenlerin ortaya çıkarılmasında kendime örnek aldığım Fuat Fegan’ın sosyalist ve “doktorcu” ortam için önemini, görüşlerini ve akıbetini toparlayarak bir kitap yapma gayreti içindeydim. Son 1-2 yıldır da aynı konuları merak eden bir gazeteci arkadaşımla çalışmalarımızı birleştirerek epey yol almıştık. Bu çalışmamızda Fuat Fegan’ın eşi olarak onun en yakını olan Latife Fegan’ın anıları bizim çalışmamızı da bütünleyecek bilgiler içerebilirdi. Bu yüzden de yayınlanması bizim için önemli oldu.

Anılar’ı ilk okuyanlardan biri olmakla birlikte, üzerinde değerlendirme yapmak ve yayınlamak ancak bugünlerde oldu. Bunun ilk nedeni benim oldukça uzun süren ve çok zamanımı ve enerjimi alan sağlık sorunlarımdı. Şimdi en azından zaman ve enerji harcamaz duruma geldim. İkinci nedenim de kitaba yönelecek tepkileri bekleyip onları da değerlendirmek istememdi. Çünkü söz konusu anılar zaten yıllardır hem dilden dile dolaşıyor, hem de bazı kısımları toplantılarda, “sempozyum”larda falan tekrarlanıyordu. Benim açımdan bilemediğim şeyleri okuyup bilgilenmek ve çalışmalarımda yararlanmaktı önemli olan.

KİTABA TEPKİLER

Kitap yayınlanalı 2 ayı geçti. Benim tespit edebildiğim tepkiler şöyle:

Bir kesim kişi ve gruplar, “Ne kitap, ne de yazarı okumaya da değerlendirmeye de değmez, zaten kaç kişi okur ki?” biçiminde oldu.

Başka bir kesim, “Bunların çoğu yıllardır sağda solda, özellikle de Avrupa’da söylenir durur. Kitapta yeni bir şey yok ki” dediler.

Bir başkaları, “Ya tartışılacak şeyler var ama hassas konular ve durumlar var, bakalım hele” havasındaydılar.

Bazı kimseler de “insani bir durum olabilir tabi” derken, bazıları da “vay be demek Kıvılcımlı da nefsine uymuş” dediler.

Tüm bunların karşısında özellikle de Türkiye dışından bir takım kişiler, “Ne iyi ettiniz de yazdınız bu kitabı, aman dikkat edin çok saldırıya uğrayacaksınız…” türünden çeşit çeşit övgülerle sosyal medyayı doldurdular.

Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım. Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle incelenip tartışılması lazım.  Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.

BENİM DÜŞÜNCELERİM

Anılar kitap olarak yayınlanmış. Doğal olarak övenleri de olacak, eleştirenleri de. Övenlerin hepsinin dost, eleştirenlerin düşman görülmeyeceği umuduyla yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı gönüllüsü bir hizmet eri olarak benim de bu anılar konusunda söyleyeceklerim olacak doğal olarak.

Ben yukarda andığım çalışmamın giriş yazısının ilerleyen satırlarında şunları da demiştim:

Bu yüzden bu giriş yazısında da, içerdeki metinde de sık sık ve sitayişle bahsedeceğiz. Bu sitayişimiz onun(Fuat Fegan) arşiv üzerindeki çalışmalarına dönük. Yoksa ilerde başka çalışmalarımızda açıklayacağımız gibi, onun da Latife Fegan’ın da ilerdeki çalışmalarına ve kimi belirlemelerine dönük köklü eleştirilerim var.” (Aynı yazıdan)

6 yıl önce “köklü eleştirilerim” olacağını yazmıştım. Burada bu Anılar vesilesiyle eleştirilerimi başlık olarak sıralayayım. Ancak sıraladığım her konunun eleştirisini bu yazıda yapmayacağım. Nedenlerini de yazarım.

“TKP”Yİ REORGANİZE Mİ?

Üzerinde durulması gereken en önemli konu “TKP” serüvenine Kıvılcımlı’yı dayanak yapmak. Anılar’ın 147. Sayfasında “Biz Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesine inanıyorduk” deniyor. Yani şöyle böyle değil, ortada “Kıvılcımlı’nın projesi” varmış. Ama bu iddianın ilerleyen sayfalarda da değişik cümlelerle tekrarlanmasına karşın, Kıvılcımlı’dan bunu doğrulatacak olan bir yana ima eden bir tek alıntı, hatta cümle bile yoktur.

“Anlattığına göre, ”Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra Belgrad’da “A. Camuşçuoğlu ve F. Fegan kucaklaşıp ant içmişler ve onun tamamlayamadığı işi yerine getirmeye karar vermişler: TKP “reorganize” edilecek.” (Anılar s. 134) Oysa A. Camuşçuoğlu’nun 28 Ekim 1971 tarihli (Kıvılcımlı’nın ölümünden 17 gün sonra) KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR başlıklı el yazısı raporunun son bölümünde bakalım ne diyor:

Bu 50 senelik trajedi 11 Ekim 1971 günü saat 19.15’te son buldu. H (F. Fegan) ve ben tüm İŞÇİ SINIFINI VE ARKADAŞLARI TEMSİLEN BAŞUCUNDAYDIK.

“50 SENE KESKİN SOLCU GEÇİNEN İTLERE (kimler acaba? A. Kale) KARŞI, FAŞİST SAĞCI BASKILARA, İŞKENCELERE, POLİSİNE, MİTİNE EN UFAK BİR TAVİZ VERMEDEN DALGALANDIRDIĞI BAYRAK ALTINDA TOPLANMIŞ ARKADAŞLAR ADINA, ERİŞİLMEZ DEVRİMCİ SON NEFESİNİ VERİRKEN ŞU ANDI İÇTİK:

“EN KISA ZAMANDA DERLENİŞİ TAMAMLAYIP İŞÇİ SINIFI PARTİSİNİ KURACAĞIMIZA…” (OA Dosyası isimli metinden, Majisküllerin tamamı A. Camuşçuoğlu’na ait)

Yani “anlattığına” değil yazılana bakarsak, TKP’yi reorganize andı yok ortada. Sonradan Laz İsmail’e teslim oluşu Kıvılcımlı’ya bağlama gayreti var.

