101. DOĞUM, 56. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE FATMA NUDİYE YALÇI

Türkiye’nin en önemli komünist kadınlarından Fatma Nudiye Yalçı’yı doğumunun 101., ölümünün 56. Yılında, 2006 ve 2012 yıllarında yapılan iki anma toplantısından yapılan karma bir video ile anıyoruz.

1904 İstanbul doğumlu olan Fatma Nudiye Yalçı, genç yaşlarından itibaren mücadeleye katılmış, 1969 yılında Varna’da ölümüne kadar da sürdürmüştür.

1935 yılında tanıştığı Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile hem mücadele hem de yaşam arkadaşlığını yürütmüş, Hem TKP içinde, hem de Marksizm Bibliyoteği, Emekçi Kütüphanesi ve Kıvılcım Kitabevi gibi yayınlarda birlikte çalışmışlar.

1938 Donanma davasında da birlikte yargılanmışlar, Fatma Nudiye Yalçı 10, Kıvılcımlı ise 15 yıl hapis cezası almışlar. Bu cezanın tamamını yatmış Fatma Nudiye. Kıvılcımlı ise 12 yıl yattıktan sonra af ile çıkmış hapisten.

Hapishane sonrası 1954 yılında kurulan Vatan Partisi’ne katılıp Kültür Divanı başkanlığı yapmış.

Marx’tan (Enternasyonal Açış Konuşması) ve Engels’ten (Komünizmin Prensipleri) çevirileri yapmış. Sosyete ve Teknik, Gölgenin Çocuğu, Güneşin Çocuğu, Beyoğlu 1931 (Tiyatro Oyunu), Çabuk Öğreten Elifba ve Milli Alfabe gibi telif eserler de yazmış. Ayrıca çeşitli dergilerde makaleleri de yayınlanmış.

Bu büyük devrimci kadın için bugüne kadar sadece iki anma toplantısı yapılabildi. Hayatı ve eserleri üzerine sadece iki kitap derlenebildi. Bunlar “Fatma Nudiye Yalçı Hayatı ve Eserleri (Ahmet Kale imzasıyla yayınlanan kollektif çalışma)” ve Memnune Kayagil imzasıyla yayınlanan “Fatma Nudiye Yalçı Kadın, Komünist, Yoldaş”. Ayrıca bir de Bilgesu Erenus’un F. Nudiye Yalçı’yı anlatan Yaftalı Tabut isimli oyun var. Bu oyun İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından başarıyla sergilendi.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

KIVILCIMLI’DA KÜRT SORUNU

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın İHTİYAT KUVVET; MİLLİYET, ŞARK başlıklı incelemesi diğer 8 kitapla birlikte 1932 yılında Elazığ cezaevinde o zamanki Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne tartışılmak üzere yazılan YOL başlıklı bir raporun önemli bir bölümü. Yazılışından 46 yıl sonra (Kıvılcımlı’nın ölümünden de 8 yıl sonra) ancak yayımlanabilmiş ve halkların gündemine sunulmuş.

Önceleri bazı bölümler kitaplaştırıldı. İhtiyat Kuvvet; Milliyet, Şark bölümü en önce kitaplaşan bölümlerden oldu. Nihayet 2009 yılında, o zamanki Sosyal İnsan Yayınları tarafından eserin tamamı 9 kitap halinde yayımlandı.

2014 yılında o zamana kadar Sosyal İnsan Yayınlarınca yayımlanmış tüm Kıvılcımlı kitaplarının hazırlanıp basılmasında birinci derecede katkıda bulunmuş biri olarak bu eserlerin tanıtılmasını da görev bilerek, KIVILCIMLI KÜLLİYATI (AYRINTILI BİBLİYOGRAFYA) kitabını hazırlayarak Bilim ve Gelecek yayınlarından bastırmıştık.

O kitapta Kıvılcımlı’nın o tarihe kadar yayımlanmış olan 60 kadar kitabının ve 8 broşürünün ayrıntılı tanıtımını yapmaya çalışmıştık.

Aşağıda paylaşacağımız yazı da o kitaptan alınarak düzenlenmiş bir tanıtım yazısıdır.

“Çözüm” süreci tartışmalarının ortalığı kapladığı bu günlerde Kıvılcımlı’nın Kürt ve Kürdistan sorunuyla ilgili bu çok önemli eserini yeniden tanıtmayı gerekli gördük.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

İHTİYAT KUVVET; MİLLİYET, ŞARK (DOĞU) [KÜRT MESELESİ]
YOL serisinin 8 kitabı İhtiyat Kuvvet… Kısa, tanınmış adıyla Kürt meselesi. Gerek konunun öneminden, gerekse Kürtlerin mücadelesinin son yıllarda çok gelişmiş olmasından dolayı bu kitap serinin en bilinen kitabı oldu. Önemi ve doğru çözümlerinden dolayı çok öne çıkarken, serideki diğer çok önemli kitabı da gölgede bıraktı adeta. Kitap, 1978 yılında yayınlanmaya başlayan YOL kitaplarının ilk yayınlananlarından. Yayınlandığı zaman iki türlü etki yaptı.

İlk etki biz Kıvılcımlı izleyicilerine oldu. Kitap çıkana dek, gereksiz bir kabızlıkla bu konuda laf etmeyen bizler, birdenbire ustamızın görüşlerini içip, her yerde tekrarlar olduk.

İkinci etki de sosyalist ortama oldu. Kıvılcımlı’nın Kürt meselesine getirdiği teşhis ve çözümler o zamana kadar görülmemiş netlikte ve doğrulukta idiler. Bir süre tartışıldı ancak 12 Eylül faşizmi bu tartışmaları yarıda bıraktı. Yazılışından bu yana 93 yıl, ilk yayınlanışından bu yana ise 47 yıl geçmiş. Daha sonra birkaç kez daha basıldı. Ancak Kürt hareketi Kıvılcımlı’nın tezlerinden etkilenmiş olmasına rağmen, bu etkiyi hiçbir zaman açıkça kabullenmedi.

216 sayfalık kitabın girişten sonraki ilk bölümü Ermenilik, Ermeni sorunu ve katliamına ayrılmış. Daha 20. Yüzyılın başında oluşan bu katliam, Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı.” Katliamın üzerinden 110 yıl geçmiş. Ancak halen bırakalım Türkiye finans-kapitalini, bırakalım ırkçıları, sosyalist geçinenlerin bir kısmı, hatta Kıvılcımlı izleyicisi olduklarını iddia edenlerin bir kısmı bile bu katliamı kabullenmek istemiyorlar, yıldönümlerinde faşistlerle beraber anmacılara saldırıyorlar. Kıvılcımlı izleyiciliği açısından ne büyük tezat!

Kitabın tanıtımına girmeden önce, Kıvılcımlı’nın bir önceki kitabı olan Müttefik: Köylü eserine dönelim. Orada Kıvılcımlı köylü hareketlerine değinirken şunları saptıyor:

Kemalizm kurulalı beri yalnız Doğu vilayetlerini kasaphaneye çeviren isyanlar, dünyanın her yerinde kolay kolay görülür köylü hareketleri değildir. Evet, Kemalizm’in, Bağımsızlık Savaşı’ndan beri ezberlediği ve aydın küçük burjuva kuyrukçularının her şeyi yutmak ve hazmetmek için kiralanmış kırkambar midelerine bir lök gibi indirdiği ve her gün her çeşit sayfalarında geviş getirdiği “Devrimci frazeoloji”ye [laf ebeliğine] bakılırsa, Doğu, “karanlık kuyu” cinsinden bir facia piyesi ve sırf bir gericilik batakhanesidir. Fakat boş lafla hiçbir meselenin açıklanmadığını bilen insanlar için, Doğu isyanlarının maddi özü hiçbir zaman ne şeyhin sarığı, ne seyidin üfürüğü, ne derebeyin şatafatı değildir. Bütün bu faktörler sıfır değildirler. Fakat bu faktörlerin rol oynayabilmesi için maddi şartlar bulmaları gerekir. İşte Doğu vilayetlerindeki isyanların temel vasıfları, köylü isyanları oluşudur. Fakat biz bu her yıl şiddetle patlak veren ve her gün kronik, dağınık bir şekilde devam edip giden köylü isyanlarının karakteristiğini burada yapmayacağız. Çünkü bu isyanlar genellikle köylü meselesini ve özellikle milliyet meselesini ilgilendirirler. Doğu isyanlarını, özellikleri bakımından Milliyet konusuna bırakarak…” (Müttefik: Köylü, s. 221-222)“…

Milliyet konusuna bırakarak” deyip konuyu bu kitaba aktarıyor ama genel karakter olarak da Doğu (Kürt) isyanlarının köylü karakterini belirliyor. Kitabın yazıldığı dönemlerde iki büyük Kürt isyanı yaşanmıştı. Şeyh Sait isyanı ve Ağrı Dağı isyanı. Burada “köylü karakterli” dediği Kürt isyanları bunlardır. Kitabın daha girişinde, bugün de çok geçerli olan iki şeyi göze batırır:

1- Batı’daki mahkûm sınıflar, hâkim sınıfların sistematik propagandaları altında, Doğulu hakkında yalnız bir şeyi öğrenebiliyorlar: Doğulu vahşidir! Niçin vahşidir, nasıl vahşidir, yok. “2- Doğu’daki mahkûm sınıflar ise, Batı’dakilerin tamamen aksine, “Batılı”nın ne olduğunu, etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor. Ve ‘Batılı’dan her yediği tekme, dipçik ve süngü önünde şu kanaati kökleştiriyor: Batılı düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, neden düşmandır, yok. İki taraf da zannediyor ki; gerek “vahşi”lik, gerek “düşman”lık anadan doğma bir huy, tabii, fıtri [yaradılıştan gelen] bir zarurettir. Tekrar edelim, bunu böyle zannedenler, özellikle iki tarafın da geniş, çalışkan, mahkûm sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğu’nun, gerekse Batı’nın hâkim sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece medeni, ne biçim dost, ne çeşit düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır. “(İhtiyat Kuvvet…  s.12)

Ve bu tespitinin arkasından daha ilk sayfalarda konuyu çok net bir biçimde açıklar: “Türkiye’de Doğu ve Batı bölünüşü milliyet bakımından nedir? Daha açık koyalım. “Batı”da hakim millet Türk olduğuna göre, Doğu’da hangi milliyetler mahkûmdur?…“Türkiye’de bugün Doğu Vilayetleri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz…“Bu Doğu Vilayetlerinin evvel ezel, meşhur veya meçhul, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan – Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına rağmen, bu iki isimden anlaşılan, Doğu Vilayetlerinde Ermeni ve Kürt milliyetlerinin bulunup bulunmadığını araştırmak lazım gelecektir.“ (Kitap, s. 13)

Ve araştırmaya girişince de

Buracıkta, önce birincisine kısaca bir işaret edelim:” diyerek, birinciden kastı olan Ermenilik konusuna girer. Ermenilik konusu zaten çok özetçe geçildiği için, buradaki zamanına göre emsalsiz olan tespitlerini alıntılayalım:

ERMENİLİK“

Osmanlı İmparatorluğunda, Çarlık Rusya’sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üstünde başlayan rekabet ve anahtar noktası, bugünkü Doğu Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya özerkliği kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye, bir zamanlar “Doğu Meselesi” denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebey saltanatı şeklini muhafaza ettiği sürece, Doğu Vilayetlerinde iki zümre vardı. 1- Kürtlük: Daha çok derebey klan ve aşiret sistemler içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz mallarını İran yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirgânlık manzumesi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisi, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebey-burjuva çelişkisi oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupa’sında geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hristiyan (derebey-burjuva) çelişkisi, daha çok tarihi ve yerel şartlar yüzünden Doğu Vilayetlerinde, Balkanlar’dakinin aksine, ikincilerin mağlubiyeti ile halloldu. “Meşrutiyet burjuvazisi, “Doğu Meselesi”nin terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milliyetler içinde, -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin metalibli [talepler ileri süren] yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok sahada olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da, derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığı ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliği idi! İttihad ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı, Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla, biraz daha şişman oldu.” (Kitap, s.15-16)

Ermenilikle ve katliamla ilgili bu tespitleri yaptıktan sonra, o zamanki Sovyet Ermenistan’ını işaret ederek, Ermeni sorununun Sovyet iktidarı tarafından çözülmüş olduğunu ileri sürerek çözümü sosyalizme ve Sovyet iktidarına bağlar. Sonraki bölümler Kürtlüğü ve Kürt sorununu inceleme ve çözüm yollarını tartışma bölümleridir. 

Ermeni katliamı konusundaki bölümden sonra, genel olarak milliyet, özel olarak da Kürt ulusunun tanımı ve sorunun çözümü üzerine devam eder kitap. Öncelikle çok net bir tespit yaparak girer lafa:

Şurası muhakkak ki milliyet meselesi, Komintern’in olduğundan çok, partimizin en zayıf cephesidir.”(Kitap, s. 21)

Daha YOL serisini tanıtmaya başlarken de söylemiştik. YOL’un 9 kitabı da Kıvılcımlı’nın tartışmak umuduyla o zamanki TKP Merkez Komitesi’ne yazdığı öneri ve eleştirilerden oluşan raporlar toplamından oluşur. Burada da “…partimizin en zayıf cephesidir” diye başlıyor. Ve konuyu tartışmaya başladığı ilk paragraflarda Leninist prensiplerle yol almaya başlıyor. Öncelikle sorunu yaratan düzeni, onun hakim sınıfını ve siyasi temsilcilerini saptıyor:

Türkiye’nin kendisi, bu milli kurtuluş hareketlerinden bir önemlisine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketi, Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatoryası altına girdiği için, kapitalist vasıflarından ve çelişkilerinden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış ilişkilerinde mazlum bir millet olmasına rağmen, iç ilişkilerinde zalim bir millet rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli toplamı tutan iki milli varlık mevcut: Türklük-Kürtlük. Siyasi, ekonomik hakimiyet ve üstünlük, Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz “Doğu Vilayetleri” kelimesi altında, özel ve gizli bir çalışma, bir sömürge, şiddetli bir temessül [asimilasyon] ve daha doğrusu bir imha siyasetine uğratıldı. Kemalizm’in bu sömürgeci, yok edici siyaseti birçok tarihi ve siyasi zaruretler yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi veya ilgisizlikle görüldü. Hatta belki emperyalizm Türkiye’nin bu “Doğu Meselesi”ne daha büyük bir ilgi göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu.” (Kitap, s. 21)

Ardından gelen satırlar da adeta o zamanki Kürt isyanlarına karşı TKP’de hakim olan zihniyetin paramparça edilişidir. Şöyle devam ediyor: “Halbuki derebeyliğin Kürdistan’da ayaklandırdığı veya ayaklandırabildiği yığınlar için söz konusu olan şey, dini alet etmek veya emperyalizme alet olmaktan çok ekonomik ve milli baskıya karşı bir tepki idi. Yani Kürt halkı, zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi, emperyalizm veya feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu.”(Kitap, s. 22 abç)

Ezelden beri Kürt isyanlarına “emperyalizmin güdümünde” yaftası takılmaya çalışılır. Oysa Kıvılcımlı, “denize düşüp emperyalizm yılanına sarılıyorlar” dedikten sonra; “Bu mazlum halkı, acıklı durumunda yal­nız bırakmamak için, onun özel durumunu inceleyip tespit etmenin zamanı artık gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Çünkü bizzat “emperyalizme alet olan” zümreler bile, bu kitleler arasında artık sırf dini ajitasyonlardan başka usûllerle propaganda ve hareket yaratmak teşebbüsündedirler” diyerek partiye düşecek görevleri çizmeye başlar. Bu bölümdeki çok önemli saptamalar kitap okunduğunda daha açık görülecektir. Bundan sonraki bölümde Kürt Milliyeti’nin tarihi durumunu, niceliğini, ulus olma niteliğini ve sınıfsal durumunu ayrı ayrı bölümler halinde ayrıntıyla inceler. Biz de bunları birer ikişer cümle ile anıp, asıl sözü kitaba bırakalım.

Tarihini incelerken özellikle Kürdistan dediği yaylanın tarihi olarak Anadolu’dan ayrı bir ülke ve tüm ticaret yollarının dört yol ağzı olduğunu özenle belirtir. Daha yakın tarihteki duruma geldiğinde yeniden ve dolaylı olarak Ermeni kıyımına değinerek Kürt ulusunun durumunu belirtir. Kitaba bakalım:

Derebey Osmanlılığının son devirlerine doğru, Türk burjuvazisi adına, yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana, saltanat devletinin merkezileşmesi başladığı ve kuvvetlendiği zamanlarda, Kürdistan’daki klan sisteminin kılı kımıldamadı. Hatta “Tanzimat-ı Hayriye” sıralarında küçük derebeyliklerin “ilga” edilmesi [ortadan kaldırılması], Kürdistan aşiretleri için bir felaketten çok bir nimet olmuştur. Tam merkeziyetli bir devlet şebekesi kuruluncaya kadar, aşiretler daha başıboş ve serbest kalmışlardı. Meşrutiyet burjuvazisinin sahnede görünüşü, Kürdistan aşiret ulularının, ağa ve beylerinin ekmeğine yağ değil, kaymak sürmüştür. Söylediğimiz gibi Kürdistan’da milli uyanış; iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde nadir görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey ve uluları biraz daha tombullaştırmak ve kuvvetlendirmekten başka bir netice vermedi. Tarihin ters cilvelerinden biri de, Kürdistan yaylalarında gerçekleşti. Yalnız ekonomik temel üst katlara etki etmez, üst katlar da, hatta aynı derecede ekonomik temele etki ederler. Siyasi hakimiyeti elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi (Kürt aşiret ve beyleri) ile el ele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin, Türkiye’deki kökünü hemen hemen kazıyabilmiştir. Türk burjuvazisi birdenbire, koca Kürdistan’da sırf Kürtlükle karşı karşıya kalıvermişti.” (Kitap, s.27)

Daha sonraki Nitelikçe Kürtlük (Millet olarak) başlığında millet olmanın özellikleri sıralanmadan önce şu açıklama yapılır:

Tabi ciddi bir konuda “Kürtleşmiş” olanların hangi “ırk”tan olduklarını anlamak, “kan muayenesi” usûllerine başvurmak, ancak Kemalist milliyetçiliğin, o da nalıncı keseri kabilinden harcıdır. Halbuki böyle bir metodun mantıki neticesini Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi, Kemalizm için tehlikeli, bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunacağını “Allah bilir”di… Fakat milliyetin, tarihi ve sosyal bir kavram, ırkın ise doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz, insanların “Kürtleşmiş” veya “Türkleşmiş” olduklarıyla değil, bugün sosyal olarak “Kürt” mü, “Türk” mü tanındığı ile yetineceğiz.” (Kitap, s. 36)

Bu belirlemeden sonra millet olma vasıfları sıralanır ve içleri doldurulur. Başlıklar halinde sıralarsak: 1) Yurt birliği, 2) Öz dil birliği, 3) Kültür birliği, 4) Ekonomi birliği gereklidir. Bu başlıkları da birer ikişer cümle ile özetleyelim:

“YURT BİRLİĞİ: “Kürtlerin, yüzyıllarca süre Anadolu’dan coğrafya bakımından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve tabiatça az çok homojen bir yurt içinde bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını ispata gerek kalmaz” (s. 36)

“ÖZ DİL BİRLİĞİ: “Kürtçe, Türkçe ile hatta taban tabana zıt bir dildir.” (s. 36) Dendikten sonra özel bir gayretle belli başlı Kürt şiveleri denerek Asıl Kürtçe ve Zazaca anılır, bazı sesler karşılaştırılır.

“KÜLTÜR BİRLİĞİ: “Kürdistan’ın her tarafında, Kürtlüğe has ortak özelliklerin bulunduğunu, o kadar ki, bu özelliklerin, burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar çok sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye anlatırlar.” (s. 38) denir ve devamında Türk burjuvazisinin başlıca baskı politikalar İskan ve Tehcir olarak sergilendikten sonra konu,  “Türk burjuvazisinin hakimiyet ve baskısının müddet ve şiddeti ile doğru orantılı olarak Kürtlüğün zihniyeti ve kültürü genişleyecek ve homojenleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir “Kürt kafası” deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan masal devlerinin başlarına benziyor”(s. 40) diye bağlanır.

Kıvılcımlı’nın kuşağı göremedi belki ama özellikle şimdiki kuşaklar mücadelenin hangi biçimde ve ne kadar büyüdüğünü görüyor, yaşıyorlar.

“EKONOMİ BİRLİĞİ: “Kürdistan’a has, yani Türkiye’den az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını tespit etmek yeterlidir. Kürdistan’ın kendisinin, bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu’dan ayrı kalışını bize açıkça gösterecek iki su götürmez olay var: 1 – Kaçakçılık, 2 – Gümüş para.” (s. 41)

Kürdistan ve Kürt milletinin nitelikleri bu 4 başlıkta böylece açıklandıktan sonra Kürdistan’daki sosyal sınıfların analizine geçer sonraki bölümde

“Kürdistan’da Sosyal İlişkiler ve Sınıflar 

“Doğu Vilayetlerinin “namuslu” bir istatistiğini bulmak hayaldir.” (s.51) diye başlar bu bölüme Kıvılcımlı. Çok sınırlı verilerle oluşturmaya çalışır görüşlerini. Yine de çok çeşitli rakamlar kullanır. Ve şu genel sonuca varır ilk olarak:

Bu rakamlar sınıf ilişkileri bakımından tasnif edilecek olursa, şu neticeler elde edilir: 1 – Köylülük, 2 – Öteki sınıflar ve zümreler.. Ve bu iki cephenin karşılaşmasında, köylülüğün (Tarımcılar) adeta bütün ve yüce bir kitle hâlinde yükseldiği ve tüm nüfusun % 86.24’ünü kapladığı anlaşılır.” (s. 52)

Bu kadar muazzam bir çoğunluğu oluşturan köylülüğün incelenmesi arkaya bırakılarak, öncelikle diğer tabakaların tahliline girişilir. Bu tabakalar, 1) Şehir ve kasaba küçükburjuvaları, 2) Tefeci ve ticaret kapitalistleri ve 3) Aydınlar ve devlet memurları olarak anılır. Daha sonra bu başlıklar teker teker ayrıntılandırılır. Bunların Kürdistan köylülüğüne veya Türk burjuvazisine olan yakınlık ve uzaklıkları da belirlenir. Örneğin:

Şehir küçükburjuvaları, şehir burjuvalarından çok, zaten organikman ilişkili bulundukları Doğu köylülüğüne bağlı ve eğilimlidirler.” (s. 54) denirken, aydınlar için bambaşka bir tespit yapılarak;

Cumhuriyet burjuvazisinin, yerli halkı ezip soyuşunda maddi ma­nevi ara vasıtası ve alet oluşunda… Hiç unutmamalı ki, Kema­lizm Doğu Vilayetlerinde siyasi örgütünü bu aydınları avlayabildiği oranda kuvvetlendirir. Ve manevi nüfuzunu aynı züm­reler ile propaganda eder. Şu halde Kemalizm, Doğudaki teme­lini iki direğe dayatıyorsa, direklerden birisi bu aydınlıktır. Cumhuriyet burjuvazisi, Doğuda iki bacakla yürüyorsa, bacağın bir tanesi aydınlıktır.” (s. 58) denilir. Nihayet, Kürdistan’ın burjuvaları diyebileceğimiz kesime gelinir:

Doğu Vilayetlerinde burjuva unsurları var mı? Var. Bu unsurların zümreleri nelerdir? Doğu Vilayetlerinin klasik anlamı ile “burjuva”dan çok “burjuvalaşan” unsurlar içinde egemen tip: Ticaret kapitalisti ile tefeci serma­yedarıdır. Bu iki başlıca kategoriden sonra gelenler finans kapitalistler ve en belli belirsiz olanlar da sanayi kapitalistleridir. Sanayi kapitali burada hâlâ koza devrinde, el imalâthanesi aşamasındadır. Banka kapitali, Batı’daki rolüne Doğu’da da girişmek üzeredir.” (s. 59)

Bu tespitlerin daha 1932’lerde yapılmış olduğuna dikkat çekmiş olalım.

KÖYLÜLÜK: Kıvılcımlı bu başlıkta Kürdistan köylülüğünü iki ana bölüm olarak inceler: 1 – Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf,  2 – Mahkûm köylülük. Ve yine asıl büyük kitle olan Mahkum Köylüleri geriye bırakarak öncelikle Bey ve Ağa bölümünü ele alır. Bir iki paragraf almakla yetinelim:

“Ortaçağ Avrupasında iki çeşit derebeylik vardı: 1- Fani, 2 – Ruhani.  Kürdistan’daki ağalık için de böyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür. 1 – Seyidlik ve şıhlık (ruhani), 2 – Asıl Ağalık (fani).” (s. 69)

Bu tespitten sonra ruhani ağalık olan Seyidlik ve Şıhlığın daha ağır bastığını, bu iki tür ağalık arasında sürekli bir rekabet olduğunu özellikle Şeyh Sait İsyanı sırasındaki gelişmelerle örnekler. Bakalım:

O zamana kadar, pusuda yatan bu rekabet, Şeyh Sait isyanı ile birlikte, epey enteresan bir şekil aldı. Ve bir zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile elele vererek Ermeniliği ekspropriye eden [mülklerine el koyan] Kürdistan ağaları, Şeyh Sait İsyanında da, ezeli yaradılışları gereği, Cumhuriyet burjuvazisi ile birleşerek, seyidliği ekspropriye etmeye teşebbüs ettiler.” (s. 70)

Bu kesimler böylece özetlendikten sonra asıl büyük kitle olan Mahkûm Köylülük’e girilir.

