HİKMET KIVILCIMLI, TARİH TEZİ VE DOĞRUSAL TARİH ELEŞTİRİSİ – ALP YÜCEL KAYA

Bu haftaki yazımız değerli hocamız Alp Yücel Kaya’nın solun Türkiye tarihi yazınını incelediği yazısının “Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi ve doğrusal tarih eleştirisi” başlığını taşıyan bölümü.
Alp Yücel Kaya hocamız, Devrimci Marksizm Dergisi’nin 50. sayısında (Bahar-Yaz 2022) yayımlanan “Üretim tarzı, sınıf, devlet: Solun Türkiye tarihiyle sınavı” başlıklı yazısının 6. bölümünde Kıvılcımlı ustamızın Tarih Tezi’ni sarih biçimde ortaya koyuyor. Kıvılcımlı’yı belli bir bütünsellik içerisinde tartıştığı için yazının tamamının okunmasını öneriyoruz, bunun için de yazının linkini ayrıca paylaşıyoruz. Ve yazıyı yayımlamamıza izin verdiği için kendisine ayrıca teşekkür ediyoruz.
https://www.devrimcimarksizm.net/tr/alp-yucel-kaya-uretim-tarzi-sinif-devlet-solun-turkiye-tarihiyle-sinavi

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Fişek’in 1960’lar, Çulhaoğlu’nun 1980’ler ve Savran’ın da 1990’larda Eşitsiz ve Bileşik Gelişme (EBG) üzerinden farklı derecelerde Türkiye tarihi okuması yaptıkları görülüyor ama Nail Satlıgan[1] bu tür bir okumayı ilk ve çok daha kapsamlı bir şekilde yapanın Hikmet Kıvılcımlı olduğunun altını çizmektedir.[2] Satlıgan, Kıvılcımlı’nın (1930’larda TKP içindeki muhalif konumu kadar) aşamalı devrim ve demokratik devrim yaklaşımlarına mesafesi ve aynı kavramlarla konuşmasa da EBGY doğrultusundaki finans-kapital analizi göz önünde alındığında Trotskizm ile bağının kuvvetli olabileceğini ileri sürer.[3] Ergun Aydınoğlu da Kıvılcımlı’nın 1930’ların başlarında yazdığı Yol serisinden Parti ve Fraksiyon’a atıfla (“Komünist Enternasyonal … [d]eğil bir aşamayı, bir konağı, hatta bütün bir dönemi atlama olanağını pratik araştırmalarla saptadı. Çin örneği [1925-1927 devrimi] bir ülkenin hiç kapitalizm dönemine uğramadan, pre-kapitalist ilişkilerden, Sovyetler köprüsü aracılığıyla doğru sosyalizme ve komünizme gitme olanağını gözle görülür, elle tutulur hale getirdi”[4]) Komünist Enternasyonal’de kabul edilen Stalin ve Buharin’in aşamalı devrim tezlerinden haberdar olmadığı ve “hiç farkında olmaksızın, Troçki’nin ‘sürekli devrim’ anlayışını Türkiye devrimine uyarlama çabası içinde olduğunu” söyler.[5]

Ama Kıvılcımlı’nın düşünce dünyasının da hep aynı hatta gittiğini söylemek pek mümkün değildir. Aydınoğlu’na göre, 1930’larda hazırladığı Yol serisi Komünist Enternasyonal’in Stalinizm öncesi teorik birikimini yansıtan bir metindir; II. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Devrim Nedir? Komintern’in teorik geleneği çerçevesinde ele alınabilecek bir metindir; EBGY’ye koşut bir okuma yapılabilecek Tarih Tezi 1937-1950 arasındaki uzun tutukluluk döneminde yazılmıştır; Vatan Partisi döneminde aşamalı devrim anlayışını benimsemiştir; 27 Mayıs sonrası aşamalı devrim anlayışı devam etmiştir; bütün bu süreçte bir türlü tipik Stalinist bir çerçeveye girmemiş ya da girememiştir; 1960’ların sonu 1970’de (15-16 Haziran sonrası) Yol yazarı gibi konuşmaya başlamıştır; nihayetinde “27 Mayıs 1960’tan 1971’de ölümüne kadar, 1920’li, 30’lu ve 40’lı yıllarda yazdığı ve yeni konumu itibariyle ‘aykırı’, ‘çelişkili’ görülebilecek pek çok şeyi savunmaya devam ettiği görülür”.[6]

Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bağlamında Marksist tarihçiliğe katkısı çok özgün ve kapsamlıdır, farklı dönemlerde kendi düşüncelerinde sıçramalar yer aldığından (aynı zamanda düşünceleri ile siyasi müdahaleleri arasında uyumsuzlukları da göz önüne alınca) yorumlanmaları çok ayrıntılı bir çalışma gerektirir.[7] Bu makale çerçevesinde katkısını hakkıyla değerlendirmek tabii ki mümkün değildir. Onun gibi söylersek “[b]uraya kadar … ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”.[8] Yine de özgünlüğünü, sınırlı da olsa ortaya koyabilmek için aynı şekilde (“paldır küldür”) belirli çalışmalarından faydalanarak (geliştirdiği temel kavramlar çerçevesinde) Tarih Tezi’nin ana hatlarını ortaya koymak ve bu anlatının EBGY ile koşutluğunun altını çizmek istiyoruz. Bunun için göreli olarak tutarlı bir bütün arz etmesinden dolayı ağırlıklı olarak 1965-1971 arası yayımladığı veya yayıma hazırladığı çalışmalarını kullanacağız.[9]