Yine kitabın 115. Sayfasında “Bu nedenle de hem hastalığının tedavisi hem de “TKP sorununu” “yukarıda” tartışmak için…” deniyor. Yıllardır Kıvılcımlı’nın yurt dışına çıkışı Feganlar tarafından böyle lanse edilir. Oysa Kıvılcımlı’da bunun aksi çok fazla görüş ve yazı vardır.

Buna bağlı olarak Fuat Fegan’ın yaptığı “TKP’de reorganize olalım” görüşmeleri, bunun için kurulan örgütlenmeler. Bu örgütlenmelerin “TKP” de Kıvılcımlı’nın yapamadığı reorganizasyonu yapabilmek için insanları Laz İsmail TKP’sine doldurup kendileri girmeyerek, (Feganlar ve Alp Öktem) yapılan taktik. (Sorumluluk da Alp Öktem’e yüklenerek)

Bulgaristan aracılığıyla Sovyetlerin Kıvılcımlı’ya yaptıkları için Fuat Fegan’dan özür dilemeleri  (RESMEN dilediler diyor kitap)

Bütün bu başlıklarla ilgili Latife Fegan’la tartışılacak bir şey yok. Çünkü kitapta epey yerde değinmesine karşılık, tek bir cümle Kıvılcımlı’dan alıntı yok, daha sonraki iddialarla ilgili belge falan da yok. Bu konular Fuat Fegan’ın yazılı iddialarıyla tartışılabilir ancak. Onda da önemli alıntı ya da belge var sanmayın. Bir yazısında “Kıvılcımlı Türkiye’de Sınıflar ve Politika yazısının falan paragrafında bize TKP’yi işaret etmişti” der. O yazıdan da öyle bir anlam çıkarmak mümkün değil. En azından ben çıkarmıyorum. Anarşi Yok! Büyük Derleniş! çağrısı ve Durum Yargılaması Konferansı’ndaki Derlenişe çağrılan gruplar çok açık. Aralarında Laz İsmail “TKP”sinin iması dahi yok. 

Bu bölümü sonuçlarsam; “yazmasaydım olmazdı” kitabındaki bu iddiaları geniş geniş, F. Fegan’ın yazılarının ışığında başka bir mecrada tartışacağım. Bu konuda Kıvılcımlı’nın sayfalar dolusu, birçok kitap ve konuşmasında yer alan aksine görüşler var. Bunlar başka bir yazının ya da Fuat Fegan’la ilgili çalışmamızın konusu olsun. Çünkü ortada bir “Kıvılcımlı projesi” değil, Fuat Fegan projesi var. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuyu daha geniş bir şekilde tartışmanın zamanı da geldi. Yaklaşık 50 yıldır ortada olan bu iddianın aslında kendisinin bir proje olduğuna inanıyorum ve bu konuda Kıvılcımlı’yı konuşturarak geniş bir değerlendirme yazacağımı duyurmuş olayım.

Daha çok kişisel yaşam olan Kıvılcımlı ile tanışma öncesi de ilgi alanımıza girmiyor. Feminizm, Troçkizm ve Kürt Hareketine katılma ise yazarın siyasi tercihleridir. Bize bir şey demek düşmez, Ancak oralardaki Kıvılcımlı eleştirilerine de başka bir yazıda değiniriz.

ESAS KONU

Böylece üzerinde durulmaya değer bir konu olarak “KIVILCIMLI’NIN AŞKI” bölümü kalıyor geriye.

Bu bölüm 10 sayfa kadar sürüyor. 2 bölüm sonra bir de “SON GECE” başlıklı 5 sayfalık bir bölüm daha var. 300 sayfaya yakın hacimdeki bir kitapta sadece 15 sayfa. Ama bu 15 sayfa oldukça önemli. Neden önemli gördüğümü kendimce açıklayayım:

Bölümün daha ilk sayfasında Kıvılcımlı’nın kendisini kansızlık nedeniyle tedavi ettiğini, haftada bir muayenehanesinde iğne yaptığını söyledikten sonra şöyle yazıyor:

Gene böyle bir ziyaretimde, ben ayakta duruyordum, Doktor da bana arkadan kalçamdan iğne yapıyordu. Ansızın titreyerek arkamdan bana sarıldı.” (s. 85)

Burada hemen saptayalım. Ortada aşk maşk değil düpedüz bir taciz var. Ve bu taciz iki bakımdan çok önemli: Birincisi Kıvılcımlı bir hekim, L. Fegan da o anda onun hastası. Hipokrat yemini eden bir hekim hastasına tacizde bulunmuş oluyor. İkincisi hasta olan yakın bir çalışma arkadaşının evli eşi. Bu bakımdan da ahlaka ters.

İlerleyen sayfalarda da taciz olduğunu pekiştiren anlatımlar var. Onlardan da birkaç cümle alayım:

Yeni meskenimizin bir odası Doktor’un muayenehanesi, yazıhanesi olarak ayrılacaktı. Ben biraz huzursuz olmuştum bu fikirden ama Doktor’un sağlık durumuna ilaveten ben çalıştığım için akşamları eve döndüğümde onun yazıhanesinde olmayacağını düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.” (s. 88)

Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” (s. 89)

Fakat Doktor giderek beni Fuat’tan bile kıskanmaya başlamıştı. Bir akşamüstü evde, Fuat’la buluşup tiyatroya gidecektik sanırım, hazırlanıyordum. Birden Doktor çıkageldi. O gün evinde çalışacağını söylemişti oysa. Benim süslendiğimi görünce meraklı bir sesle” nereye gideceksiniz?” diye sordu.

“Kendimi kontrol altında hissediyordum ve onurumun zedelendiğini düşünüyordum. Ertesi gün Fuat’a sormuş bir yolunu bularak, birlikte olup olmadığımızı kontrol etmiş yani.

“Hafta sonları yazıhanesinde olmayacak diye bir anlaşmamız vardı ama artık geçerli değildi bu anlaşma. Bir bahane uydurup, Emine Hanım’ı da atlatarak bizim eve geliyordu. Böyle ani baskınlardan birinde bizi yatakta yakalamıştı da ne çok utanmıştık…” (s. 93-94)

Ben bu kadar alayım, gerisi kitapta. Ama bütün yazılanlara bakarsak, anlatılan bir aşk değil, ağır bir taciz.

ANI DEFTERİ

Bir de evdeki sohbetler konusu var, onlara da bakmak lazım.

