106. DOĞUM YILINDA VEDAT TÜRKALİ

Kıvılcımlı’nın 48. ölüm yıldönümü olan 11 Ekim 2009’da Kıvılcımlı’nın mezarı başında bir anma yapıldı ve bu anmayı yapan kalabalık, etkinliği İstanbul Aksaray’daki Su Tiyatrosu’nda sürdürdü. Anmanın daha önceki anma toplantılarından farkı, ilk defa neredeyse tüm Türkiye Sosyalistlerinin (15 kadar farklı siyasi parti, platform, gazete çevresi) ortaklaşa anmasıdır. Bu anmanın tüm süreci detaylarıyla sitemizde bulunan BİR YAYINEVİNİN ÖYKÜSÜ (Sosyal İnsan Yayınları) başlıklı e-kitaptan okunabilir. Bu metin, on beş sosyalist grup tarafından yapılan bu etkinlikte, tüm grup ve partiler adına Vedat Türkali’nin yaptığı konuşmadır. Konuşma daha o zaman tarafımızdan yazıya geçirilmişti. Sonraki yıllarda bu konuşma-yazı 2017 yılında Dipnot Yayınları için hazırladığımız HİKMET KIVILCIMLI KİTABI’nın “Kıvılcımlı Üzerine Yazılar” bölümünde kendisinin izni alınarak ilk kez yayımlanmıştı.

Bu çok önemli konuşma metnini 106. doğum gününde yeniden yayımlıyoruz. Anısına sonsuz saygıyla.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

“BİZE IŞIK TUTAN DR. HİKMET KIVILCIMLI’YDI

Vedat Türkali

Çok değerli genç arkadaşlarım, yoldaşlarım hepinize selamlar sevgiler…

(…)

Şimdi biz konuşacağız, söyleşi yapacağız aramızda. Ben 90 yaşında bir komünistim. Kendimi çok talihli saymışımdır. 1919’da çok yoksul bir semtte, emekçi bir aileden doğdum.

Bu bir defa büyük avantajdı benim için. Mahallemde okuyan tek kişiydim. Ve asıl talihim de o zaman TKP ile ilişkisi olan bir komünist genç arkadaşın bizim okulda olması ve bana ışık tutması oldu. Yani dünyayı, tam 11. sınıftaydım, liseyi bitirmek üzereyken -hatta hatırladığım, yani tatildi- kavramaya başladım, evvela şüphelerle…

Sonra tanıdığımız bir köy öğretmeni vardı. Onunla başladık yakınlaşmaya. O solcuydu ve o zamanki TKP’nin Samsun temsilcileri ile ilişkisi vardı.