Kıvılcımlı’ya göre teori ve pratik kökünü tarihten alır, “[o]nun için, Bilimcil Sosyalizmin soyadı TARİHCİL MADDECİLİK’tir”.[10] Ama “tarihcil maddecilik” farklı ve yoğun bir çabayı gerektirmektedir çünkü iki anlatı literatüre hakimdir ve aşılmayı beklemektedir: tarih öncesinin bilinmeyişi nedeniyle tarihin tekerrür ettiğine dair anlatı; Yakındoğu tarihinin bilinmeyişi nedeniyle Akdeniz çevresinden Batı Avrupa’ya doğru kölelik-derebeylik-kapitalizm gidişatına dair anlatı. Bu iki anlatı Batı toplumunun tarih gerçekliğini az çok sunabilmekte ve Batı’da sosyal devrimciliğin teorik ve pratik bütünlüğünü sağlayabilmektedir ama Türkiye’ye dair hiçbir şey söylememekte[11], “Doğu için … teorik bir boşluk ve karanlık” ortaya koymaktadır. “[B]ugün Klasik Tarih Bilimi Batıda (Kapitalizm’de) ve Doğu’da (Formel Sosyalizm’de) henüz yukarıda değdiğimiz iki genel ve özel eğilimden kurtulamamıştır”.[12] Böylece Batı ve Doğu’nun özgünlüklerine dayalı doğrusal bir tarih yazımı ortaya çıkmaktadır, bu özgünlükleri aşacak doğrusal olmayan bir anlatıya ihtiyaç vardır:

Özellikle Türkiye’nin ve Osmanlı İmparatorluğunun, genellikle “GERİ ÜLKELER” in ekonomik ve sosyal gerçekliklerini gereği gibi düşünmek ve hele davranmak istedik mi, her şeyden önce: O klasik burjuva Tarihçiliğinin SOSYAL DETERMİNİZM DÜŞMANLIĞI diyebileceğimiz eğilimini gidermek zorundayız.[13]

İlk önce Kıvılcımlı’nın evrensel anlatısına bakalım. Kıvılcımlı tarihi yazı ve medeniyetle başlatır, Protosümerlerden Batı Roma’nın yıkılışına kadarki medeniyetler Antika Tarih’in, Batı Orta Çağı’nın bitişinden günümüze dek uzayan kapitalist medeniyet Modern Tarih’in konusudur, her ikisinin arasında ise Orta Çağ yer alır. Kıvılcımlı’ya göre hangi çağda olursa olsun, insan toplumu üretici güçlerle hareket eder. Üretici güçlerin ilk ikisi maddeye, son ikisi insana dayanır:

– Teknik (toplumun doğayla mücadelesinde kullandığı araçlar)

– Coğrafya (toplumu dışardan çevreleyen maddi ortam; iklim, doğa, vb.)

– Tarih (toplumu içerden çevreleyen manevi ortam; gelenek-görenek, vb.)

– İnsan (toplumun dış maddi ve iç manevi ortamını teknik araçla işleyen kolektif aksiyon; güç, vb.).[14]

Tarih, insanın gelenek-göreneklerle yaşadığı coğrafyaya göre, bir tekniğe dayanarak giriştiği “yaşama güreşinde”, kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir; “Tarihte her şeye can veren bu Kollektif Aksiyondur”.[15] Antika tarihte barbarların “gelenekli-görenekli üstün kollektif aksiyonları” tek vurucu güçtür, bu dönem aynı zamanda barbarların medeniyete geçiş tarihidir. Antika tarihte medeniyet içinde Modern Çağ’ın sosyal devrimlerinde görüldüğü gibi yeni bir sosyal sınıfın, eski sosyal sınıfı devirip yeni bir medeniyet kuracak kolektif aksiyon gücü yoktur. Yalnızca “eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak barbar yığınları” vardır. Bunlar eskimiş medeniyette olmayan gelenek-görenek ve kolektif aksiyon üretici güçlerini harekete geçirirler; eskimiş medeniyet dayanamayıp yıkılır. “Bu da bir devrimdir, ama sosyal devrimin tersine eski medeniyeti kurtaracağı yerde yok ettiği için ona tarihsel devrim adı verilir”. [16] Tarihsel devrimlerde barbarlar içeriden, teknik üretici güçler dışarıdan eskimiş medeniyeti yıkarlar; yeni bir medeniyet ortaya çıkar ama “son tahlilde kesin hükmü maddi üretici güçler (teknik, coğrafya)” verir. Bir başka deyişle eşitsiz ritimde ilerleyen toplumların çarpışması farklı aşamaları bir araya getirir ve toplumsal sıçramalar ortaya çıkar, Kıvılcımlı bunu şöyle ifade etmektedir: “[T]arihsel devrimle insanlık durmak, hız almak için gerileyip atlar. Bu atlayış, çöken medeniyetin, Barbarlık içine attığı maddi üretici güç kollarının çeşidine göre çeşitli sonuçlar verir”.[17] Bu çerçevede Kıvılcımlı antika tarihte iki çeşit tarihsel devrim öngörür:

1- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe bir ülkede yaşayan ve kentten çıkan barbarlar yıktıkları medeniyetinkinden daha ileri üretim ilişkileri kurabildikleri ve yıktıkları medeniyetin kurum ve kuralları yerine kendi kentlerinin kurum ve kurallarını dayatacak güçte bulundukları için çöken medeniyetten daha ileri özgün bir medeniyet yaratırlar;

2- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir ülkede yaşayan ve sürücü çoban konumundaki barbarlar ise eskimiş medeniyetin ekonomi temelini ve üstyapı kurum ve kurallarını olduğu gibi benimserler, yeni üretici güç oluşturamazlar, yaptıkları eskimiş medeniyetin doğuş zamanındaki ilişkilerini diriltmekten ibarettir. Bu şekilde eski medeniyet canlanır, daha ileri ve özgün bir medeniyet doğmasa da eski medeniyet bir “rönesansa” uğramış olur.[18]

Antika tarihte her medeniyet yıkılışında barbar yığınlarından bir bölümü medenileşir, böylece yeryüzünde medeniyet alanı genişler, Kıvılcımlı’ya göre bu niceliksel gelişmedir; medeniyetin fethettiği yeni coğrafya ve yeni teknik üretici güçlerin toplumun ekonomi temelini biraz daha ileriye götürmesi ise niteliksel gelişmedir. Modern Çağ ile yeni üretici güçler sağlayacak coğrafya bölgesi kalmayıp modern sosyal sınıflar ortaya çıkınca tarihsel devrimler sona erer, sosyal devrimler başlar.[19] Yeni sınıfların kolektif aksiyon üretici güçleri “teknik gelişime ve insanlığın ilerleyişine engel olabilecek eski egemen gerici sosyal sınıfların çökkün istibdadını [giderebilir]”, medeniyet yıkılmadan “yeni ve daha ileri üretim ilişkileri sağlayan bir Sosyal Düzen” kurulabilir. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalizmi ortaya çıkaran devrimler, 19. ve 20. yüzyılda sosyalizmi ortaya çıkaran sosyal devrimler böyle ortaya çıkmıştır; böylelikle “Modern Çağ tarihinin geçiş ve atlayış kanunları artık sosyal devrimler kanunu olmuştur”.[20]

Tarih Tezi’nde ortak mülkiyet-özel mülkiyet çatışması da lokomotif görevi görür: Antika Çağ’da tarıma dayanan kent içinde toprak ilk önce ortak mülk olarak toplumundur. Kentte tefeci-bezirgân özel sermaye gelişince toplum sosyal sınıflara bölünür. Kentteki toprak mülkiyeti özel kişi mülküne evrilirken, kent dışı ortak mülkiyete dayalı kalır; medeniyet özel kişi mülkiyetinden yükselir, sınıf çelişkileri içinde yozlaşır; barbarlık ise ortak mülkiyet ile yürür, sınıf çekişmesi bilmeyen kardeşler topluluklarından oluşur. Barbarlıkla medeniyet arasındaki temel çelişki mülkiyet ilişkilerinde yoğunlaşır. Böylelikle barbarlarla medeniyetler, ortak mülkiyet ile özel mülkiyet denizlerle karalar arasındaki Med ve Cezirleri andıran çelişme ve çekişmeler ile mücadele içinde olurlar ki buna tarihsel devrim kanunu denebilir.[21]

Kıvılcımlı’ya göre tarihsel devrimler çağı pre-kapitalist dönemi kapsar, sosyal devrim çağı ise kapitalizmin icadıdır. Ama pre-kapitalist ve kapitalist ekonomi ve toplum ilişkileri biri önden, ötekisi arkadan gelerek birbirini izlemiş gibi gözükmekle birlikte, “birbirleriyle kıyasıya güreşmiş, birbirlerini alt etmiş, yerinde yok etmiş iki insan düzenidirler”.[22] Pre-kapitalist toplumlarda sermaye üretim sermayesi değildir, tefeci-bezirgân sermayesidir, toprağın efendisi toplumu yönetir olduğundan tefeci-bezirgân sermaye fırsat bulur bulmaz kendisini toprağa yatırır, derebeyleşir; kapitalist toplumlarda sermaye, üretimi tekeline geçirmiştir, her şeye egemendir. Kapitalizmde sermayenin egemenliği toplumu bütünüyle tepeden tırnağa altüst ettiği için sosyal devrim ortaya çıkar.[23]

Kıvılcımlı inşa ettiği bu evrensel anlatı içinde özgünlükleri nasıl ele almaktadır, şimdi bunu görelim. “Kapitalizm ilk defa nerede yerleşti?” sorusuna, Kıvılcımlı’nın cevabı “İngiltere’de”dir.[24] Nedeni ise İngiltere’nin hiçbir zaman Doğu gibi tam anlamıyla (hatta Kıta Avrupası gibi de) medenileşememesinden ve “ardı arası kesilmez barbar akınları yüzünden boyuna taze ‘tarih ve insan üretici güçleri’yle aşılan[masındandır]”. Burada krallaşan barbar şefleri, bir türlü Doğu’dakiler kadar insanüstüleşememişler, firavunlaşamamışlar ve nemrutlaşamamışlardır.[25] Barbar kan şefleri kendilerini kralla eşit saymışlar, Magna Carta ona dirençlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır[26]:

Doğu’da: “Teba’yı şahanenin mal ve canı, ırz ve namusu efendimizindir” denir. İngiltere’de bunu hiçbir kral iddia edememiştir, niçin? Çünkü halk onun alnını karışlamıştır. Şark toplumunda, kim olursa olsun, başa geçen en alçak kişinin önünde hemen kul köle kesilmek prensibi, her türlü tartışmanın her zaman dışında bırakılmıştır. Neden? Binlerce yıllık medeniyet, Doğu insanını paçavraya çevirmiştir de ondan. İngiltere’de Kralın da, sapıtacak hakimin de, işkenceye kalkışacak karakolun da karşısına dikilen şey: Magna Karta’nın 61. maddesi değildir. Bütün dünya Anayasaları böyle “ölü edebiyat”larla doludur. İngiltere’de Magna Karta’yı, yahut anayasasız insan haklarını “tartışılmaz” kılan güç, İngiliz halkının hiç şakası olmayan “ayaklanma tehdidi”dir. Bu güç, Anayasa-babayasadaki “direnme hakkı” değil, burnundan kıl koparttırmayan İngiliz halkıdır.[27]