Burada, Kürdistan nüfusunun hiç şüphesiz onda sekizini oluşturan büyük yığına, doğrudan doğruya temas ediyoruz. Fakat köylülük deyince, onun ağalıkla ilişkisini esas biliyoruz. Tezimiz de bu. Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip göz önüne gelir: 1- İskan edilmiş köylüler; 2 – “Ameliye”ler; 3- Doğrudan ağa idaresindeki köyler; 4- Serbest (muhtarla idare edilen) köyler;” (s. 71)

Burada sayılan her dört kategorinin de Kürdistan köylülüğü içindeki yerleri, sosyal ilişkiler içindeki durumları uzun uzun ve detaylarıyla anlatıldıktan sonra, İŞÇİ SINIFI VE KÖYLÜLÜK başlığına geçerken, anlatılanların sonucu olarak şu net belirleme yazılır:

Buraya kadar geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da (göstereceği gibi) Kürdistan içinde eğer bir milli baskı ve bir milliyet meselesi varsa, bu mesele, özünde köylü meselesinden başka bir şey olamayacağını kâfi derecede gösterir.” (s. 83)

Daha sonra da Kürdistan’a ilişkin strateji planı önerisine geçmeden önce sınıfsal konumlar yeniden özetlenir:

Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir netice çıkarmak istersek, Doğu Vilayetlerindeki sınıfların kitlece oran­ları şöyledir: “Mazlum köylülük: % 85; diğer küçük burjuvalar: % 7; şehir proleterleri: % 1.5; orta ve büyük ağalar ve beyler: % 1.5; aydınlar; % 2; şehir burjuvaları: % 0.5.“İşte Kürdistan’da, herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların birbirleri ile olan oranları aşağı yukarı ve yuvarlak hesap, bu rakamlarla gösterilebilir.” (s. 84) 

Kürdistan proletaryasının, Kürdistan devrimindeki rolü:

Kürt proletaryası ne kadar yeni, siyasi mücadelede tecrübesiz ve örgütsüz olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne kılavuz olmaya aday mıdır? Evet biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz. Birisi (burjuvazi) % 0.5, ötekisi (beyler, ağalar) % 1.5 gibi oranlarda olan iki sınıf, köylülüğü isyana sürükleyebildi. % 1.5 gibi bir oranla, nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfları, gerek Kürt burjuvazisi sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletarya sınıfı vardır. Eğer bu sınıf örgütçü ve mücadeleci kabiliyetini geliştirerekten Kürt aydınlarının ve de özellikle ve hele köy sadık “ameliye”si, aydının menfaatliğini ve emek beraberliğini temin edebilirse, Kürdistan’ın bağımsız siyasi ve sosyal kurtuluş dövüşünde, Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en kabiliyetli yoldaşı olabilir. Bu suretle Kürdistan’da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizm’le sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı: Kürt köylülüğü + Kürt proletaryası (işçi sınıfı) + Kürt aydınları… Kürdistan ihtilâlinin stratejik ilişkileri böyle olabilir.” (s. 85-86)

Bundan sonraki bölüm, Türk burjuvazisinin sömürgeleştirme stratejisinin incelenmesidir. Bu bölüm, 1) Ağalıkla Uzlaşma, 2) Ekonomik Sömürü ve 3) Siyasi Baskı başlıklarıyla incelenir ve sergilenir. Oldukça uzun olan bu bölümde (72 sayfa) sömürge sisteminin bütün belirtileri sergilenir. Ekonomik baskıdan iskan, tehcir, imha ve asimilasyon politikaları örneklerle göze batırılır. Bu bölümün tamamını özetlemek için Türk finans-kapitalinin isteklerini ve hedeflerini içeren bir paragraf alalım:

Kemalist burjuvazi, Doğu Vilayetlerini layıkı ile sömürebilmek için iki şeye muhtaçtı: 1- Orada kendisine müttefik hazırlamak, 2- Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kurumlar kurmak. Bu iki işi, bildiğimiz gibi dünyanın bütün sömürgeci anavatan hâkim sınıfları öteden beri uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır. Finans kapital hazretleri. Finans kapital sayesinde Kemalizm şu neticeleri elde edebilir: 1- Yerel değerleri finans kapitalleştirmek, 2- Finans kapital ile kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri, Kemalizm’in kuyruğuna takmak, 3- Belli başlı değişim merkezleri demek olan vilayet merkezlerini, bu finans kapitalin nüfuz ve sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimleri, finans kapital emrinde toplamak; 4- Tarımı finans kapitalin emrine sokmak ve ilah… Herhangi bir anavatan, herhangi bir sömürgede, bu birbirinden çıkan neticeleri bir şebe­ke gibi yayamadıkça tutunamaz.” (s. 109)

Türk finans kapitali Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürdistan’da bu taktikleri bazen aşırı zora da başvurarak uygulayagelmiştir. Kitabın bundan sonraki planı, Kürt halkının kurtuluş mücadelesindeki strateji ve taktikleri ve bu mücadelede TKP (o zamanki)’ye düşen görevlerin belirlenmesine ayrılmış.

Buraya kadar Kürt sorununu çeşitli yönleriyle inceledi kitap. Ermenilik, nicelikçe ve nitelikçe Kürtlük ve Kürdistan’da sınıf ilişkileri gibi ana konularda yazılan bölümlerden sonra sıra Türk finans kapitalinin sömürgeci politikalarının Kürdistan’da doğurduğu sonuçlara geldi. Kıvılcımlı bu sonuçları, “Tepkiler” ve “İsyanlar” ana başlıklarıyla değerlendiriyor. Değerlendirmelerinden sonra da “Parti ve Doğu” başlığında Parti’ye tutulacak yol ve Kürdistan kurtuluş mücadelesine yapılacak katkılarla ilgili önerilerini sıralıyor. Şimdi biz de bunlara bakalım:

Tepkiler” başlığında öncelikle Kürt halkının sosyal psikolojisi üzerine görüşler öne sürülür. Çeşitli olumsuz ve olumlu örneklerden sonra şu teşhise varılır.

Kürdistan halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş tarzımızdan apayrı bir ‘yoğurt yiyişi’ var. Bundan ne netice çıkar? Kürdistan halkını zıtlıklar içinde kıvranmaktan kurtararak ona ‘kurtarıcı kılavuz yoldaş’ olacak sınıf ve örgütlerin; eğer deyim caizse ‘Kürtçe konuşmaları’ icabettiği… Maalesef tarih öncesinden ortaçağa kadar doğal ve sosyal parçalanışlarla başka başkalaşmanın çeşitlerine uğrayan insanlık, kapitalizm zamanında da, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve sosyal uluslararasılaşma eğilimine rağmen, insan yığınları arasında, zıtlıklı farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan, mantık öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş tarzlarında rastlayacağımız örnekleri ve nüansları hesaba katmaya mecburuz.” (s. 165)

Günümüzü de anlamamıza yarayacak biçimde şu öngörülü saptamaları yapar sonra da:

Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar için ölmek ve öldürmek en basit bir mücadele şekilleridir. Bütün zulüm görenler gibi şu kötü hayattan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek bir birinden pek ayırt edilemeyen iki biçim zaruretten başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur. “Kemalizm’le uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına konmuş olan, Kürt ağalarla, Kürt burjuvaları bir tarafa bırakılırsa, Kürdistan halkı içinde mevcut sosyal ilişkilerden  ‘İllallah’ demeyen bir tek fert yoktur. Orada herkes, Lenin’in deyimi ile istemiyoruz, tahammül edemiyoruz, diyor. Bunun anlamı malum.” (s. 166)

Yine “Tepkiler” konusuna devam ederken, tepkileri 2 başlıkta görür. 1) Anarşik tepkiler, 2) Siyasi tepkiler. “Anarşik tepkiler” derken, “Ezilen köylünün, ilk tepkisi silahını alıp, dağa çıkmaktır.” (s. 167) diyerek başlar lafa. Daha çok bireysel ya da küçük grupların haksızlıklar karşısında öç alma duygularıyla dağda “eşkıya”lık yapması kastedilir burada. Fakat Kürdistan’daki eşkıyalığın, yine kızgınlıkla dağa fırlayan yoksul Türk köylüsünün eşkıyalığından daha dehşetli olduğunun da altı çizilir. Buradaki asıl önemli tepkiler, siyasi tepkilerdir. Bu tepkilerin karakterini de

Kürdistan’da gelmiş geçmiş bütün siyasi örgüt ve faaliyetlerin ruhu Kemalizm’le henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur” (s. 171) diyerek belirler.

Yıl 1932. Ayrıca bu siyasi hareketin örgüt biçimini de tanıtır bize: “Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasi örgüte örnek, Şeyh Sait isyanlarından sonra “Güney sınırları” civarında teşekkül eden “Hoybon” (Kürdistan Kürt Muhipleri [Sevenleri] Cemiyeti)dir.” (s. 172) Hoybon Cemiyeti’nin sınıfsal karakterini de; ” … büyük ağalığın örgütü niteliğinden henüz sıyrılamamış olan Hoybon Cemiyeti” diye anar. Bu karakterinden dolayı da bu Cemiyet, içlerinde Kürtlük davasını samimice savunanlar olmasına karşın, emperyalizmle el ele vermekte beis görmez.

Geliriz o zaman kadarki Kürt isyanlarına: Kıvılcımlı bu bahse,

İsyan, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zaruri ihtiyacı ve her günkü meşguliyetidir.” (s. 181) diyerek başlar. Bundan sonra da o zamana dek olan Kürt İsyanlarının en belli başlıları olan Şeyh Sait ve Ağrı Dağı isyanlarını inceler. Kendi kaleminden aktaralım:

Ruhani ağalığın idaresinde ve şeyh “Sait” ideolojisi altında patlak verdi. Fakat, Doğu Vilayetlerinin (mesleksiz + hizmetkâr + ameliye + miriyvo) yığınlarının o müthiş zaptolunmaz çığı, çarçabuk bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda kaydetmiştik: Şeyh Sait isyanı birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan ruhani ağalıkla fani ağalığın arasını daha belli bir surette açmaktan, sonra fani ağalığın Kemalizm’le el ele vererek ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek istemesinden başka bir neticeye varmadı. Hatta, sübjektif iddiaları bir tarafa bırakır da objektif durumu göz önüne koyarsak, Şeyh Sait isyanı her şeyden evvel fani ağalığın, uhrevi ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile birlikte isyan meselesi etrafında konuşan ve isyanın merkez komitesi rolünü oynayacak olan öteki üç beylikten ikisi, Şeyh Sait’ten ayrılır ayrılmaz her şeyi Kemalizm’e haber verirler.  Ve bu ihbarı yapanlar uhrevi değil fani ağalardır.” (s. 183)

Ağrı dağı isyanını da her iki isyanı kıyasladığı bir paragrafla anıp geçelim:

İki doğu isyanı arasındaki fark, dünya içindeki mevkilerinden çok, bir memleket içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait isyanı, din kisveli ağalığın açıkça geçmişe doğru kıyametli bir koşusu idi. Ağrı dağı isyanı, daha çok Kürdistan’daki Kemalizm’le uzlaşamayan (burjuva + ağa) unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva sloganlarını yani milliyetçilik prensiplerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan istifadeye girişmesi idi. Nitekim Kemalist basınında yayınlanan Ağrı Dağı bildirileri, açıkça Kürt milliyetini öne sürüyordu.” (s.189-190)

Ve nihayet kitabın son bölümüne geliyoruz:

PARTİ VE “DOĞU”

Bu başlıkta Kıvılcımlı bütün tahlillerinin sonucunda Kürt ulusal kurtuluşu için strateji önerilerini ve bu stratejide Türkiye Komünist Partisi’nin tutması gereken yolu formülleştirir. Unutmayalım sene 1932, yer Elazığ cezaevidir. Kaynaklar çok sınırlı olmasına karşın, bugün bile aşılamamış tahlillerin ardından önerilerini getirir:

Kürdistan’ın kurtuluşu, burjuvazinin eseri olamaz, Kürt burjuvazisinin Kürt milliyetçiliğini az çok tanıyoruz, Kürdistan halkı, ondan ümidini tamamıyla kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan’da onlarca yıllık hakimiyeti, eski de­virleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddi bir netice vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizm’in Doğu’da derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes işitti. Fakat herkesin bilmediği ve işitmediği gerçeklik, Kemalizm’in ve Cumhu­riyet devlet cihazının Kürdistan’daki klan-derebey sistemine yapışırcasına adapte olması, ağalıkla ve bir kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek, aman vermez bir surette Doğu Vilayetleri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sö­mürge usûlleriyle ezişidir. (s. 207)

Demek ki kim olurlarsa olsunlar, Kürdistan hakim sınıflarından öncülük, hatta katkı beklemek boşunadır.

Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek, devrimden vazgeçmektir. Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her pahasına olursa olsun Türkiye’de Kemalizm’i tutmak lazımdır. Şu halde Kemalizm’e karşı olan mazlum Kürt halkının kurtuluş hareketi duraklasın… ve ilh. tezi, partimiz için pek de yeni bir tez olamaz… Mazlum bir halk kitlesini Kemalizm’e feda edebilenler için, esasen fedakarlığın ucu bucağı yoktur “ ( s. 208)

Demek ki ne olursa olsun Kemalizm’den medet ummak bir yana, ondan kesin kopuş lazımdır.

Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek, ayrı bir devlet teşkil etmeye kadar bütün mazlum Kürtlüğün kendi kaderine, siyasi bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olmak hakkı, yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalan­mış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasi yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun mefkûreleştirildiği (ülküleştirildiği, idealleştirildiği) gün, Irak ve Suriye’de de, Kürtleri, eski zamanın “koç başı” gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” (s. 210-211)

Demek ki Kürdistan’ı bir bütün olarak görüp, tümünün kurtuluşu için strateji-taktik ve örgüt geliştirilmelidir. Bu da ancak tekmil Kürdistan için tek bir komünist parti öncülüğünde olacaktır. Ve sonuçta:

Kürdistan’da (Merkez Komite)’sinden (Hücre)lerine kadar bütün unsurları ile tam Bolşevik bir parti yaratmakta, Türkiye işçi sınıfının keşif koluna önemli mecburiyetler gelir dayanır. Herhangi siyasi akımlar içinde taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kitlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hatta kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisine doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt, partimizin gizli faaliyet tecrübelerinden çok istifade edebilir. Mamafih partimiz özde kardeş olmakla beraber, önce ana örgüt, sonra ağabey örgüt olduğuna göre, Kürdistan’ın yeni yerel ve özel şartlarına göre büsbütün mahsus (spesifik) savaş şekil ve sloganları bulmakta, özellikle ilk zamanlarda, bütün kuvveti ile ve imkanlarıyla uğraşmalıdır.” (s. 214-215)

Ne yazık ki bugün Türkiye sosyalistleri olarak Kıvılcımlı’nın “ağabey örgüt” dediği örgütlenmenin çok uzağındayız. O zaman da görev kendiliğinden belirmez mi?

DİNİN TÜRK TOPLUMUNA ETKİLERİ’NDEN

“Dinin Türk Toplumuna Etkileri” uzun bir makale halinde 1967 yılında Milliyet Gazetesi’nin aynı başlıkla açtığı bir yarışmaya katılmak üzere yazılmış.

Aynı makale, daha sonra, yeniden gözden geçirilerek Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 1970 Mart tarihli 17. sayısında yayımlanmış.

Sonraki yıllarda çeşitli yayınevleri tarafından broşür olarak ya da Kıvılcımlı’nın yazılarından derlenen seçkilerin içinde defalarca yayımlanmış.

En son Ekim 2024’te TÜSTAV tarafından yayımlanan ve tarafımızın hazırladığı 3 ciltlik Dr. Hikmet Kıvılcımlı – Dergi Yazıları derlemesinde de tam metin olarak yer aldı.

Bu çok önemli araştırmanın “TÜRK TOPLUMU” ve DİN başlıklı bölümünüilginize sunuyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

“TÜRK TOPLUMU” ve DİN

Batı’da Akdeniz medeniyetinden ROMA İmparatorluğu çökerken, ona “coup de grace” (son kurşun)u indiren Barbarlar akınının koçbaşı Hünler idi. Uzakdoğu’da Roma’nın karşılığı demek olan Çin medeniyetinden TANGLAR sülalesi çökerken, ona son kurşunu vuran Barbar akınının koçbaşı, İslam kültüründe “Kıyamet alâmeti” sayılan Tibetli TUFAN ulusları oldu.” (H. Kıvılcımlı: Tarih – Devrim – Sosyalizm, s. 260).

Yakındoğu’da Antika medeniyetler zincirinin son halkası olan İSLAM medeniyeti çökerken, ona son kurşunu vuran Barbar akınının koçbaşı, bir çeşit Tufan sayılan, Hün torunlarından Cengiz Moğolları, Timur Tatarları oldular. Roma medeniyetinin rönesansı olan BİZANS medeniyeti, Batı’dan gelme Hristiyan Barbarlarla, yalnız aşı edildi; çökeceği sıra, Doğu’dan gelme son Müslüman kurşunu vuran koçbaşı artık (Hün-Moğol – Tatar değil) doğrudan doğruya TÜRKLER (Selçuklu – Osmanlı) oldu.

Önce Din nedir? En geniş anlamıyla, her şeyden önce Toplumcul bir olaydır. “Toplum mu Dine etki yapar, Din mi Topluma?” sorusu önümüze çıkmamazlık edemez. Toplum Dini yarattığına göre, yaratan mı yaratığı etkiler, yaratık mı yaratanı? Bu, metafizik “Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?” sofizmidir. Gerçekte, hem tavuk yumurtadan, hem yumurta tavuktan çıkar. Dolayısıyla, Toplum Dine etki yaptığı gibi, Din’ de Topluma etki yapar. Mesele, hangi elle tutulur, somut şartlar içinde, Toplumun Dine ve Dinin Topluma neden ve nasıl etki yaptığını araştırmak ve bulmaktır.

Özel anlamıyla Din Nedir? Toplumda, insan kişilerin düşünce ve davranışlarına, kişiler üstü güçlerin etkilerini yorumlayarak uygulayan, teorik bir dünya görüşü ve pratik bir evren düzenidir. İsa’nın doğumu sıralarında doğduğu anlaşılan “Türk toplumu”na, hangi kişiler üstü etkiler, ne gibi yorumlamalara ve uygulamalara yol açan dünya görüşleri getirmiştir?

“TÜRK DİNİ”

Ziya Gökalp bir “Türk dini”nden bahsederken, o dinin Türk sosyal yapısının bir ürünü olduğunu şöyle açıklar:

Türk dininin genel izahı bize gösterecektir ki, eski Türklerde Tanrılar, sosyal zümrelerin sembolleri gibidir. Her Tanrı mutlaka bir zümrenin vicdanını temsil eder. Aşiretin timsali Ogan, Batınların timsali Yersu’lardır. Batınlar aşiretten dukları gibi, doğ Yersular da, Ogan’ın oğullarıdır. Buguhan, cemaatini 4 orduya ayırmış, her birini bir cihetin bekçisi tanıtmıştı. Bu sosyal örgütün lahuta in’ikasından (gökyüzü aynasına çarpmasından): Gök, Kızıl, Ak, Kara Han’lar diye 4 ikinci derece Tanrı vücuda geldi. Bunlar Ogan’ın oğulları sayıldı. Sonraları, sosyal zümreler bölündükçe, Tanrıların sayısı da o bölümlenişe paralel olarak arttı. Bu tanrılara Yersu adı verilmesi, Türklerin toplantılarının vahalara ve büyük ırmaklara tabi olmasındandır.” (Z.Gökalp: Türk Töresi, s. 29).

Görüyoruz. Burada Dinin Türk toplumuna etkisinden çok, Türk toplumunun Din üzerine kesin etkisi vardır. Gerçi bir yol doğmuş bulunan Din’in, ondan sonra karşılıklı olarak Türk toplumuna yapmadığı etki kalmayacaktır. Örneğin:

“Türklerin ülkelere bağlı “Yersu”ları olduğu gibi, doğrudan doğruya her Boy’un koruyucusu olmak üzere, özel bir Tanrısı vardı. Mahmud-u Kaşgari bunlara Cığı = Cıvı adını veriyor. İki Boy savaşacakları zaman, savaş gününden önceki gece sırasında, o kabilelerin Cıvı’ları savaşırlarmış. Bunlardan hangisi üstün gelirse, sabahleyin onun Boy’u üstün çıkarmış. Böylece, kan davalarının, gazvelerin, kabile savaşmalarının başlıca sebeplerinin Cıvı’lar olduğu anlaşılıyor. Bir kabileden bir tek kişiye saldırmak, onun taptığına saldırmaktı. O halde, tek kişinin öcünü almak; taptığın öcünü almak demek olurdu. Bu suretle, kadın dininin bir asabiyet dini olduğu ortaya çıkıyor. Aile dayanışmasını var eden ve boyuna kuvvetlendiren Cıvı’larla, Yersu’lardır. Oguş ile Boy ilk ailelerdir. Bunların dayanışması, aile asabiyetidir.” (Z. Gökalp: Keza, s. 30).

Bu sözlere bakılırsa, “Savaşanların başlıca sebebi Cıvı’lar” sanılır. Ama daha önce Z. Gökalp’in kendisi, Cıvı’ların da Yersu’lar ve Ogan’lar gibi, “Gök aynasında görünen” sosyal örgüt sembolü olduklarını açıkladıydı. Demek Cıvı’lar savaşın sebebi değil; Kabile, Boy, Aile savaşlarının sadece bayrağıdırlar. Yakındoğu’nun İslamlığından ve Uzakdoğu’nun Budistliğinden önceki Türk toplumu, kendi NORMAL Tarihöncesi çağını yaşarken, yaptığı bütün kişi üstü etki yorumlarında, yani Din kavramlarında kendi öz yapısının gerekleriyle sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Dinin Türk toplumu üzerine etki yapmasından çok, Türk toplumunun Din üzerine yaptığı etki göze çarpmış, idealistler dahi bu yanı saklayamamışlardır. Türk toplumuna Din dışarıdan gelmemiş, kendi içinden doğmuştur. Dinin etkisi toplumun etkisi ile kaynaşık bulunmuştur.

NUH – TUFAN – TÜRKLER

Türk toplumuna dışarıdan geldiği için “etki yapmış” sayılabilecek iki Din vardır: 1- Uzakdoğu’da Budizm, 2- Yakındoğu’da İslamlık. Bugünkü Türkiye’de yapılan bir anket, “Türk toplumuna Dinin etkileri”ni araştırınca, ne Tarihöncesindeki, ne Uzakdoğu’daki Türk toplumları muradedilmemiş sayılabilir. O zaman konuyu şöyle belirlendirmeliyiz: “Yeryüzünün Türkiye denilen toprak bölümündeki Türk toplumuna İslam dininin etkileri nelerdir?”

Türklerin İslam dininden etkilenmeleri, Cermenlerin Hristiyan diniyle etkilenmelerini andırır. Semit geleneği, ilk insanı Adem ile Havva’ya bağladı. Bunun anlamı ayrı bir konudur. İlk Sümer medeniyetini, İslamlığın Tufan adını verdiği biçimde, suların basması gibi basan Semit Barbarları akını üzerine insanlık Nuh oğullarına bağlandı. Tarihte ve mitolojilerde anılan Nuh oğullarının adlarına bağlı uluslar göz önüne getirilirlerse, şaşılacak bir gerçekle karşılaşıyoruz: Bütün adı geçen uluslar, Tufan olayı sırasında, Yakındoğu medeniyeti ile uzaktan yakından ilişki kurmuş Tarih öncesi toplumlardır. Başka deyimle, “Nuh Oğulları” denilen insanlar, Tarihe değmiş Barbar yığınlarıdırlar: Frigyalılar, Cimmerler, İskitler, Medler, İonyalılar, İberyalılar, Toğormanlar JAFET’in oğulları; Elamlar, Asurlar, Ermeniler, Aramlılar v.s. HAM’ın oğulları Keldanlılar, Araplar, Mısırlılar, Libyalılar, Faslılar, Nümidler, Ken’anlılar, SAM’ın oğulları sayıldılar. 

Tufan’dan sonra Tarihe (ama Yakındoğu medeniyetlerinin tarihine) giren bütün o adı geçen uluslar, Tufan sırasında MEDENİYET siciline geçirilmiş bulunan Semit jenealojisine bağlanmak zorunda kaldılar. Yakındoğu medeniyetleri çevresinde Tarihe giren Türkler, Nuh oğlu Yafes dölünden sayıldılar. Müslüman Pers tarihçileri o kadarla da yetinmediler. Türkleri Muhammed peygambere yaklaştırmak için, Arapların bağlandıkları SAM adından çıkartmaya çalıştılar. Bu kadarına karşı artık Türk Müslüman yazarlar bile karşı çıktılar:

Oğuz Khan, İbrahim Aleyhisselam oğlu, İshak oğlu, Iys’in oğludur dediler. Yanlış yaptılar. Çünkü, Iys Küçük – Rum atasıdır ki, İkinci – Rum’dur. Sam oğlu Erfahşad dölündendir. Oğuz ile Türk ve Moğol, Birinci – Rum gibi Yafes çocuklarındandır. Selçuklular dahi İbrahim’e ulaşır demek, kimi Pers tarihlerinde anılır, ama bu Perslerin şeni taassuplarındandır.” (Neşri Tarihi, C. I, s. 56).

TÜRKLER DİNSİZ YA DA TABİATA TAPICIYDI

İslam tarihleri, çoğu, Mitolojilere karışık ve karanlıktırlar. Ravzat’üs Safa’ya göre, Yafes Pers kahramanı Cyrus (Kiyumres) gibi, İsa’dan 600 yıl önceleri yaşamıştır. Yafes 240 yaşındayken Zib Bakuy sahneye çıkar. Cyrus’ten 170 yıl sonra Oğuz görünür. Hangi rakam doğru?

Neşri, tarih kargaşalığına bir düzen vermek için, Nuhoğlu Yafes’e bağladığı Bulcas’la Türk Tarihini başlatıyor. Önce, “Bulcas’ın iki oğlu vardı: Biri Türk, biri Moğol” diyor. Bu oğulların kum gibi, ağaç yaprağı kadar kalabalık dölleri bulunduğunu anlatıyor. Daha bu sözü bitirmeden, Bulcas’ın iki oğlunu unutuyor. “Bulcas ölünce, büyük oğlu Zib Bakuy yerine geçti” diyor. “Bunun atasından mülkü ve saltanatı ve şevketi ve mehabeti ve askeri çok” bildirisi ile, Zib Bakuy’un şu dört oğlunu sayıyor: 1) Kara Han; 2) Or Han, 3) Güz Han, 4) Gür Han.

Kara Han, “Dinsiz, kafir ve cebbardır. Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdi” (Neşri,1/10).

Kara Han’ın kendisi “dinsiz” iken, bir de bakıyoruz, anasından doğar doğmaz Müslüman olan bir harika çocuğu dünyaya geliyor. “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teala anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti. Bu, halkı hakka davet edince, atasıyla yaman savaş (vahşet-i azim) oldu. Oğuz’la atası arasında 75 yıl öldürüşme (kıtal) yapıldı… En sonra Kara Han öldürüldü. Oğuz Doğudan Batı’ya varınca yeryüzünü ele geçirdi.” (Neşri,1/10).

FETİH VE MEDENİYET

İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınışı günümüze kadar iki zıt gibi görünen kutupta tartışıldı, tartışılıyor.

İslamcı-Türkçü kesimler bunu İslam’ın zaferi biçiminde sunup o yönde kutlamalar yapıyorlar. Her 29 Mayıs’ta mehter gösterileri eşliğinde surlara çıkılıyor, İstanbul adeta yeniden “fethediliyor”. İçi bomboş bir hamasetten ileri gitmeleri mümkün olmadığından onları 500-600 yıl önceki kafalarıyla bırakalım.

Bir de kendilerini çok “hassas” sayan liberallerimiz var. Onların da İstanbul’un fethine yaklaşımı aynı sığlıktadır. “Zulüm 1453’te başladı” gibi sığ sloganlarla boy gösteriyorlar onlar da.