Sonra kalkıp İstanbul’a geldim. Sene 1937 ve ben TKP’yi arıyorum, niye? Sonradan öğrendik ki TKP 36 yılında desantralizasyon kararı almış Komintern gizli faaliyette bulunmuyor. Bu uzun yıllar parti nerede, kiminle ilişki kuracağız, bunu bulmakta zorluk çektik. Samsun’dakilerle ilişkimiz vardı ama onlar da zaten sorumlu durumdalar, hiçbir gizli ilişkiye girmiyorlar kimseyle. Öyle bir ilk dönem, biz, bir emekleme safhası geçirdik. Bunu zaten ben gerek Komünist kitabımda gerekse uzun destansal anlatmaya çalıştığım Güven romanımda anlatmaya çalıştım. Şimdi evet, anlamaya başlamıştım dünyayı, çok daha erken birçoklarından, sınıfımdaki hemen hemen herkesten daha erken kavramaya başlamıştım. Çünkü sınıf arkadaşlarımın hemen hemen çoğu zaten küçük burjuva, burjuva memur ailesiydiler. Ben açlığı biliyordum. Ha bir de, bir Ermeni arkadaşım vardı. Doktor Hayk Açıkgöz. Onun da anıları çıktı zaten. O kadar. Öğrenmeye çalışıyoruz dünyayı. O yıllarda ise son sınıfta zaten şimdi bu salonda olan o nesil nineniz, anneanneniz bir gül babaanneniz, biriyle tanıştık. Yani biz üç komünist olduk üniversitede o zaman. Arıyoruz, bulamıyoruz, komünist faaliyeti gizli tutuyor ve ağır bir mahkeme safhasından sonra Dr. Hikmet, Nazım Hikmet hemen hepsi hapislere atılmışlardı. Hepsi bizim için bir efsane… Kimdirler, nedirler, çok merak ediyoruz. Kitaplarda okuyoruz, heyecan veriyor bize. Ama görmek konuşmak mümkün değil. Yasak. Meşhur Harbiye Mahkemesi ve Harp Okulu Mahkemesi… Donanma Mahkemesi onaylıyor, bunları sonra ayrıntılarıyla öğrendik. Peki biz Marksizm’i nasıl öğreneceğiz? O zaman Türkiye çöl. Kemalizm’in ağır baskısı var, Kemalist solculuk, o yeter. Memlekette Kapital yok. Gün Gelir külliyatı diye Vakit gazetesinin bir fikir tercümeleri var. Haydar Rıfat diye bir avukat oradan yayınlar yapıyor. İlk defa işte biz orada, daha Samsun’dayken Devlet ve İhtilal, İşçi Sınıfı ve Kautsky Mel’unu gibi kitapları gördük, okuduk. İlk okuduğum kitap Devlet ve İhtilal olmuştu. Çok başka şeyler söylüyordu ama çok çarpıcı şeyler söylüyordu. Ama bunu tam anlamak lazımdı tabi. Nasıl, çok zor. TKP’yle böyle bir örgüt bağı yok, kurulamıyor. Çünkü TKP 36’da Komintern’in kararıyla desantralizasyona geçmiş. Yani ayrılmış ve Kemalizm’i destekleme görevi verilmiş. Bunları gerekirse ayrıca uzun uzun konuşabiliriz, yazılabilir… Ben şöyle bir kısaca geçiyorum. O zaman bizde, Ha bir de Carl Capiyero diye bir İtalyan anarşistinin Kapital tercümesi var, Haydar Rıfat’ta bir tercümesi var, nasıl tercümedir nasıl bir iktisat dergisinde Capiyero’nun tercümesi çıktı parça parça… Bu Rasih’in babası olur. Suphi Nuri İleri, iktisatçı, solcu o da. Fakat o sırada İstanbul’da biz bir grup ve gruplarla ilişki kurmayı başardık. Zaten savaş başlamış savaş yıllarında olaylar değişmiş ve bir kaynaşma başlamıştı Türkiye’de. İlk defa Doktor’un kitaplarını görmeye başladık. Marksizm’in Bibliyoteği kitaplarından ve pek ciddiye almamamıza rağmen niyeyse Ferit Sait’in kitaplarından da yararlandık. Fakat 1936-37’lerde asıl bizi doyuran, bize ışık tutan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Ha şunu önce söyleyeyim ondan evvel bizim düşünsel dünyamızı, ruhsal dünyamızı besleyen, destekleyen Nazım’dı. Lisedeyken Nazım hayranıydık, Nazım’ı okuyorduk. Ve sonradan öğrendik ki Nazım ve parti çatışması o günlerde artık sönmeye başlamıştı 36’larda… Ve Nazım da, ben sonra belgesini gördüm, Moskova’da. O teşkilatı diye, Komitern adına o günkü TKP yetkilileri suçlamışlardı ağır bir biçimde. Tabii ki Dr. Hikmet, o suçlayanlar safındaydı. Biz aramızda, partiyi bulamayınca hücre kurmaya karar verdik ve tahsil olayı vardır meşhur… “Saraçoğlu faşisttir” yazılı pankartı asar Mihri’yle beraber -arkadaşımız Asaf, Dr. Hayk Açıkgöz ve çok yiğit bir arkadaşımız olan Hasan Basri Aydın. Hasan Basri Aydın’ın bir avantajı vardı, daha evvel İstanbul’a gelmiş. Dr. Hikmet’i tanıyor, Nazım’ı da tanıyor, biz zaten o Nazım ve parti kavgasına karışmadık. Üzülüyoruz niye böyle diye, daha bir şeyler de bilmiyoruz doğru dürüst. Şimdi şöyle bir giriş mahiyetinde bunları söyledim.

Ve Doktor’a biz o zaman işte o küçücük kitaplarıyla, Marksizm Bibliyoteği… İşte Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi, Emperyalizm… bütün o kitapları yer gibi okuduk. Bize ilk ışık tutan oydu. Yani bilimsel olarak Marksizm’i öğreten oydu. Zaten o daha önce Kapital çevirisi vermeye başlamıştı. Kemalistlerle aralarının biraz düzelmesi havası içinde bunların da olabileceği bir demokratik bir fırsat yakalayacağını sanarak… Halbuki işler öyle gitmedi, biliyorsunuz zaten Komintern’in de kaygıları var, sonradan ben bütün belgelere baktım. Bütün istediği Sovyetler Birliği’nin, savaş geliyor… Komintern dünya devletlerini ikiye ayırmış: Savaştan çıkarı olanlar, çıkarı olmayanlar. Kemalist Türkiye çıkarı olmayanlar arasına konmuş. Ve TKP’ye demişler ki, git ülkene ve gizli çalışmayı kesinlikle bırak ve sekter kavgalara kalkışma, karakolluk işe kalkma evet ve mevcut CHP idaresi, Kemalistleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Alman aleyhtarı, anti-faşist Sovyet dostu ve emekçi halkın haklarına saygılı bir çizgiyi geçirmenin savaşını ver. Kolay bir şey değildir bu tabii.

(…)

Şimdi bu arada tabii ki Nazım hayranıyız. Nazım hapishanede o meşhur büyük ölmez insanlarını yazmaya başladı. Bir biçimde elimize geçiyordu ve Doktor’un kitaplarını toplatmaya başlamışlardı o zaman. Sakladık ve oradan da öğrenebildiklerimizi öğrendik. Sonra, diyorum ya, ben çok talihli bir adamım. 1951 yılında tevkifata uğrayan gruba bağlayayım da belirsiz kalmasın: 1943-44 yıllarında tam örgütü düzelttik, hazırlık yapmışız, baskı makinası aldık, baskıya gireceğiz, kendimizce parti adına güya yayın yapacağız.