Bunun kaynağı barbar kalabilmeleridir; bu şekilde birbirlerine karşı müthiş bağlı olmuşlar, eşit, doğru, yiğit bir hürlükle hareket etmişlerdir; “Geliş, doğrudan doğruya her milletin içinden çıktığı tarihöncesinden, ilkel sosyalizmdendir”.[28]

Kıvılcımlı 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’deki köylülerin, Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler gibi, “bey armalarıyla örtülü olmakla birlikte kendi ekonomisine sahip ve hür” olduğunu savunur.[29] İngiltere’de barbar şeflerin Magna Carta’yı krala dayatması sonrasında “köy komünaları” ve akarsu kıyılarında kuvvetlenen kentler krallarla birleşip derebeylerine karşı kuvvet olabilmiştir[30]; dokuma üretimi sayesinde gelişen bezirgân ve hayvan yetiştiricileri seçimle parlamentoya girmişler, devlet işlerinde söz sahibi olmuşlardır. Kapitalizm bu süreç sonunda köylülerin mülklerini ve hürriyetlerini ellerinden alarak doğmuştur.[31]

İngiliz devrimi, tarihsel devrimlerin yerine geçen başarılı ilk sosyal devrimdir. İktidara geçen kapitalizm, derebeylikten bir adım ileridir ama toplum yine insanın insanı sömürdüğü sınıflı bir toplumdur. İnsanlar kapitalizmle de çarpışmıştır, ama kapitalizm ilacı içinde bir hastalıktır, artık sosyal devrim metodu bilinmektedir: “Varolan medeniyeti yıkmadan, zalimleşmiş bir sınıfın TAHAKÜMÜNÜ yıkmak usulü keşfedilmişti”.[32]

Peki, 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’de ve Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler aynı durumdalarsa Doğu’da neden kapitalizm doğamamıştır? Kıvılcımlı’ya göre bunun nedeni Türkiye’de “basit bir Magna Karta taslağı bile” ortaya konmamış olmasıdır:

Türkiye’de beyler, beylerbeyiler, imamlar, şeyhler, Padişah’tan bir söz almayı bile akıllarından geçirme[mişlerdir]. O ‘Eben an ceddin [kuşaktan kuşağa], istibdatla hükümran’ devlet başı[dır]. Kanuni’den sonra gelişen ‘dolap’çı tefeci ve bezirgân sermaye, bütün imparatorluk topraklarını ve hazinesini emrine geçirdiği halde, kapitülasyonlar elde et[miş]ti[r] de, toprak beyi olarak derebeyleşmekten ve Padişaha kapıkulu olmaktan fazlasını istemeyi aklına koyama[mıştır].[33]

Kıvılcımlı Osmanlı toplumunda iki derebeyleşme tespit eder. İlk derebeyleşme Osmanlı devletinin derebeyleşmesidir, 1300-1402 sonrasına denk gelir. Mirî topraklar üzerine kurulan dirlik düzeni bozulmuştur, kamu toprakları kişisel çıkarlarca sömürülmeye başlanmıştır, tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığı hüküm sürmüştür. Bu derebeyleşme Timur Moğollarının barbar akını ile ortadan kalkmış, “Osmanlı’nın ilk göçebe gelenekleri, Simavnalı Bedrettin kuşağı Akşemsettin gibi, Horasan çırasını elinden düşürmeyen bilginlerin ışığı altında rönesansa (dirilişe) uğramış”, II. Mehmet ile de “tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığının kökü kaz[ınmıştır]”.[34] İkinci derebeyleşme İmparatorluk derebeyleşmesidir, 1414-1520 sonrasına denk gelir. Dirlik düzeninin bozulması değil ortadan kaldırılması söz konusudur.[35] Kıvılcımlı’ya göre bu süreçte Osmanlı topraklarında ticaret yolları üzerinde yeşermiş ve oldukça gelişkin olan tefeci-bezirgân sermayesi, kapitalizmin doğuşuna engel olmuştur. 15.-16. yüzyıllarla dirlik düzeninin (tımar sistemi) yerine kesim düzenini (iltizam sistemi) geçirerek kamu topraklarını ele geçirmeye başlamış, özel mülkiyet çiftlikler, malikaneler ve vakıflar etrafında gelişmiştir, bu süreçte kendi ekonomisine sahip ve hür köylüler zamanla toprakbent yani yerlerin esiri olmuşlardır.[36]

Aynı gidiş, hemen bütün eski medeniyetlerde olduğu gibi, batı Avrupa’da dahi görülmüştür. Barbar akınları, kavimler göçü (muhaceret’i akvam), bir nevi bağbozumudur. Göçlerin arkasından, bir çeşit cemiyette “ıstıfai tabii” (tabii arınım) yoluyla kurulan büyük saltanatlar: Derlenmiş salkımların bir hazinede çiğnenip şıraya çevrilmesine benzer. Bu şıra ne olacaktır?