Ben gelir gelmez de bir ıhlamur yapıp birlikte bir süre sohbet etmeyi bir rutin haline getirmiştik. (Öyle mi? Hani “Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.”) Bu ıhlamurlu sohbetlere bazen Fuat da katılırdı. O zaman günlük politika konuşurduk ya da Doktor bir anısını anlatır, ben not ederdim. Hatta bir seferinde, o zamana kadar hayatında ilk kez TKP’nin önerisiyle Suriye’den yurt dışına çıkmış olduğunun hikayesini anlatmış, ben de yazmıştım. Bu notları sürdürecektik ama zaman yetmedi. Anılarla ilgili o kısa kayıtlar da diğer belgelerle birlikte Amsterdam’daki arşivdedir.” (s. 88-89)

Bu alıntının hemen altındaki paragrafa geçmeden önce bu defterle ilgili bir şeyler görelim. Söz konusu defter belirtildiği gibi sohbetlerde Kıvılcımlı’nın izniyle yazılmış notlar. Arşivde olduğu gibi 2011 yılından beri benim şahsi arşivimde de var ve gerçekten çok yararlandığım bir belge. Defterde Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarında olmayan birçok konuya değinildiği görülüyor. İstiklal Mahkemesi yargılanmalarından ağabeyiyle ilişkilerine, Suriye seyahatinden, dönüşte raslantı eseri yakalanışına, çocukluk anılarından Şefik Hüsnü’nün tedbirsizliği sonucu yakalanmasına kadar daha birçok konu var anlatılan ve not edilen. Ortada böyle bir belge varken:

Ama o sohbetlerin konusu genellikle ikimizin ilişkisiydi. Fuat’a verdiği sözü unutmuştu Kıvılcımlı. O sohbetler “proleter kızına” ilanı aşklarla, övgülerle başlar, hayatının son döneminde başına gelen bu aşktan duyduğu mutluluk dile getirilerek biterdi.” (s. 89)

Buraya yukarda alıntıladığım “Masada karşılıklı oturmaya…” diye başlayan paragrafı da eklersek, adı geçen sohbetlerin ıhlamur eşliğinde çeşitli anıların konuşulup not edildiği sohbetler mi, tacizin sürdüğü rahatsız edici sohbetler mi olduğunu ayırmakta zorlanmaya başlarız.

Devam eden satırlarda şunları da okuruz:

İçinde bulunduğum bu klasik durum beni son derece mutsuz ediyordu. Kendimi baskı altında hissediyordum. O büyük lider, bense onun öğrencisiydim. Hasta ve yaşlıydı. Onun mutsuz olmasını istemiyordum. AYRICA BU SOHBETLERDEN ÇOK ZEVK DE ALIYORDUM. Karışık duygular içindeydim.” (Ben majiskülledim A. K.  s. 89)

Hangi sohbetlerden zevk aldığını sormamız lazım şimdi. Tarih, günlük olaylar ve anıların paylaşılmasından mı yoksa kendisine olan ilginin belirtilmesinden mi? Ona da hemen devamında kendisi açıklık getiriyor:

Ona bu kadar yakın ve ilgisinin merkezinde olmaktan gizli bir zevk de alıyordum belki ama benim açımdan bir aşk değildi bu.” (s. 89)

Rahatsız olup yanına yaklaşmaktan kaçınma ve ilgiye direnme mi, ıhlamur kaynatıp ilgiden ve yakınlıktan, ayrıca bu sohbetlerden çok zevk alma mı? Karıştı duygular.

L. Fegan’ın arşivde bulunan defteri el yazısı ile 38 sayfa kadar. Ben Word olarak yazmışım toplam 10 sayfa A4 olmuş. Çok hacimli değil ama oldukça yoğun bilgiler içeriyor. Mesela Kıvılcımlı’nın o günlerdeki sağlık durumu ile ilgili şu bilgiler o defterden:

4.1.1971: İkinci defa ameliyat olmak üzere Cerrahpaşa Hastanesine yattı.        

“6.1.1971: Küçük bir müdahele yapıldı. Sonuç başarılı olursa ameliyata ihtiyaç olmayacak.

“8.1.1971 ameliyat oldu. Birinci ameliyatı 2.4.1970 günü Guraba hastanesinde olmuştu. Başarılı bir ameliyat olmadı. Orada beş-altı defa müdahaleler geçirdi. Bir defasında Etfal Hastanesinde bir hafta kadar yattı. Küçük bir ameliyat yapılmıştı. Sonuç gene aynı oldu. Ve ikinci defa ciddi bir şekilde ameliyat gerekti.”

“18 Mart 1971 Epey ara verdim anılara. Doktor 4 Ocak ta hastaneye yattı. 8 Ocakta ikinci kez ameliyat oldu. Sonuç kötü. Korktuğumuz başımıza geldi: Kanser! Epey üzüntülü günler geçirdik. Gazetedeki arkadaşlar önce bir moral şaşkınlığa uğradılar. Sonra her şey gene eski rayına oturdu. Doktor, 15-20 gün evinde yattıktan sonra hepimizi şaşırtarak ayağa kalktı. Görünüşte herhangi bir şey yok. Her gün işine geliyor, birkaç hastasını muayene ediyor. Hatta konferans için Ankara ve İzmir’e bile gitti. Tek üzücü olay kanamanın bir türlü dinmeyişidir.”

“27 Mart 1971 Havalar ısınıyor yavaş yavaş. Bugün keyifliydi Dr. Sıhhati de fena değil. Kanser ricat ediyor galiba.” (Defter)

Görüldüğü gibi Kıvılcımlı Nisan 1970, Ocak 1971 arasındaki aylarda sürekli hastalanmış (prostat kanseri) müdahalelerde bulunulmuş, evinde 15-20 günlük dinlenmelerden sonra tekrar koşturmalara başlamış. Ankara ve İzmir’e konferans ve toplantılara gitmiş. O aylarda sağlık durumu bu. Bu konuyu fazla yorum yapmadan böylece dikkate sunup geçiyorum.