1944’ten sonra asıl TKP ile temasa geçtik. Ve o zaman Mihri Belli arkadaşla çalışmalarımıza başladık. Bütün ekibi dağıttık. Ayrı ayrı yerlerde herkes üyesini buldu. Ve ben de o arada Akşehir’de hocaydım. Askeri öğretmendim. Oradan irtibat kuruyorduk. İstanbul’a geldiğimizde de zaten 44 hareketi hemen yakalandı. (…) Zaten ben yazılarımın birçoğunda değindim romanlarda da ve biz o zaman gene dışarıda yalnız kaldık ve bize bekleyin dediler ve belki yıllarca bekledik. O arada Mihri Belli gençlerle beraber harekete geçti. Biz de Mihri’yle beraber çalışıyoruz merkezde, o zaman Ankara’daki hareketleri izliyoruz falan ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı hayal bizim için. Nazım’a varmak mümkün değil, onlar partinin kahramanları, eserler veriyorlar. Ve sonra 45’ten sonra… yalancı bir demokrasi ve partiler açıldı. Doktor Şefik Hüsnü harekete geçti. Şefik Hüsnü ile ben gizlilik zamanında tanıştırıldım. Bizim Mihri tevkif edilince bana bir adres vermişti oraya gidersin, dedi o gittiğim adres merkez komünistlerinin bağlantısıymış, o da beni Şefik Hüsnü’ye götürdü. Sonra o dönem başladı.

Yani diyeceğim, o yıllarda gizlide olan işlerden şu veya bu biçimde haberli olmaya çalıştık, ilişkiyi kaybetmemeye çalıştık ve Dr. Hikmet’i ve Nazım’ı hep özlemle, hayranlıkla seyrettik dışarıdan. Sonra tekrar harekete geçtim. 51 tutuklamasından içeri alındım, bunlar uzun hikaye tabi. Bunların ayrıntıları daha sonra yazdığım romanlarda geçiyor. Sonunda yine büyük bir talih eseri ile birlikte tutuklandım, kimlerle: Reşat Fuat, Zeki Baştımar -zaten tanıyorum onu-, Şefik Hüsnü, Mihri, Ahmet Fırıncı, Halil Yalçınkaya, Celal Benneci, TKP’nin bütün Merkez Komitesi, şimdi bu felaket bir olay… Ama benim için talih oldu; onları bir tek, yıllarca hapishanede gördüm. Ben üniversiteyi bitirdim ama benim gerçek üniversitem cezaevi eğitimim olmuştur.

Şimdi içerideyken biz, Doktor Vatan Partisi’ni kurdu. Onları izliyorduk zaten hapishaneden. Şefik Hüsnü’nün Dr. Hikmet’e nasıl büyük bir sevgi ve hayranlık duyduğunun ben tanığıydım. Ama hiçbirisini tanımıyorum, Kıvılcımlı yoldaşı biliyorum, hayranıyım…

Bizim asıl davadan başka, belli başlı üç tane dava açılmış. Gardiyan dövmekten tut, üste hakaretten… üç ay beş ay filan bunlar için ben azar azar devamlı İstanbul’a getiriliyordum. Talih bir defa yüzüme güldü. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı ilk defa orda tanıdım. Şimdi o günden sonra hep beraber olduk daima, yanından ayrılmamaya çalıştım, çok şey gördüm, çok şey öğrendim ama bugün de daha iyi anlıyorum ki yazık ki onun kitaplarını ben gerçek hakkını vererek o zamanlar tam kavramamışım. Şimdi niye ben bu kadar duruyorum bunun üzerinde? Birçokları zaten der ki, ben Doktor Hikmet’le aman aman çok iyi anlaşırdık. Hayır öyle değildi, işte Nizamettin burada, bizim arkadaşlar bilirler, devamlı tartışırdık onunla ama tabii büyük kısımda hiç de haklı olmadığımı bugün daha iyi anlıyorum.

Doktor bizim Marksist-Leninist kavganın en yiğit önderlerinden biridir. Yalnız odur demem, vardır yiğit insanlar… Fakat Marksizm’e bir hizmet Türkiye’nin gerçekleri içerisinde gerçekten düşünsel katkılarda bulunmuş, bakın sözüme dikkat edin, tek adamdır. Şefik Hüsnü’yü tanıdım, biliyorum, çok iyi biliyorum büyük saygım var. Reşat Fuat öyle. Bu konuda iyi kötü yazı yazanlar var ama Doktor Hikmet çok farklı bir şey yaptı bu memlekette.