O zamana kadar, tarihte daima, tefeci-bezirgan mayalanma en sonra dozunu ve tuzunu kaçırarak şırayı sirkeye çevirmiş: Önsermayeyi derebeylikle soysuzlaştırmıştı. Batıda, insanlık için birinci defa olmak üzere, ortaçağ mayalanışı, soysuzlaşmadan, bildiğimiz ileri rejime, modern kapitalizme doğru tabir caizse şaraplaştı. Osmanlılıkta ortaçağ, hiçbir senteze varamadan çürüyüp ekşidi, sirke kesildi.[37]

Bu çerçevede şıralaşma evrenselliği, şaraplaşma ve sirkeleşme ise özgün (tikel) gelişim yollarını ortaya koymaktadır. Ama Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi şarap ile sirkenin de bir araya gelişini, bileşik gelişimi de ortaya koyar. Zira Türkiye’de eskiden bu yana var olan antika sermaye yani tefeci-bezirgân sermayenin yanına 19. yüzyılda şirket ve borç şekliyle modern sermaye de sokulmuştur. Bunların ikisi de sermaye adını taşısa da bambaşka üretim tarzlarına karşılık gelirler. Tefeci-bezirgân sermaye, sınıflı toplumu yani medeniyeti oluşturmuştur ama kapitalizm öncesi sermaye yani önsermayedir, Osmanlı toplumunda dirlik ve kesim döneminde egemendir ve üretim alanına egemen olan modern sermayeye düşmandır. “Ali’nin külahını Veli’ye diyerek ticaret kârı faiz peşinde”dir, üretimle ilgisi yoktur; modern sermaye kapitalizmdeki üretim sermayesidir, keşifler ve icatlar peşinde üretimde kâr aramaktadır. Modern sermaye Türkiye’ye yönelişi kapitalizmin serbest rekabet aşamasında değil finans-kapital (tekelci) aşamasında yani kapitalizmin çöküş aşamasında olmuştur: “Böylece, Osmanlı Batı’ya yöneldiğinde, demek oluyor ki, çöküş halinde olan iki toplum birbiri ile temasa geliyordu. Buna sosyal rezonans diyoruz. Yerli tefeci sermayemiz ile Batı’nın Finans-Kapitali kaynaşıyorlardı”.[38] Türkiye’de son tarihsel devrim Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sosyal devrimini de getirmiştir, burjuvazi yarı sömürge şartlarında devrimi yapmıştır; devrim melezdir, Türkiye’deki temel orijinallik budur, “önümüze sürüyle arapsaçı olmuş problem kördüğümlerinin çıkışı ve bizleri şaşkına çevirişi ondandır”. [39]

Kıvılcımlı’ya göre 19. yüzyıl sonrasındaki gelişmelerin tüm evrensel özelliklerine rağmen “bizi bize benzeten” dört gerçek ortaya çıkmıştır:

1- Devletin batının finans kapitalinden borç almaya başlamasıyla, tefeci-bezirgân sermaye finans-kapital ile hareket etmeye başlamış, şirket, banka, kasa gibi adlar altında modern iratçılık yapar hale gelmiştir;

2- Meşrutiyet döneminde tefeci-bezirgân sermaye gelişkin kalırken üretimin temeli Avrupa tekeline, finans kapitale geçmiştir;

3- Yerli sermaye tefeci-bezirgân sermaye olarak devleti haraca bağlarken üretimi tekelinde tutan finans kapitalin dümen suyundan gitmiştir, böylelikle sermayenin temsilcisi Jön Türk hareketinin kökü dışarda kalmıştır;

4- Yarı sömürgelik döneminde yerli sermaye yabancı sermayeye aracılık (“yataklık”) eder olmuştur.[40]

Böylelikle Türkiye antika medeniyetinin iratçı sermayesine boğulmuş, Batı şirketlerinin tekelci finans kapitaliyle kaynaşmış, sanayileşme ile gelişen modern burjuvazi üretimini baltalamıştır.[41] Bir başka deyişle “Batıdaki yatalak, hasta kapitalizm doğudaki bunak pre-kapitalizmi ile eşleştirilerek damızlık bir toplum düzeni [doğurtulamamıştır]”.[42]

“[R]antiyeler [tefeci-bezirgân] sınıfının durumu, Batıda ve Türkiye’de görüldüğü gibi aşırıca diyalektikti. Sosyal devrimi, hem istemez, hem isterdi. O sınıf Abdülhamit’ten sonra da egemenliğini yitirmedi. Ülkeyi örümcek ağı gibi sarmış, mültezim, müteahhit, sarraf, tefeci, eşrâf, âyan zümreli kapitalist sınıfı, Türkiye’de [Cumhuriyet döneminde] hâlâ burjuvazinin ezici çoğunluğudur. Fakat sanayici kapitalist ‘Yok’ değil, olsa olsa ‘Eksik’ sayılabilir. Bu eksikliğin iç sebebi: Türkiye’de İngiltere’dekinden çok daha ağır basıcı bir tefeci-bezirgân prekapitalist sermayeci sınıfın azgınca gelişmiş bulunmasıdır; dış sebebi: O iç sosyal prekapitalist sınıfın Batı finans kapitali ile çabuk ve kolay kaynaşması sayesinde, Batı şirketlerinin Türkiye’de her türlü modern sanayi girişkenliğini daha doğarken boğabilmeleridir”.[43]

Türkiye’nin özgünlüklerini evrensel özellikler, evrensel özelliklerini de özgünlükler bağlamında ortaya koyarken[44] Kıvılcımlı’nın hiçbir zaman atfı olmasa da EBG’yle aynı doğrultuda bir anlatı geliştirdiği görülmektedir. Bu bağlamı Savran’ın EBGY üzerine şu pasajı çok iyi vermektedir:

EBGY, kutuplarını evrensellik ve tikelliğin oluşturduğu diyalektik bir çelişki üzerine kuruludur. Kapitalizm tarihte ilk kez gerçek anlamda evrensel bir tarih oluşturmuştur: insanlığın hiçbir bölümü, hiçbir oluş artık dünyanın geri kalan bölümünden yalıtılmış bir biçimde gelişemez. Ama tam da bu evrensel tarihtir ki, insanlığın farklı bölümlerinin, farklı ulus ve toplumlarının birbirleriyle aynı biçimler altında, özdeş bir süreç içinde gelişmesini engeller. Yani insanlık tarihinin kapitalist çağdaki evrenselliği ifadesini tekil ülkelerin tarihsel gelişmesinin tikelliğinde bulur. Bu tikel gelişmelerin bütünselliği ise evrensel tarihin hareketi düzeyinde kurulur. Buna karşılık, tikellik (özgüllük) evrensel hareketin farklı ilişki, düzey ve alanlarının bir toplum düzeyindeki eşitsiz gelişiminin ürünlerinden başka bir şey değildir.[45]


[1] Satlıgan, “TKP…”, s. 47.