Kıvılcımlı İstanbul’un fethinin 500. Yılında (1953) Fetih ve Medeniyet broşürüyle konuya yaklaşımını yayınlamıştır. Ömrünü adadığı Tarih Tezi ışığında İstanbul’un fethinin insanlık için taşıdığı önemi bilimsel bir bakışla ortaya koymuştur.

Broşürün daha ikinci cümlesinde “İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.” diyerek konuya hangi boyutlarda yaklaştığını belirtir bize. “Fetih”in sadece zapt ve işgal anlamına gelmediğini, aynı zamanda “açmak” anlamına geldiğini açıklayarak aydınlatır olayı.

Henüz Tarih Tezi ile ilgili hiçbir yayın yapamamış olan Kıvılcımlı bu broşürle Tarih Tezi’nin bir uygulamasını yazıp aydınlatmış, adeta bir giriş yapmıştır kendi tezine.

Bu önemli broşürün giriş bölümünden birkaç başlık paylaşıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

I– FETİH BİR MEMLEKETİN Mİ? İNSANLIĞIN MI?

İstanbul’un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl evvelki kafa ile düşünmek olur.

İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.

Din, kadim savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama sade bir bayrak… Bugün de bayrak, harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dinî esbâb-ı mucibeler [gerekçeler] kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih hengâmelerini [kargaşalarını] güden derin maddî kanunların satıhta yüzen [yüzeyde görünen] sembolik anlatımlarından ibarettir.

Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul’un Fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.

Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının -Yalnız Müslümanlara, Yalnız Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak âdetti.

Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı -hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.

II– FETİH ZORLA MI? GÖNÜLLE Mİ?

Bizzat İstanbul’un Fethine yakından bakalım. Orada Hıristiyan-Müslüman bütün geniş halk yığınlarının, adeta farkına varmadan, hatta belki istemeyerek, elbirliği ettikleri görülür. Fetih açılmak manasına gelince: İstanbul’un açılışı hem içeriden, hem dışarıdan olmuştur. İstanbul’un kapıları, dışarıdan genel olarak Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açılmıştır.

Bu gerçeği bize en iyi anlatan Osmanlı belgesi, Fetva derecesinde yetkili bir hükümdür. Hicri 945, Milâdî 1538 yılında, yani fetihten 75 yıl sonra, Kanunî Süleyman zamanında ortaya nazik bir dava çıkıyor:

İstanbul zorla mı alındı? Barışla mı?

Gerek İslâm, gerekse genel olarak göçebe geleneğinde: Bir şehir, ya Zorla (An’veten) yahut Barışla (Sulhen) ele geçirilir. (An’veten) yani zorla zapt edilen şehirde bütün başka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı din mabetleri yok edilir. Halbuki fetihten sonraki İstanbul’da Hıristiyanlarla Yahudiler tamamen hür yaşıyorlardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.

Neden İstanbul’daki gayri Müslim tapınakları yıkılmıyor? Neden Müslüman olmayanlar köle edilmiyor?

Kanunî devrinde bu sorular zihinleri öylesine tutuşturmuş ki, alevler meşihat [şeyhülislamlık makamı] saçağına kadar yükselmiş: Ve bunun üzerine, Padişahların bile önünde eğildikleri fetva yoluna gidilmiş. İnkılâp Müzesinin 88 numarasında kayıtlı: “Kanun-u muteber der-zaman-ı Süleyman”[Süleyman zamanında yürürlükte olan yasa] elyazması (Kaleme alınışı: Hicrî 988, Milâdî 1580) Ebussuud’un şu fetvasını tespit ediyor:

MESAİLİ ŞETİY (AYRIŞIK MESELELER): Merhum Sultan Mehmet Han Mahmiye’i İSTANBUL ve etrafındaki KARİYELERİ [köyleri] an’veten fetheylemiştir.

ELCEVAP: “Maruf olan [ bilinen] an’veten fetihdir. Ama kenaisi kadime hali üzere ipka olunmak [kiliselerin eski haliyle yerinde bırakılması] sulhen fethe delâlet eder [gösterir]. Sene-i Hams ve Erbain ve Tis’a mie(3) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur [araştırılmıştır]. 110 yaşında bir kimesne [kimse] ile 130 yaşında bir kimesne bulunup Yahudi ve Nasara [Hıristiyan] taifesi [topluluğu] elaltından Sultan Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure Nusret [yardım] itmiyicek olup Sultan Mehemmet dahi anları sebyetmeyip [esir almayıp] malları üzerinde mukarrer idicek [karar verecek] olup bu veçhile [yolla] fetih oldu deyu müfettiş muhzirinde [huzurunda] şehadet [tanıklık] idüp bu şehadet ile kenais-i kadime [eski kiliseler] hali üzere kalmıştır. Ketebehu [yazan] Ebussuud”

Demek, İstanbul yalnız Müslümanın zoru ile değil, aynı zamanda Hıristiyan halkın gönlü ile fethedilmiştir.

Filhakika, Fatih devrinin Türkleri, zamanımızın Atom bombası kadar müthiş görünecek, yeni teknik keşiflerle İstanbul surları önüne gelmişlerdi. Macar mültecisi Urban, o zamana kadar görülmedik topu dökmüştü. 60 öküzle ve iki bin insanla iki ayda Edirne’den İstanbul’a gelen bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi [112.5 santimetreydi], sesi 30 milden işitiliyordu. 1200 okka çeken granit güllesi bir mil uzağa düşüp, 6 kadem derinliğinde toprağa gömülüyordu.

Fakat, bazı manidar noktaları unutmayalım:

l- Macar Urban, ilkin Bizans hizmetinde idi. Osmanlılar, onu Bizans’tan kendilerine çekmeyi bildiler. Çünkü, terakki [ilerleme] beri taraftaydı. Bizans geriliğe batmıştı.

2- “Rumların da topları vardı.”, “Yalnız cephaneliklerde barut azdı.” (Ahmet Refik, Bizans Önünde Türkler, s. 402) ve Bizans topları, kullanılması pek becerilemediği için, geri teperken kendi surlarına zarar veriyordu. Demek Bizans’ta eksik olan top değil, insan imanı idi.

3- Nihayet, bütün dehşetine rağmen Urban’ın “Şahî” adlı topu, Bizans’ı fetheden şey olmadı. “Bir gün patladı. Mucidini de, zabitlerini [subaylarını] de öldürdü”. (a. g. y., s. 402)

Osmanlılar, top tekniğinden başka, yaman bir ahşap kule de kullandılar. Lâkin, bir sabah, kulenin geçmesi için doldurmuş bulundukları hendeğin yeniden boşaltılmış olduğunu görünce şaşırdılar. Gene Osmanlılar yeraltı yolları ile surların altından geçmeye çalıştılar. Lâkin bir Alman, Bizans tarafında dahi dehlizler açıp, Rum ateşiyle Türkleri karşılamayı akıl etti. Osmanlı donanması, Haliç zincirini kıramayınca, karadan Haliç’e aştı. Lâkin, bu daha çok manevî tedhişe yaradı.

Bütün tarihi değişmelerde bu böyledir, İstanbul’un Fethinde de yalnız başına teknik unsur, yetici bir kuvvet olamamıştı. Bütün mesele o tarihsel savaşta, iki taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan meselesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has bâtıl itikatlar [boş inançlar] şeklinde belirtiler veriyordu. Kuşatma günlerindeki Bizans’ın halk psikolojisini tarih şu satırlarla anlatır:

Bazen ortaya bir takım şayialar çıkıyor, gökten bir emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine mümanaat [engel] olunmaması, hattâ Jüstinyanüs sütununa kadar bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu şayialar Bizans’ı müdafaa için silâha sarılmak istemeyenleri memnun ediyordu.” (a.g.y., s. 398)

O zamanın insanı, içgüdülerine başka dil bulamıyordu. Bu hali sözde “Bizans ihaneti” ile izah etmek, büyük tarih olaylarını, küçük hilekârlıklara indirgemekten farksızdır. İhanet, yüzeyde görülen şeydir. Asıl derin sebepler: Bizans toplumsal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş bulunmasında gizlenir. Ezilen Bizans Halkı, Dini ayrı Osmanlı Türklerinde adalet ve insanî kudret sezmiştir. Bizans rejiminin baskısı, halk için dâfia [itici] rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe kuvveti gibi çekmiştir.

Ve bir gün, en kritik anda, Bizanslı insan, şehir surlarının o aşılmaz kapılarından birini, görünmez elleriyle, ansızın, Kostantin’in arkasından Türklere açıvermiştir.

III- KADİM TOPRAK DAVASI

İstanbul’un Fethine, Müslüman olmayanlar neden taraftardılar?

Nasıl oldu da aynı İsa dinli Papa’nın Katolikliği ile bir türlü kaynaşamayan Bizans Halkı, can düşmanı Müslümanlarla “El altından ittifak” ediverdi?

Bu çelişkili görülen gerçeği, Hıristiyanların güya şaşkınlığı ile yorumlamak, en hafif manasıyla şaşkınlığın ta kendisi olur. Gerçek tarihte, şaşkınlıklar ve yanlışlıklar aramak bilim dışı bir kuruntudur. Tarihte en kör tesadüf saydığımız olaylar bile, son duruşmada, önüne geçilmez: “Tunç kanunlar” icabıdır. Bizans çelişkilerinin iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları, Kadim Çağların Toprak Meselesine dayanır.

Bizans 10-11’inci yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşadı. 11’inci yüzyılla beraber derebeyileşmeye başladı. Derebeyileşme, köy topraklarının mütegallibe [zorbalar] eline geçmesi demektir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyileşmenin ilk tepkisi, merkezî devletin can damarını tıkamak oluyordu.

Arazinin kamilen [tümüyle] kilise ve manastırlara geçmesi hazinenin varidatını [gelirlerini] azaltıyordu. Rahiplerin imtiyazı orduyu kuvvetsiz bir hale getiriyordu.”

Bunun üzerine, bütün kadim imparatorluklarda adeta “tekerrür” eden fasit daire [kısır döngü] harekete geçti.

Gelire susayan:

İmparatorlar, ahalinin vergisini arttırmaya başladılar. Kilise ile bazı imtiyazlı sınıflar vergiden muaf oldukları için bütün yük köylü ile esnafa yükletildi.” (SCH. DİEHL, “BYZANCE. Grandeur et Decadance” ve St. Rumciman, “La Civilisation Byzantin” eserlerinden özet: Ş. B., Ül. 79, Temmuz 1939, s. 410)

Derebeyileşmenin yarattığı çelişkiler, yalnız alt tabakaları ezmekle kalmaz. Üst imtiyazlı zümrelerin dahi tepişmelerine yol açar. Derebeyilerle merkezî Kral arasında çarpışmalar alır yürür.

Osmanlı imparatorluğu kurulurken bu mücadele son safhasına [evresine] varmış. Beyler lehine neticelenerek büyük bir kısım toprakların mülkiyeti ile birlikte, devlete ait nüfuz ve salâhiyetlerin [yetkilerin] de malikâne sahiplerinin ve kiliselerin eline geçmesini mucip olmuştu [gerektirmişti].” (Zahariae: Boissonadde’den nakil. Ö. B., Ül. 61, Mart 1938)

Osmanlı yıldızının parlaması böyle bir fırsat çağında başlar.

“Osman Bey zamanında Bizans imparatoru, ikinci Andronikos’tu (1283-1338). Andronikos, sekizinci Mihail Paleologos’un oğlu idi. Zamanında Anadolu perişan bir halde idi. Babası Mihail’in devrinde Anadolu’nun Vitinya (Trabzon vb.) ve Firikya gibi dağlık yerler arazisi vergiden muaftı. Buna mukabil [karşılık] onlar da yerli asker teşkil ederler, memleketin müdafaasına yardım ederlerdi.

Mihail, hazinenin zaruretini [sıkıntısını] görünce, kumandanların aylıklarını kaldırdığı gibi, onlardan fazla vergi de almaya başladı. Keza ahalinin de vergilerini arttırdı. O derecede ki, vilâyetler, artık hükümete imdat şöyle dursun, kendilerini bile müdafaadan aciz kaldılar.” (Ahmet Refik, Bizans Karşısında Türkler, İstanbul 1927, s. 22-23)

Yâni, Vitinya (Trabzon vs.) ve Firikya (Bursa ile Konya) Bizans’ın en hassas noktaları haline gelmişlerdi. Osmanlılar da, tam bu kaynaşma noktalan üzerine binmiş bulunuyordular.

Böylece, zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; geniş halk yığınları için çekilmez işkence; üst tabakalar için de huzursuzluk kaynağı olmuştu. Bu şartlar altında, Osmanlı akınlarını yalnız Hıristiyan kara halk hoş görmekle kalmadı; bizzat Bizans Tekfurlarından da Osmanlı hareketine katılmalar sıklaştı. İlk Osmanlı hamlelerinin siyasî akıl hocası ve dışişleri bakanı durumunda olan şahıs Köse Mihaldi. Rumeli fetihlerinde Evrenos Beyler: Türk İlbleri (Şövalye-Gaziler) ile yan yana zafere koştular, İstanbul Fethine öncül olan Güzelce Hisar’ı başta Zagnos Paşa kurdu. İstanbul kuşatmasında Kayser’in barış teklifine Veziriazam Halil Paşa taraftar iken, bu teklife karşı koyan, kuşatmaya devam işinde Fatih’i ikna eden gene aynı Zagnos oldu.

Tarihte hep öyledir; Maddî sebepler bir defa yolun ana hatlarını çizdi mi, o yolda gereken manevî unsurlar hemen baş gösterir. Nitekim, sübjektif olarak, ortada hâlâ bir Hıristiyanlık ve Müslümanlık gayreti vardı. Ama, objektif durum, tarih sahnesinde rol oynayanların başı üstünden, insanlığın yazgısını geliştirmekte Hıristiyan’ı Müslüman’a yardımcı ediveriyordu. Bunun en parlak örneğini, Müslümanlara karşı Haçlı seferi için gelen Katalanların, sonra Bizans’a hücum etmeleri verir.

Kendilerine “Mağribî” de denilen Katalanlar, Roje de Flor kumandasında, Bizans İmparatoru emrine girmişlerdi. Aydın, Menteşe, Saruhan, Karasi ve Karaman Oğullarına karşı zaferler kazandılar. Bu sefer Andronikos ürktü. Bulgarların Bizans’a hücumlarını bahane, ederek, Katalanları parçalamaya yeltendi.

Katalanlar, İmparatorun maksadını anladılar. Türklerden aldıkları yerleri tümüyle tahrip ettiler. Ordularını parçalatmamak ve Bizans’a erzak vs. göndertmemek için Çanakkale Boğazını tuttular, Gelibolu’ya yerleştiler. Daha sonra, Rumların hud’alarından [aldatmalarından] dilgir [kırgın] oldular. Onlara karşı en müthiş muharebelerde bulundular.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 25)

Bizans, Katalanların reisi Roje’yi öldürdüğü vakit, Gelibolu’da yapılan toplantıda, Katalan reislerinden Beranje şöyle bağırdı:

Anadolu’yu silâhımızın kuvvetiyle Türklerin (Derebeyileşmiş Selçuk saltanatı artıklarının demek istiyor) zulmünden kurtarmaklığımız bizim için ne derece ebedî bir şan ve şeref bahşedecek ve namımızı en uzak haleflerimize kadar intikal ettirecek [geçirecek] kadar bir hadisedir. Bunu bize bu derece narevâ [yakışıksız] muamelede bulunan Rumların da hayretle takdir etmemeleri gayri kabildir. Bu hayınlar, şimdi muzaffer kollarımızın kuvvetini anlasınlar.

Kızışma en çok Fatih’in dedelerine yaradı. Osmanlı Türkleri:

Katalanların Gelibolu’ya yerleşmelerinden 1 sene sonra Bizans’a karşı yapılan muhacemelerden [saldırılardan] istifade etmeye başladılar.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 26)

Türkler Katalanlarla beraber Marmara sahillerini tümüyle elde ettiler. Bu suretle, Trakya Anadolu’dan geçerek Türkler için büsbütün açıldı.” (a. g. y., s. 30)

106. DOĞUM YILINDA VEDAT TÜRKALİ

Kıvılcımlı’nın 48. ölüm yıldönümü olan 11 Ekim 2009’da Kıvılcımlı’nın mezarı başında bir anma yapıldı ve bu anmayı yapan kalabalık, etkinliği İstanbul Aksaray’daki Su Tiyatrosu’nda sürdürdü. Anmanın daha önceki anma toplantılarından farkı, ilk defa neredeyse tüm Türkiye Sosyalistlerinin (15 kadar farklı siyasi parti, platform, gazete çevresi) ortaklaşa anmasıdır. Bu anmanın tüm süreci detaylarıyla sitemizde bulunan BİR YAYINEVİNİN ÖYKÜSÜ (Sosyal İnsan Yayınları) başlıklı e-kitaptan okunabilir. Bu metin, on beş sosyalist grup tarafından yapılan bu etkinlikte, tüm grup ve partiler adına Vedat Türkali’nin yaptığı konuşmadır. Konuşma daha o zaman tarafımızdan yazıya geçirilmişti. Sonraki yıllarda bu konuşma-yazı 2017 yılında Dipnot Yayınları için hazırladığımız HİKMET KIVILCIMLI KİTABI’nın “Kıvılcımlı Üzerine Yazılar” bölümünde kendisinin izni alınarak ilk kez yayımlanmıştı.

Bu çok önemli konuşma metnini 106. doğum gününde yeniden yayımlıyoruz. Anısına sonsuz saygıyla.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

“BİZE IŞIK TUTAN DR. HİKMET KIVILCIMLI’YDI

Vedat Türkali

Çok değerli genç arkadaşlarım, yoldaşlarım hepinize selamlar sevgiler…

(…)

Şimdi biz konuşacağız, söyleşi yapacağız aramızda. Ben 90 yaşında bir komünistim. Kendimi çok talihli saymışımdır. 1919’da çok yoksul bir semtte, emekçi bir aileden doğdum.

Bu bir defa büyük avantajdı benim için. Mahallemde okuyan tek kişiydim. Ve asıl talihim de o zaman TKP ile ilişkisi olan bir komünist genç arkadaşın bizim okulda olması ve bana ışık tutması oldu. Yani dünyayı, tam 11. sınıftaydım, liseyi bitirmek üzereyken -hatta hatırladığım, yani tatildi- kavramaya başladım, evvela şüphelerle…

Sonra tanıdığımız bir köy öğretmeni vardı. Onunla başladık yakınlaşmaya. O solcuydu ve o zamanki TKP’nin Samsun temsilcileri ile ilişkisi vardı.

Sonra kalkıp İstanbul’a geldim. Sene 1937 ve ben TKP’yi arıyorum, niye? Sonradan öğrendik ki TKP 36 yılında desantralizasyon kararı almış Komintern gizli faaliyette bulunmuyor. Bu uzun yıllar parti nerede, kiminle ilişki kuracağız, bunu bulmakta zorluk çektik. Samsun’dakilerle ilişkimiz vardı ama onlar da zaten sorumlu durumdalar, hiçbir gizli ilişkiye girmiyorlar kimseyle. Öyle bir ilk dönem, biz, bir emekleme safhası geçirdik. Bunu zaten ben gerek Komünist kitabımda gerekse uzun destansal anlatmaya çalıştığım Güven romanımda anlatmaya çalıştım. Şimdi evet, anlamaya başlamıştım dünyayı, çok daha erken birçoklarından, sınıfımdaki hemen hemen herkesten daha erken kavramaya başlamıştım. Çünkü sınıf arkadaşlarımın hemen hemen çoğu zaten küçük burjuva, burjuva memur ailesiydiler. Ben açlığı biliyordum. Ha bir de, bir Ermeni arkadaşım vardı. Doktor Hayk Açıkgöz. Onun da anıları çıktı zaten. O kadar. Öğrenmeye çalışıyoruz dünyayı. O yıllarda ise son sınıfta zaten şimdi bu salonda olan o nesil nineniz, anneanneniz bir gül babaanneniz, biriyle tanıştık. Yani biz üç komünist olduk üniversitede o zaman. Arıyoruz, bulamıyoruz, komünist faaliyeti gizli tutuyor ve ağır bir mahkeme safhasından sonra Dr. Hikmet, Nazım Hikmet hemen hepsi hapislere atılmışlardı. Hepsi bizim için bir efsane… Kimdirler, nedirler, çok merak ediyoruz. Kitaplarda okuyoruz, heyecan veriyor bize. Ama görmek konuşmak mümkün değil. Yasak. Meşhur Harbiye Mahkemesi ve Harp Okulu Mahkemesi… Donanma Mahkemesi onaylıyor, bunları sonra ayrıntılarıyla öğrendik. Peki biz Marksizm’i nasıl öğreneceğiz? O zaman Türkiye çöl. Kemalizm’in ağır baskısı var, Kemalist solculuk, o yeter. Memlekette Kapital yok. Gün Gelir külliyatı diye Vakit gazetesinin bir fikir tercümeleri var. Haydar Rıfat diye bir avukat oradan yayınlar yapıyor. İlk defa işte biz orada, daha Samsun’dayken Devlet ve İhtilal, İşçi Sınıfı ve Kautsky Mel’unu gibi kitapları gördük, okuduk. İlk okuduğum kitap Devlet ve İhtilal olmuştu. Çok başka şeyler söylüyordu ama çok çarpıcı şeyler söylüyordu. Ama bunu tam anlamak lazımdı tabi. Nasıl, çok zor. TKP’yle böyle bir örgüt bağı yok, kurulamıyor. Çünkü TKP 36’da Komintern’in kararıyla desantralizasyona geçmiş. Yani ayrılmış ve Kemalizm’i destekleme görevi verilmiş. Bunları gerekirse ayrıca uzun uzun konuşabiliriz, yazılabilir… Ben şöyle bir kısaca geçiyorum. O zaman bizde, Ha bir de Carl Capiyero diye bir İtalyan anarşistinin Kapital tercümesi var, Haydar Rıfat’ta bir tercümesi var, nasıl tercümedir nasıl bir iktisat dergisinde Capiyero’nun tercümesi çıktı parça parça… Bu Rasih’in babası olur. Suphi Nuri İleri, iktisatçı, solcu o da. Fakat o sırada İstanbul’da biz bir grup ve gruplarla ilişki kurmayı başardık. Zaten savaş başlamış savaş yıllarında olaylar değişmiş ve bir kaynaşma başlamıştı Türkiye’de. İlk defa Doktor’un kitaplarını görmeye başladık. Marksizm’in Bibliyoteği kitaplarından ve pek ciddiye almamamıza rağmen niyeyse Ferit Sait’in kitaplarından da yararlandık. Fakat 1936-37’lerde asıl bizi doyuran, bize ışık tutan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Ha şunu önce söyleyeyim ondan evvel bizim düşünsel dünyamızı, ruhsal dünyamızı besleyen, destekleyen Nazım’dı. Lisedeyken Nazım hayranıydık, Nazım’ı okuyorduk. Ve sonradan öğrendik ki Nazım ve parti çatışması o günlerde artık sönmeye başlamıştı 36’larda… Ve Nazım da, ben sonra belgesini gördüm, Moskova’da. O teşkilatı diye, Komitern adına o günkü TKP yetkilileri suçlamışlardı ağır bir biçimde. Tabii ki Dr. Hikmet, o suçlayanlar safındaydı. Biz aramızda, partiyi bulamayınca hücre kurmaya karar verdik ve tahsil olayı vardır meşhur… “Saraçoğlu faşisttir” yazılı pankartı asar Mihri’yle beraber -arkadaşımız Asaf, Dr. Hayk Açıkgöz ve çok yiğit bir arkadaşımız olan Hasan Basri Aydın. Hasan Basri Aydın’ın bir avantajı vardı, daha evvel İstanbul’a gelmiş. Dr. Hikmet’i tanıyor, Nazım’ı da tanıyor, biz zaten o Nazım ve parti kavgasına karışmadık. Üzülüyoruz niye böyle diye, daha bir şeyler de bilmiyoruz doğru dürüst. Şimdi şöyle bir giriş mahiyetinde bunları söyledim.

Ve Doktor’a biz o zaman işte o küçücük kitaplarıyla, Marksizm Bibliyoteği… İşte Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi, Emperyalizm… bütün o kitapları yer gibi okuduk. Bize ilk ışık tutan oydu. Yani bilimsel olarak Marksizm’i öğreten oydu. Zaten o daha önce Kapital çevirisi vermeye başlamıştı. Kemalistlerle aralarının biraz düzelmesi havası içinde bunların da olabileceği bir demokratik bir fırsat yakalayacağını sanarak… Halbuki işler öyle gitmedi, biliyorsunuz zaten Komintern’in de kaygıları var, sonradan ben bütün belgelere baktım. Bütün istediği Sovyetler Birliği’nin, savaş geliyor… Komintern dünya devletlerini ikiye ayırmış: Savaştan çıkarı olanlar, çıkarı olmayanlar. Kemalist Türkiye çıkarı olmayanlar arasına konmuş. Ve TKP’ye demişler ki, git ülkene ve gizli çalışmayı kesinlikle bırak ve sekter kavgalara kalkışma, karakolluk işe kalkma evet ve mevcut CHP idaresi, Kemalistleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Alman aleyhtarı, anti-faşist Sovyet dostu ve emekçi halkın haklarına saygılı bir çizgiyi geçirmenin savaşını ver. Kolay bir şey değildir bu tabii.

(…)

Şimdi bu arada tabii ki Nazım hayranıyız. Nazım hapishanede o meşhur büyük ölmez insanlarını yazmaya başladı. Bir biçimde elimize geçiyordu ve Doktor’un kitaplarını toplatmaya başlamışlardı o zaman. Sakladık ve oradan da öğrenebildiklerimizi öğrendik. Sonra, diyorum ya, ben çok talihli bir adamım. 1951 yılında tevkifata uğrayan gruba bağlayayım da belirsiz kalmasın: 1943-44 yıllarında tam örgütü düzelttik, hazırlık yapmışız, baskı makinası aldık, baskıya gireceğiz, kendimizce parti adına güya yayın yapacağız.

1944’ten sonra asıl TKP ile temasa geçtik. Ve o zaman Mihri Belli arkadaşla çalışmalarımıza başladık. Bütün ekibi dağıttık. Ayrı ayrı yerlerde herkes üyesini buldu. Ve ben de o arada Akşehir’de hocaydım. Askeri öğretmendim. Oradan irtibat kuruyorduk. İstanbul’a geldiğimizde de zaten 44 hareketi hemen yakalandı. (…) Zaten ben yazılarımın birçoğunda değindim romanlarda da ve biz o zaman gene dışarıda yalnız kaldık ve bize bekleyin dediler ve belki yıllarca bekledik. O arada Mihri Belli gençlerle beraber harekete geçti. Biz de Mihri’yle beraber çalışıyoruz merkezde, o zaman Ankara’daki hareketleri izliyoruz falan ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı hayal bizim için. Nazım’a varmak mümkün değil, onlar partinin kahramanları, eserler veriyorlar. Ve sonra 45’ten sonra… yalancı bir demokrasi ve partiler açıldı. Doktor Şefik Hüsnü harekete geçti. Şefik Hüsnü ile ben gizlilik zamanında tanıştırıldım. Bizim Mihri tevkif edilince bana bir adres vermişti oraya gidersin, dedi o gittiğim adres merkez komünistlerinin bağlantısıymış, o da beni Şefik Hüsnü’ye götürdü. Sonra o dönem başladı.