Ne yaptı Dr. Hikmet? Şimdi bugün Türkiye’nin en ünlü sorunlarını alalım. Din sorunu. Din sorunu hakkındaki bizim eski ve yeni o zamanki militan yoldaşlarımızın fikri vardı. Hala bugün Marksistim diyenler işte Marx’tan öğrenmişler din afyondur filan. Ama sosyal bir kurum olarak Türkiye’de din nelere oturuyor, neleri yapmamız lazım bizim bu konuda? Bu konuda ciddi biçimde düşünce yolunu açan Doktor Hikmet’tir. Bir gün bana, çok yanılıyoruz, dedi. Afyon, dedi Marx, doğru afyon ama afyon olmasaydı dedi, dişinizi çekemezdik dedi, ağrıdan kıvranır dururdunuz felaket olurdu sizin için dedi. O acıyı azaltma vasfı sınıflı bir toplumda egemen sınıfların hırsızlığı için kullanılıyor, işin felaketi orada. O zaman tutumumuzun farklılığı da ortaya çıkıyor, olması gerekiyor. İkincisi Kürt meselesi. Kemalist dönemde bizim kuşaklarda Kürt meselesi bilesiniz ki tam örtbas edilmiştir. Hele İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Kürtler o zaman çok geri bir şey istediler. İşte bu yobazların efendim gericidirler; İngiliz emperyalizminin, Fransız emperyalizminin maşasıdırlar; Kemalist Türkiye bunlara karşı korunmalıdır… Bir bakıma o günkü TKP’nin de aşamadığı nokta bu oldu. Neden? Bu çok çok kapsamlı bir konu, anlatırken bile çekiniyorum, eksik bakmaktan korkarım. Şimdi Kürtler Ortadoğu’nun en eski halklarından biridir. Geçende MHP Başkanı Devlet Bahçeli, biliyorsunuz büyük kurt, liderimizden biri maşallah. Diyor ki, gerekirse Anadolu’yu yeniden fethederiz! Bakın, çok büyük laflar. Şimdi İzmir’de ben, imza günü yaptılar… Bu arada orada bölge temsilcileri bana sordular bunu. Dedim ki valla iftihar ettim, böyle bir kahraman çıkmış Anadolu’yu fethedecek, fena mı dedim. Fatih Mehmet vardı, bir de Fatih Devlet olur. Ha, yalnız dedim üstada hatırlatmak lazım, biz Anadolu’ya girerken yani Malazgirt vadisinde Romen Diyojen’in yüz binlik Bizans ordusunu Alparslan on bin kişiyle dağıttı. Biliyor musunuz, bu on bin kişinin çoğunluğu, bir rivayete göre de hemen hemen hepsi Kürt’tü. Onun için dedim bu adama söyleyin, Anadolu’yu fethe kalkarsa yanına aman Kürtleri almayı unutmasın. Şimdi Kürtlerin bir talihi var ama bu bir talihsizlik oldu İdris-i Bitlisi diye bir ünlü alimi onların. Bu Uzun Hasan’ın da galiba medrese tahsilini yapmış, ulemadan bir adam… Yavuz Sultan Selim’le İdris-i Bitlisi sonra anlaşma yaptı ve Kürtleri Osmanlı’ya bağladı. Bir nevi özerk idareler verdi. Ayrı ayrı şıhlar, işte aşiret başkanları, beyler kendilerine göre bölgesel haklara sahip oldular. Bu toplumun değişmesinde olumsuz etki yaptı ve Kürtler bir araya gelip yeni bir döneme geçmek ve ekonomik birlik yapmak, burjuvazi yetiştirmek ve yeni bir toplumda bir ortak bir devlet kurmak -bunu beceremediler. Olmaz da, kolay değildir bu. Şimdi şu mesele bile saatlerce konuşulabilir. Ha, o zaman gerçekten gördük ki Kürtler aşiret başkanlarını koruyucu olarak görüyorlar bugün de öyle bazı solcular bunu diyorlar ama bu, sorunun çözülmesi için sihirli bir laf değil. Ha o arada bunların bir kısmı, birisi pardon şey… Nuri Dersimi’yi okudum, birçoklarını okudum. Tabii ki orada İngilizler de Fransızlar da Kürt beyleri ve aşiret derebeyleriyle işbirliği yaptılar. Nasıl ki bugün Ortadoğu’da adeta her türlü pisliği yapıyor ise. Şimdi bunlar aynı zamanda kimi rahatsız etti? Sovyetler Birliği’ni. Sovyetler Birliği yanıbaşlarında bir İngiliz veya Fransız emperyalist gücünün olmasına izin vermiyorlardı. O zaman ne yapıyorlardı Kemalist Türkiye’yi tuttular, TKP de bir nevi Komintern’in çizgisi dahilinde yürümekte olan bu çizgiden ayrılamadı. Ama buna rağmen, bakın buna rağmen yanımda keşke getirseydim, TKP’nin içinde, programında aynen şöyle diyor: Türkiye işçi sınıfı, işçi-köylü iktidara geldiği zaman Türkiye’deki büyük çoğunlukta var olan azınlıkları yani Kürtleri ve Lazları isterlerse ayrı bir devlet kurmak hakkını bahşeder, onlara verir, diyor. Yazılı bu. Bu görülmüyor. Şefik Hüsnü’nün yazısı var. Bu Ağrı harekâtı için, bu görülmüyor. Şefik Hüsnü diyor ki; yazık ki biz de yapamadık bir şey. Örgütlü alanına girmek bu arkadaşlarımızın kardeşlerimizin diyor. Nasıl girerdi? O zaman Kemalizm Doğu’da öyle bir terör yaratmış ki, Abdullah Paşa aşiret başını oğluyla birlikte çağırıyor, Elazığ’da sabah mahkeme yaptırıyor. Öğlende evvela oğlunu astırıyor, sonra babayı astırıyor. Bunları yaşadık. Kürt geçiniyor diye hangi Kürt, hangi komünist demokratik kitle örgütü nerede, kim hangi… kaldı ki TKP hiçbir zaman güçlü olmadı öyle. Kürtlerin önemli vilayetlerinde çok da güçlü olamadı. Kemalizm çok ciddi yağmaladı bizi. Şimdi o dönemde… niye bu kadar anlattım size ben? Bir kişi var ki Kürt meselesine dair, hala eskimemiş olan dört dörtlük bir kitap bıraktı.