[2] Halil Berktay yaptığı tarih yazımı tartışmasında Osmanlı toplumunu feodal olarak değerlendirenler ve değerlendirmeyenler ayrımı üzerinden gitmektedir. Bu ikinciler arasında Osmanlı İmparatorluğunun despotik karakterini vurgulayarak AÜT perspektifinden inceleyenlerle, İmparatorluğu (AÜT perspektifine yakın bir şekilde) çağının ilerisinde kerim bir devlet olarak niteleyenleri (Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, İsmail Cem) ayırarak sıralamaktadır, bkz. Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1989 (1983), s. 292. Berktay’ın Kıvılcımlı’yı AÜT’e yakın nitelemesi ilginçtir, bunda Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs ve 12 Mart’a dair yazdıkları ve atıfta bulunduğu Doğu Perinçek’in Kıvılcımlı eleştirisi (Hikmet Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, İstanbul: Aydınlık Yayınları, 1975) mutlaka belirleyici olmuştur. Diğer taraftan Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin kolayca anlaşılamamasının da bir payı vardır, ama görüşlerinin pek de anlaşılmadan dolaşımının payını da dikkate almak gerekir. Latife Fegan, kendisini Devlet Ana’yı okurken gören Kıvılcımlı’nın “… K. Tahir benim Tarih Tezi’ni okumuştur hapishanede. Nereden aldığını belirtmeden kendi kitaplarında kullanıyor” dediğini yazmaktadır. Ama bu kullanma Fegan’ın Kıvılcımlı’nın Tarih Yazıları kitabının önsözünden yaptığı alıntıda da görüldüğü gibi aslından kopuk bir okumaya dayanmaktadır: “Onun için, 1940 yılında yazılmış ‘Mr Toynbee Tarih Bilimini Alt Üst Ediyor’ yahut ‘Tarih ve Allah’ polemik denememiz ‘kursağımızda kaldı’. Kişicil ilişkili bir iki edebiyatçı, bir iki kez okumakla kaldılar. Kimisi, bizim nasıl olsa ‘otorite’ olmadığımızı düşünerek lütfettiler. Eleştirinin kıyısından köşesinden kestikleri parçaları, eşlerine dostlarına kendi orijinal buluşları olarak sundular. Allah razı olsun. Emeğimizi unutulmaktan kurtardılar. Aslıyla hiç ilgisi kalmamış biçimsizlikte Üniversite yankılarına kapı açtılar”, Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011, s. 15’ten alıntılayan Latife Fegan, Yazmasaydım Olmazdı, İstanbul: Belge Yayınları, 2021, s. 59. Demir Küçükaydın da Toplum Biçimlerinin Gelişimi’nin önsözünde bu kopukluğun altını çizmekte, hatta Kemal Tahir’in, Tarih Tezi’nin içini boşalttığı ve devletle uzlaştırdığını ileri sürerken Kıvılcımlı’dan şu alıntıyı yapmaktadır: “Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna, hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz pahalı, toptan perakende satmakla yetindi.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 [1970], s. 12). Burada yazılanları biçimsizleştiren edebiyatçının Kemal Tahir olduğu aşikardır, Küçükaydın, herhangi bir kanıt ortaya koymadan, üniversite bilginlerinin ise Cahit Tanyol ve İdris Küçükömer olduğunu iddia etmektedir, bkz. Demir Küçükaydın, Bir Devrimcinin Teorik ve Pratik Otobiyografsi, İstanbul: Köxüz Yayınları, 2009, s. 26. Bu arada Kemal Tahir ile Sencer Divitçioğlu bağının da altını çizmek gerekir, Divitçioğlu kendisinin AÜT çalışmaya başlamasını Kemal Tahir’e borçlu olduğunu açıkça ifade etmektedir; “siz Marks’ta Asya Üretim Tarzı lafını hiç duydunuz mu?” sorusuna olumsuz yanıtı sonrasında Kemal Tahir “Bir kere bakar mısınız? … Bunlara bakın lütfen. Bakın bakalım, bundan ne çıkar?” demiştir, Divitçioğlu ise buna karşılık hiç tereddütsüz ‘peki’ dediğini anlatır, bkz. Sencer Divitçioğlu Anlatıyor (derl. İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 92. Kemal Tahir’in Hulusi Dosdoğru’yla 7 Mart 1971 tarihli sohbetinde Kıvılcımlı’nın 1970’in son aylarında çıkmış Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabı üzerine söyledikleri, düşünceler arasındaki kopukluğun boyutlarını göstermektedir: “Yahu, daha düne kadar adam [Kıvılcımlı] asya tipi üretim tarzı için Marks’ın henüz Marksist olmadan önceki döneminde kaleme aldığı icapsız bir yazıdır, asla bilimsel değildir’ diyip duruyordu. Şimdi de kalkmış A.T.Ü.T.’e dayanmaya çalışıyor. Bunu anlamadan insan Marksist olamaz demeye getiriyor… A.T.Ü.T.’nı da üstelik anlayabilmiş değil. Bir defa Osmanlılığı bilmiyor. ‘Osmanlılar çıkıştan çobandılar. Çobanların obadan gelme bir kan dökücülüğü vardır. Bu yüzden Batıdaki Senyörlere benzemezler. Birbirilerini doğramaları bundandır’ diyor. İşte Hikmetin Osmanlı anlayışı…”, Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, İstanbul: Tel Yayınları, 1974, s. 514’ten alıntılayan Cenk Ağcabay, Türkiye Komünist Partisi ve Dr. Hikmet, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2010, s. 327. Anlaşılan Türkiye’deki AÜT tartışmaları kulaktan kulağa dolambaçlı yollardan geçerek, çoğu zaman da virajlarda dağılarak gelişmiştir; Kıvılcımlı’nın sitemi haklıdır: “Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçe’ye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı “vallaha bilmem” derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler” (Kıvıcımlı, Toplum Biçimlerinin…, s. 13).