Bu arada 1970 yılı boyunca yayınlanan kitaplarını da sayayım:

1970 yılında ilk basılan kitaplar; Metafizik Sosyolojiler (Ararat Yayınevi) ve 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi(Ant Yayınları). Daha sonra Tarihsel Maddecilik Yayınları canlandırılarak, önce Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu basılmış, ardından ünlü üçleme gelmiş; Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama. 1970 yılı Ekim ayında Anarşi Yok! Büyük Derleniş! broşürü basılmış ve herkese Derleniş Komiteleri kurmaları çağrısı yapılmış. Bu arada İşçi sınıfı partisi program önerisi olarak Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı yeniden basılmış. Ve nihayet 1970 Kasım ayında sağlığında basılan son kitap olan Toplum Biçimlerinin Gelişimi (Ekim Yayınları) basılmış. Bunlar yetmemiş 1970 Aralık ayından başlayarak Sosyalist Gazetesi haftalık olarak yeniden yayınlanmaya başlamış. O günleri yaşamak şart değil, bugün bile Sosyalist gazetelerine bakanlar ondaki doluluğu ve Kıvılcımlı’nın gazetenin tüm teorik yükünü aksatmadan taşıdığını görürler. Ayrıca Sosyalist Gazetesi’nin dışında diğer yayınlara da (Aydınlıklar, Türk Solu vb.) yazı yetiştirmektedir o günlerde.

Bunlar da yetmemiş; 1970 yılı Ocak ayından başlayarak önce 6-7 oturumluk Dev-Genç seminerlerinde konuşmuş, İzleyen aylarda TİP’in Beşiktaş İlçesinde 2, Gaziosmanpaşa ilçesinde 1 seminer vermiş. Yıl içinde TÖS salonunda Finans Kapital ve Türkiye Konferansı da verilmiş. Nihayet 12 Mart arifesinde 5 Mart akşamı Sosyalist Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda Tartışmalı Toplantı, ertesi gün ise Ankara Hukuk Fakültesi Amfisinde Durum Yargılaması Konferansı. 12 Mart geldiği gün bu defa İzmir’de bulunuyor İPSD toplantısı için.

Bu ürünler hummalı, kahredici bir çalışmanın sonuçları. Hazırlığı, altyapısı vs. düşünelim artık.

1970 Nisan ayından itibaren ameliyatlar, küçük büyük müdahalelerle dolu bir ayağı hastanede olan 69 yaşındaki bu usta kişilik o yıla bir de bu çalışmaları sığdırıyor. Burayı da yorumsuz geçeyim.

O aylardaki kişisel ilişkiler ve duygular için de gene deftere başvuralım. Arka arkaya birkaç alıntı yaptıktan sonra yorumlayayım:

Artık aramızda değil!.” Bu cümlenin ifade ettiği gerçeği kabullenmek çok zor oldu benim için.” (Defter, 28 Ekim 71)

Topkapı’daki Kozlu mezarlığının bekleme yerine getirildiğinde kapağı açıldı ve camlı kısımdan yüzünü gördük. Kolay dayanılır bir olay olmadı benim için. Son 6 ayın bütün gerginliği bir anda son buldu ve ilk defa katıla katıla ağladım. Meşhur ağlama nöbetlerimden biri!”( Defter, 28 Ekim 71)

Latife’nin (Fegan) ağlayarak boynuma sarıldığını ve bana, ‘Nizam, o bir dâhiydi değil mi? Dediğini hatırlıyorum.” (Nizamettin Üstündağ, Teori ve Politika ile SODAP’ın Kıvılcımlı Sempozyumu 9 Kasım 2008)

1967 yılında tanımıştım Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı. 40 yıllık yaş farkına rağmen ARAMIZDA DERİN ANLAMLI BİR DOSTLUK vardı. İnsanlığın bu büyük kaybı, benim için aynı zamanda çok değerli bir dostun da kaybı oldu. Çeşitli aşamalar geçiren bu dostluk. EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımızda bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI. Kaybına çok sarsıldım. Hala inanma güçlüğü içindeyim ölümüne. Çok önemli bir uzvumu kaybetmiş gibiyim. 1971 zılgıdının bize kaybettirdiği bu en değerli insanın yeri kolay doldurulamayacaktır.”(Defter, 28 Ekim 71 Ben majiskülledim.)

Evet. Fuat’ın dediği gibi “ bugünler ölüm yıldönümü”. Yine onun dediği gibi “her yıl dönüm bizim için, ona ne kadar layık olduğumuzu ölçme zamanı olmalıdır”. Doğru. Omuzlarımızda büyük bir görev var. Bu görevin ne kadarını yerine getireceğimizin muhasebesinin yapıldığı zaman olmalıdır 11 Ekim’ler bizim için. Mezara bile gidemedim. Çeşitli olumsuzluklar buna engel oldu. İçinde bulunduğum şartlar istediğim şeyleri – hem de o kadar çok ki! – yapmama el vermiyor.

“Mamafih bugünler mutlaka gideceğim Doktor’a ve SONBAHAR ÇİÇEKLERİ KOYACAĞIM MEZARINA. CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM. Belki öbür yıl bu imkânı da bulamam. Kim bilir, nerede nasıl… Ama mutlaka, onun yarım bıraktığı işin, devrettiği görevin bir parçası olarak… Söz veriyorum!

“Şimdi 11 Ekim’i hatırlayan, acımızı paylaşan az insan var belki ama muhakkak çoğalacağız. Ve bir gün insanlığa mal olduğunu göreceğiz bu günün. Ben göreceğim o günü. “ (Ben majiskülledim,  Defter, 15.10.1972)   

Şimdi bu kadar alıntıdan sonra bazı karşılaştırmalar yapıp sorular soralım.

Defter’den yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?

1971’de “bu dostluk “ EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımız da bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI” demesine mi, 2020’de “evde yanına oturmamaya çalışıyordum, huzursuzdum” demesine mi bakalım?

Ya da 1972’de “CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM” demişken, 2020’de “Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” Demesine mi inanmalıyız?

Yani taciz görüldüyse bunu o zaman da teşhir etme ve kesin tavır alma hakkı ve şansı varken onun yerine platonik denebilecek sevgi ve saygı cümleleri kullanılmış.

SON SÖZ

O zamanlar yani Kıvılcımlı sağken bu ifşa edilmiş olmalıydı ki, muhatap olan kimse kendini savunabilsin. Kıvılcımlı bu konuları geçiştirecek biri değildir. Nitekim aynı tarihlerde Şişli Postanesinden çevreye yollanan sahte Dev-Genç imzalı 8 Mart 1971 tarihli bildiri konusunda hemen ilk çıkan Sosyalist Gazetesi’nde (16 Mart 1971 tarihli, Ordu Kılıcını Attı manşetli sayı) “İT ÜRÜR gittikçe KERVAN YÜRÜR (OTO KRİTİK) başlıklı yazıyla üzerinde oynanmak istenen oyunu bozuyordu.