Biliyorsunuz Kürt sorunu üzerine yazılmış Dr. Hikmet’in kitabı var. Bizim İsmail Hoca (Beşikçi) görmüyor bu olayları. Biz o zaman Kürt sorununun varlığını biliyorduk ve doğru yaklaşıyorduk olaya. Biz dediğim kim? Biz komünistler, kim? Doktor Hikmet’in kitabını okuyanlar. Bakın Kürt meselesine yaklaşımı bu.

Din meselesinde bunları aynen böylece söyledi adam. Vatan Partisi’nin kuruluşunda bu Eyüp konuşması var, tarihi bir konuşma… Ha o yüzden yakaladılar onları zaten, aldılar içeriye. Demin onu dedim, büyük mutluluk hissettim ama bir yandan üzülüyorum tevkif edildikleri için, bir yandan da mutluyum. Doktor Hikmet’i tanıdım. Doktor orada İslâm’ı tarif eder. İslâm’ın nasıl sınıfsal bir yapısı olduğunu anlatır ve bu Ebu Süfyan tayfasını anlatır. İslâm’ın, temelinde nasıl ilkel komünal bir takım öğelere dayandığını anlatır. Uzun uzun anlatır birçok şeyleri. Ben orda öğrenmişim programı. O zaman anlaşılmadı ama sonra olayların Doktor Hikmet’in ne kadar haklı olduğunu gösterdi.

Şimdi bakın, benim son zamanlarda değindiğim bir iki nokta var, zaten çoğunu yazdım, ilgili notlar var. Kürt meselesi ve din meselesini ben Doktor’dan öğrendim. Geçenlerde genç bir sosyalist arkadaşımız bir yazı yazmış. Bana diyor ki, işte Marx’ın o sözü alıp işte din dediğin afyon falan… Sonra da diyor ki, ya Vedat Türkali işte böyle diyor. Ee öyle, sağol da, bir şey öğretmedin ki sen; değil mi? Bakın bugün koca bir kitle İslâmi esaslar çizgisinde aldatıldı, aldatıldı ve bir şey değişmedi. Neydi, eskiden laikler soyuyordu, şimdi dinciler laikleri soyuyor, değişmiyor. Laikti-şeriatçıydı kavgasıyla bir yere varılmaz. Laiklik yapıp şeriatçıları tasfiye etmek bir zamanlar belki sloganıydı Kemalistlerin… İşte o Jakoben tavrı içerisinde Batı burjuvazisinin kazanımlarını bize bildirmek gibi çabası oldu, onu da gördük, yaşadık zaten ama bugün olaya farklı bakmamız lazım. Bu farklı bakışta geçmişte bize kim ışık tutacak, işte başta Dr. Hikmet Kıvılcımlı.

Üçüncüsü Osmanlı eski tarihimiz ve bu tarihe bakışımız… O konuda da bize çok önemli yapıtlar verdi. Osmanlı Tarihinin Maddesi, zaten bütün bunları sonunda ne yapıyor, asıl büyük Tarih Tezi’ne bağlıyor. O Tarih Tezi çok önemli bir tarihsel buluştur. Marx’a katkıdır, Marksizm-Leninizm’e katkıdır. Kendisi ilk defa Finans Kapital’in, Türkiye’de kapitalizmin olmadığını ve egemen olan şeyin finans kapital olduğunu… o bilinci veren Dr. Hikmet’tir. O, Demokrasi diye şöyle ufak bir kitabı var. Hepiniz onu okuyun, tavsiye ederim. Şimdi bakın, bu adam bunu hangi şartlarda yaptı? Komintern o zaman Doktor Hikmet’in biraz sertçe çıktığı Kemalizm’e karşı işte kışkırtıcı olunmamasını tavsiye ediyordu. Hem o disiplini bozmamak durumundaydı, hem de doğruları söylemek… Ufacık şeyde çok şeyi ispatlamıştır, göstermiştir. Evet, şimdi ben o kitabı okumanızı tavsiye ederim, Doktor’un çoğu kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

[…]

Evet, bugün Doktor Hikmet’ten, asıl bugün öğreneceğimiz şeyler var. Dr. Hikmet politik tavırları içerisinde başarılı oldu mu? Hayır olamadı. Olamadı, çünkü o dönemde onu anlayabilecek kadar hazır bir ortam Türkiye’de oluşmamıştı. İkincisi o konuda pek talihli sayılmaz, yanına yaklaşanların çoğu yeteri kadar ona destek olma yükünü taşımıyorlardı. Çünkü Türkiye’nin birikimi daha çok ilkeldi. İşin bu kadar ayrıntısına gidemiyordu. Bilinçsiz sol hareket, ister istemez Kemalist sol hareketin gölgesinde devam ediyordu, çok aykırı geliyordu bu sözler, birçok iddialar o günkü Türk soluna. Bugün bile mesela ben Türk solu içerisinde Kürt sorununu doğru dürüst anlayan, din sorununu doğru dürüst anlayan, tarihe doğru bakan çok az adam gördüm.