Yani diyeceğim, o yıllarda gizlide olan işlerden şu veya bu biçimde haberli olmaya çalıştık, ilişkiyi kaybetmemeye çalıştık ve Dr. Hikmet’i ve Nazım’ı hep özlemle, hayranlıkla seyrettik dışarıdan. Sonra tekrar harekete geçtim. 51 tutuklamasından içeri alındım, bunlar uzun hikaye tabi. Bunların ayrıntıları daha sonra yazdığım romanlarda geçiyor. Sonunda yine büyük bir talih eseri ile birlikte tutuklandım, kimlerle: Reşat Fuat, Zeki Baştımar -zaten tanıyorum onu-, Şefik Hüsnü, Mihri, Ahmet Fırıncı, Halil Yalçınkaya, Celal Benneci, TKP’nin bütün Merkez Komitesi, şimdi bu felaket bir olay… Ama benim için talih oldu; onları bir tek, yıllarca hapishanede gördüm. Ben üniversiteyi bitirdim ama benim gerçek üniversitem cezaevi eğitimim olmuştur.

Şimdi içerideyken biz, Doktor Vatan Partisi’ni kurdu. Onları izliyorduk zaten hapishaneden. Şefik Hüsnü’nün Dr. Hikmet’e nasıl büyük bir sevgi ve hayranlık duyduğunun ben tanığıydım. Ama hiçbirisini tanımıyorum, Kıvılcımlı yoldaşı biliyorum, hayranıyım…

Bizim asıl davadan başka, belli başlı üç tane dava açılmış. Gardiyan dövmekten tut, üste hakaretten… üç ay beş ay filan bunlar için ben azar azar devamlı İstanbul’a getiriliyordum. Talih bir defa yüzüme güldü. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı ilk defa orda tanıdım. Şimdi o günden sonra hep beraber olduk daima, yanından ayrılmamaya çalıştım, çok şey gördüm, çok şey öğrendim ama bugün de daha iyi anlıyorum ki yazık ki onun kitaplarını ben gerçek hakkını vererek o zamanlar tam kavramamışım. Şimdi niye ben bu kadar duruyorum bunun üzerinde? Birçokları zaten der ki, ben Doktor Hikmet’le aman aman çok iyi anlaşırdık. Hayır öyle değildi, işte Nizamettin burada, bizim arkadaşlar bilirler, devamlı tartışırdık onunla ama tabii büyük kısımda hiç de haklı olmadığımı bugün daha iyi anlıyorum.

Doktor bizim Marksist-Leninist kavganın en yiğit önderlerinden biridir. Yalnız odur demem, vardır yiğit insanlar… Fakat Marksizm’e bir hizmet Türkiye’nin gerçekleri içerisinde gerçekten düşünsel katkılarda bulunmuş, bakın sözüme dikkat edin, tek adamdır. Şefik Hüsnü’yü tanıdım, biliyorum, çok iyi biliyorum büyük saygım var. Reşat Fuat öyle. Bu konuda iyi kötü yazı yazanlar var ama Doktor Hikmet çok farklı bir şey yaptı bu memlekette.

Ne yaptı Dr. Hikmet? Şimdi bugün Türkiye’nin en ünlü sorunlarını alalım. Din sorunu. Din sorunu hakkındaki bizim eski ve yeni o zamanki militan yoldaşlarımızın fikri vardı. Hala bugün Marksistim diyenler işte Marx’tan öğrenmişler din afyondur filan. Ama sosyal bir kurum olarak Türkiye’de din nelere oturuyor, neleri yapmamız lazım bizim bu konuda? Bu konuda ciddi biçimde düşünce yolunu açan Doktor Hikmet’tir. Bir gün bana, çok yanılıyoruz, dedi. Afyon, dedi Marx, doğru afyon ama afyon olmasaydı dedi, dişinizi çekemezdik dedi, ağrıdan kıvranır dururdunuz felaket olurdu sizin için dedi. O acıyı azaltma vasfı sınıflı bir toplumda egemen sınıfların hırsızlığı için kullanılıyor, işin felaketi orada. O zaman tutumumuzun farklılığı da ortaya çıkıyor, olması gerekiyor. İkincisi Kürt meselesi. Kemalist dönemde bizim kuşaklarda Kürt meselesi bilesiniz ki tam örtbas edilmiştir. Hele İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Kürtler o zaman çok geri bir şey istediler. İşte bu yobazların efendim gericidirler; İngiliz emperyalizminin, Fransız emperyalizminin maşasıdırlar; Kemalist Türkiye bunlara karşı korunmalıdır… Bir bakıma o günkü TKP’nin de aşamadığı nokta bu oldu. Neden? Bu çok çok kapsamlı bir konu, anlatırken bile çekiniyorum, eksik bakmaktan korkarım. Şimdi Kürtler Ortadoğu’nun en eski halklarından biridir. Geçende MHP Başkanı Devlet Bahçeli, biliyorsunuz büyük kurt, liderimizden biri maşallah. Diyor ki, gerekirse Anadolu’yu yeniden fethederiz! Bakın, çok büyük laflar. Şimdi İzmir’de ben, imza günü yaptılar… Bu arada orada bölge temsilcileri bana sordular bunu. Dedim ki valla iftihar ettim, böyle bir kahraman çıkmış Anadolu’yu fethedecek, fena mı dedim. Fatih Mehmet vardı, bir de Fatih Devlet olur. Ha, yalnız dedim üstada hatırlatmak lazım, biz Anadolu’ya girerken yani Malazgirt vadisinde Romen Diyojen’in yüz binlik Bizans ordusunu Alparslan on bin kişiyle dağıttı. Biliyor musunuz, bu on bin kişinin çoğunluğu, bir rivayete göre de hemen hemen hepsi Kürt’tü. Onun için dedim bu adama söyleyin, Anadolu’yu fethe kalkarsa yanına aman Kürtleri almayı unutmasın. Şimdi Kürtlerin bir talihi var ama bu bir talihsizlik oldu İdris-i Bitlisi diye bir ünlü alimi onların. Bu Uzun Hasan’ın da galiba medrese tahsilini yapmış, ulemadan bir adam… Yavuz Sultan Selim’le İdris-i Bitlisi sonra anlaşma yaptı ve Kürtleri Osmanlı’ya bağladı. Bir nevi özerk idareler verdi. Ayrı ayrı şıhlar, işte aşiret başkanları, beyler kendilerine göre bölgesel haklara sahip oldular. Bu toplumun değişmesinde olumsuz etki yaptı ve Kürtler bir araya gelip yeni bir döneme geçmek ve ekonomik birlik yapmak, burjuvazi yetiştirmek ve yeni bir toplumda bir ortak bir devlet kurmak -bunu beceremediler. Olmaz da, kolay değildir bu. Şimdi şu mesele bile saatlerce konuşulabilir. Ha, o zaman gerçekten gördük ki Kürtler aşiret başkanlarını koruyucu olarak görüyorlar bugün de öyle bazı solcular bunu diyorlar ama bu, sorunun çözülmesi için sihirli bir laf değil. Ha o arada bunların bir kısmı, birisi pardon şey… Nuri Dersimi’yi okudum, birçoklarını okudum. Tabii ki orada İngilizler de Fransızlar da Kürt beyleri ve aşiret derebeyleriyle işbirliği yaptılar. Nasıl ki bugün Ortadoğu’da adeta her türlü pisliği yapıyor ise. Şimdi bunlar aynı zamanda kimi rahatsız etti? Sovyetler Birliği’ni. Sovyetler Birliği yanıbaşlarında bir İngiliz veya Fransız emperyalist gücünün olmasına izin vermiyorlardı. O zaman ne yapıyorlardı Kemalist Türkiye’yi tuttular, TKP de bir nevi Komintern’in çizgisi dahilinde yürümekte olan bu çizgiden ayrılamadı. Ama buna rağmen, bakın buna rağmen yanımda keşke getirseydim, TKP’nin içinde, programında aynen şöyle diyor: Türkiye işçi sınıfı, işçi-köylü iktidara geldiği zaman Türkiye’deki büyük çoğunlukta var olan azınlıkları yani Kürtleri ve Lazları isterlerse ayrı bir devlet kurmak hakkını bahşeder, onlara verir, diyor. Yazılı bu. Bu görülmüyor. Şefik Hüsnü’nün yazısı var. Bu Ağrı harekâtı için, bu görülmüyor. Şefik Hüsnü diyor ki; yazık ki biz de yapamadık bir şey. Örgütlü alanına girmek bu arkadaşlarımızın kardeşlerimizin diyor. Nasıl girerdi? O zaman Kemalizm Doğu’da öyle bir terör yaratmış ki, Abdullah Paşa aşiret başını oğluyla birlikte çağırıyor, Elazığ’da sabah mahkeme yaptırıyor. Öğlende evvela oğlunu astırıyor, sonra babayı astırıyor. Bunları yaşadık. Kürt geçiniyor diye hangi Kürt, hangi komünist demokratik kitle örgütü nerede, kim hangi… kaldı ki TKP hiçbir zaman güçlü olmadı öyle. Kürtlerin önemli vilayetlerinde çok da güçlü olamadı. Kemalizm çok ciddi yağmaladı bizi. Şimdi o dönemde… niye bu kadar anlattım size ben? Bir kişi var ki Kürt meselesine dair, hala eskimemiş olan dört dörtlük bir kitap bıraktı.

Biliyorsunuz Kürt sorunu üzerine yazılmış Dr. Hikmet’in kitabı var. Bizim İsmail Hoca (Beşikçi) görmüyor bu olayları. Biz o zaman Kürt sorununun varlığını biliyorduk ve doğru yaklaşıyorduk olaya. Biz dediğim kim? Biz komünistler, kim? Doktor Hikmet’in kitabını okuyanlar. Bakın Kürt meselesine yaklaşımı bu.

Din meselesinde bunları aynen böylece söyledi adam. Vatan Partisi’nin kuruluşunda bu Eyüp konuşması var, tarihi bir konuşma… Ha o yüzden yakaladılar onları zaten, aldılar içeriye. Demin onu dedim, büyük mutluluk hissettim ama bir yandan üzülüyorum tevkif edildikleri için, bir yandan da mutluyum. Doktor Hikmet’i tanıdım. Doktor orada İslâm’ı tarif eder. İslâm’ın nasıl sınıfsal bir yapısı olduğunu anlatır ve bu Ebu Süfyan tayfasını anlatır. İslâm’ın, temelinde nasıl ilkel komünal bir takım öğelere dayandığını anlatır. Uzun uzun anlatır birçok şeyleri. Ben orda öğrenmişim programı. O zaman anlaşılmadı ama sonra olayların Doktor Hikmet’in ne kadar haklı olduğunu gösterdi.

Şimdi bakın, benim son zamanlarda değindiğim bir iki nokta var, zaten çoğunu yazdım, ilgili notlar var. Kürt meselesi ve din meselesini ben Doktor’dan öğrendim. Geçenlerde genç bir sosyalist arkadaşımız bir yazı yazmış. Bana diyor ki, işte Marx’ın o sözü alıp işte din dediğin afyon falan… Sonra da diyor ki, ya Vedat Türkali işte böyle diyor. Ee öyle, sağol da, bir şey öğretmedin ki sen; değil mi? Bakın bugün koca bir kitle İslâmi esaslar çizgisinde aldatıldı, aldatıldı ve bir şey değişmedi. Neydi, eskiden laikler soyuyordu, şimdi dinciler laikleri soyuyor, değişmiyor. Laikti-şeriatçıydı kavgasıyla bir yere varılmaz. Laiklik yapıp şeriatçıları tasfiye etmek bir zamanlar belki sloganıydı Kemalistlerin… İşte o Jakoben tavrı içerisinde Batı burjuvazisinin kazanımlarını bize bildirmek gibi çabası oldu, onu da gördük, yaşadık zaten ama bugün olaya farklı bakmamız lazım. Bu farklı bakışta geçmişte bize kim ışık tutacak, işte başta Dr. Hikmet Kıvılcımlı.

Üçüncüsü Osmanlı eski tarihimiz ve bu tarihe bakışımız… O konuda da bize çok önemli yapıtlar verdi. Osmanlı Tarihinin Maddesi, zaten bütün bunları sonunda ne yapıyor, asıl büyük Tarih Tezi’ne bağlıyor. O Tarih Tezi çok önemli bir tarihsel buluştur. Marx’a katkıdır, Marksizm-Leninizm’e katkıdır. Kendisi ilk defa Finans Kapital’in, Türkiye’de kapitalizmin olmadığını ve egemen olan şeyin finans kapital olduğunu… o bilinci veren Dr. Hikmet’tir. O, Demokrasi diye şöyle ufak bir kitabı var. Hepiniz onu okuyun, tavsiye ederim. Şimdi bakın, bu adam bunu hangi şartlarda yaptı? Komintern o zaman Doktor Hikmet’in biraz sertçe çıktığı Kemalizm’e karşı işte kışkırtıcı olunmamasını tavsiye ediyordu. Hem o disiplini bozmamak durumundaydı, hem de doğruları söylemek… Ufacık şeyde çok şeyi ispatlamıştır, göstermiştir. Evet, şimdi ben o kitabı okumanızı tavsiye ederim, Doktor’un çoğu kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.

[…]

Evet, bugün Doktor Hikmet’ten, asıl bugün öğreneceğimiz şeyler var. Dr. Hikmet politik tavırları içerisinde başarılı oldu mu? Hayır olamadı. Olamadı, çünkü o dönemde onu anlayabilecek kadar hazır bir ortam Türkiye’de oluşmamıştı. İkincisi o konuda pek talihli sayılmaz, yanına yaklaşanların çoğu yeteri kadar ona destek olma yükünü taşımıyorlardı. Çünkü Türkiye’nin birikimi daha çok ilkeldi. İşin bu kadar ayrıntısına gidemiyordu. Bilinçsiz sol hareket, ister istemez Kemalist sol hareketin gölgesinde devam ediyordu, çok aykırı geliyordu bu sözler, birçok iddialar o günkü Türk soluna. Bugün bile mesela ben Türk solu içerisinde Kürt sorununu doğru dürüst anlayan, din sorununu doğru dürüst anlayan, tarihe doğru bakan çok az adam gördüm.

Beni suçluyorlar mesela Kürt sorununa yaklaşımım yüzünden. On beş senedir yazıyorum ben. Birçokları anlamıyor. Kürt deyince hemen aklına başka şeyler geliyor. Neden? Önyargılardan dolayı, Doktor yazmış kitabında bunu okumak gerekiyor, bunları iyi kavramak gerekiyor. Şarkı der ki “Bedbaht ona derler” ki bilmem anımsadınız mı? “Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın/Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler” anımsadınız mı? O kadar talihsizdir ki CHP’nin elinde kahrolmak için “kesb-i kemâl-i hüner eyler” yani okur ama kimseye derdini anlatamaz, acı bir söz tabii. Şimdi Doktor emekçiden şaşmıyordu. Temel, emekçiler… Emekçi halkın vasıfları ne, emekçi halk dinli dinsiz diye ayrılmaz? Soyan soyulan insanların içerisinde ayrı gücü temsil eder; asıl gücü, tarihin gücünü temsil eder. Millet ayrımı da yoktur tabii ki. Doktor’un bütün çabası, tarihe oturmak, halka oturmak ve emekçi halkla birlikte ülkede bir şeyler yapılabilmesi… Türkiye o günlerde buna hazır değildi. Belli sloganlar Batı sosyalizminden kalmış, bazı şeyler bunların tekrarından öteye gidilemedi maalesef, gidilemiyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin en revaçta olduğu zamanlardan birinde ben Avşa’daydım. Behice Boran, benim iyi ahbabımdı. Ailece görüşürdük, onla da beraberdik. Kalktı Doktor da geldi. Doktor bana geldi, Behice Hanım’la beraber. Oturduk ettik. Benim kafam direkt acaba bu ikisini birleştirebilir miyim? Birlikte olabilirler mi? Doktor’a söyledim, “hemen” dedi. Behice Hanım kati yanaşmadı. Şimdi Behice Hanım iyi bir sosyalist, bilirsiniz, vay hain mi diyeceksiniz. Hayır, değil. Anlamamıştı, tanımıyordu. Yıllarca benim anlatmama rağmen… anlatamadım. Bunlar çok basit gibi görünür ama aslında çok kapsamlı sorunlar ve bizim ilacımız, bu kapsamlı sorunların çözümünden geçiyor.

Şimdi bakın bu salonda aşağı yukarı belki on küsur örgüt var bildiğim kadarıyla. Şimdi bakın bu şöyle bir şeyden doğuyor, vaktiyle yok muydu bunlar, vardı. Şimdi Marx’ın, Engels’in medeni tavırlarına bakmak gerekiyor. İkinci Enternasyonal zamanında sosyal demokrat partilerin ülkeleri bir harbe girdiler. Dönek dediğimiz Kautsky de… Kautsky ile Menşevik gruplar işi iyice bozdular. Ne yaptılar? Bir can havliyle mecliste burjuvazinin savaş planlarını desteklediler, harp bütçesine oy verdiler. O zaman bütün sol, hepsi isyan etti. İsyan ettiler ama büyük bir kısmı da oy verdi. Ha bir kısmı ayrıldı, bunlara pasifist dendi, biz bu savaşı reddediyoruz dediler. Bu karıştırılıyor bir defa. Üçüncü bir yol vardı. Kimdi onlar, işte Leninistlerdi. Leninizm’in çizgisinde olan başka ilerici Marksistlerdi. Onlar ne yaptılar? “hayır, silahı alın elinize ama karşıdaki insanla vuruşmayın, başındaki soyguncuları, onları temizleyin” dediler. İşin özü bu. Şimdi bunu dedikleri zaman azınlıkta kaldılar. Ve sol ismi altında birçok partiler de maalesef bu çizgide tereddüte düştüler. Brest Litovsk anlaşmasını yaptı Lenin. Birçok partiler karşı çıktı. Halbuki net olarak “halka biz barış vaat ettik, bunu yapmalıyız” dedi. Birçok sorunlarda böyle açık şeyler çıktı. Şimdi bakın bütün bunlara rağmen niye bunları anlatıyorum? Birçokları karşı çıktı, çıkacak tabii ama bütün bunlara rağmen Lenin o partiden ayrılmadı. Sosyal Demokrat Partisi Bolşevik grubu diye ayrı bir çizgi olarak durdu içlerinde, ayrılmadı. Çünkü ayrılık çok zaruri olmadığı zaman düşmana hizmet olur. Ben iyi kötü takip ediyorum, bakıyorum ne kadar basit şeylerde, kolayca beraber olabilmesine hiçbir engel olmamasına rağmen bile bir ortamda parçalanmalar oluyor. Bu sağlıklı değil. Bugün bütün arzumuz şu, birleşmeliyiz. Bizi kim birleştirebilir? Benim yaşadığıma göre şöyle bir toparlamaya çalıştım. Eskiden bize hazır olarak bol malzeme bırakan, bol düşünce bırakan kişi, galiba tek kişi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ama efsaneyi sevmem. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın hiç mi bir eksiği yoktu, yanlışları yapmadı da bütün hep etrafındakiler mi suçluydu. Hayır, öyle değildi. İnsanlar yanlış yapabilir hele politik hayata düşüldüğü zaman kaçınılmaz olur bu. Marx ve Engels 19. yüzyılda Alman işgali zamanında yanlış yaptılar Almanya’da. Londra’da kendileri itiraf ettiler. Biz şu konuda yanlış karar aldık, diye. O başka, Marks’ın, Engels’in ve Lenin’in ana hatlarla ortaya koyduğu şeyler başka. Şimdi Lenin diyor ki: “Biz hata yaparız” diyor. “Onun için tarihte üç dört siyasi partiler oldu, battılar, biz batmayız” diyor komünistler. Ama biz battık, iktidarı kaybettik neden demek ki yanlışlık yaptık. Çünkü biz o kendi kendimizi eleştiri mekanizmasını doğru işletmedik, doğru işletmedik yanlış işlettik. Ve o hale geldi ki iktidarı ellerine geçiren kişilerin fikri değişir, şunu kabul et yoksa hainsin durumuna düşürüldük. Çok sert davrandık. Bakın, Bolşevikler savaşa hazırlanıyorlar, Kırım Savaşı’na, orada bir karar veriyorlar. Bir çıkış yapacaklar, gizli karar veriyorlar. Kamanev ve Zinovyev tutuyor diyorlar ki yanlış bu, bir buçuk iki yapmayalım. Şubat hareketidir galiba. Ve Lenin diyor ki, denememiz lazım. Kavgalar gürültüler birlik kararı alıyorlar. Ne yapıyor? Gidiyor, Kamanev’le Zinovyev, dedim ya Sovyetler’de Bolşevikler yakında isyan hazırlıyor diyorlar. Bu bir suç! Hem de affedilmez bir suç. Şimdi daha sonraki dönemde ne yapıyorlar, ne yapıyorlardı, böyle birisini öldürüyorlardı. Ama bu yoldaşların ne kadar eski, değerli hizmet vermiş kişiler olduğunu bildiği için Lenin ne yapıyor, iki sene Türkistan’a sürgün yapıyor. Sonra gene görev verdiler.

Diyeceğim, insanca tavrın, asıl o tavrın bizim için çok gerekli, çok lüzumlu olduğunu unutmamamız lazım. Tartışmaları yaparken, siyasi görüşlerimiz arasındaki farkları belirlerken birbirimize kıyıcı olmayalım, anlamaya çalışalım. Anlaşılacak mesele o kadar zor değil, mesele özünde çok basit ama lütfen bu işlere giren insanlarımız da, militanlarımız da ille de başkası suçlu ben haklıyım deyip sekter bir tavra girmesinler ve kontrollü uzlaşma kültürümüz olmalı, demokrasi kültürümüz olmalı. Anca bizi bu yol, belki aydınlığa çıkarır. Ben hayalci değilim. Her şeyi konuşacağız da, hayır diyenlerin yollarına bakın, biz anlaşamazsak düşman sevinir. Bizi istemeyenler sevinir.

Şimdi din meselesinde ne vakit bir ülkede devrimciler dincilerle yani halk kitlesine, daha doğrusu, dini inançlarına saygı göstermesini bekleyen halk kitlesiyle aralarına din meselesini sokmamışlarsa iktidara yakın olurlar. Zaten okudum ben yazılarını diyorlar ki niye sizin partinizde din ile ilgili bir söz yok. “Çünkü” diyor, “biz aptal değiliz de ondan diyoruz biz”. Herhangi bir ilerici ateist bir mimarlar doktorlar grubuyla ilerici bir işbirliğine kalksak burjuvazi egemen sınıf hemen bak Allahsızlar şunlara bakın dinsizlere takılıyorlar diye bizi kışkırtır halkımızı diyor yani. Şunu bilirim, halk kitlelerinin dini inançları rahatsız edilmeden işbirliği yapıldığı anda her vakit egemen sınıflar eyvah din elden gitti diye halkı kışkırtırlar. Ama siz biliyorsunuz Maraş katliamı Komünistler Kur’an-ı Kerim’i lağımlara attılar, cami bastılar diye yaygarayla milleti taktılar peşlerine, çok yerde bu böyle oluyor. Bunda dikkatli olmak lazım. Bakın İtalya’da ne oluyor. Aldo Moro diye bir adam… Aldo Moro, Hıristiyan Demokrat Partisi’nin başkanı, böyleler o zaman, ki rakipler İtalyan Komünist Partisi’yle. İtalyan Komünist Partisi çok güçlü ama Amerika CIA da çok güçlü. Kendince bir savaş veriyor, anlıyor ki adam, Aldo Moro, bugün Amerika bizi mahvediyor. Tarihi anlaşma diyorlar. Komünist Partisi’ni çağırıyor, ittifaka başlıyorlar, iktidara geçecekler ama böyle bir durumda ne oluyor? Amerikan emperyalizmi diyor ki çok tehlikeli oyunlar oynuyorsunuz Bay Aldo Moro diyor, o kadar. Ve adamı kaçırdılar öldürdüler. Adam kaçıranlara demiş ki ben başıma geleceği biliyordum yazdım bile, öldürüldü ve o iş kaldı. Peki kimdi kaçıranlar kimdi, Kızıl Tugaylar. Bakın en keskin slogan atanlar, Kızıl Tugaylar ne olduğu belli değil. Son derece karmaşık bu işler ve tabii CIA yapıyor. Bakalım şimdi İtalyan Komünist Partisi bu sürprizi nasıl gösterdi? Onların dünyada ekol olmuş Togliatti gibi bir liderleri var. Birinci dünya savaşında Moskova’da Komintern’de. Almanlar Avrupa’yı işgale başlayınca Afrika’dan gitti İtalya’ya. Komünist Partisi’nin bütün militanları, liderleri karşıladılar onu. Adamlar yıllardan beri en ağır baskıda, kelle pahasına kavga yürütmüşler. Diyorlar ki, işte şu kadar insanımız var, bu kadar mücadele ediyoruz burada ama diyorlar parti yönetiminden bir yoldaş ama burada bir şey var diyor, nedir diyor. Bizim parti üyelerinin yüzde yetmiş sekseni kiliseye gidiyor diyor. Bakın şimdi. Hemen Togliatti, katiyen diyor engellemeyeceksiniz, karşı çıkmayacaksınız, olduğu gibi bırakın diyor, aynen devam etsin, adam hayatını tehlikeye atmış, işkencelerden geçmiş, partimizi tutmuş, siz şimdi adamı vay sen dincisin diye kovacaksın. Bakın Lenin partili olan kişilere illa da bir partiye girmeye mecbur değil ama girecekse kabul etmiyordu çünkü Rus kilisesi Çarlık sisteminin çok çirkin iğrenç bir aletiydi ama Müslümanlara öyle demedi. Müslümanlar isterlerse dedi camiye gidebilirler ve Türkiye’deki Komünist Partisi, Türkiye’nin komünist partilerinde militanlar ayrılmak zorunda değildirler dedi. Demek ki, bilimsel Marksizm diyor ki: Marksizm’in bilimini öğren diyor, kafanı işlet diyor, kafanı işlet diyor, kafanı. O gün, halkı nasıl yanına alacaksın ve bu hırsız soygun çetesini başımızdan nasıl kovabilirsin? Halkı yanına almazsan ne olur, işte öyle oluyor. Bakın Güney Amerika’da bugün başarılı oluyor. Biliyor musunuz Güney Amerika’da Katolik papazları ve radikaller kardinaller içinde, ki bunlar aforoz edilebilirler yani. Dağda, dağa çıkan devrimcilerin yanında yer alan papazlar var bakın. Küba üst üste başarı sağlıyor. Ben Fidel Castro’nun kitabını okudum. Güney Amerikalı bir kardinalle konuştu üç gün üç gece. Okumanızı tavsiye ederim ve din kesimiyle nasıl ilişki kuruyorlar, niye onlar önleyemiyor onlar böyle bir şeyi? Ve Amerika kıyamet koparıyor. Bakın Amerika kaç sene geçti, burunun dibindeki adayı durduramadı, susturamadı, işgal bile edemedi. Halkınla sen eğer çatışmaya girmezsen, halkın seni tutarsa istersen yüz bin kişi ol, beş yüz bin kişi ol, güçlüsün. Eğer halkın sana yanaşmıyorsa çok çok önemli şeyler düşünebilirsin ama yazık, o düşüncen senin yanında kalır. Şimdi biz de bu konuda en gerçekçi yolu gösterebilecek kişi ben yetmiş yıldır komünist partisinde şu ya da bu şekilde oldum. Gördüğüm kadarıyla dört dörtlük, Dr. Hikmet’in gösterdikleridir, öğretmeye çalıştıklarıdır. Ama buna rağmen demiyorum ki bunu belleyin slogan atın… Hayır, lütfen hep okuyalım, demin dediğim yumuşaklıkta bunu aramızda tartışalım. Vay hain, diye çıkmayalım. Yanılma payı da kabul edelim ve halkımızı yanımıza alalım. Bu hırsız çetesi başka türlü gitmez. Kaldı ki bu gün dünya Doktor’un çok önem verdiği finans kapitalizminin çöküşünü yaşıyor. Bakın ne palavra sıktılar değil mi? Yeni bir dönem başlattılar ve o yeni dönem de daha şeyden başladı biliyorsunuz Friedman’dan yeni liberalizm diye. Thatcher ve Reagan dönemi… Dünyayı soydular ve yıkılan sistemlere karşı da korkunç tepkiliydiler. Ve biliyorsunuz, Thatcher, ben Londra’daydım o zaman, diyor ki, sosyalizm döneminde dikilmiş ağaçları bile keseceğiz, Sosyalizmin hiçbir şeyini istemiyoruz diyor. Şimdi bakın bütün bu keskinlikleri ne oldu? Dünya kapitalist-emperyalist sistemi yani finans kapital çöktü. Düzeltemez kolay kolay. Dünyanın bu çizgide kavga vermenin uyarması içinde ve geldiği çağda biz kendi ülkemizde bizi bu konuda çok daha ileri uyaran bir düşünürümüze sahip çıkalım yani devrime sahip çıkalım.