Eğer o zaman bir ifşa olsaydı, Kıvılcımlı ya kabullenir “nefsime uydum” der gereğini yapardı ya da yanlış anlaşılmışsa gene gerekeni yapar, açıklamalarda bulunurdu.

Şimdi Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin “olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması, savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor bizden.

Bu görüşler, ithamlar vs. artık kitap olarak ortada. Yani eskiden olduğu gibi Avrupa’da birilerinin kendi aralarında yaptığı dedikodulardan çıktı durum. Şimdi:

Yıllar sonra bile bu kitabı alan birisi bu iddia ve ithamları görecektir.

Kıvılcımlı’yı kalbiyle, ruhuyla, canıyla savunan gönüllü militanlar her yerde bu ithamlarla uğraşmak zorunda kalacaktır.

Yeminli Kıvılcımlı düşmanlarına önemli bir malzeme verilmiş oldu.

Kıvılcımlı düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri cesaret bulacaklardır.

“Feminizmi önemsemeyen bir marksizmi ciddiye alma”yanlar değil, marksizmi ciddiye almayan feministlere sosyalistlere saldırmak için gün doğacaktır.

Tekrar yazayım 52 ve 50 yıl önce böyle bir taciz olup olmadığı L. Fegan’ın söylemine inanıp inanmamamıza bağlı. Karşılık verecek kimse olmadığı gibi tanık diye anılan F. Fegan da ortada yok. Ancak bir gerçek var ki yarım asır sonra yapılan bu tanıksız, savunmasız infaz girişimiyle Kıvılcımlı’nın adı ve manevi kişiliği üzerinde daha ağır bir taciz söz konusu. Böyle uzun yıllar beklenerek savunmasız bir ithamın neden yapıldığını incelemek biraz da uzmanların konusu olsa gerek. Savunma hakkı kutsal bir haktır ve herkese, suçlama yapanlara da bir gün lazım olabilir.

YAYINEVİ’NİN SORUMLULUĞU

Son bir iki paragraf da Belge Yayınları’na:

Belge Yayınları’nın kurucusu ve sahibi Rağıp Zarakolu her fırsatta Kıvılcımlı’ya saygısını belirten bir yayıncı idi. Şu sözler onun:

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye solunun efsanelerinden biri ve birbirini izleyen kuşaklar onun mücadelesi ve yaşamını izlemeye, öğrenmeye devam ediyor. Bu da Türkiye’deki sosyalist gelenek açısından sevindirici, çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın çok kendine özgü bir kişiliği var. Yani Türkiye gerçekliği ile Marksizm’in buluşmasında, Türkiye gerçekliğinin değerlendirilmesinde, Marksist yöntemin uygulanmasında, ben diyebilirim ki en büyük öncümüz.” (Teori ve Politika ile SODAP’ın ortak Kıvılcımlı Sempozyumu, İlk Oturumu Açış Konuşması. 9 Kasım 2008)

Bu kitapta, Kıvılcımlı’nın kendini savunamayacağı bir iddia var. Tabi ki yayınevi birinci dereceden kitaba sansür uygulayamaz. Yazardan para alarak kitap basanlar hiç umursamazlar içeriği. Ama Kıvılcımlı’ya bu kadar saygılı, aynı zamanda prestijli bir yayınevi olan Belge ve Rağıp Zarakolu, bu konuda uyarıcı olmalı ve ikna edemezlerse imza koymamalıydı bence.

Ahmet Kale

10.01.2021

SOSYAL İNSANIN ÖYKÜSÜ

2006-2011 yılları arasında ortağı ve yöneticisi olduğum Sosyal İnsan Yayınları o yıllar boyunca Kıvılcımlı yayıncılığında önemli görevler üstlendi. 2011 yılında ayrılmak zorunda bırakılmam sonrası o yayınevi ile ilgili anılarımı e-kitap halinde yazmak ancak 2023 yılında olabildi. Olanları olduğu gibi yazmaya çalıştım. Eksik ve yanlışlarım varsa ilgili kişilerle tartışmaya ve düzeltmeye hazırım. Metnin içinde kimleri muhatap aldığım açıkça yazılı. İlgili olmayanlar sataşmasınlar.

“ŞU BİZİM SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ” KİTABI

Geçtiğimiz aylarda Çağatay Anadol’un “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” başlıklı kitabı yayınlandı. Kitap Çağatay Anadol imzasını taşımakla birlikte “Sunuş” yazısında da belirtildiği üzere çok kişinin katkılarıyla adeta kolektif bir ürün olmuş. Alışılmış, hafızada birikenlerin döküldüğü “sözlü tarih” çalışmalarından da farklı bir çalışma.

Epey belge taranmış, incelenmiş, yararlanılmış. Demek ki muhafaza edilmiş belgeler var. Sunuş yazısında “…bu kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi. Arşivin kullanıma açılması için yapacak şeyler olmakla birlikte, taranan belgelere ulaşma olanağına sahibim.” Dendiğine göre, daha önce Tarih Vakfı’na bırakılmış bir parti arşivi var, bunların taranmasının maddi ve pratik işlerini görecek kimseler var ve bu dinamikler sosyalist hareketin bir döneminde epey etkili olmuş bir hareketin belgelerine ulaşılmasını olanaklı kılıyor. Bana göre gıpta edilmesi gereken bir durum.

Kitabı bana, “Bu kitap filanca olmasa asla yazılamazdı” ibaresi vardır ya, Yusuf Ziya (Can) için bu hakikaten öyle” diye övgüyle tanıtılan Yusuf Ziya yolladı. Daha önce de çeşitli defalar belgeler paylaşmıştık karşılıklı Yusuf Ziya ile. Bu kitap da yayınlanınca önce haberini ulaştırdı bana, sonra da kitabın kendisini. Dolayısıyla bu değerlendirmeyi biraz da Yusuf Ziya ile konuşma gibi yapıyorum.

TSİP benim de sosyalist yaşama ilk katıldığım örgüt. Sosyalist bir kimliğe ulaşabildiysem eğer bu örgütün payı büyüktür. Ulaşamadıysam benim eksikliğim tabi. TSİP’te geçirdiğim yaklaşık 1,5 yıl devrimci heyecanımın –belki çok genç olmamın da etkisiyle- en yüksek olduğu zamanlardı. Zaman zaman bir araya geldiğimiz o zaman partide omuzdaş olduğumuz arkadaşlarla o ilk yılları hep özlemle anarız.