Beni suçluyorlar mesela Kürt sorununa yaklaşımım yüzünden. On beş senedir yazıyorum ben. Birçokları anlamıyor. Kürt deyince hemen aklına başka şeyler geliyor. Neden? Önyargılardan dolayı, Doktor yazmış kitabında bunu okumak gerekiyor, bunları iyi kavramak gerekiyor. Şarkı der ki “Bedbaht ona derler” ki bilmem anımsadınız mı? “Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın/Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler” anımsadınız mı? O kadar talihsizdir ki CHP’nin elinde kahrolmak için “kesb-i kemâl-i hüner eyler” yani okur ama kimseye derdini anlatamaz, acı bir söz tabii. Şimdi Doktor emekçiden şaşmıyordu. Temel, emekçiler… Emekçi halkın vasıfları ne, emekçi halk dinli dinsiz diye ayrılmaz? Soyan soyulan insanların içerisinde ayrı gücü temsil eder; asıl gücü, tarihin gücünü temsil eder. Millet ayrımı da yoktur tabii ki. Doktor’un bütün çabası, tarihe oturmak, halka oturmak ve emekçi halkla birlikte ülkede bir şeyler yapılabilmesi… Türkiye o günlerde buna hazır değildi. Belli sloganlar Batı sosyalizminden kalmış, bazı şeyler bunların tekrarından öteye gidilemedi maalesef, gidilemiyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin en revaçta olduğu zamanlardan birinde ben Avşa’daydım. Behice Boran, benim iyi ahbabımdı. Ailece görüşürdük, onla da beraberdik. Kalktı Doktor da geldi. Doktor bana geldi, Behice Hanım’la beraber. Oturduk ettik. Benim kafam direkt acaba bu ikisini birleştirebilir miyim? Birlikte olabilirler mi? Doktor’a söyledim, “hemen” dedi. Behice Hanım kati yanaşmadı. Şimdi Behice Hanım iyi bir sosyalist, bilirsiniz, vay hain mi diyeceksiniz. Hayır, değil. Anlamamıştı, tanımıyordu. Yıllarca benim anlatmama rağmen… anlatamadım. Bunlar çok basit gibi görünür ama aslında çok kapsamlı sorunlar ve bizim ilacımız, bu kapsamlı sorunların çözümünden geçiyor.

Şimdi bakın bu salonda aşağı yukarı belki on küsur örgüt var bildiğim kadarıyla. Şimdi bakın bu şöyle bir şeyden doğuyor, vaktiyle yok muydu bunlar, vardı. Şimdi Marx’ın, Engels’in medeni tavırlarına bakmak gerekiyor. İkinci Enternasyonal zamanında sosyal demokrat partilerin ülkeleri bir harbe girdiler. Dönek dediğimiz Kautsky de… Kautsky ile Menşevik gruplar işi iyice bozdular. Ne yaptılar? Bir can havliyle mecliste burjuvazinin savaş planlarını desteklediler, harp bütçesine oy verdiler. O zaman bütün sol, hepsi isyan etti. İsyan ettiler ama büyük bir kısmı da oy verdi. Ha bir kısmı ayrıldı, bunlara pasifist dendi, biz bu savaşı reddediyoruz dediler. Bu karıştırılıyor bir defa. Üçüncü bir yol vardı. Kimdi onlar, işte Leninistlerdi. Leninizm’in çizgisinde olan başka ilerici Marksistlerdi. Onlar ne yaptılar? “hayır, silahı alın elinize ama karşıdaki insanla vuruşmayın, başındaki soyguncuları, onları temizleyin” dediler. İşin özü bu. Şimdi bunu dedikleri zaman azınlıkta kaldılar. Ve sol ismi altında birçok partiler de maalesef bu çizgide tereddüte düştüler. Brest Litovsk anlaşmasını yaptı Lenin. Birçok partiler karşı çıktı. Halbuki net olarak “halka biz barış vaat ettik, bunu yapmalıyız” dedi. Birçok sorunlarda böyle açık şeyler çıktı. Şimdi bakın bütün bunlara rağmen niye bunları anlatıyorum? Birçokları karşı çıktı, çıkacak tabii ama bütün bunlara rağmen Lenin o partiden ayrılmadı. Sosyal Demokrat Partisi Bolşevik grubu diye ayrı bir çizgi olarak durdu içlerinde, ayrılmadı. Çünkü ayrılık çok zaruri olmadığı zaman düşmana hizmet olur. Ben iyi kötü takip ediyorum, bakıyorum ne kadar basit şeylerde, kolayca beraber olabilmesine hiçbir engel olmamasına rağmen bile bir ortamda parçalanmalar oluyor. Bu sağlıklı değil. Bugün bütün arzumuz şu, birleşmeliyiz. Bizi kim birleştirebilir? Benim yaşadığıma göre şöyle bir toparlamaya çalıştım. Eskiden bize hazır olarak bol malzeme bırakan, bol düşünce bırakan kişi, galiba tek kişi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ama efsaneyi sevmem. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın hiç mi bir eksiği yoktu, yanlışları yapmadı da bütün hep etrafındakiler mi suçluydu. Hayır, öyle değildi. İnsanlar yanlış yapabilir hele politik hayata düşüldüğü zaman kaçınılmaz olur bu. Marx ve Engels 19. yüzyılda Alman işgali zamanında yanlış yaptılar Almanya’da. Londra’da kendileri itiraf ettiler. Biz şu konuda yanlış karar aldık, diye. O başka, Marks’ın, Engels’in ve Lenin’in ana hatlarla ortaya koyduğu şeyler başka. Şimdi Lenin diyor ki: “Biz hata yaparız” diyor. “Onun için tarihte üç dört siyasi partiler oldu, battılar, biz batmayız” diyor komünistler. Ama biz battık, iktidarı kaybettik neden demek ki yanlışlık yaptık. Çünkü biz o kendi kendimizi eleştiri mekanizmasını doğru işletmedik, doğru işletmedik yanlış işlettik. Ve o hale geldi ki iktidarı ellerine geçiren kişilerin fikri değişir, şunu kabul et yoksa hainsin durumuna düşürüldük. Çok sert davrandık. Bakın, Bolşevikler savaşa hazırlanıyorlar, Kırım Savaşı’na, orada bir karar veriyorlar. Bir çıkış yapacaklar, gizli karar veriyorlar. Kamanev ve Zinovyev tutuyor diyorlar ki yanlış bu, bir buçuk iki yapmayalım. Şubat hareketidir galiba. Ve Lenin diyor ki, denememiz lazım. Kavgalar gürültüler birlik kararı alıyorlar. Ne yapıyor? Gidiyor, Kamanev’le Zinovyev, dedim ya Sovyetler’de Bolşevikler yakında isyan hazırlıyor diyorlar. Bu bir suç! Hem de affedilmez bir suç. Şimdi daha sonraki dönemde ne yapıyorlar, ne yapıyorlardı, böyle birisini öldürüyorlardı. Ama bu yoldaşların ne kadar eski, değerli hizmet vermiş kişiler olduğunu bildiği için Lenin ne yapıyor, iki sene Türkistan’a sürgün yapıyor. Sonra gene görev verdiler.