HİKMET KIVILCIMLI, TARİH TEZİ VE DOĞRUSAL TARİH ELEŞTİRİSİ – ALP YÜCEL KAYA

Bu haftaki yazımız değerli hocamız Alp Yücel Kaya’nın solun Türkiye tarihi yazınını incelediği yazısının “Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi ve doğrusal tarih eleştirisi” başlığını taşıyan bölümü.
Alp Yücel Kaya hocamız, Devrimci Marksizm Dergisi’nin 50. sayısında (Bahar-Yaz 2022) yayımlanan “Üretim tarzı, sınıf, devlet: Solun Türkiye tarihiyle sınavı” başlıklı yazısının 6. bölümünde Kıvılcımlı ustamızın Tarih Tezi’ni sarih biçimde ortaya koyuyor. Kıvılcımlı’yı belli bir bütünsellik içerisinde tartıştığı için yazının tamamının okunmasını öneriyoruz, bunun için de yazının linkini ayrıca paylaşıyoruz. Ve yazıyı yayımlamamıza izin verdiği için kendisine ayrıca teşekkür ediyoruz.
https://www.devrimcimarksizm.net/tr/alp-yucel-kaya-uretim-tarzi-sinif-devlet-solun-turkiye-tarihiyle-sinavi

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Fişek’in 1960’lar, Çulhaoğlu’nun 1980’ler ve Savran’ın da 1990’larda Eşitsiz ve Bileşik Gelişme (EBG) üzerinden farklı derecelerde Türkiye tarihi okuması yaptıkları görülüyor ama Nail Satlıgan[1] bu tür bir okumayı ilk ve çok daha kapsamlı bir şekilde yapanın Hikmet Kıvılcımlı olduğunun altını çizmektedir.[2] Satlıgan, Kıvılcımlı’nın (1930’larda TKP içindeki muhalif konumu kadar) aşamalı devrim ve demokratik devrim yaklaşımlarına mesafesi ve aynı kavramlarla konuşmasa da EBGY doğrultusundaki finans-kapital analizi göz önünde alındığında Trotskizm ile bağının kuvvetli olabileceğini ileri sürer.[3] Ergun Aydınoğlu da Kıvılcımlı’nın 1930’ların başlarında yazdığı Yol serisinden Parti ve Fraksiyon’a atıfla (“Komünist Enternasyonal … [d]eğil bir aşamayı, bir konağı, hatta bütün bir dönemi atlama olanağını pratik araştırmalarla saptadı. Çin örneği [1925-1927 devrimi] bir ülkenin hiç kapitalizm dönemine uğramadan, pre-kapitalist ilişkilerden, Sovyetler köprüsü aracılığıyla doğru sosyalizme ve komünizme gitme olanağını gözle görülür, elle tutulur hale getirdi”[4]) Komünist Enternasyonal’de kabul edilen Stalin ve Buharin’in aşamalı devrim tezlerinden haberdar olmadığı ve “hiç farkında olmaksızın, Troçki’nin ‘sürekli devrim’ anlayışını Türkiye devrimine uyarlama çabası içinde olduğunu” söyler.[5]

Ama Kıvılcımlı’nın düşünce dünyasının da hep aynı hatta gittiğini söylemek pek mümkün değildir. Aydınoğlu’na göre, 1930’larda hazırladığı Yol serisi Komünist Enternasyonal’in Stalinizm öncesi teorik birikimini yansıtan bir metindir; II. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Devrim Nedir? Komintern’in teorik geleneği çerçevesinde ele alınabilecek bir metindir; EBGY’ye koşut bir okuma yapılabilecek Tarih Tezi 1937-1950 arasındaki uzun tutukluluk döneminde yazılmıştır; Vatan Partisi döneminde aşamalı devrim anlayışını benimsemiştir; 27 Mayıs sonrası aşamalı devrim anlayışı devam etmiştir; bütün bu süreçte bir türlü tipik Stalinist bir çerçeveye girmemiş ya da girememiştir; 1960’ların sonu 1970’de (15-16 Haziran sonrası) Yol yazarı gibi konuşmaya başlamıştır; nihayetinde “27 Mayıs 1960’tan 1971’de ölümüne kadar, 1920’li, 30’lu ve 40’lı yıllarda yazdığı ve yeni konumu itibariyle ‘aykırı’, ‘çelişkili’ görülebilecek pek çok şeyi savunmaya devam ettiği görülür”.[6]

Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bağlamında Marksist tarihçiliğe katkısı çok özgün ve kapsamlıdır, farklı dönemlerde kendi düşüncelerinde sıçramalar yer aldığından (aynı zamanda düşünceleri ile siyasi müdahaleleri arasında uyumsuzlukları da göz önüne alınca) yorumlanmaları çok ayrıntılı bir çalışma gerektirir.[7] Bu makale çerçevesinde katkısını hakkıyla değerlendirmek tabii ki mümkün değildir. Onun gibi söylersek “[b]uraya kadar … ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”.[8] Yine de özgünlüğünü, sınırlı da olsa ortaya koyabilmek için aynı şekilde (“paldır küldür”) belirli çalışmalarından faydalanarak (geliştirdiği temel kavramlar çerçevesinde) Tarih Tezi’nin ana hatlarını ortaya koymak ve bu anlatının EBGY ile koşutluğunun altını çizmek istiyoruz. Bunun için göreli olarak tutarlı bir bütün arz etmesinden dolayı ağırlıklı olarak 1965-1971 arası yayımladığı veya yayıma hazırladığı çalışmalarını kullanacağız.[9]

Kıvılcımlı’ya göre teori ve pratik kökünü tarihten alır, “[o]nun için, Bilimcil Sosyalizmin soyadı TARİHCİL MADDECİLİK’tir”.[10] Ama “tarihcil maddecilik” farklı ve yoğun bir çabayı gerektirmektedir çünkü iki anlatı literatüre hakimdir ve aşılmayı beklemektedir: tarih öncesinin bilinmeyişi nedeniyle tarihin tekerrür ettiğine dair anlatı; Yakındoğu tarihinin bilinmeyişi nedeniyle Akdeniz çevresinden Batı Avrupa’ya doğru kölelik-derebeylik-kapitalizm gidişatına dair anlatı. Bu iki anlatı Batı toplumunun tarih gerçekliğini az çok sunabilmekte ve Batı’da sosyal devrimciliğin teorik ve pratik bütünlüğünü sağlayabilmektedir ama Türkiye’ye dair hiçbir şey söylememekte[11], “Doğu için … teorik bir boşluk ve karanlık” ortaya koymaktadır. “[B]ugün Klasik Tarih Bilimi Batıda (Kapitalizm’de) ve Doğu’da (Formel Sosyalizm’de) henüz yukarıda değdiğimiz iki genel ve özel eğilimden kurtulamamıştır”.[12] Böylece Batı ve Doğu’nun özgünlüklerine dayalı doğrusal bir tarih yazımı ortaya çıkmaktadır, bu özgünlükleri aşacak doğrusal olmayan bir anlatıya ihtiyaç vardır:

Özellikle Türkiye’nin ve Osmanlı İmparatorluğunun, genellikle “GERİ ÜLKELER” in ekonomik ve sosyal gerçekliklerini gereği gibi düşünmek ve hele davranmak istedik mi, her şeyden önce: O klasik burjuva Tarihçiliğinin SOSYAL DETERMİNİZM DÜŞMANLIĞI diyebileceğimiz eğilimini gidermek zorundayız.[13]

İlk önce Kıvılcımlı’nın evrensel anlatısına bakalım. Kıvılcımlı tarihi yazı ve medeniyetle başlatır, Protosümerlerden Batı Roma’nın yıkılışına kadarki medeniyetler Antika Tarih’in, Batı Orta Çağı’nın bitişinden günümüze dek uzayan kapitalist medeniyet Modern Tarih’in konusudur, her ikisinin arasında ise Orta Çağ yer alır. Kıvılcımlı’ya göre hangi çağda olursa olsun, insan toplumu üretici güçlerle hareket eder. Üretici güçlerin ilk ikisi maddeye, son ikisi insana dayanır:

– Teknik (toplumun doğayla mücadelesinde kullandığı araçlar)

– Coğrafya (toplumu dışardan çevreleyen maddi ortam; iklim, doğa, vb.)

– Tarih (toplumu içerden çevreleyen manevi ortam; gelenek-görenek, vb.)

– İnsan (toplumun dış maddi ve iç manevi ortamını teknik araçla işleyen kolektif aksiyon; güç, vb.).[14]

Tarih, insanın gelenek-göreneklerle yaşadığı coğrafyaya göre, bir tekniğe dayanarak giriştiği “yaşama güreşinde”, kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir; “Tarihte her şeye can veren bu Kollektif Aksiyondur”.[15] Antika tarihte barbarların “gelenekli-görenekli üstün kollektif aksiyonları” tek vurucu güçtür, bu dönem aynı zamanda barbarların medeniyete geçiş tarihidir. Antika tarihte medeniyet içinde Modern Çağ’ın sosyal devrimlerinde görüldüğü gibi yeni bir sosyal sınıfın, eski sosyal sınıfı devirip yeni bir medeniyet kuracak kolektif aksiyon gücü yoktur. Yalnızca “eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak barbar yığınları” vardır. Bunlar eskimiş medeniyette olmayan gelenek-görenek ve kolektif aksiyon üretici güçlerini harekete geçirirler; eskimiş medeniyet dayanamayıp yıkılır. “Bu da bir devrimdir, ama sosyal devrimin tersine eski medeniyeti kurtaracağı yerde yok ettiği için ona tarihsel devrim adı verilir”. [16] Tarihsel devrimlerde barbarlar içeriden, teknik üretici güçler dışarıdan eskimiş medeniyeti yıkarlar; yeni bir medeniyet ortaya çıkar ama “son tahlilde kesin hükmü maddi üretici güçler (teknik, coğrafya)” verir. Bir başka deyişle eşitsiz ritimde ilerleyen toplumların çarpışması farklı aşamaları bir araya getirir ve toplumsal sıçramalar ortaya çıkar, Kıvılcımlı bunu şöyle ifade etmektedir: “[T]arihsel devrimle insanlık durmak, hız almak için gerileyip atlar. Bu atlayış, çöken medeniyetin, Barbarlık içine attığı maddi üretici güç kollarının çeşidine göre çeşitli sonuçlar verir”.[17] Bu çerçevede Kıvılcımlı antika tarihte iki çeşit tarihsel devrim öngörür:

1- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe bir ülkede yaşayan ve kentten çıkan barbarlar yıktıkları medeniyetinkinden daha ileri üretim ilişkileri kurabildikleri ve yıktıkları medeniyetin kurum ve kuralları yerine kendi kentlerinin kurum ve kurallarını dayatacak güçte bulundukları için çöken medeniyetten daha ileri özgün bir medeniyet yaratırlar;

2- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir ülkede yaşayan ve sürücü çoban konumundaki barbarlar ise eskimiş medeniyetin ekonomi temelini ve üstyapı kurum ve kurallarını olduğu gibi benimserler, yeni üretici güç oluşturamazlar, yaptıkları eskimiş medeniyetin doğuş zamanındaki ilişkilerini diriltmekten ibarettir. Bu şekilde eski medeniyet canlanır, daha ileri ve özgün bir medeniyet doğmasa da eski medeniyet bir “rönesansa” uğramış olur.[18]

Antika tarihte her medeniyet yıkılışında barbar yığınlarından bir bölümü medenileşir, böylece yeryüzünde medeniyet alanı genişler, Kıvılcımlı’ya göre bu niceliksel gelişmedir; medeniyetin fethettiği yeni coğrafya ve yeni teknik üretici güçlerin toplumun ekonomi temelini biraz daha ileriye götürmesi ise niteliksel gelişmedir. Modern Çağ ile yeni üretici güçler sağlayacak coğrafya bölgesi kalmayıp modern sosyal sınıflar ortaya çıkınca tarihsel devrimler sona erer, sosyal devrimler başlar.[19] Yeni sınıfların kolektif aksiyon üretici güçleri “teknik gelişime ve insanlığın ilerleyişine engel olabilecek eski egemen gerici sosyal sınıfların çökkün istibdadını [giderebilir]”, medeniyet yıkılmadan “yeni ve daha ileri üretim ilişkileri sağlayan bir Sosyal Düzen” kurulabilir. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalizmi ortaya çıkaran devrimler, 19. ve 20. yüzyılda sosyalizmi ortaya çıkaran sosyal devrimler böyle ortaya çıkmıştır; böylelikle “Modern Çağ tarihinin geçiş ve atlayış kanunları artık sosyal devrimler kanunu olmuştur”.[20]

Tarih Tezi’nde ortak mülkiyet-özel mülkiyet çatışması da lokomotif görevi görür: Antika Çağ’da tarıma dayanan kent içinde toprak ilk önce ortak mülk olarak toplumundur. Kentte tefeci-bezirgân özel sermaye gelişince toplum sosyal sınıflara bölünür. Kentteki toprak mülkiyeti özel kişi mülküne evrilirken, kent dışı ortak mülkiyete dayalı kalır; medeniyet özel kişi mülkiyetinden yükselir, sınıf çelişkileri içinde yozlaşır; barbarlık ise ortak mülkiyet ile yürür, sınıf çekişmesi bilmeyen kardeşler topluluklarından oluşur. Barbarlıkla medeniyet arasındaki temel çelişki mülkiyet ilişkilerinde yoğunlaşır. Böylelikle barbarlarla medeniyetler, ortak mülkiyet ile özel mülkiyet denizlerle karalar arasındaki Med ve Cezirleri andıran çelişme ve çekişmeler ile mücadele içinde olurlar ki buna tarihsel devrim kanunu denebilir.[21]

Kıvılcımlı’ya göre tarihsel devrimler çağı pre-kapitalist dönemi kapsar, sosyal devrim çağı ise kapitalizmin icadıdır. Ama pre-kapitalist ve kapitalist ekonomi ve toplum ilişkileri biri önden, ötekisi arkadan gelerek birbirini izlemiş gibi gözükmekle birlikte, “birbirleriyle kıyasıya güreşmiş, birbirlerini alt etmiş, yerinde yok etmiş iki insan düzenidirler”.[22] Pre-kapitalist toplumlarda sermaye üretim sermayesi değildir, tefeci-bezirgân sermayesidir, toprağın efendisi toplumu yönetir olduğundan tefeci-bezirgân sermaye fırsat bulur bulmaz kendisini toprağa yatırır, derebeyleşir; kapitalist toplumlarda sermaye, üretimi tekeline geçirmiştir, her şeye egemendir. Kapitalizmde sermayenin egemenliği toplumu bütünüyle tepeden tırnağa altüst ettiği için sosyal devrim ortaya çıkar.[23]

Kıvılcımlı inşa ettiği bu evrensel anlatı içinde özgünlükleri nasıl ele almaktadır, şimdi bunu görelim. “Kapitalizm ilk defa nerede yerleşti?” sorusuna, Kıvılcımlı’nın cevabı “İngiltere’de”dir.[24] Nedeni ise İngiltere’nin hiçbir zaman Doğu gibi tam anlamıyla (hatta Kıta Avrupası gibi de) medenileşememesinden ve “ardı arası kesilmez barbar akınları yüzünden boyuna taze ‘tarih ve insan üretici güçleri’yle aşılan[masındandır]”. Burada krallaşan barbar şefleri, bir türlü Doğu’dakiler kadar insanüstüleşememişler, firavunlaşamamışlar ve nemrutlaşamamışlardır.[25] Barbar kan şefleri kendilerini kralla eşit saymışlar, Magna Carta ona dirençlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır[26]:

Doğu’da: “Teba’yı şahanenin mal ve canı, ırz ve namusu efendimizindir” denir. İngiltere’de bunu hiçbir kral iddia edememiştir, niçin? Çünkü halk onun alnını karışlamıştır. Şark toplumunda, kim olursa olsun, başa geçen en alçak kişinin önünde hemen kul köle kesilmek prensibi, her türlü tartışmanın her zaman dışında bırakılmıştır. Neden? Binlerce yıllık medeniyet, Doğu insanını paçavraya çevirmiştir de ondan. İngiltere’de Kralın da, sapıtacak hakimin de, işkenceye kalkışacak karakolun da karşısına dikilen şey: Magna Karta’nın 61. maddesi değildir. Bütün dünya Anayasaları böyle “ölü edebiyat”larla doludur. İngiltere’de Magna Karta’yı, yahut anayasasız insan haklarını “tartışılmaz” kılan güç, İngiliz halkının hiç şakası olmayan “ayaklanma tehdidi”dir. Bu güç, Anayasa-babayasadaki “direnme hakkı” değil, burnundan kıl koparttırmayan İngiliz halkıdır.[27]

Bunun kaynağı barbar kalabilmeleridir; bu şekilde birbirlerine karşı müthiş bağlı olmuşlar, eşit, doğru, yiğit bir hürlükle hareket etmişlerdir; “Geliş, doğrudan doğruya her milletin içinden çıktığı tarihöncesinden, ilkel sosyalizmdendir”.[28]

Kıvılcımlı 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’deki köylülerin, Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler gibi, “bey armalarıyla örtülü olmakla birlikte kendi ekonomisine sahip ve hür” olduğunu savunur.[29] İngiltere’de barbar şeflerin Magna Carta’yı krala dayatması sonrasında “köy komünaları” ve akarsu kıyılarında kuvvetlenen kentler krallarla birleşip derebeylerine karşı kuvvet olabilmiştir[30]; dokuma üretimi sayesinde gelişen bezirgân ve hayvan yetiştiricileri seçimle parlamentoya girmişler, devlet işlerinde söz sahibi olmuşlardır. Kapitalizm bu süreç sonunda köylülerin mülklerini ve hürriyetlerini ellerinden alarak doğmuştur.[31]

İngiliz devrimi, tarihsel devrimlerin yerine geçen başarılı ilk sosyal devrimdir. İktidara geçen kapitalizm, derebeylikten bir adım ileridir ama toplum yine insanın insanı sömürdüğü sınıflı bir toplumdur. İnsanlar kapitalizmle de çarpışmıştır, ama kapitalizm ilacı içinde bir hastalıktır, artık sosyal devrim metodu bilinmektedir: “Varolan medeniyeti yıkmadan, zalimleşmiş bir sınıfın TAHAKÜMÜNÜ yıkmak usulü keşfedilmişti”.[32]

Peki, 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’de ve Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler aynı durumdalarsa Doğu’da neden kapitalizm doğamamıştır? Kıvılcımlı’ya göre bunun nedeni Türkiye’de “basit bir Magna Karta taslağı bile” ortaya konmamış olmasıdır:

Türkiye’de beyler, beylerbeyiler, imamlar, şeyhler, Padişah’tan bir söz almayı bile akıllarından geçirme[mişlerdir]. O ‘Eben an ceddin [kuşaktan kuşağa], istibdatla hükümran’ devlet başı[dır]. Kanuni’den sonra gelişen ‘dolap’çı tefeci ve bezirgân sermaye, bütün imparatorluk topraklarını ve hazinesini emrine geçirdiği halde, kapitülasyonlar elde et[miş]ti[r] de, toprak beyi olarak derebeyleşmekten ve Padişaha kapıkulu olmaktan fazlasını istemeyi aklına koyama[mıştır].[33]

Kıvılcımlı Osmanlı toplumunda iki derebeyleşme tespit eder. İlk derebeyleşme Osmanlı devletinin derebeyleşmesidir, 1300-1402 sonrasına denk gelir. Mirî topraklar üzerine kurulan dirlik düzeni bozulmuştur, kamu toprakları kişisel çıkarlarca sömürülmeye başlanmıştır, tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığı hüküm sürmüştür. Bu derebeyleşme Timur Moğollarının barbar akını ile ortadan kalkmış, “Osmanlı’nın ilk göçebe gelenekleri, Simavnalı Bedrettin kuşağı Akşemsettin gibi, Horasan çırasını elinden düşürmeyen bilginlerin ışığı altında rönesansa (dirilişe) uğramış”, II. Mehmet ile de “tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığının kökü kaz[ınmıştır]”.[34] İkinci derebeyleşme İmparatorluk derebeyleşmesidir, 1414-1520 sonrasına denk gelir. Dirlik düzeninin bozulması değil ortadan kaldırılması söz konusudur.[35] Kıvılcımlı’ya göre bu süreçte Osmanlı topraklarında ticaret yolları üzerinde yeşermiş ve oldukça gelişkin olan tefeci-bezirgân sermayesi, kapitalizmin doğuşuna engel olmuştur. 15.-16. yüzyıllarla dirlik düzeninin (tımar sistemi) yerine kesim düzenini (iltizam sistemi) geçirerek kamu topraklarını ele geçirmeye başlamış, özel mülkiyet çiftlikler, malikaneler ve vakıflar etrafında gelişmiştir, bu süreçte kendi ekonomisine sahip ve hür köylüler zamanla toprakbent yani yerlerin esiri olmuşlardır.[36]

Aynı gidiş, hemen bütün eski medeniyetlerde olduğu gibi, batı Avrupa’da dahi görülmüştür. Barbar akınları, kavimler göçü (muhaceret’i akvam), bir nevi bağbozumudur. Göçlerin arkasından, bir çeşit cemiyette “ıstıfai tabii” (tabii arınım) yoluyla kurulan büyük saltanatlar: Derlenmiş salkımların bir hazinede çiğnenip şıraya çevrilmesine benzer. Bu şıra ne olacaktır?