Çok gençtim TSİP’le tanıştığım yıllarda. Partinin kuruluşundan birkaç ay önce katılmıştım çevreye. Dolayısıyla bu kitapta adı geçen pek çok kişi benim için ağabey konumundadır ve bu değerlendirme yazımda da hepsinden ağabey diye bahsetmek isterim. Bu ağabeylerden ikisi daha da önemli yer tutar TSİP tercihim ve yetişmemde. Bunlar Orhan Doğançay ve Mehmet Veysi Aydoğan ağabeylerimdir. Onların yönlendirmesiyle Kıvılcımlı okumaya başladım, TSİP’e girip örgütlü sosyalist çalışma ile tanıştım. Veysi ağabeyimi 2019 yılı sonlarında kaybettik. Son zamanlarına kadar görüşürdük, üzerimdeki emeklerini unutamam, anısına saygım hep sürecek. Orhan ağabeyimle halen görüşüyoruz. Bazen ayrı düşüncelerde olsak da sevgimiz hiç azalmadı. Onun da bana katkıları az değil. Kendisine sağlık ve uzun ömür diliyorum.

Kuruluş öncesinden katıldığım TSİP’te 1,5 yıl kadar kaldım. Toplu istifa eden doktorcular arasında yoktum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o zamanki tüzüğe göre bir yıl kadar bir aday üyelik süresi vardı. Bir yıldan önce “asil” üye olunabiliyordu tabi ama bir yıl içinde asil üye yapılmayanlar otomatik olarak üyelikten düşüyorlardı. Ben de “asil” yapılmayarak düşürülen üyelerdendim. Ankara örgütünün en çalışkan birkaç üyesinden biri olduğum halde “asil” yapılmayışımı hala objektif bir nedene bağlayamam. Burada kendimi anlatmak niyetinde değilim tabi. Bunları yazmaktan gayem; sadece belli bir dönemin bana aşina olduğunu belirtmek içindir. İçinde olmadığım dönemler için herhangi bir değerlendirme yapacak değilim. Hoş içinde olduğum zamanlar da öğrenme sürecinde olan heyecanlı bir gençtim. Atmosferin yüksek tabakalarında neler olduğunu bilecek durumum yoktu. TSİP’in içinde olduğum ya da olmadığım dönemlerle ilgili bilgilenmelerim daha sonraki izleme ve okumalarımdandır. Ayrıca son yıllarında samimi birer dost olduğumuz Yalçın Yusufoğlu ağabeyle, Beylikdüzü’nde sık sık buluşup eski günleri konuştuğumuz Veysi ağabeyimle, zaman zaman bir araya geldiğimiz Orhan ağabeyimle konuşmalarımızdan da epey bilgi birikimim oldu. Son yıllarda Yusuf Ziya Can kardeşimle de sıkı bir iletişim içinde olmam beni daha da zenginleştirdi.

Yazı uzadıkça anılar hücum ediyor zihnime. Böyle giderse kitap hakkında söyleyeceklerime dönmem zor olacak ama dönüyorum.

Çağatay ağabey bu kitabı yazarken sadece hafızasında kalanlara dayanmış ve güvenmiş olsaydı bu kadar kapsamlı olabilir miydi bilmem ama daha sübjektif saptamalarla dolu olurdu eminim. Stefan Zweig hafızanın kayıt yaparken ki halini şöyle yazmış “Dünün Dünyası” adlı eserinde: “… bence, hafızamız sadece rasgele alıkoyup, geri kalanları rasgele kaybeden bir öğe değil: tersine, bilerek düzenleyen ve bilgiyle ayıklayan bir gücü var onun. Hayatımızın unuttuğumuz yanları, gerçekte unutulmaya çoktan hüküm giymiş olanlardır. Unutulmayanların başkaları için korunmaya ihtiyacı olur ancak.” Yani hafızanın kayıt yaparken seçici davranacağını belirtiyor sonuçta. Dolayısıyla da sadece hafızaya dayanan anlatımların sübjektif yanları ağır basacaktır.

Kitap 1974-1990 arası dönemi kapsıyor. TSİP’in kuruluş öncesi, kuruluştan sonraki etkin çalışmaları, bölünmeler, ayrılmalar, 12 Eylül dönemi ve sonrası olarak bölümlendirebiliriz. Yukarda da söylediğim gibi bu dönemlerde benim içinde olduğum dönem kuruluştan biraz öncesinden başlayan toplam 1,5 yıllık bir dönem. Daha sonraki dönemlerle ilgili yaşanmışlığım yok. Ancak bu metin üzerinden bir şeyler yazabilirim. Yazacaklarım da kendi birikimim ve ilgi alanımla sınırlı olur daha çok. Tanıyanların bildiği üzere 20 yıldan beri herhangi bir grup, parti örgütlenmesi içinde olmaksızın birey olarak Kıvılcımlı eserlerine yoğunlaşmış bir sosyalistim. Kıvılcımlı’nın hak ettiği değeri görmediğini, görmesi için eserlerinin basılı ve yaygın olması gerektiğini düşünürüm. Hele de ölümünün üzerinden 51 yıl geçmiş olmasına rağmen hala yayınlanmamış bir kısım kitaplarının olması acı verici gelir bana. O yüzden Çağatay ağabeyin “sunuş” yazısında “… kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi” cümlesini gıpta ederek okudum. Her şeyden önce taranması gereken bir ARŞİV var. Bu arşivin taranması için gereken VETERANLAR var. Ve bu işi yapacak GÖNÜLLÜLER var. Yazma biçimimden de anlaşılacağı üzere bizim cenahta bunlar yok. Kıvılcımlı arşivinden bahsetmiyorum. Onlar Hollanda’da (iyi ki orada), iyi de korunuyorlar ve araştırmacılara açık. Benim yakındığım; Kıvılcımlı sonrası doktorcu hareketin bir arşivinin olmaması. Veteranlar kimler olabilir bilmem ama çok uzun yıllardır yeni yazıya aktarılıp yayınlanmayı bekleyen Kıvılcımlı eserleri bile ancak bazı adanmış bireylerin gayreti ve ısrarı, kimi gönüllü arkadaşların çeviri vs. gibi katkıları ve bir avuç arkadaşın kendi aralarında oluşturdukları küçük fonlarla ancak yayınlanabiliyor. Çok sınırlı ve kısıtlı imkanlar yani.