Diyeceğim, insanca tavrın, asıl o tavrın bizim için çok gerekli, çok lüzumlu olduğunu unutmamamız lazım. Tartışmaları yaparken, siyasi görüşlerimiz arasındaki farkları belirlerken birbirimize kıyıcı olmayalım, anlamaya çalışalım. Anlaşılacak mesele o kadar zor değil, mesele özünde çok basit ama lütfen bu işlere giren insanlarımız da, militanlarımız da ille de başkası suçlu ben haklıyım deyip sekter bir tavra girmesinler ve kontrollü uzlaşma kültürümüz olmalı, demokrasi kültürümüz olmalı. Anca bizi bu yol, belki aydınlığa çıkarır. Ben hayalci değilim. Her şeyi konuşacağız da, hayır diyenlerin yollarına bakın, biz anlaşamazsak düşman sevinir. Bizi istemeyenler sevinir.

Şimdi din meselesinde ne vakit bir ülkede devrimciler dincilerle yani halk kitlesine, daha doğrusu, dini inançlarına saygı göstermesini bekleyen halk kitlesiyle aralarına din meselesini sokmamışlarsa iktidara yakın olurlar. Zaten okudum ben yazılarını diyorlar ki niye sizin partinizde din ile ilgili bir söz yok. “Çünkü” diyor, “biz aptal değiliz de ondan diyoruz biz”. Herhangi bir ilerici ateist bir mimarlar doktorlar grubuyla ilerici bir işbirliğine kalksak burjuvazi egemen sınıf hemen bak Allahsızlar şunlara bakın dinsizlere takılıyorlar diye bizi kışkırtır halkımızı diyor yani. Şunu bilirim, halk kitlelerinin dini inançları rahatsız edilmeden işbirliği yapıldığı anda her vakit egemen sınıflar eyvah din elden gitti diye halkı kışkırtırlar. Ama siz biliyorsunuz Maraş katliamı Komünistler Kur’an-ı Kerim’i lağımlara attılar, cami bastılar diye yaygarayla milleti taktılar peşlerine, çok yerde bu böyle oluyor. Bunda dikkatli olmak lazım. Bakın İtalya’da ne oluyor. Aldo Moro diye bir adam… Aldo Moro, Hıristiyan Demokrat Partisi’nin başkanı, böyleler o zaman, ki rakipler İtalyan Komünist Partisi’yle. İtalyan Komünist Partisi çok güçlü ama Amerika CIA da çok güçlü. Kendince bir savaş veriyor, anlıyor ki adam, Aldo Moro, bugün Amerika bizi mahvediyor. Tarihi anlaşma diyorlar. Komünist Partisi’ni çağırıyor, ittifaka başlıyorlar, iktidara geçecekler ama böyle bir durumda ne oluyor? Amerikan emperyalizmi diyor ki çok tehlikeli oyunlar oynuyorsunuz Bay Aldo Moro diyor, o kadar. Ve adamı kaçırdılar öldürdüler. Adam kaçıranlara demiş ki ben başıma geleceği biliyordum yazdım bile, öldürüldü ve o iş kaldı. Peki kimdi kaçıranlar kimdi, Kızıl Tugaylar. Bakın en keskin slogan atanlar, Kızıl Tugaylar ne olduğu belli değil. Son derece karmaşık bu işler ve tabii CIA yapıyor. Bakalım şimdi İtalyan Komünist Partisi bu sürprizi nasıl gösterdi? Onların dünyada ekol olmuş Togliatti gibi bir liderleri var. Birinci dünya savaşında Moskova’da Komintern’de. Almanlar Avrupa’yı işgale başlayınca Afrika’dan gitti İtalya’ya. Komünist Partisi’nin bütün militanları, liderleri karşıladılar onu. Adamlar yıllardan beri en ağır baskıda, kelle pahasına kavga yürütmüşler. Diyorlar ki, işte şu kadar insanımız var, bu kadar mücadele ediyoruz burada ama diyorlar parti yönetiminden bir yoldaş ama burada bir şey var diyor, nedir diyor. Bizim parti üyelerinin yüzde yetmiş