O zamana kadar, tarihte daima, tefeci-bezirgan mayalanma en sonra dozunu ve tuzunu kaçırarak şırayı sirkeye çevirmiş: Önsermayeyi derebeylikle soysuzlaştırmıştı. Batıda, insanlık için birinci defa olmak üzere, ortaçağ mayalanışı, soysuzlaşmadan, bildiğimiz ileri rejime, modern kapitalizme doğru tabir caizse şaraplaştı. Osmanlılıkta ortaçağ, hiçbir senteze varamadan çürüyüp ekşidi, sirke kesildi.[37]

Bu çerçevede şıralaşma evrenselliği, şaraplaşma ve sirkeleşme ise özgün (tikel) gelişim yollarını ortaya koymaktadır. Ama Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi şarap ile sirkenin de bir araya gelişini, bileşik gelişimi de ortaya koyar. Zira Türkiye’de eskiden bu yana var olan antika sermaye yani tefeci-bezirgân sermayenin yanına 19. yüzyılda şirket ve borç şekliyle modern sermaye de sokulmuştur. Bunların ikisi de sermaye adını taşısa da bambaşka üretim tarzlarına karşılık gelirler. Tefeci-bezirgân sermaye, sınıflı toplumu yani medeniyeti oluşturmuştur ama kapitalizm öncesi sermaye yani önsermayedir, Osmanlı toplumunda dirlik ve kesim döneminde egemendir ve üretim alanına egemen olan modern sermayeye düşmandır. “Ali’nin külahını Veli’ye diyerek ticaret kârı faiz peşinde”dir, üretimle ilgisi yoktur; modern sermaye kapitalizmdeki üretim sermayesidir, keşifler ve icatlar peşinde üretimde kâr aramaktadır. Modern sermaye Türkiye’ye yönelişi kapitalizmin serbest rekabet aşamasında değil finans-kapital (tekelci) aşamasında yani kapitalizmin çöküş aşamasında olmuştur: “Böylece, Osmanlı Batı’ya yöneldiğinde, demek oluyor ki, çöküş halinde olan iki toplum birbiri ile temasa geliyordu. Buna sosyal rezonans diyoruz. Yerli tefeci sermayemiz ile Batı’nın Finans-Kapitali kaynaşıyorlardı”.[38] Türkiye’de son tarihsel devrim Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sosyal devrimini de getirmiştir, burjuvazi yarı sömürge şartlarında devrimi yapmıştır; devrim melezdir, Türkiye’deki temel orijinallik budur, “önümüze sürüyle arapsaçı olmuş problem kördüğümlerinin çıkışı ve bizleri şaşkına çevirişi ondandır”. [39]

Kıvılcımlı’ya göre 19. yüzyıl sonrasındaki gelişmelerin tüm evrensel özelliklerine rağmen “bizi bize benzeten” dört gerçek ortaya çıkmıştır:

1- Devletin batının finans kapitalinden borç almaya başlamasıyla, tefeci-bezirgân sermaye finans-kapital ile hareket etmeye başlamış, şirket, banka, kasa gibi adlar altında modern iratçılık yapar hale gelmiştir;

2- Meşrutiyet döneminde tefeci-bezirgân sermaye gelişkin kalırken üretimin temeli Avrupa tekeline, finans kapitale geçmiştir;

3- Yerli sermaye tefeci-bezirgân sermaye olarak devleti haraca bağlarken üretimi tekelinde tutan finans kapitalin dümen suyundan gitmiştir, böylelikle sermayenin temsilcisi Jön Türk hareketinin kökü dışarda kalmıştır;

4- Yarı sömürgelik döneminde yerli sermaye yabancı sermayeye aracılık (“yataklık”) eder olmuştur.[40]

Böylelikle Türkiye antika medeniyetinin iratçı sermayesine boğulmuş, Batı şirketlerinin tekelci finans kapitaliyle kaynaşmış, sanayileşme ile gelişen modern burjuvazi üretimini baltalamıştır.[41] Bir başka deyişle “Batıdaki yatalak, hasta kapitalizm doğudaki bunak pre-kapitalizmi ile eşleştirilerek damızlık bir toplum düzeni [doğurtulamamıştır]”.[42]

“[R]antiyeler [tefeci-bezirgân] sınıfının durumu, Batıda ve Türkiye’de görüldüğü gibi aşırıca diyalektikti. Sosyal devrimi, hem istemez, hem isterdi. O sınıf Abdülhamit’ten sonra da egemenliğini yitirmedi. Ülkeyi örümcek ağı gibi sarmış, mültezim, müteahhit, sarraf, tefeci, eşrâf, âyan zümreli kapitalist sınıfı, Türkiye’de [Cumhuriyet döneminde] hâlâ burjuvazinin ezici çoğunluğudur. Fakat sanayici kapitalist ‘Yok’ değil, olsa olsa ‘Eksik’ sayılabilir. Bu eksikliğin iç sebebi: Türkiye’de İngiltere’dekinden çok daha ağır basıcı bir tefeci-bezirgân prekapitalist sermayeci sınıfın azgınca gelişmiş bulunmasıdır; dış sebebi: O iç sosyal prekapitalist sınıfın Batı finans kapitali ile çabuk ve kolay kaynaşması sayesinde, Batı şirketlerinin Türkiye’de her türlü modern sanayi girişkenliğini daha doğarken boğabilmeleridir”.[43]

Türkiye’nin özgünlüklerini evrensel özellikler, evrensel özelliklerini de özgünlükler bağlamında ortaya koyarken[44] Kıvılcımlı’nın hiçbir zaman atfı olmasa da EBG’yle aynı doğrultuda bir anlatı geliştirdiği görülmektedir. Bu bağlamı Savran’ın EBGY üzerine şu pasajı çok iyi vermektedir:

EBGY, kutuplarını evrensellik ve tikelliğin oluşturduğu diyalektik bir çelişki üzerine kuruludur. Kapitalizm tarihte ilk kez gerçek anlamda evrensel bir tarih oluşturmuştur: insanlığın hiçbir bölümü, hiçbir oluş artık dünyanın geri kalan bölümünden yalıtılmış bir biçimde gelişemez. Ama tam da bu evrensel tarihtir ki, insanlığın farklı bölümlerinin, farklı ulus ve toplumlarının birbirleriyle aynı biçimler altında, özdeş bir süreç içinde gelişmesini engeller. Yani insanlık tarihinin kapitalist çağdaki evrenselliği ifadesini tekil ülkelerin tarihsel gelişmesinin tikelliğinde bulur. Bu tikel gelişmelerin bütünselliği ise evrensel tarihin hareketi düzeyinde kurulur. Buna karşılık, tikellik (özgüllük) evrensel hareketin farklı ilişki, düzey ve alanlarının bir toplum düzeyindeki eşitsiz gelişiminin ürünlerinden başka bir şey değildir.[45]


[1] Satlıgan, “TKP…”, s. 47.

[2] Halil Berktay yaptığı tarih yazımı tartışmasında Osmanlı toplumunu feodal olarak değerlendirenler ve değerlendirmeyenler ayrımı üzerinden gitmektedir. Bu ikinciler arasında Osmanlı İmparatorluğunun despotik karakterini vurgulayarak AÜT perspektifinden inceleyenlerle, İmparatorluğu (AÜT perspektifine yakın bir şekilde) çağının ilerisinde kerim bir devlet olarak niteleyenleri (Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, İsmail Cem) ayırarak sıralamaktadır, bkz. Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1989 (1983), s. 292. Berktay’ın Kıvılcımlı’yı AÜT’e yakın nitelemesi ilginçtir, bunda Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs ve 12 Mart’a dair yazdıkları ve atıfta bulunduğu Doğu Perinçek’in Kıvılcımlı eleştirisi (Hikmet Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, İstanbul: Aydınlık Yayınları, 1975) mutlaka belirleyici olmuştur. Diğer taraftan Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin kolayca anlaşılamamasının da bir payı vardır, ama görüşlerinin pek de anlaşılmadan dolaşımının payını da dikkate almak gerekir. Latife Fegan, kendisini Devlet Ana’yı okurken gören Kıvılcımlı’nın “… K. Tahir benim Tarih Tezi’ni okumuştur hapishanede. Nereden aldığını belirtmeden kendi kitaplarında kullanıyor” dediğini yazmaktadır. Ama bu kullanma Fegan’ın Kıvılcımlı’nın Tarih Yazıları kitabının önsözünden yaptığı alıntıda da görüldüğü gibi aslından kopuk bir okumaya dayanmaktadır: “Onun için, 1940 yılında yazılmış ‘Mr Toynbee Tarih Bilimini Alt Üst Ediyor’ yahut ‘Tarih ve Allah’ polemik denememiz ‘kursağımızda kaldı’. Kişicil ilişkili bir iki edebiyatçı, bir iki kez okumakla kaldılar. Kimisi, bizim nasıl olsa ‘otorite’ olmadığımızı düşünerek lütfettiler. Eleştirinin kıyısından köşesinden kestikleri parçaları, eşlerine dostlarına kendi orijinal buluşları olarak sundular. Allah razı olsun. Emeğimizi unutulmaktan kurtardılar. Aslıyla hiç ilgisi kalmamış biçimsizlikte Üniversite yankılarına kapı açtılar”, Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011, s. 15’ten alıntılayan Latife Fegan, Yazmasaydım Olmazdı, İstanbul: Belge Yayınları, 2021, s. 59. Demir Küçükaydın da Toplum Biçimlerinin Gelişimi’nin önsözünde bu kopukluğun altını çizmekte, hatta Kemal Tahir’in, Tarih Tezi’nin içini boşalttığı ve devletle uzlaştırdığını ileri sürerken Kıvılcımlı’dan şu alıntıyı yapmaktadır: “Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna, hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz pahalı, toptan perakende satmakla yetindi.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 [1970], s. 12). Burada yazılanları biçimsizleştiren edebiyatçının Kemal Tahir olduğu aşikardır, Küçükaydın, herhangi bir kanıt ortaya koymadan, üniversite bilginlerinin ise Cahit Tanyol ve İdris Küçükömer olduğunu iddia etmektedir, bkz. Demir Küçükaydın, Bir Devrimcinin Teorik ve Pratik Otobiyografsi, İstanbul: Köxüz Yayınları, 2009, s. 26. Bu arada Kemal Tahir ile Sencer Divitçioğlu bağının da altını çizmek gerekir, Divitçioğlu kendisinin AÜT çalışmaya başlamasını Kemal Tahir’e borçlu olduğunu açıkça ifade etmektedir; “siz Marks’ta Asya Üretim Tarzı lafını hiç duydunuz mu?” sorusuna olumsuz yanıtı sonrasında Kemal Tahir “Bir kere bakar mısınız? … Bunlara bakın lütfen. Bakın bakalım, bundan ne çıkar?” demiştir, Divitçioğlu ise buna karşılık hiç tereddütsüz ‘peki’ dediğini anlatır, bkz. Sencer Divitçioğlu Anlatıyor (derl. İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 92. Kemal Tahir’in Hulusi Dosdoğru’yla 7 Mart 1971 tarihli sohbetinde Kıvılcımlı’nın 1970’in son aylarında çıkmış Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabı üzerine söyledikleri, düşünceler arasındaki kopukluğun boyutlarını göstermektedir: “Yahu, daha düne kadar adam [Kıvılcımlı] asya tipi üretim tarzı için Marks’ın henüz Marksist olmadan önceki döneminde kaleme aldığı icapsız bir yazıdır, asla bilimsel değildir’ diyip duruyordu. Şimdi de kalkmış A.T.Ü.T.’e dayanmaya çalışıyor. Bunu anlamadan insan Marksist olamaz demeye getiriyor… A.T.Ü.T.’nı da üstelik anlayabilmiş değil. Bir defa Osmanlılığı bilmiyor. ‘Osmanlılar çıkıştan çobandılar. Çobanların obadan gelme bir kan dökücülüğü vardır. Bu yüzden Batıdaki Senyörlere benzemezler. Birbirilerini doğramaları bundandır’ diyor. İşte Hikmetin Osmanlı anlayışı…”, Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, İstanbul: Tel Yayınları, 1974, s. 514’ten alıntılayan Cenk Ağcabay, Türkiye Komünist Partisi ve Dr. Hikmet, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2010, s. 327. Anlaşılan Türkiye’deki AÜT tartışmaları kulaktan kulağa dolambaçlı yollardan geçerek, çoğu zaman da virajlarda dağılarak gelişmiştir; Kıvılcımlı’nın sitemi haklıdır: “Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçe’ye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı “vallaha bilmem” derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler” (Kıvıcımlı, Toplum Biçimlerinin…, s. 13).

[3] Satlıgan, “TKP…”, s. 49.

[4] Yol, Cilt: 1: Parti ve Fraksiyon, Bibliyotek Yayınları, 1992, s. 326’dan alıntılayan Ergun Aydınoğlu, “Hikmet Kıvılcımlı ve 1960’lar Türkiye Solu”, s. 4 (https://tinyurl.com/4bxynkve, erişim 31 Ocak 2022).

[5] A.g.e., s. 5. Benzer bir değerlendirme için bkz. Demir Küçükaydın, “Önsöz (Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı)”, Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek Birinci Kitap: Marksizmin Marksist Eleştirisi, Üstyapı, Din ve Ulus Teorisi, Köksüz Yayınları 2009 (2007).

[6] Aydınoğlu, “Sol Hakkında…, s. 241-245. Kıvılcımlı’nın Stalinizm ile sorunlu ilişkisi ve sonuçları üzerine ayrıntılı bir tartışma için ayrıca bkz. Sungur Savran, “Yalnız Komünist” (21.10.2021) https://gercekgazetesi1.net/teori-tarih/hikmet-ve-hikmet, (erişim tarihi 29.04.2022).

[7] Sungur Savran ileride yapmayı öngördüğü daha ayrıntılı bir inceleme öncesi Kıvılcımlı’ya “Tarih Tezinin dehlizlerinde” üç eleştiri getirmektedir: 15-16. yüzyıl Türkiye tarihinde komünal yaşamın hüküm sürdüğü toplum ile sınıfı toplumu özdeşleştirmesi ve buna bağlı olarak tarihsel devrim ve sosyal devrim tartışmalarındaki çelişkiler; İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamalarında tarih tezinin propaganda malzemesi olarak (Fetih ve Medeniyet kitapçığında) kullanılmasındaki politik yanlış; “tefeci-bezirgân” sermaye kategorisinin Türkiye’nin 1950’ler sonrasındaki iktisadi gelişimini açıklamaktaki sınırlı rolü (bkz. Savran, “Hikmet Kıvılcımlı…”). Savran bizce ikinci eleştirisinde haklıdır; ilk eleştirisine Tarih Tezi üzerinde yapılacak ayrıntılı ve kapsamlı bir araştırmanın, üçüncü eleştirisine ise Sosyalist gazetesi ve son yıllarında dergilerde çıkmış yazıları üzerine yapılacak bir araştırmanın tutarlı cevaplar üretebileceğini düşünüyoruz (bkz. dip not 193). Üçüncü eleştiri bağlamında daha önce 1971’de Sosyalist gazetesinde yayınlanmış (güncel niceliksel veriler de içeren) bir konferans konuşma metni için bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Finans Kapital ve Türkiye, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008. Aynı şekilde bkz. Hikmet Kıvılcımlı, “Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası”, Sosyalist (8 Aralık 1970).

[8] Orijinal cümle şöyledir: “Buraya kadar, Türkiye’de işçi sınıfının geçirdiği değişimleri tarihi seyri içinde ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”, Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, Yakın Tarihten Birkaç Madde, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2009, s. 19.

[9] Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi (1965); Tarih, Devrim, Sosyalizm (1965); İlkel Sosyalizmden Kapitalizme (1965); “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin” (1966-1970); “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine” (1967); “Türkiye’nin Düzeni” (1967); “Tartışılacak Tarih Tezi” (1968); “Üretim Nedir?” (1968); Toplum Biçimlerinin Gelişimi (1970); Osmanlı Tarihinin Maddesi (2008).

[10] Hikmet Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1968), s. 19-20. Kıvılcımlı tarih incelemelerindeki yolculuğunu şu şekilde açıklar: “Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin maddesine girince, onun İslâm Medeniyeti’nde bir “Rönesans” olduğu belirdi. İslâm Medeniyeti: tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent’ten (Cite’den) çıkmış Antika (Kadim) Medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerlerden) İslâm Medeniyeti’ne gelinceye değin sıralanan Antika Medeniyetlerin hepsi de hem birbirlerinin aynı, hem birbirlerinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep aynı gidişi-süreci (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin, sebep-sonuç zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.” Hikmet Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2014 (1965), s. 13.

[11] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 21.

[12] A.g.e., s. 21.

[13] A.g.e., s. 24.

[14] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 17.

[15] A.g.e., s. 18.

[16] A.g.e., s. 19.

[17] A.g.e., s. 20.

[18] A.g.e., s. 21-22.

[19] A.g.e., s. 23.

[20] A.g.e., s. 24.

[21] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 22-24.

[22] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Düzeni”, Türk Solu, no: 4, 1967, s. 6.

[23] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 323; Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, Köxüz Dijital Yayınları, [1968], s. 57-58.

[24] Hikmet Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1965), s. 13.

[25] A.g.e., s. 55, 52.

[26] A.g.e., s. 54-55, 78.

[27] A.g.e., s. 82-83.

[28] A.g.e., s. 82-84.

[29] A.g.e., s. 12.

[30] A.g.e., s. 34.

[31] A.g.e., s. 78.

[32] A.g.e., s. 108. “Böylece, 6 bin yıl kökünden kazınmak istenen ilkel sosyalizm, İngiltere’de barbar geleneklerinin dayatmasıyla önce Krala karşı din ve dünya beylerinin, sonra işveren sınıfının Hürriyet Kartası biçimine girdi; en sonunda o kanaldan “Halk Kartası” adıyla modern sosyalizm olarak yeni bir hayat kazandı”, a.g.e., s. 110.

[33] A.g.e., s. 78.

[34] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008, s. 55-56. Kıvılcımlı Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı makale serisinde (“Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”, Sosyalist, no: 1-2-3-4-5-6-7, 1966-1970) Timur’un akınını “dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin sonuncusu” olarak tanımlar. Bu tanımlama yukarda açıkladığımız birinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Kıvılcımlı Fetih ve Medeniyet (İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1953)) risalesinde ise II. Mehmed’in İstanbul’u fethini eski medeniyeti dirilten ya da rönesansa uğratan bir tarihsel devrim olarak tanımlar. Bu da ikinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Savran’ın haklı eleştirisini izlersek, fetih eğer tarihsel bir devrimse barbarlar tarafından yapılması gerekmektedir ama II. Mehmed dönemi Osmanlı toplumunun sınıflı bir toplum olduğu aşikardır, bu da Tarih Tezi’nin önemli bir çelişkisidir. Şimdiye kadarki okumalarımızda bu çelişkiyi net bir şekilde ortadan kaldıracak bir açıklamaya rastlamadık ama Osmanlı Tarihinin Maddesi’nde Timur akınları, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının da etkisi altında Osmanlı göçebe geleneklerinin rönesansı, II. Mehmed’in “toprak reformu”nu vurgulayan anlatısı akınlarla fetih arasında, yani birinci ve ikinci tür tarihsel devrim arasında zımnen bir geçişkenlik ve süreklilik inşa etmektedir, çelişkinin bu şekilde göreli olarak da olsa ortadan kalkabileceği düşünülebilir. Tabi bu çerçevede Kıvılcımlı’nın hem antika hem de modern bezirganlığa karşı olan, insanların kardeşliğini öğütleyerek “bir Orta Çağ köylü sosyalizmi” ortaya koyan Şeyh Bedreddin’in ayaklanmasını “ilk sosyal devrim” olarak tanımlamasının da altını çizmek gerekir, bkz. Kıvılcımlı, “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”.

[35] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 66-67.

[36] Batı ile Doğu arasındaki bu ayrışmaya dayalı anlatıya rağmen Kıvılcımlı evrensel özellikleri vurgular. Mirî toprak Osmanlı toplumuna özgü değildir, “[b]ütün antika toplumların başlangıç çağlarında görülen kamu toprağı kurumunun evrenselliği içinde, ayrı ve en sondan bir önceki bölümüdür. Avrupa’da karşılığı ‘benefice’dir”; Malikanenin doğuşu da evrensel bir toplum gelişmedir, “[h]er belirli somut toplum için başlangıç: Miri toprak (kamu mülkiyeti); son: Malikane (özel kişi mülkiyeti)dir. Avrupa’da karşılığı ‘fief’tir”. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 355.

[37] A.g.e., s. 559.

[38] Hikmet Kıvılcımlı, “Ek: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1967), s. 172-173.

[39] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Teorik Devrim Orijinalliği (29 Aralık 1970)”, Sosyalist Gazetesi Yazıları (1967-1971), İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1995, s. 173-174.

[40] Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1965), s. 20-24.

[41] A.g.e., s. 107.

[42] A.g.e., s. 121.

[43] A.g.e., s. 104-105.

[44] Kıvılcımlı’nın kullandığı Doğu ve Batı kavramlarına dair açıklaması da bu anlamda önemlidir: “Antika medeniyetin batış çağındaki çürümüş insanını gülen renklerle bezeyemedik. Gerçeği her şeyden üstün tutmalıydık. Bugünkü Batı kültürünün yetiştirmesi kafalara daha iyi dank etmiş olmak için, arasıra “Doğulu insan”, “Batılı insan” deyimlerini kullandık. Böyle coğrafya veya etnoloji, etnoğrafya tipleri yoktur. 1-“Doğulu insan” dediğimiz vakit, bu yalnız hep “antika medeniyet insanı”dır. Yunan ve Roma medeniyetleri, pekala Avrupa ve Batı medeniyetleriydiler. Paçavra insan yetiştirmekte, yahut ilkel sosyalist şövalyeleri medeniyetin çamur insanı durumuna sokmakta ne Irak’ın Nemrut’larını ne Mısır’ın Firavun’larını hiçbir zaman aratmadılar. 2- “Doğulu insan”ı, yahut “antika medeniyet insanı”nı tarihsel kategori olarak aldık. Frenk’lerin “Une fois pour tous” [ilk ve son olarak] dedikleri biçimde ebediyen çürümeye mahkûm bir altlık tiryakisi esrarkeş saymadık. Öylesine kötümser fatalizm ancak burjuva biliminin şanına (çıkarına) yakışabilir”, Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, s. 114.

[45] Savran, “Azgelişmişlik…”, s. 65.

BİR MAYIS NEDİR?

1 Mayıs vesilesiyle Kıvılcımlı ustanın az bilinen ve ilk olarak “Dergi Yazıları” derlememizin üçüncü cildinde yayımlanan “Bir Mayıs Nedir?” yazısını Fuat Fegan’ın notuyla birlikte paylaşıyoruz.

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!      

Ahmet Kale- Göksal Caner Malatya

“1969 yılı kaleme alındığı anlaşılan yazının sonu yok. Elyazması da aynı noktada bitiyor. Yalnız notlar daha sonraki yıllara kadar sürüp gidiyor. Bu haliyle, yazıda, 2. Enternasyonal’e dek olan işçi hareketleri tarihi özetlenmiş oluyor.” (26.01.1977 Fuat Fegan)

Modern medeniyet, yani KAPİTALİZM gözümüzde dünyaları kaplayan bir büyüklüktür. Nitelik bakımından bugün bütün insanlığı kaplamış görünmesi o muazzam izlenimi yaratıyor. Ancak 19. Yüzyıla dek Kapitalizmin NİCELİĞİ: gülünç denecek bir küçüklüktü. Çünkü Modern Medeniyet (Çağdaş Uygarlık!) tümüyle AVRUPA’da bile değil, Avrupa’nın BATI UCUNDA bir nokta gibiydi. Onun için, Roma ve İslam medeniyetlerine mirasçı olmuş Osmanlı Türkiye’sinin Ulu’ları, Batılı insana en üstün bulduğu günler bile, uzun süre “KEFERE” diye bıyık altından tiksinti ile karışık alaycı bir aşağılık diye küçümserdi.

Bugüne dek, manda batağından beter geriliğimizle böbürlenişimiz oradan kalmadır. Birkaç kilometre karelik sınırı içine kapanmış ilk Sümer kentinde ilk medeniyette olduğu gün de, bir gün geri kalan yeryüzünü kaplamış muazzam Barbar yığınları için, öyle küçücük ve önemsenemez gelmişti. Sonra o nokta, bir yağdanlısının inadı ve kaçınılmazlığı ile yayıldıkça dünyayı sardı. Şimdi, Medeniyetten yana olmayacak kişiye aklı başında insan gözüyle bakılamıyor.

1 Mayıs’ın oluşu ve doğuşu ile dünyayı kaplayışı, aşağı yukarı o Medeniyet serüvenine pek benzer. 1 Mayıs, Modern Kapitalizm adlı Medeniyet içinde, yeni bir Medeniyet biçimi olan Sosyalizmin yaratıcısı işçi sınıfı varlığından ve gücünden kaynak aldı. Tarihte bir Medeniyet kadar derin köklü, tutkun, sabırlı, önüne geçilemez oldu. Neden? Aşağı yukarı şu inanılmaz durumdan.

Kapitalizmin doğduğu, büyüdüğü BATI AVRUPA nedir? İngiltere Birleşik Krallığı Kapitalizme beşik olduğu: genişliği, Türkiye’nin birkaç vilayeti kadar (94 bin mil2) bir toprak. Kapitalizmin daha sonra kapladığı Fransa’yı, Almanya’yı, İtalya’yı, İspanya’yı İngiltere’ye katalım. Hepsi birden 711 bin mil2’yi geçmez. Bugün, Türkiye’den kopmuş Suudi Arabistan tek başına 618 bin küsur mil2. Hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkelerini içine alabilecek bir ülke… Avrupa bu. 5 büyük Avrupa Kapitalist Devletinin toprağı yeryüzünün 281’de biri bile güç oluyor.

Gelip görün ki Kapitalizm, o daracık yerdeki insanları Barbar Aşiretler çağından alıp, doğru modern Milletler kılığına acele soktu. Düşünelim: Arabistan yarımadası içine sıkıştırılmış sürüyle Avrupa Devletler mozaiğini. Tek İslam medeniyeti bile Arabistan’ın bütününe sığmamış, Dünyayı kaplamış. Kapitalizm denli yaman genişlikte YENİDEN ÜRETİM temelli bir Ekonomi ve Toplum, nasıl olur da Arabistan kadar daracık bir ülke içinde bile insanları, her aşiret ayrı MİLLETTİR diye paramparça edebilir? Etmiştir. Neredeyse, birkaç aşiret, bir Modern Millet adını ve kalıbını almıştır. Medeniyet, Yakın ve Uzak Doğu’da olduğu gibi, barbar aşiretleri Avrupa’da eritmeye vakit bulamadan, başka bir kalıba aktarıvermiştir. O yeni kalıplara MİLLET adı takılmıştır. Ve her MİLLET, birbirine su sızdırmaz ayrı cam kaplar gibi, insanları ayırmakla kalmamış, ayrıca birbirine “can düşmanı” durumuna da sokmuştur. Kapitalizm böyle istemiştir. Ve öyle de olmuştur.

Ne var ki, gene o Kapitalizmin kendisi, her şeysindeki yordamı ile bir başka büyük çelişkiyi devletleştirmekten geri kalmamıştır. Her Kapitalist ülke (Milli Devlet) ekonomisi BÜYÜK SANAYİ sistemini doğurmuştur. CİHAN PAZARI’nı kurmuştur. Bu Kapitalist Ekonomi, değil Arabistan kadarcık bir Avrupa’ya, Dünyaya sığamaz eğilimdedir. O evrensel ekonominin CANLI GÜCÜ, insan gücü modern İŞÇİ SINIFI (proletarya) adını almıştır. Demek, her Medeniyet gibi, Kapitalizm de, daha doğarken İNSANLIK ölçüsünde: ister aşiret olsun, ister millet olsun, insanları darlığına parçalayıcı her sınırı aşındıracak maddi ve manevi, ekonomik ve sosyal evrensellik güçleri yaratmıştır. Ve her gün Tarihte hiç görülmemiş ölçülerde evrensel insancıllığı yaymaktadır. Üst sınıflarda KOZMOPOLİTLİK, alt sınıflarda ENTERNASYONALLİK adını alan eğilimler ve akımlar, kapitalizmin nasıl her gün biraz daha kendi yarattığı Millet sınırlarını gene kendisinin kimi moda yumuşaklığı ile kimi zor sertliği ile İNKAR ettiğini ortaya koyar.

Bu çelişkili genel gidişin temeli şudur: Kapitalizmle üretici güçler durmaksızın SOSYALLEŞİRken, üretim (mülkiyet) ilişkileri durmaksızın azalan kişiler elinde BİREYCİLLEŞİR. İktidardaki egemen sınıflar, ortalarından çatlayıp havaya uçmamak için başlıca iki çıkar yolu zorlarlar. Dışarıda (DIŞ Politika ilişkilerinde) her kapitalist Devlet öteki kapitalist Devletle can düşmanlığı güden bu can düşmanı Devletlerden her biri: bütün dünyayı ele geçirmek ister. Bu ideal isteği yerine gelse ne olur? Bütün insanlık bir Tek Millet haline gelir: Demek, Milletler mozaiği ortadan kalkar. Demek, ayrı ayrı Milletler idealini yaratan Kapitalizm, bu idealizmi bir an için gerçekleştirdiği gün, yeryüzünde milletlerin kökünü kendi eliyle kazımış olacaktır. Bugün Amerikan SÜPER-EMPERYALİZMİ, onun için, bir çeşit gizli enternasyonalizm anlamı taşıyan uluslararası Finans-Kapital Kozmopolitizmini sosyalizm ekzeması durumuna sokmuş bulunuyor.