Yazı çok uzayacak, ben daha özete gideyim. Tabi kendi birikimimi ve haddimi bilerek.

Kitabın birinci bölümünde “1968: Yükselen MDD Hareketi de Bölünüyor” başlıklı bölümde oldukça yerinde tespitler yapılmış ama şu cümleler de benim dikkatimi çekti: “… Türkiye solunun özgün bir ses oluşturamaması, Marksizmin çağdaş sorunlarına çözümler üretememesinin önemli sebeplerinden biri de budur. Ama asıl nedenin kadroların entelektüel birikiminin yetersizliği olduğuna kuşku yoktur.” Burada Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görmezden gelindiği demeyeyim de gözden kaçırıldığı izlenimi edindim. En azından “ bu konularda gayret gösteren, çok sınırlı olanaklarla onlarca konuda tezler geliştirmeye çalışan” diye anılabilirdi.

TSİP’te “Kıvılcımlı eleştirisi” yayınlandığında ve daha sonra ayrıldığımızda hep şunları konuşurduk bizler: “Bu TSİP merkezi Laz İsmail TKP’si ile görüşüp, onlardan temsilcilik istedi. Laz tayfası da bizimkilerden öncelikle Kıvılcımlı ile bağlarını kesmelerini talep etti, olan bu” derdik. Kitapta samimice  bu konuya epey değiniliyor ama bendeki o his hala epey kuvvetli. Daha ilk sayfalarda “Partiye Başkan Arıyoruz” başlıklı bölümde şu cümleler dikkat çekici: “Bir parti kurmaya hazırlanıyorduk ama ancak otuzlu yaşlarının başlarında olan gençlerden ibarettik ve kamuoyu bizi tanımıyordu. Buna karşılık ideolojik mücadelemiz ve birlik çabalarımızla TARİHSEL TKP’Yİ DEĞİŞİME ZORLAYARAK, Leninist nitelikte yeni bir örgütsel yapı yaratma gibi bir amacımız vardı.” (ben majiskülledim) Burası o partinin “tarihsel TKP” olup olmadığının yeri değil ama niyetin daha baştan oraya ulaşmak olduğu söyleniyor. Nitekim ilk temaslarda görüşülenler arasında Cemal Kral üzerinden onlar da var.

Bu bir tercih tabi. Çağatay ağabey de ilk kurucu çevreden birileri de kendilerinin bile önceleri “Dış Büro” dedikleri o grubu “Tarihsel TKP” sayabilirler. Ona katılmadığımızı söyler geçeriz. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında şu belirleme var: “Ama TKP’nin eski kadrolarından olan Doktor’un TKP’ye rağmen böyle bir kuruluşa gitmek isteyeceğine de inanmıyorum; çünkü eğer isteseydi 1954’te yapardı bunu. Vatan Partisi’ni kurabildiğine göre bir parti oluşturabilecek kadrosu vardı. Yapmadı, çünkü böyle bir kuruluşun ancak ‘diğer tarafla’ (yurt dışındaki ‘Büro’ ile) bir diyaloğ sonucunda gerçekleşebileceğini biliyordu veya böyle yapmayı arzuluyordu.” Bu cümlelerde artık başkasının yani Kıvılcımlı’nın tercihi ve davranışı diye bir saptama yapılıyor ama doğru değil bence. İlk olarak 1954 yılında yani Vatan Partisi kurulurken “Dış Büro” henüz yok ortada. Tüm yöneticileri hapiste de olsa TKP mevcut. O şartlarda niçin Vatan Partisi kuruldu? Bunun tartışması başka bir konu. “Dış Büro” 1962 yılında Zeki Baştımar’ın toplamasıyla Leipzig’de oluşturuluyor. TÜSTAV’ın bu konuda geniş belge yayınları var. Diyaloğ kurulacak bir dış büro velev ki olsaydı bile; sonradan bu büroyu oluşturacak olan kişilere Kıvılcımlı’nın 1970’deki yaklaşımı şöyleydi: Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama kitabının bir yerinde Dünyada ve Türkiye’de sosyalist kuşakları saydıktan sonra konuyu bağlarken şunu yazar: “Sosyalizm ve sosyalist dediklerimizle, daha tanımlarken belirttiğimiz gibi ‘adı kalanlar’ı göz önünde tuttuk. Bir de ‘adı kalmayanlar’ var. Bunlar iki zıt kutupta toplanırlar. Bir bölüğü adı ağza alınamayacak kertede yüreksiz ve alçak çıktıkları için, Allah bizden onların ne adlarını, ne sanlarını sormasın, Şeytan hesaplarını görsün.” (Zortlama, sayfa 32-33) Burada söz ettiği “yüreksiz ve alçaklar” tastamam o dış büroyu oluşturmaya öncülük edenlerdir. Ayrıntılarını daha sonra kaçış notları olan Günlük Anılar kitabında görürüz.

Kıvılcımlı’nın “TKP’yi reorganize” etmek için Sovyetlerin hakemliğinde Laz İsmail takımıyla görüşmek için yurt dışına çıktığını uzun yıllar önce Fuat Fegan iddia etmişti. Hatta eşi Latife Fegan anılarını yazdığı kitapçıkta “Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesi” diye bir projenin varlığını da uydurmuştu. Kanıt yok, yazı yok, aksine bu adamlarla asla görüşülmemesi gerektiğine dair yığınla yazısı var Doktorun. Tanıklıklar var bu konuda. Sonuç olarak “Dış Büro” denilen teşkilatla Kıvılcımlı’nın diyaloğu da düşünülemez kanaatindeyim.

TSİP’in daha o yıllarda TKP ile yakınlaşma durumunu 2007 yılında TKP-B devamcıları olan 14 Mayıs Platformunun düzenlediği “Geçmişi Konuşuyoruz Sempozyumu”na yolladığı yazılı metinde Mehmet Yücel de “TSİP’te Doktoru terk ettikten sonra yerine bir şey de koyamadığımız için hızla TKP muhibbi olmaya başladık” diyerek belirtmişti.

Kitapta dikkatimi çeken birkaç noktaya daha değineyim.