sekseni kiliseye gidiyor diyor. Bakın şimdi. Hemen Togliatti, katiyen diyor engellemeyeceksiniz, karşı çıkmayacaksınız, olduğu gibi bırakın diyor, aynen devam etsin, adam hayatını tehlikeye atmış, işkencelerden geçmiş, partimizi tutmuş, siz şimdi adamı vay sen dincisin diye kovacaksın. Bakın Lenin partili olan kişilere illa da bir partiye girmeye mecbur değil ama girecekse kabul etmiyordu çünkü Rus kilisesi Çarlık sisteminin çok çirkin iğrenç bir aletiydi ama Müslümanlara öyle demedi. Müslümanlar isterlerse dedi camiye gidebilirler ve Türkiye’deki Komünist Partisi, Türkiye’nin komünist partilerinde militanlar ayrılmak zorunda değildirler dedi. Demek ki, bilimsel Marksizm diyor ki: Marksizm’in bilimini öğren diyor, kafanı işlet diyor, kafanı işlet diyor, kafanı. O gün, halkı nasıl yanına alacaksın ve bu hırsız soygun çetesini başımızdan nasıl kovabilirsin? Halkı yanına almazsan ne olur, işte öyle oluyor. Bakın Güney Amerika’da bugün başarılı oluyor. Biliyor musunuz Güney Amerika’da Katolik papazları ve radikaller kardinaller içinde, ki bunlar aforoz edilebilirler yani. Dağda, dağa çıkan devrimcilerin yanında yer alan papazlar var bakın. Küba üst üste başarı sağlıyor. Ben Fidel Castro’nun kitabını okudum. Güney Amerikalı bir kardinalle konuştu üç gün üç gece. Okumanızı tavsiye ederim ve din kesimiyle nasıl ilişki kuruyorlar, niye onlar önleyemiyor onlar böyle bir şeyi? Ve Amerika kıyamet koparıyor. Bakın Amerika kaç sene geçti, burunun dibindeki adayı durduramadı, susturamadı, işgal bile edemedi. Halkınla sen eğer çatışmaya girmezsen, halkın seni tutarsa istersen yüz bin kişi ol, beş yüz bin kişi ol, güçlüsün. Eğer halkın sana yanaşmıyorsa çok çok önemli şeyler düşünebilirsin ama yazık, o düşüncen senin yanında kalır. Şimdi biz de bu konuda en gerçekçi yolu gösterebilecek kişi ben yetmiş yıldır komünist partisinde şu ya da bu şekilde oldum. Gördüğüm kadarıyla dört dörtlük, Dr. Hikmet’in gösterdikleridir, öğretmeye çalıştıklarıdır. Ama buna rağmen demiyorum ki bunu belleyin slogan atın… Hayır, lütfen hep okuyalım, demin dediğim yumuşaklıkta bunu aramızda tartışalım. Vay hain, diye çıkmayalım. Yanılma payı da kabul edelim ve halkımızı yanımıza alalım. Bu hırsız çetesi başka türlü gitmez. Kaldı ki bu gün dünya Doktor’un çok önem verdiği finans kapitalizminin çöküşünü yaşıyor. Bakın ne palavra sıktılar değil mi? Yeni bir dönem başlattılar ve o yeni dönem de daha şeyden başladı biliyorsunuz Friedman’dan yeni liberalizm diye. Thatcher ve Reagan dönemi… Dünyayı soydular ve yıkılan sistemlere karşı da korkunç tepkiliydiler. Ve biliyorsunuz, Thatcher, ben Londra’daydım o zaman, diyor ki, sosyalizm döneminde dikilmiş ağaçları bile keseceğiz, Sosyalizmin hiçbir şeyini istemiyoruz diyor. Şimdi bakın bütün bu keskinlikleri ne oldu? Dünya kapitalist-emperyalist sistemi yani finans kapital çöktü. Düzeltemez kolay kolay. Dünyanın bu çizgide kavga vermenin uyarması içinde ve geldiği çağda biz kendi ülkemizde bizi bu konuda çok daha ileri uyaran bir düşünürümüze sahip çıkalım yani devrime sahip çıkalım.