[3] Satlıgan, “TKP…”, s. 49.

[4] Yol, Cilt: 1: Parti ve Fraksiyon, Bibliyotek Yayınları, 1992, s. 326’dan alıntılayan Ergun Aydınoğlu, “Hikmet Kıvılcımlı ve 1960’lar Türkiye Solu”, s. 4 (https://tinyurl.com/4bxynkve, erişim 31 Ocak 2022).

[5] A.g.e., s. 5. Benzer bir değerlendirme için bkz. Demir Küçükaydın, “Önsöz (Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı)”, Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek Birinci Kitap: Marksizmin Marksist Eleştirisi, Üstyapı, Din ve Ulus Teorisi, Köksüz Yayınları 2009 (2007).

[6] Aydınoğlu, “Sol Hakkında…, s. 241-245. Kıvılcımlı’nın Stalinizm ile sorunlu ilişkisi ve sonuçları üzerine ayrıntılı bir tartışma için ayrıca bkz. Sungur Savran, “Yalnız Komünist” (21.10.2021) https://gercekgazetesi1.net/teori-tarih/hikmet-ve-hikmet, (erişim tarihi 29.04.2022).

[7] Sungur Savran ileride yapmayı öngördüğü daha ayrıntılı bir inceleme öncesi Kıvılcımlı’ya “Tarih Tezinin dehlizlerinde” üç eleştiri getirmektedir: 15-16. yüzyıl Türkiye tarihinde komünal yaşamın hüküm sürdüğü toplum ile sınıfı toplumu özdeşleştirmesi ve buna bağlı olarak tarihsel devrim ve sosyal devrim tartışmalarındaki çelişkiler; İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamalarında tarih tezinin propaganda malzemesi olarak (Fetih ve Medeniyet kitapçığında) kullanılmasındaki politik yanlış; “tefeci-bezirgân” sermaye kategorisinin Türkiye’nin 1950’ler sonrasındaki iktisadi gelişimini açıklamaktaki sınırlı rolü (bkz. Savran, “Hikmet Kıvılcımlı…”). Savran bizce ikinci eleştirisinde haklıdır; ilk eleştirisine Tarih Tezi üzerinde yapılacak ayrıntılı ve kapsamlı bir araştırmanın, üçüncü eleştirisine ise Sosyalist gazetesi ve son yıllarında dergilerde çıkmış yazıları üzerine yapılacak bir araştırmanın tutarlı cevaplar üretebileceğini düşünüyoruz (bkz. dip not 193). Üçüncü eleştiri bağlamında daha önce 1971’de Sosyalist gazetesinde yayınlanmış (güncel niceliksel veriler de içeren) bir konferans konuşma metni için bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Finans Kapital ve Türkiye, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008. Aynı şekilde bkz. Hikmet Kıvılcımlı, “Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası”, Sosyalist (8 Aralık 1970).

[8] Orijinal cümle şöyledir: “Buraya kadar, Türkiye’de işçi sınıfının geçirdiği değişimleri tarihi seyri içinde ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”, Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, Yakın Tarihten Birkaç Madde, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2009, s. 19.

[9] Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi (1965); Tarih, Devrim, Sosyalizm (1965); İlkel Sosyalizmden Kapitalizme (1965); “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin” (1966-1970); “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine” (1967); “Türkiye’nin Düzeni” (1967); “Tartışılacak Tarih Tezi” (1968); “Üretim Nedir?” (1968); Toplum Biçimlerinin Gelişimi (1970); Osmanlı Tarihinin Maddesi (2008).

[10] Hikmet Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1968), s. 19-20. Kıvılcımlı tarih incelemelerindeki yolculuğunu şu şekilde açıklar: “Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin maddesine girince, onun İslâm Medeniyeti’nde bir “Rönesans” olduğu belirdi. İslâm Medeniyeti: tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent’ten (Cite’den) çıkmış Antika (Kadim) Medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerlerden) İslâm Medeniyeti’ne gelinceye değin sıralanan Antika Medeniyetlerin hepsi de hem birbirlerinin aynı, hem birbirlerinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep aynı gidişi-süreci (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin, sebep-sonuç zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.” Hikmet Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2014 (1965), s. 13.

[11] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 21.

[12] A.g.e., s. 21.

[13] A.g.e., s. 24.

[14] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 17.

[15] A.g.e., s. 18.

[16] A.g.e., s. 19.

[17] A.g.e., s. 20.

[18] A.g.e., s. 21-22.

[19] A.g.e., s. 23.

[20] A.g.e., s. 24.

[21] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 22-24.

[22] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Düzeni”, Türk Solu, no: 4, 1967, s. 6.