Kapitalizmin İÇ Politikası daha başka türlü sonuçlar vermez. Ayrı ayrı her MİLLET içinde ortak ekonomili ve ortak alın yazılı milyonlarca insanın ağzına ortak sloganlara verilmiştir. Bunları en çok ciddiye alanları Halk yığınları olmuştur. “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik: Kapitalistin sömürü hürriyeti ve sömürü aleti olunca, her şeyden önce EŞİTLİK tersine döner ve KARDEŞLİK akrep gibi birbirini sokan akrabalığın düşman-kardeşliği biçimine girer. Politikada her gün örnekleri çoğalan sosyal adaletsizlikler, ekonomide büsbütün inanılmaz ölçülere varır.

Kapitalizm kadar dünyayı bir tek üretim sistemi ve bir tek Pazar durumuna sokan bir düzen, milyonlarca işçi ve küçükburjuva yığınlarını, hala Ortaçağ Barbar aşiretlerinden kalma kurullar ve kurumlarla bölerek güdüyordu. Bölük pörçük Milletlerin birbirlerine can düşmanı oluşları sayesinde Kapitalizm dünya ölçüsünde egemen bir sistem ve sömürü sağlıyordu. Barış zamanında, (bugün Alman kapitalizminin ucuz işeli olarak Türk işçilerini kullandığı gibi) Avrupa’nın şu ülke işçilerini, öteki ülke işçilerine karşı rakip olarak kullanıyor, böylece aynı sömürüye uğrayan işçi sınıfının bir bölümünü, öteki bölüğü ile çarpıştırarak kararı arttırıyordu. Yani, birbirine düşman edilmiş Avrupa milletlerinde barış: kapitalist sınıfların çıkarları uğruna işçi sınıfının toptan sömürülüşüne yarıyordu.

SAVAŞ zamanı sömürü büsbütün trajedileşiyordu. Sanki ayrı ayrı kapitalist ülkelerde sömürülen insanların kendi aralarında paylaşamadıkları bir şey varmış gibi, savaşta çıkar arayan kapitalistler, geri hizmetlerinde savaşın kendi çıkarlarını rahatça kasalarına dolduruyorlar; cephelerde ise, gene her ülkenin çalışan sınıf ve tabakaları birbirlerine girip boğazlaşıyorlardı. Vaktiyle o denli kötülenen Ortaçağ derebeyliğinde, hiç değilse birbirleriyle çekişip çatışan Derebeyiler, çıkardıkları savaşlarda gene kendileri cephede ön safa geçip, birbirleriyle kozların paylaşmacasına kendileri savaşırlardı. Savaşta, o kadarcık olsun bir namusluca sertlik var idi. Beyler, savaş ilan edip geri çekilmiyorlar: öne, çalışan toprak esirlerini sürerek kendi hesaplarına kırdırmıyorlardı.

Kapitalizmde, Savaşın bu mertçe namusu sıfıra indirilmişti. Savaşı, her Milletin başına geçmiş Kapitalist sınıfları kışkırtıyorlardı. Sonra, kendileri savaşı istememiş gibi: “dostlar sefere, biz eve” diyerek, kendilerini işlerinin başına çekiyorlar, o güne dek sömürdükleri, fabrikalarda ve işyerlerinde sömürdükleri işçi sınıflarını ve çalışan halk yığınlarını ateşe sürüp, geride kapitalistleri bu yol da Savaş zengini ediyorlardı. Barış zamanı sömürülüp ezilen halk, savaş zamanı yaralanıp pir aşkına (daha doğrusu Kapitalizm çapulu uğruna) ölüyordu. Hani, vaktiyle savaşı açanlar da, yapanlar da derebeyilerdi ya, Kapitalistler Derebeyliği sözde kaldırınca; Beylik milletindir gibi piyazlarla, halkı beşlerin yerine (gerçekte kapitalistlerin yerine) savaşa sürüyorlardı. Halklar da, işin farkına varmaksızın, madem Millet demek biz demekmişiz, savaşı da biz sineye çekeceğiz, diyerek en kanlı ateşler ortasında, hırsla birbirlerine giriyorlardı.

İleri kapitalizmin Avrupa’ya getirdiği “MEDENİYET” bu idi. Bu çok saçma bir şeydi. Ama yedi bin yıllık sınıflı Toplumun insan hayatında ve kafasında, ruhunda bıraktığı gelenekleri ve görenekleri, nalıncı keseri gibi hep kendi yanına yontarak sömürmeyi bilen Kapitalizm açıkgözlüğü, o ilk bakışta en saçma olduğu görülen durumu, en akıllıca davranış gibi insanlara yutturmayı becermişti. Yedi bin yıl önceki ekonomi ve toplum yaşantısı içinden çıkamamış bulunan küçükburjuvazi bu yutturmacayı iliklerine dek benimseyip sindirmişti. Kapitalizm, lafta olsun “Hürriyeti, Adaleti, Eşitliği, Kardeşliği” ona bağışlamıştı ya, lafta bir gün beylik beylikti: Kıyamete dek gider, İşveren sınıfının kışkırttığı savaşlarda bire dek kırılırdı. Hele ara sıra burjuva kayırışı ile Bir memurluk veya subaylık maaşı alan devletli olma şansı da koklatılırsa, küçük burjuvazinin Kapitalizm uğruna beğenmeyeceği ölümlerden ölüm bulunamazdı. Çünkü başka çıkar yolu yoktu.

Ancak, işçi sınıfı küçük burjuva bataklığından fışkırmış, kökü boyuna o batakta kalan bir sosyal sınıf olmakla birlikte, gövdesi, filizi, yaprağı, çiçeği bataktan sıyrılmış en modern sınıftı. Yalnız kısa Savaş mahşeri içinde değil, uzun Barış günlerinde de her anlık yaşayışı ile Avrupa’da kapitalizmin yarattığı anormal çelişkileri ve çatışkıları sonuna dek görmezlikten gelemezdi. Hem işveren sınıfı “Akılcıl” (rasyonel) bir felsefe getirmemiş miydi? Her şey insanca aklın mihenk taşına vurulacaktı. E, şu her ağıza sakız edilmiş: “Hürriyet, Adalet, Eşitlik, Kardeşlik”, “Vatan”, “Millet” gibi güzel, kutsallığına dokunulmaz sözcüklerin anlamları akıl dışı mı bırakılmalıydı?

Üstünkörülüğü yutturmacaya çok elverişli olan burjuva “akılcıllığı” (rasyonalizmi) için: Barışta işçinin İşgücünü soymak, Savaşta (kapitalist çıkarları için savaşta) gene işçi sınıfının kefenini soymak olağan şeydi. İşçi sınıfı için bu durum ve tutum en akıl çatlatan bir saçmalıktı. Çünkü İşveren sınıfı, işçi sınıfını düpedüz işletip soymakla kalsa, belki kıyı köşe yaşama standardına eklenen kırıntılarla sömürü normal bir gelişme imiş gibi öne sürülebilirdi. Ama kapitalizm bir düzü gitmeyip, her 5-10 yılda bir kimi ekonomik bunalıma, (sıklık krizlere), kimi politik bunalıma (daha az sıklık olmayan isyan ve savaşlara) dökülmeden edemiyordu. Bu sakar ve aksak gidişin, ikide bir kızılca kıyametler koparışı, en sonturlu işveren akılcılarını ve en azgın kapitalist “Düzen” bekçilerini bile şaşkına çevirmişti. Bu korkunç şartlar altında “Topa et, Kıvanca et” olan işçi sınıfı ne yapacaktı?

19. yüzyılın başından ortalarına dek, Avrupa Milletleri içinde ya henüz iktidara gelememiş yahut geldiği İktidar yerini sağlama bağlayamamış bulunan işveren sınıfı bol bol isyanla oynuyordu. İktidara gelince, elini verdiği büyük Emlak sahipleri sınıfından Kapitalist sınıfı kolunu kurtaramıyordu. Kapitalist ihtilallerinin MOTORU halk (işçi ve köylü) idi. Egemen olan veya olmak isteyen İşveren sınıfı Emlak sahipleri sınıfı ile KÂR-İRAT paylaşmasında sıkışınca, eski huyunu depreştiriyordu: Emlak sahiplerinin Derebeyi arttığı Krallıklarına karşı ayaklanmak üzere Devrimin halk MOTORU’nu işletiyor, ikide bir halkı silahlandırıp sokağa döküyordu.

Özellikle Fransa’da patlayıp, bütün Batı dünyacılığını sarsan o sosyal depremlerde, burjuvazi İşçi sınıfını koçbaşı gibi kullanıyordu. Tümü İşçi sınıfının İşgücü sömürülerek derlenen sosyal ARTI-DEĞER’e “MİLLİ GELİR” adı verilmişti. Bütün kavga o Artı-değerden İşveren sınıfına düşen kâr ile Emlak sahipleri sınıfına düşen İRAT (RANT) paylarının ne kadar olacağı çevresinde dönüp dolaşıyordu. Böyleyken, hala “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik” bayrağı altında İşveren sınıfının perde ardından kışkırttığı isyanlarda en çok işçi sınıfı kanıyordu. Kumarbazlar (İşveren ve Ağa sınıfları) mana (Kâr-İrat) paylaşacağız diye dalaşırken, mahalleyi (başta İşçi sınıfını) yangına veriyorlardı. Bunun bir çaresi yok muydu?

İşçi Sınıfının emekleme çağıydı. Sosyal bilimin güzel çocukları ÜTOPYA’cı sosyalistler, bu derdin ilk nedenini bulamadıkları için, pek çok davalar yazdılar. Hastalığın ilacı çok, ilacı yoktu. Ancak insan zekasını işçi sınıfı açısından geliştirip işleten Marx-Engels Bilimcil Sosyalizmi kurunca problem kişi yakıştırmalarından kurtuldu. Yeni bilim, yeni sosyal gücün: İşçi sınıfının, proletaryanın yörüngesine oturdu. Bilim soyut insanla değil, somut sosyal sınıfla buluştu. 19. Yüzyılın birinci yarımına gelinmişti.

1848 SOSYAL DEVRİMLERİ gibi 1850 SOSYAL KARŞI-DEVRİMLERİ de, Batı Avrupa denilen küçücük toprak parçasını hallaç pamuğu gibi attı. O kargaşalıkta yeni bilim ile yeni sosyal güç arasındaki kaynaşma ve karşılıklı deneşme yoklamadan öteye geçemedi. Yoklayışları bilince çıkarmak, ister istemez bilime, Bilimcil Sosyalizme düştü. 28 Eylül 1864 günü Londra’nın Saint Martin’s Hall’ünde: Tarihin o zamana dek yazmadığı ayıklıkta bir olay geçti. Ayrı, düşman MİLLETLER diye Kapitalizmin paramparça ettiği Batı Avrupa ülkelerinin irili ufaklı: İngiliz, Fransız, alman, İtalyan, İsviçreli, Leh ve ilh… bütün uluslarından gelmiş delegeler, ilk: İŞÇİLERİN ULUSLAR ARASI ASSOSYASYONU (BİRİNCİ ENTERNASYONAL) işçi örgütünü kurdu. Enternasyonal’in bir “GENEL KONSEY”i seçildi.

Bu, gelişigüzel bir heves miydi? Katılanların bir avuç ülkücü oluşlarına bakılırsa, öyle gözüküyordu. Topuyla, tüfeğiyle mermer saraylara, çelik kalelere yerleşmiş Kapitalizm karşısında kaç kişi, nerelere sığınmışlardı? Avrupa’nın SOSYAL problemlerinde ve çözümlerinde en ileri öncü ülke Fransa idi. Fransa’da, ENTERNASYONAL kurulduktan beş ay sonra, 8 Ocak 1965 günü (Paris, 44 rue des Gravillers’de) kurulan ilk Fransız Enternasyonal şubesi merkezi: 4 metre uzun, 3 metre geniş, poyraza açık bir yer katı odacığı idi. Tek penceresinin baktığı çamurlu ard avlu, leş kokan bir süprüntülüktü. İçindeki eşyalar mı? Yoldaş Tolain’in evinden getirdiği kırık bir saç soba. Yoldaş Fribourg’un üzerinde dekoratörlük zanaatini yaptığı ak ağaçtan bir eski masa, iki tane de ilişilecek tabure. Ancak neden sonra bu taburelerin yanına, bit pazarından seçilmiş 4 “fantezi koltuk” zor katılabilecekti…

İşte, tüm Avrupa iktidarlarını “Komünizm hayaleti geliyor!” diye 19. Yüzyıl boyu tir tir titreten, 20. Yüzyıl boyu sözcüğünü ağzına alanın kellesi uçurulacak diye dehşetlere büründürülen ENTERNASYONAL İŞÇİLER Derneği, maddece bu idi. Anlamca, İnsanlığın en büyük alınyazısını en basit çözümüne kavuşturuyordu. Kapitalizmin Avrupa yolundan bütün insanlığa getirdiği paramparça ULUSLAR kargaşalığı illetini, inanılmaz kertede basitin basiti tek ilaçla: İşçi Sınıfının ULUSLARARASI davranışı ile tedavi ediyordu. 20 yıldır, hastalığın kökünü Tarihcil Maddecilik görüşü ile bulmuştu. Bu kökü yolacak insan gerekti. Bu insan: İŞÇİ SINIFI’ndan başkası olamazdı. Çünkü yalnız, o sınıf, modern üretici güçlerin canlı bilincini elinde tutuyordu. Eziliyor, soyuluyordu. Ama Tarihte ilk defa, kendi kurtuluşunu ancak tüm insanlığın kurtuluşu içinde bulmak zorunda kalan bir küme insandı. “İşçiler kurtulsun, geri kalanın, altta kalanın canı çıksın” diyemezdi. Kendisini de, sosyal sınıf olarak yok etmedikçe, insanlıkla birlikte işçi sınıfına rahat soluk almak yoktu.

Bilimcil Sosyalizm, 20 yıldan beri bu önüne geçilmez yalın kat gerçeği yakalayıp, her yanı ve bütün çelişkileri ile işlemişti. Şimdi bu teoriyi pratiğine vurmak, düşünceyi sahibine vermek gerekiyordu. Düşüncenin de, davranışın da asıl güçlü sahibi İşçi sınıfı denilen genç devdi. Bu dev çocuk saflığı ile henüz gözlerini dünyaya açıyordu. Bütün sosyal hastalıkların iyileşmişi için, Proletaryanın gözünü açması, ayıkması tek şarttı. Yalnız o bilinç belirtildiği ve iyi belletildiği gün, her iş normal yoluna girecekti. “Yapışılacak bu tek halka, tüm zinciri ardından sürükleyecekti.” Halka ENTERNASYONAL idi.

Enternasyonal’in Manifest’i ile Tüzüğü, 20 yıllık emekçisi olan Karl Marx’ın kaleminden çıktı. Hani, o çuvallar dolusu avukat şişirmecesi Tüzük ve Programların kulakları çınlasın. Marx’ın yazdığı Enternasyonal Manifest: bugünkü küçük boy bir kitapçığın 1 tek sahifesi, 11 maddecikten Kuruluş Tüzüğü ise gene ancak 2 sayfacık yer tutuyordu. Bugün dünyaları kaplamış görünen Manifest’in ana düşüncesi şu sözlerde toplanmıştı:

“Göründüğüne göre,

“İşçilerin kurtuluşu, İşçilerin kendi eserleri olmalıdır. Ve işçilerin çabaları, yeni imtiyazlar kurmaya eğilmemeli, herkes için eşit haklar ve görevler yerleştirmeye ve her türlü sınıf tahakkümünü yok etmeye eğilmelidir” diye başlıyordu Manifest ve Tüzük.

Bugün, en azgın faşist Mussolini’den aktarılan biçimi, en gerici Şark ağası kafasıyla yetmez görülüp, kat kat ağır katkılarla sahneye çıkarılan Ceza Kanunları’nın 141 ve 142. Ünlü maddeleri bile Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ”ne karşı çıkan hükmünü savunur görünmeksizin öne sürülemeyeceğini, bir hak savunması yapamayacağını anlamak zorunda kalmıştır. İnsanlık 105 yılda böylesine yol almıştır. En domuzuna soygunculuk bile, 105 yıl önce Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ YASAK!” prensibini yalancıktan da olsa benimsemiş görünmedikçe, hiç kimsenin, en geri milletlerin en cahil halklarının bile önüne “KANUN” adını takınarak çıkamıyor. Bilimcil Sosyalizm Enternasyonalinin Manifest-Tüzük’ü, öylesine ileriyi gören, geleceğe kesinlikle egemen olan büyük ve karşı konulamaz prensiplerle yola çıkmıştır. Ve şöyle yürür:

“İşçinin, çalışma araçlarını, yani yaşama kaynaklarını ellerinde tutanların ekonomi boyundurukları altına girmiş bulunması, çalışanın siyaset, maneviyat ve maddece kul oluşunun birinci nedenidir.”

Dolayısıyla da,

“Bundan ötürü, araçtan başka bir şey olmayan her türlü politika hareketinin bağlı bulunduğu büyük amaç, çalışanların ekonomice kurtuluşlarıdır.

“Şimdiye dek yapılmış bütün çabaların başarısızlığa uğraması, hep her ülkede çeşitli mesleklerden işçiler arasında dayanışma yokluğundan ve çeşitli kıtalardan işçiler arasında kardeşçe birlik yokluğundan ileri gelmektedir.

“Emeğin kurtuluşu, ne mahalli (bölgesel), ne milli (ulusal) değil sosyal bir problem olduğundan, o kurtuluş, modern yaşayışın var olduğu bütün ülkeleri kucağına alır ve çözümü için bütün ülkelerin teorice ve pratikçe yardımlaşmalarını gerektirir.”

Çok dikkat edelim. Bilimcil sosyalizm 1864 yılı hemen bütün ana doktrinini büyük kitaplarının ayrıntıları içinde vermiştir. Marx-Engels: “Biz teorice buyuracağız. Herkes boyun kırıp uygulayacak” demiyorlar. Sadece yolu gösteriyorlar. Problemin “ÇÖZÜMÜ” için gerek “TEORİ” gerekse “PRATİK” alanlarında “BÜTÜN ÜLKELERİN YARDIMLAŞMALARINI” gerekli buluyorlar. Yani, kimi ezeli kılkuyrukların ikide bir demeye getirdikleri gibi, Teori yahut Pratik yalnız: Fransa, İngiltere, şimdi de Amerika gibi “İleri Batı” ülkelerinde yahut Rusya, Çin, şimdi de Vietnam gibi Büyük Doğu ülkelerinde doğmuş kimselerin imtiyazındadır ve ancak oralarda “Tahsil”, “Etüt” edilebilir, oraların patentini taşıyamayan kimsenin teori ve pratikte gık demek ne haddine demiyor Marx-Engels. Geri veya İleri, Doğu veya batı “Bütün ülkelerin” insanları, eğer insansalar “sosyal problemler” uğrunda düşünce ve davranışlarıyla Marx’a ve Engels’e dahi “YARDIM” edebilirler!

Yeter ki, yığınların hareketinden kopulmasın. Emperyalizmin, yeryüzünü iki evli bir köy kadar küçülterek birleştirdiği 20. Yüzyılda değil, 1969 yılı değil, 19. Yüzyılda, 1864 yılı: İşçi hareketi, tüm insanlık hareketi olmuştur. Bu oluş 1864 yılı bütün çizileriyle belirmiştir. Tek engel, kapitalizmin, ayrı ayrı maskara çiftliklere böldüğü küçücük Avrupa ülkelerinde, İşveren sınıfının uydurup kaydırdığı (şimdi ise nasıl silip kaldıracağını düşündüğü) dar sınırlardır. Marx veya Engels yahut Enternasyonal değil, İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi: burjuva dar kafalılığı ve dar sınırlılığı içinde işçileri hapsolmaktan kurtarma eğilimindedir.

“En sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin işçileri arasında yeniden ortaya çıkan hareket, yeni umutlar doğurarak, eski yanlışlıklara yeniden düşülmemesi için muhteşem bir ihtar yaparak, işçileri henüz birbirinden tecrit edilmiş duran çabalarını hemen derleştirip kaynaştırmaya iter.”

İnsan her işini önce kafasında planlaştırır, sonra uygular. Enternasyonal, modern kapitalizmin alt bilinç alaca karanlığına çıkardığı sosyal gelişimi üst bilince çıkarmanın ilk planı ve uygulaması idi. İster istemez YUKARIDAN, yani: Bilimden, Bilinçten gelen ışığın İşçi sınıfı içine indirilişi oldu. 5 yıl ardarda her Eylül ayı toplanan KONGRE’ler, çok az sayıda üyeler, sayılamayacak kadar çok güçlükler içinde yol aldılar ve yol açtılar.

1870 yılı, Kapitalizmin uluslararası dengesiz gelişimi, Alman Burjuvazisi ile Fransız Burjuvazisine, kopardıkları kanlı savaşla yeniden her iki ülkenin işçi sınıflarını ve halklarını birbirlerine kırdırma fırsatını verdi. Ancak Tarihin diyalektiği, evdeki pazarı çarşıya uydurmadı. O saçma kızılca kıyameti koparan kapitalizmin başına silahlanan Paris halkı gereken çorabı örmeye girişti. Tarihte çalışan yığınların en büyük sıçraması: PARİS KOMUNASI kendiliğinden doğdu. Fransız-Alman kapitalistleriyle ağaları birbirleriyle dalaşırlarken, kendi efendilerinin o dillerinden hiç düşürmedikleri Vatana ve Millete el altından nasıl ihanet ettiklerini yakalayan Parisli çalışkanlar, modern çağın ilk SOSYAL Halk Devletini kurdular.

Bu beklenmedik ayaklanmada Enternasyonal’in hiçbir rolü olmadı. Yalnız, ateş içinde bulunan kimi Enternasyonal üyeleri, kendi eğilimleriyle halkın gidişine katıldılar. Güçlü ve bilinçli bir siyasi sınıf teşkilatı bulunmadığı için, Paris Kamuculuğu, -Marx’ın deyimiyle- “Göklere saldıran… saf çocuk” ülkücülüğüne kurban gitti. Kapitalistler önlerine geleni kurşuna dizerken, onlar üç buçuk burjuvanın ve ağanın silahlı saldırısını affetti. Kapitalist sırtlanların Versaille’da rahat rahat memleketi aldatıp kışkırtmalarına omuz silkti. Halkın çapulcu olmadığını göstermek için, vurguncuların bankadaki milyonlarına dokunmadı. Devrimciler insanlıkta, cömertlikte, feragatte, alicenaplıkta, toleransta, demokratlıkta peygamberleri utandıracak iyilikler ve yücelikler saçtılar.

Versaille sırtlanlarının bitleri kanlanınca, o doğruluk, güzellik, iyilik ülkücülerinin yufka yürekliliklerine verdikleri karşılık yanan oldu: 641’i 7-13 yaşında çocuk, 1058’i kadın olmak üzere 38.568 kişiyi bir günde zindana attılar. 35 bin insanı öldürdüler Fransız sanayinin on yıllarca gerilemesine sebep olacak denli yüzbinlerce becerili işçiyi, sırf işçi oldukları ve işçiler Paris’te çoğunlukla bulundukları için sürdüler… Sonra da, hiç sıkılmadan döndüler: bütün yaptıkları cinayetleri haklı çıkarmak için Paris halkının ayaklanışını Birinci Enternasyonal’e suç diye kullandılar.

Bozgun ortadaydı. Osmanlı “Hüda göstermesin bir yerde âsâr’ı izmihlâl” demiş: dostlar yağmacılıkta düşmanları geçer. İşçi sınıfının ezilişi, bütün küçükburjuva ve derebeyi artığı devrimcileri paniğe uğrattı. Anarşistinden (Bakunin) casusuna dek bir provakasyon ustası, İşçi sınıfının biricik uluslararası örgütünü sarsmakta yarışa kalktı. O yüzden, 1872 Lahey Kongresi Birinci ENTERNASYONAL’ın sonu oldu.

İşçi Sınıfının “Kardeşçe Birliği” on yıl daha gecikti. Ne var ki, İşçi sınıfının kendisi ayakta idi. Kapitalizm kendi Toplumunu kökünden yok etmedikçe, İşçi sınıfını yok edemezdi. Sınıfın insancıl ışığı da yanmıştı. Aydınlık bilince işleyince zorla yok edilemezdi. Edilemedi. Tam tersine, yığınların içinde indi. Birikti. Ve bu yol, Bilinç artık AŞAĞIDAN, modern İşçi sınıfının bağrından kopup yukarılara yüceldi.

1888 yılı “FRANSA İŞÇİ SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI FEDERASYONU”nun III. Milli Kongresi 28 Ekim’den 4 Kasım’a dek Bordeaux ilinin Bouscat Belediyesinde toplanmıştı. 8 saat işgünü, asgari ücret tespiti, iş kazalarından patronun sorumlu olması, çocuğa, yaşlıya, kadına toplumun bakması, enternasyonal yasağının kalkması, uluslararası mevzuat konulması üzerine Jean Dormoy bir teklif yaptı. Kongre yapılan teklifi şu bildiriyle kabul etti:

“Şimdiye dek kamu iktidarları tek tek yapılmış dileklerimize aldırış etmek şöyle dursun, alay ederek karşı koyuyorlar. Öyle ise, teker teker davranışları bırakıp dileklerimizi yeni, kolektif, genel ve daha dayatıcı biçimde sunmamız gerekiyor.

“Bu hep birden yapılacak harekete daha büyük bir güç verebilmek için, bütün sendika eylemlerini, -başka dileklerimizden vazgeçmemekle birlikte- en genel ve en önemli olan sayısı belli dilekler üzerinde yoğunlaştırmak yerinde olur.”

Bu uğurda:

“10 Şubat günü bütün Fransa sendikaları ve kooperatif grupları şu dilekler için valiliklere, kaymakamlıklara, belediye başkanlıklarına delegeler göndereceklerdir: Günde 8 saat iş, her yerin normal hayat pahasına uygun asgari ücret istiyoruz.

“29 Şubat günü işçi milletinin gösterisiyle birlikte, dileklerin karşılıklarını almaya gidilecektir.”

Kongre’nin ertesinde Milli Federasyon üye sendikalara şu açıklayıcı genelgeyi yolladı:

“Yöneticilerimizden kimi gerçek reformlar elde etmemiz için biricik umut… işçi sınıfının hep birden dayanışmayla dileklerini onlara dayatmasına bağlıdır. Hükümetler ve kanun koyanlar, proleterlerin dolayışız çıkarlarına pek az ilgi duyuyorlar. Ve nasipsizlerin şikâyetlerine kulaklarını sağır ediyorlar. Çünkü yoksul işçilerin teker teker yaptıkları dilekler, onların huzurları için o denli ürkütücü ve tehlikeli gelmiyor. Ancak, emin olalım ki, kamu iktidarı yanında, yurdun bir ucundan öbür ucuna dek hep bir zamanda ve enerjiyle etki yapmaya alışık bir işçi milletiyle karşı karşıya geldikleri zaman, efendilerimiz biraz daha derin düşünmek zorunda kalacaklar ve artık omuz silkip karşılık vermenin yetmediğini göreceklerdir.