Uzun yıllar TİP, TSİP ve TKP arasında yapılmış birlik görüşmeleri. Seçimlerde DDKD ile yapılan kısmi işbirliği bir yana bırakılırsa, sanki bu üç gruptan başka sosyalist yokmuşçasına davranılmış. Oysa hepimiz yaşadık, bu üç grubun dışında çok güçlü ve potansiyelli gruplar vardı ve bunlar hesaba alınmalıydılar. ÖDP şafağına kadar bu grupların pek akla gelmediği de görülüyor anılarda.

Son derece etkilendiğim bir konu da kitapta adı geçenlerin inancı oldu. Sürekli bir devinim, örgütlenme, mücadele var bu çevrede. Sürekli yurt dışına gidiliyor, gerektiğinde tekrar yurda giriliyor, gizli matbaa kurulup yayın yapılıyor vs. Birçok grup yöneticileri bir kere yurt dışına kapağı atınca 40 yıl geçtiğinde bile hala “biiiiz sürgündeyizzz” yaveleri gevelerken birçoğunu yakın ya da uzak tanıdığım ağabeyler hiç de o psikolojiye girmemişler. Daha TSİP kurulmadan önce Veysi Aydoğan ağabeyim, Karagümrük’teki evinde yaptığımız sohbette bana; “devrimcilerin faşizm şartlarında neler yaptıkları, yapmadıkları çok önemlidir” demişti. Çok gençtim, hala aklımdadır o sözler. 12 Eylül döneminde ülke içinde uzun yıllar kaçak yaşamış biri olarak o lafı hiç unutmadım. Bir kısmı akranım, çoğu ağabeylerim olan TSİP kadroları da devrimci davranışlarla geçirmişler 12 Eylül dönemini.

Adı çok geçen Yalçın Yusufoğlu ağabeyimin entelektüel birikimine her zaman hayranlık duymuşumdur. Kitapta adı geçen başka insanların da çok birikimli olduklarını görüyorum. Bir kısmı bugün hayatta olmayan bu insanların birikimlerinden daha çok yararlanabilseydik.

Kitabın ileriki bölümlerinde Türkiye’deki birlik çabaları ve TSİP kadrolarının katkıları anlatılmış. Çoğu olumlu, mütevazi ama önemli katkıları var arkadaşların.

Kitabı eleştirmek ya da değerlendirmeler yapmak gibi iddialı şeyler değil bu yazımın konusu. Basitçe okuduktan sonraki izlenimlerimi aktardım Ve son olarak diyorum ki; keşke bu kadar birikim, bu kadar fedakarlık, bütün olumsuz şartlara rağmen bu kadar örgütlenme –daha üst bir örgütlenme için bile olsa ki olmadı, olamadı- için heba edilmeseydi. TSİP o zamanki kadrolarıyla yeniden toparlanıp, Türkiye sosyalist mücadelesine daha çok katkı koyabilseydi.

Yalçın ve Veli Gürcan ağabeyleri çok, Ahmet Kaçmaz, Tektaş Ağaoğlu ve Hüseyin Hasançebi’yi az tanırdım. Hepsinin de anılarına saygılar. O mücadelenin içinde olup da yaşayan arkadaş ve ağabeylerime de sevgi ve saygılarla bitiriyorum yazımı.        26.11.2022 Foça

Ahmet Kale

EMİN AĞABEYİN ARDINDAN

Bugünlerde 33. Ölüm yıldönümünde andığımız kıymetli şair Cemal Süreya, bir başka kıymetli şairimiz Edip Cansever’in ardından “Her şeyin fazlası zararlıdır ya; fazla şiirden öldü Edip Cansever” demişti. Biz de kıymetlimiz Emin Karaca ağabey için, “fazla çalışmaktan, fazla üretmekten ve yaratmaktan öldü ağabeyimiz” diyebiliriz.

Emin ağabeyin 2. Yıldönümü anmasında aranızda bulunamamaktan, ailesine ve yakın dostlarına sarılıp acılarını canlı paylaşamamaktan dolayı fazlasıyla üzgünüm.

Emin Karaca’nın bu anmada bulunanlardan çok daha fazla sayıda insan için çok özel yeri vardır kuşkusuz. Benim için de sık görüştüğüm bir ağabeyden öte, ürettiğim her şeyi titizlikle denetleyip, eksiklerimi ve varsa yanlışlarımı zerafetle eleştirip düzelten ve beni tamamlayan bir kılavuzdu. Önemli, önemsiz bir eksiğimi gördüğünde hiç üşenmeden, yazarak ya da telefonla arayarak anında düzeltmemi sağlardı.

Kıvılcımlı ile ilgili bütün çalışmalarım onun denetiminden geçerek yayınlanmıştır. Onu kaybettiğimizden bu yana bu inanılmaz katkılardan yoksun olmanın eksikliği içindeyim. “Kıvılcımlı’nın Davaları ve Savunmaları” konulu bir çalışma yapacağımı söylediğimde gülerek; “aslında o çalışmayı ben düşünüyordum ama sana yakışır, ben elimden gelen desteği esirgemem” diyerek yüreklendirmişti beni. Şimdi o çalışma da Emin ağabeyin katkı ve denetiminden yoksun sürüyor maalesef.

“Geldiğinde boşluk dolduran değil, gittiğinde boşluk yaratan değerlidir” sözünü hatırlatıyor Emin ağabeyin yokluğu. Şimdi el atmak istediği birçok konu ve dosya öksüz kaldı.

Çalışkanlığı ve üretkenliğiyle çok örnek olan, şahsen benim de ağabeyim ve yayın ve kitap işlerinde ustam kabul ettiğim Emin Karaca’nın bendeki boşluğu hiç dolmayacak olsa da onun yolunda olarak, onun üretkenliğine ulaşmaya çalışarak, aziz anısına layık olabilirsem kendimi mutlu sayacağım.

İyi ki tanımışım bu değerli ağabeyi. İyi ki bütün ürettiklerini okumuşum, iyi ki sayısız etkinlikte yan yana olup onun bilgi deryasından yararlanmışım, onu birçok bakımdan örnek almışım.

Nefes aldığım sürece, birçok büyüğüm gibi Emin Karaca ağabeyimin de anısını yaşatmak için üzerime hangi görevler düşerse gönüllüce yapacağımın bilinmesini isterim.

Anısı hepimizin mücadelesinde yaşayacak.