[23] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 323; Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, Köxüz Dijital Yayınları, [1968], s. 57-58.

[24] Hikmet Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1965), s. 13.

[25] A.g.e., s. 55, 52.

[26] A.g.e., s. 54-55, 78.

[27] A.g.e., s. 82-83.

[28] A.g.e., s. 82-84.

[29] A.g.e., s. 12.

[30] A.g.e., s. 34.

[31] A.g.e., s. 78.

[32] A.g.e., s. 108. “Böylece, 6 bin yıl kökünden kazınmak istenen ilkel sosyalizm, İngiltere’de barbar geleneklerinin dayatmasıyla önce Krala karşı din ve dünya beylerinin, sonra işveren sınıfının Hürriyet Kartası biçimine girdi; en sonunda o kanaldan “Halk Kartası” adıyla modern sosyalizm olarak yeni bir hayat kazandı”, a.g.e., s. 110.

[33] A.g.e., s. 78.

[34] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008, s. 55-56. Kıvılcımlı Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı makale serisinde (“Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”, Sosyalist, no: 1-2-3-4-5-6-7, 1966-1970) Timur’un akınını “dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin sonuncusu” olarak tanımlar. Bu tanımlama yukarda açıkladığımız birinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Kıvılcımlı Fetih ve Medeniyet (İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1953)) risalesinde ise II. Mehmed’in İstanbul’u fethini eski medeniyeti dirilten ya da rönesansa uğratan bir tarihsel devrim olarak tanımlar. Bu da ikinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Savran’ın haklı eleştirisini izlersek, fetih eğer tarihsel bir devrimse barbarlar tarafından yapılması gerekmektedir ama II. Mehmed dönemi Osmanlı toplumunun sınıflı bir toplum olduğu aşikardır, bu da Tarih Tezi’nin önemli bir çelişkisidir. Şimdiye kadarki okumalarımızda bu çelişkiyi net bir şekilde ortadan kaldıracak bir açıklamaya rastlamadık ama Osmanlı Tarihinin Maddesi’nde Timur akınları, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının da etkisi altında Osmanlı göçebe geleneklerinin rönesansı, II. Mehmed’in “toprak reformu”nu vurgulayan anlatısı akınlarla fetih arasında, yani birinci ve ikinci tür tarihsel devrim arasında zımnen bir geçişkenlik ve süreklilik inşa etmektedir, çelişkinin bu şekilde göreli olarak da olsa ortadan kalkabileceği düşünülebilir. Tabi bu çerçevede Kıvılcımlı’nın hem antika hem de modern bezirganlığa karşı olan, insanların kardeşliğini öğütleyerek “bir Orta Çağ köylü sosyalizmi” ortaya koyan Şeyh Bedreddin’in ayaklanmasını “ilk sosyal devrim” olarak tanımlamasının da altını çizmek gerekir, bkz. Kıvılcımlı, “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”.

[35] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 66-67.

[36] Batı ile Doğu arasındaki bu ayrışmaya dayalı anlatıya rağmen Kıvılcımlı evrensel özellikleri vurgular. Mirî toprak Osmanlı toplumuna özgü değildir, “[b]ütün antika toplumların başlangıç çağlarında görülen kamu toprağı kurumunun evrenselliği içinde, ayrı ve en sondan bir önceki bölümüdür. Avrupa’da karşılığı ‘benefice’dir”; Malikanenin doğuşu da evrensel bir toplum gelişmedir, “[h]er belirli somut toplum için başlangıç: Miri toprak (kamu mülkiyeti); son: Malikane (özel kişi mülkiyeti)dir. Avrupa’da karşılığı ‘fief’tir”. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 355.

[37] A.g.e., s. 559.

[38] Hikmet Kıvılcımlı, “Ek: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1967), s. 172-173.

[39] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Teorik Devrim Orijinalliği (29 Aralık 1970)”, Sosyalist Gazetesi Yazıları (1967-1971), İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1995, s. 173-174.

[40] Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1965), s. 20-24.

[41] A.g.e., s. 107.

[42] A.g.e., s. 121.

[43] A.g.e., s. 104-105.

[44] Kıvılcımlı’nın kullandığı Doğu ve Batı kavramlarına dair açıklaması da bu anlamda önemlidir: “Antika medeniyetin batış çağındaki çürümüş insanını gülen renklerle bezeyemedik. Gerçeği her şeyden üstün tutmalıydık. Bugünkü Batı kültürünün yetiştirmesi kafalara daha iyi dank etmiş olmak için, arasıra “Doğulu insan”, “Batılı insan” deyimlerini kullandık. Böyle coğrafya veya etnoloji, etnoğrafya tipleri yoktur. 1-“Doğulu insan” dediğimiz vakit, bu yalnız hep “antika medeniyet insanı”dır. Yunan ve Roma medeniyetleri, pekala Avrupa ve Batı medeniyetleriydiler. Paçavra insan yetiştirmekte, yahut ilkel sosyalist şövalyeleri medeniyetin çamur insanı durumuna sokmakta ne Irak’ın Nemrut’larını ne Mısır’ın Firavun’larını hiçbir zaman aratmadılar. 2- “Doğulu insan”ı, yahut “antika medeniyet insanı”nı tarihsel kategori olarak aldık. Frenk’lerin “Une fois pour tous” [ilk ve son olarak] dedikleri biçimde ebediyen çürümeye mahkûm bir altlık tiryakisi esrarkeş saymadık. Öylesine kötümser fatalizm ancak burjuva biliminin şanına (çıkarına) yakışabilir”, Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, s. 114.

[45] Savran, “Azgelişmişlik…”, s. 65.