“Efendilerinin karşısına, yani sosyal reformların anahtarını ellerinde tutanların karşısına şu işçiler milletinin oybirliği ile dikilip bir tek uçsuz bucaksız sesle yaşama haklarını, medeniyetin iyiliklerine ve rahatlıklarına erişme haklarını isteyişlerindeki dayatıcı, egemen ve dayanılmaz gücü kim, nasıl anlamazlıktan gelebilir?”

Genelgenin burasına gelince, büyük problemler açmış küçücük Batı Avrupa’nın paramparça edilmiş milletlerarası “ENTERNASYONAL” bütünlüğü ansızın bir örnek olumlulukla beliriyordu.

“Önümüzde ayrıca büyük İngiliz ve Amerikan işçi hareketlerinin örnekleri duruyor. Oralarda yüzbinlerce işçi, aynı günün aynı saatinde: daha önce kongrelerince uygun görülüp kararlaştırılmış davranışı hep birden ve elifi elifine yerine getiriyorlar.

“Fransa’da, 10 Şubat toplulukla hareketi, işçilerin bu yolda yapacakları görülmedik bir girişim olacaktır. Bu denemenin kendini dayatıcı olması ve mantıksal sonuçlu olması için, işçi teşkilatlarının oybirliği ile değilse bile, muazzam çoğunluğu ile ona katılması gerekir.”

Görüyoruz. Yapılan girişim artık 24 yıl önceki ENTERNASYONAL gibi bir avuç ülkücünün öne düştüğü AYDIN BİLİNCİ değildi. Modern işçi sınıfının, egemen efendilerin kanlı provakasyonları önünde bile, şaşırmadığı ve tarihcil görevine doğru saf bağladığı ortadaydı. İşçi sınıfı evrensel rolüne uygun, ağırbaşlı, önüne geçilmez insancıl yığınıyla YÜRÜYÜŞ yapıyordu. 10 Şubat 1889 günü Fransa’nın en büyük 50 sanayi şehrinde sendika delegeleri hep birden sözleştikleri gibi dileklerini ve ağırlıklarını yetkililerin önüne önlerine koydular. Yurttaşlık hak ve görevlerini yerine getiriyorlar, milletleri orman kanunlarıyla güden efendilerden işçi kanunları ve insan kanunları istiyorlardı. Henüz 1 Mayıs’ın adı duyulmamıştı.

Dört ay sonra (Temmuz 1889) SOSYALİST ENTERNASYONAL’in Birinci Kongresi toplandı. Bu Kongre’ye FRANSA SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI MİLLİ FEDERASYONU’nun sekreteri Raymond Lavigne şu teklifi sundu:

“Belirli tarihte büyük bir ENTERNASYONAL gösteri örgütlenecektir. Öyle ki, bütün ülkelerin tüm şehirlerinde hep birden, uygun görülecek aynı günde, işçileri kamu iktidarlarını işgününü 8 saate indirmek ve Paris ENTERNASYONAL KONGRESİ’nin öteki kararlarını uygulamak zorunda bırakacaklardı.

1 MAYIS ŞİİRİ

1 Mayıs şiiri, Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü USTE’de (International Institute of Social History IISH) bulunan Hikmet Kıvılcımlı arşivindeki 34 ve 142 numaralı klasörde bulunuyor. 34 numaralı klasörde 12 Mayıs 1977 tarihli Fuat Fegan’ın notunda şöyle yazmaktadır:

““1 Mayıs”, “Devrim, “İşkence”, “Proletarya” başlıklı şiirler bulunan kâğıdı Belgrat’ta vermişti. Bu arada, ayrıca, “25. Yıl Marşı” ve “Kızıl Cenaze Marşı”nı bana yazdırdı. “25. Yıl Marşı”nın eski yazı orijinali yanımdaydı.

Bunlar verir ve yazdırırken: ” Kafamda ne var, ne yok, -giderayak, – sağıp bırakayım!” demişti.”

Biz de İşçi Sınıfının Birlik ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs’ı ustamızın şiiriyle kutlayalım istedik. 

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

1 MAYIS

Bir Mayıs ilk yanan ateş

İlkbaharda ilk doğan güneş

Yansın ışıklarında beş

Kıtadaki milyonla kardeş

Sınır ve Kanundan yüksek

Hükmünle işçiler birleşecek

Bütün dünya emekçisi bir tek

Vücut olacak, bir tek istek

Yoldaşlar tutun kızıl yolu

Bağrımız inanç ateş dolu

Haykıralım yüksek şuuru:

Marşmarş! Marşmarş! Marşmarş!

Hep İnternasyonale doğru…

***

Biz o ateşte eriyen

Emekçiyiz, çelik külçeyiz

Devrimlere “Yürü! ” diyen

Tarihe yollar açan deviz

Dünyanın beşte birinde

Düşmana plânlı barikat kurduk

Elektrik Sosyalizmini kurduk

Durduk Komünizmin mihverinde

Yoldaşlar, tutun kızıl yolu

Bağrımız inanç ateş dolu

Haykıralım yüksek şuuru:

Marşmarş! Marşmarş! Marşmarş!

Hep İnternasyonale doğru…

DOKTOR DOKTOR KALKSANA… – HASAN BALCI

“Komün Gücü Sahtekarlığı” ifşalarıma bir görüş de devrimci arkadaşım, Sokağın Sesi internet gazetesi yönetmeni Hasan Balcı’dan geldi.

DOKTOR DOKTOR KALKSANA…

Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı 11 Ekim 1971’de kaybetmiştik. Ölümünün 54. yılında Kuzey yıldızımız, ustamız, önderimiz Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı özlem ve saygıyla anıyorum.

Doktor Ölümünün ardından büyük bir Külliyatı yoldaşlarına miras olarak bıraktı. Doktor, Türkiye Sosyalist hareketinin önemli ideologlarından biriydi. Kendi tarafından yazılmış yüzlerce eser, binlerce makale ve notları ile Hollanda arşivi dev bir külliyatı oluşturuyor.

Doktor özellikle hapishane dönemini üreterek geçirmiş yol arkadaşlarımızdan, önderlerimizden biridir. Onun birçok eseri akademik düzeyde eser olup Üniversitelerde ders olarak okutulabilecek hatta kürsü olabilecek nitelikte eserlerdir. Örneğin Tarih tezi,”Tarih Devrim, Sosyalizm”. Doktorun eserlerini burada ayrıntısıyla yazmak onlar üzerinden bir tartışma başlatmak için herhalde onlarca sayfa yazmam gerekir. Bunun yerine Doktor almanağı sayılabilecek bir eser öneriminde bulunmak istiyorum. Sevgili Dostum Ahmet Kale Doktor ’un birçok eserini basmış, bununla birlikte bir Doktor almanağını da kaleme almıştı. Çalışmanın adı “Kıvılcımlı Külliyatı”dır. Kitap 2014 yılında Bilim ve Gelecek yayınlarından yayımlanmıştı.

Bu girizgâhı yaptıktan sonra Doktor üzerinden hiç de hoş olmayan hatta dezenformasyon sayılabilecek bir tartışmayı Ahmet Kale’nin internet sayfasında görmüştüm. Konuyla ilgili bir değerlendirme yazısı yazan Değerli hocamız Güney Çeğin’in dediği gibi, Kıvılcımlı’nın mirasına dönük bir tartışmazlığın tartışması vardı. Güney Çeğin’in konuyla alakalı makalesi, Ahmet Kale’nin internet sayfasından okunabilir.

Ortada büyük bir sahtekârlık, Kıvılcımlı bezirganlığı varken Doktor’un mirasını sahiplenenlerin bu duruma sessiz kalmaları hakikaten endişe verici bir durum. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’ya büyük bir saygı besleyen bu ülkenin Komünistlerinden biri olarak bu olaya sessiz kalmak istemedim ve bu konuyla alakalı okurlarla bu makaleyi paylaşmak istiyorum.

Bir iki satır Ahmet Kale’den bahsetmezsem ayıp ederim, o yüzden fazla değil iki satır Ahmet Kale’den söz etmek istiyorum. Büyük zorluklarla Doktorun eserlerini yayımladı ve bunların okurlarla buluşmasını sağladı. Yaptığımız ikinci önemli iş; Doktorun mezarının yeniden imar edilmesiydi. Mezarın yapılmasında Ahmet Kale’nin başını etini yiyenlerden biriydim ve Ahmet’in öncülüğünde Doktor’un mezarını yeniden ihya ederken iki parsel aşağıda bulunan Sınıf sendikacılığının önder isimlerinden olan devrimci sendikacı yalınayak İsmet, İsmet Demir’i de unutmadık. Doktor’un kitabesinde bulunan ve Marks’tan Doktor’un aldığı “İnsanım insana dair hiçbir şey bana yabancı olamaz” vecizesini de koruduk.

Doktor bu vecizedeki gibi bir insan, önderdi.

Bunu anlamak için Doktor‘un Eyüp Sultan konuşmasına bakmanızı öneriyorum.

Uzun yazılar okunmuyor!

Ama Mesele Doktor olunca onu anlatmakta ancak uzun soluklu yazılarla olmak zorunda. Bunun için kusura bakmayın.

Evet ortada ilginç bir tartışma var. Birden aklıma Erdal Öz’ün Sanki Deniz Gezmiş’in ağzından yazılmış gibi kötü bir tartışma aklıma geldi. Sonrasında Erdal Öz özür dilemişti.

Doktor ne yazmışsa elimize ne geçmişse bu eserleri, makaleleri altını çizerek okumuş, Okuduklarımdan, Doktordan biriktirdiklerimi de zaman zaman dergilerde yazmış bir insanım. Doktorun hapishanede yazdıklarını hapishanelerde okudum ve tartıştım.

Doktor’un Türkiye Sosyalist hareketi hatta kendi yoldaşları tarafından da doğru anlaşılmadığı kanaatindeyim. Dolayısıyla herkesin kendine özgün bir Doktoru oldu ve herkes kendi Doktorunu konuşturdu. Külliyatı, fikirleri ortada olduğu halde Doktora her türlü iz ve yaftalar yapıştırılıp duruldu. Oysa Doktorun kendine özgün bir Determinizm anlayışı vardı. Maalesef bu doğru düzgün kavranılmadı.

Ahmet Kale’nin ortaya koyduğu şey çok önemli.

Kıvılcımlı’ya ait olmayan sözler, metinler hatta eserlerin sanki onunmuş gibi lanse edilmesi o metinler üzerinden bir politik hat, yol önerimler, çıkarımları Ustamıza büyük bir saygısızlıktır.

Ahmet Kale önemli bir iş yapıyor dedik. Onun iddiasına göre Kıvılcımlı’ya ait olduğu söylenen Komün Gücü ve Allah Peygamber isimli eserler aslında onun değilmiş. Ahmet Kale bu iddiasını bir yazı dizisiyle İnternet sayfasında belgeleriyle ortaya koymuştu. Ahmet’in burada kullandığı yöntem; Kişinin kendi yazdıklarıyla çelişkilerinin analizini yaparak bir sonuç ortaya koydu. Bunu açığa düşürmek önemli bir iştir.

Aynı şeyleri tekrar etmenin bir mânâsı olmadığından zaten konuyla alakalı olarak Ahmet Kale’nin sayfasından bu konuyla alakalı yazılar okunulduğunda durum görülecektir.

Bir insanın ardından, üstelik sadece coğrafyamız için değil dünya sosyalist hareketinin önemli önderlerinden Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın ardından yapılan bu saygısızlığı kınıyor, aziz hatırası önünde saygıyla duruyorum.

Hasan Balcı – Sokaginsesi Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni

‘KIVILCIMLI MİRASI’NA DÖNÜK TUHAF BİR TARTIŞMASIZLIK HAKKINDA BİR TARTIŞMA – GÜNEY ÇEĞİN

“Dört yıla yakındır Kıvılcımlı adıyla yapılan sahtekarlıkları “Komün Gücü Sahtekarlığı” başlıklı yazılarımla ifşa etmeye çalışıyorum. Bir yankı bulamamaktan yakındığım da yazılarıma yansıyor. Özellikle Kıvılcımlı izleyicilerinin ölümcül sessizliği can yakıcı boyutta. Bu konuda umutsuzluğum ve kırgınlığım artarak sürüyor.

Yazılarımda bu konunun sadece Kıvılcımlı izleyicisi olduklarını iddia edenlerin değil, tüm Türkiye sosyalistlerinin ve akademinin de sorunu olduğunu, bu sahtekarlık karşısında tavır almaları gerektiğini tekrarlayıp duruyorum.

Bu derin sessizlik ortamında nihayet akademiden namuslu bir ses geldi. Daha önce de Kıvılcımlı konusunda çalışmaları ve yazıları olan, 2022 yılında yayınladığımız “Dine ve Politikaya Dair Yazılar” kitabının çevrilmesi ve yayımlanmasına da önemli katkılar vermiş akademisyen arkadaşımız Güney Çeğin bu konuda bir yazı yolladı bize. Yazısını bu hafta yayımlıyoruz.”

Ahmet Kale

‘KIVILCIMLI MİRASI’NA DÖNÜK TUHAF BİR TARTIŞMASIZLIK HAKKINDA BİR TARTIŞMA

İnsanların çoğunda entelektüel vicdan eksiktir. Evet, böyle bir şeyi talep eden biri, en kalabalık bir şehirde çöldeymişçesine yalnız kalır gibi geliyor bana. Herkes size yabancı gözlerle bakıp arabasını ileri sürer, şu iyi; bu kötü derler; önemli saydıklarının önemsizliğini belli ettiğinizde kimsenin yüzü bile kızarmaz.- kimse size kızmaz, olsa olsa kuşkunuza gülerler. Diyeceğim şu: Büyük çoğunluk şuna ya da buna inanmayı; inandığı şeye göre yaşamayı, önceden bu inanç için ya da ona karşı en sağlam temelin bilincine varmaksızın; en azından sonradan bu temeli gösterme zahmetine girmeden böyle yaşamayı aşağılık bir şey saymaz.

(Nietzsche, Şen Bilim’den)

Yoksa “susuş kumkuması” halen Doktor’un yazgısı olmayı sürdürüyor mu?

Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşarken bizzat tecrübe ettiği kahredici sessizliği, polemos’a yeltenmeye gücü yetmeyenlerin ona dönük bel altı vuruşlarını, ölümünden sonraki aşikâr (politik ve akademik) ilgisizliği ve kimi cemaatsel yapılarla sınırlandırılmış Kıvılcımlı portresinin yetersizliğini gayet iyi biliyoruz. Zira Doktor bu ülkede her daim cüssesinin büyüklüğünün ceremesini çekmiş bir şahsiyettir ve ne yazık ki halen de çekmeye devam ediyor.

Bu kısa yazıda, ömrünü Kıvılcımlı külliyatının topyekûn takdimine hasretmiş Ahmet Kale’nin iddiaları üzerinden -nedendir bilinmez- bir türlü açılamayan tartışma hattına ilişkin birkaç kelam etmek istiyorum. Bunu yapma nedenim/motivasyonum, salt Hikmet Kıvılcımlı’ya duyduğum saygıyla doğrudan ilgili değil, asıl olarak Türkiye sosyalist solunun en devrimci şahsiyetlerinden birinin çarpık idrak edilişine dair kemikleşmiş hataların mükerrer hale gelmesiyle alakalı.

Akademik hayatımın ilk yıllarından itibaren Kıvılcımlı’ya dair okumalar yapıp, ona dair mütevazi denilebilecek kimi çalışmalar ortaya koydum. Vefa S. Öğütle ile beraber bir makale kaleme aldık[1], birkaç gazete yazısı yazdım ve son olarak (Ahmet Kale’nin teşvik ve yol göstericiliği ve Ömür Yazıcı Özdemir ile) Doktor’un Osmanlıca kaleme aldığı kimi metinleri dilimize çevirdik.[2] Tüm bunlar o devasa külliyatın hakkını veremeyecek derekesinde tabii ki!

Peki doğrudan çalışma konum olmasa da niçin Kıvılcımlı külliyatına mütevazi bir katkıda bulunma zarureti hissettim? Cevabı lafı dolandırmadan vereyim: Doktor, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde, Türkiye’deki yazgısına benzer şeyler yaşamış birisi olsaydı, muhtemelen hakkında sayısız inceleme, belgesel, tez ve polemik yapılmış epeyce meşhur bir politik figür olurdu; e öyleyse bizdeki bu çöl halini neye yormalı!

Bu anlaşılmaz, anlaşılmaz olduğu kadar utanç verici ahvalin ardındaki neden ve gerekçeler, Kıvılcımlı çalışan yazar ve bilim insanlarınca, yakın zamanlarda farklı savlarla ortaya konuldu. Burası bunları serimleme yeri değil, lakin benim açımdan en görünür olan şey, bir devrimci düşünürü okumaya ilişkin merceklerimizin bir hayli yavan oluşuyla ilişkili. Türkiye’deki entelektüel ve politik saha, nesnelci tefsir standartlarına müsait olmadığı gibi, husumet politikalarının inhisarında şekillendiğinden, binlerce sayfa analiz yapıp, bizatihi siyasetin yakıcı toprağında eylemiş dev bir simayı görmezlikten gelmeler bizi şaşırtmasa gerek. Ama şaşkınlığın da makul bir hududu olsa gerek! Gelgelelim daha da ilginci, elinizdeki yazının da konusu olan, Kıvılcımlı’nın Kıvılcımlı’ya ait olmayan metinler üzerinden okunmaya ve refere edilmeye devam ediyor olması. Ahmet Kale geçenlerde bir dizi yazısında yıllardır Kıvılcımlı’ya ait olduğu bilinen Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap adlı eserlerin başka birine ait olduğunu iddia etti.[3] Art arda yazılmış üç metinde Kale bu zikredilen çalışmaların bizzat başkasınca yazıldığını dedektif titizliğiyle ortaya koydu, hem de bizzat Kıvılcımlı adını kullanan kişinin kendi itirafları (otobiyografisi) üzerinden.

Şimdi bu açığa çıkarmanın bizim açımızdan kıymeti harbiyesi nedir? Kale’nin derdi açık: ‘entelektüel dürüstlük’ bir düşünürün mirasına ilişkin pervasızlığı hiçbir surette kaldırmaz. Etiketlemelerle, sessizlikle, önemsizleştirmelerle ya da tersinden ilahlaştırmalarla, sterilizasyonlarla, kutsamalarla müphem kılınan bir figür, kendisine ait olmayan eserler üzerinden iktibas ediliyorsa birilerinin buna karşı çıkması gerekir. Evet, durum sadece absürt değil, entelektüel veya bilimsel alanının dinamikleri uyarınca hassas yaklaşılması elzem bir mesele.

Her şeyden önce, yazı yazmak bir irade beyanıdır; yazarın dili, tarzı, fikirleri yalnızca ona aittir ve ölümle birlikte bu irade, artık kendini savunamaz hale gelir. Dolayısıyla bir başkasının onun sesini “canlandırması”, sahte bir yankıdan ibarettir. Bu tür bir edim, okuru yanıltma riski de taşır: Daha da önemlisi, yazarın yaşarken onaylamayacağı, belki de karşı çıkacağı görüşler, ölümünden sonra onun adına dile getirildiğinde ortaya çıkan metin yalnızca estetik bir sahtekârlık değil, aynı zamanda bir tür düşünsel gasp anlamına gelir. Yazarın mirasına saygı, onun fikirlerini yaşatmakla mümkündür; onun adına konuşmakla değil. Belleği yaşatmak, sesi taklit etmek değil, onu anlamak ve kendi adımıza düşünmeyi sürdürmektir.

Ahmet Kale’nin titizlikle sayfa sayfa irdelediği (Kıvılcımlı adını kullanan kişinin otobiyografisindeki) itiraflar, Kıvılcımlı’nın eserleri üzerindeki tahrifatları (onun adıyla yazılan eserleri) gözler önüne sermekte. Peki ama bu nasıl mümkün olabiliyor? Bittabi onun eserleri üzerindeki tahrifat ve göz göre göre cinayet, karşısındakilerin (politik ve akademik) yokluğuyla malul değilse, bu nasıl mümkün olabiliyor? İzleyicilerinin dayanılmaz ve katlanılmaz sessizliği; Kıvılcımlı eserleri üzerinde tahrifata yeltenenlere bir cüret vermekte belki de. Zira politik yaşamda yok sayılmanın intikamını; örselenen, gayya kuyusuna atılan, yine ve daima susuş komplosuna maruz bırakılan Kıvılcımlı adıyla almak/edinmek başka türlü açıklanamaz. Bu tahrifatı ve dâhi cinayeti Kıvılcımlı adıyla Marksist bir taktik! ve tavır alış! olarak öne sürmek ise, katlanılmaz. Şayet böylesi bir katlanılmaz hali bizatihi izleyicileri de Kıvılcımlı’yı bir susuş kumkumasına maruz bırakarak var etmediyse?

Kişiler çağında! yok sayılmanın intikamını! (Kıvılcımlı adıyla) almak/edinmek, Kıvılcımcı kesimlerin (Kıvılcımlı adını kullanarak kitap yazan kişinin sözleriyle) zaten ölü ve daha da ölü tavırlarıyla mümkündür. Zira onlar, (onun söylemiyle) Kıvılcımlı’nın özene bezene ortaya koyduğu teorik çalışmalarını anlamaktan ve (yanlışları) ayıklamaktan mahrumdular. Üstelik iyilik yapmanın kuralı mı olurmuş! Etik diye tutturmuşlar! Başka türlü yankı bulamamaktan var olanların akıllarını, duygularını deneyerek Kıvılcımlı adıyla ilerletiyordu. Dahası uyuşan beyinlerin sarsılması amacıyla Kıvılcımlı’nın genelde kullanmadığı Siklus kelimesini de kullanarak!

Tüm bu açıklanamaz tuhaflığı Kıvılcımlı izleyicileri arasındaki politik kopuş ve ayrışıma bağlamak mümkün. Yazın dünyasının hayli çorak kaldığı Türkiye arazisinde Kıvılcımlı, dikkatleri celbetmekte ne de olsa. Fakat Kıvılcımlı’nın fikri esastaki verimli mirasının sosyalist sol muhitte izleyicileri arasındaki politik ayrımlarla kuşatıldığı ifade edilebilir. Tam bu noktada Türkiye akademiyasına ilişkin de birkaç kelam etmek lazım. Kıvılcımlı, başka türlü bir akademik sahada muadilleriyle (sözgelimi Gramsci) hakkındaki literatürün oldukça geliştirildiği bir dev sima olabilirdi ki; Cumhuriyet’in fikri çoraklığında Kıvılcımlı, bir vaha görüntüsü vermektedir. Ancak akademik bariyerler, barikatlar ve bariz engeller de Kıvılcımlı okumalarının önüne bir set çekmekte. Kıvılcımlı’nın akademik alanda süreğen bir biçimde itibarsızlaştırılmaya maruz bırakılması sadece onun yadırgatıcı, keyif kaçırıcı temsiliyetiyle açıklanamaz. Zira; sosyal bilimlerin (özelde sosyoloji disiplini) devletçi prakisisin kuramsal payandacısı olarak yapılandırılması ve müdahil bir kamusal pratiğin bileşenine bir türlü dönüştürülememesi de Kıvılcımlı okumalarına engel teşkil etmektedir. Nihai olarak, Kıvılcımlı çalışmalarının önündeki engel sadece bir politik ve akademik susuş komplosu değil; sosyal bilimlerin pozitivizmle malul tedrisatıdır da. Kıvılcımlı’yı algılayış ve kavrayış evvelinde bu hegemonik paradigmanın aşılabilmesiyle mümkün olabilir. Bu bir yana, akademilerin çok parçalı iktidar yapıları karşısında “göreli özerk yapısını” koruyamaması ve neoliberal tahakkümle yapılandırılması da alternatif araştırmaların yeteri ölçüde yer bulamamasındaki başka bir barikat. Akademi pratik-pragmatik bir bilgi üretmeyen, şu an ve hemen gerçekleştirilebilir olmayan tasarımlara rağbet göstermemektedir. Bu vakıa Kıvılcımlı araştırmalarının önündeki bariyerlerden bir diğeri. Ancak sorun tek başına onun yeteri ölçüde (ki bu da başlı başına bir problematik) yeni araştırmalara dahil edilmesi değil; bizatihi çalışmalarının tahrif edilmesi ve dahi onun adıyla eserlerin yayımlanması.

Kıvılcımlı adıyla ideolojik payandalarını gerçekleştirmek isteği; Kıvılcımlı gibi dev bir simanın büyüklüğüne delalet ise de bir düşünsel acziyetin de ifadesi değil midir? Zira bu tahrifatlar ve yanlışlar Kıvılcımlı’yla veyahut Kıvılcımlı’ya karşı ama Kıvılcımlısız bir Türkiye sol tarihinin imkansızlığının ikrarı ve ilanı değil midir?  

“Bir analoji”: Antik dinsel metinler bağlamında, Hikmet Kıvılcımlı’nın başına gelen şey, belki de ‘pseudepigrapha’ olarak adlandırılan ve yazarın kimliğini gizli tutarak metnini ünlü bir kişiye atfetmesi olarak tanımlanabilecek eylemle de ilişkilendirilebilir: Genellikle kilise külliyatında görülen bu eylem en başta kutsal kişilerin hedef olduğu bir talan biçimidir. İlham perilerinin başkalarının gırtlağıyla konuştukları Pseudepigrapha sahteciliği, ironik biçimde “kutsallar” içindir. Doktor açısından bakıldığında ise hem “meczub-ı ilâhi” olarak okunmaması hem de müsaade edildiğinde sadece icat edilen rotada “okunması” gereken bir “kutsal”. Türkiye’deki siyasi kampların hiçbirinin düşünce çekmecesine sığdıramadığı Kıvılcımlı’nın, aslında tarih-yazımını manipüle edebilecek kalibrede bir saklı-müfredat olduğunun üstü kapalı bir ifadesi olarak da değerlendirebiliriz bunu. Hakkı teslim edilmeyecek kadar talan edilmiş, tac-ı devlet tedarikçisi olacak kadar da yükseltilmiş bir Doktor.

Son olarak şunu ekleyerek yazıyı bitirelim: Varsayalım ki, Kıvılcımlı’ya ait olduğu iddia edilen iki çalışma hakikaten Doktor’a ait olsun ve Kale’nin işaret ettiği şahıs da bu iki çalışmayı (sonradan yazdığı otobiyografisinde) kendine temellük etmiş olsun. O zaman Doktor’un politik tilmizlerinden tutun Türkiye solu tarihi çalışan onca insanın bu mesele üzerine gitmemesi nasıl bir ihmalkarlıktır! Ve dahi burada tilmizlik nasıl bir hâleti ruhiyeye tekabül etmektedir!


[1] https://dergipark.org.tr/tr/pub/talid/issue/43493/531263

[2] https://www.amazon.com.tr/Dine-ve-Politikaya-Dair-Yazılar/dp/6055888750

[3] En etraflı tartışma şurada: https://aynahaber.org/yazarlar/ahmet-kale/komun-gucu-sahtekarligi-uzerine-3-yazim/890/