“YAZMASAYDIM OLMAZDI” ÜZERİNE (L. Fegan’ın Anıları)

Birkaç ay önce (Ekim 2020) Latife Fegan’ın anı kitabı yayınlandı. Birkaç yıldır yayınlanmasını beklediğimiz anılar nihayet kitap olarak basılmıştı. Kitabın matbaadan çıkmasından birkaç gün sonra İstanbul’dan bir dostum alıp bana ulaştırdı. Dolayısıyla kitabı ilk okuyanlardan biri oldum.

Anıların yazarı Latife Fegan, eşi Fuat Fegan ile birlikte 1967-71 yılları arasında Kıvılcımlı’nın yakınlarında bulunmuş, çalışmalarında ona yardımcı olmuş, daha sonra da eserlerinin yurt dışına çıkarılmasında, muhafaza ve tasnif edilmesinde, sonuçta da Hollanda’daki arşiv kurumuna teslim edilerek günümüze ulaştırılmasında rol almış biriydi. Gerek Kıvılcımlı’ya yakınlığı, gerekse daha sonraki serüvenleri düşünüldüğünde anıları merak edilir ve önem verilir olmuştu.

Bundan 6 yıl önce 2014 yılı Ekim ayında benim de KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya) başlıklı bir kitap çalışmam olmuştu. Bu çalışmamın daha ilk sayfalarındaki GİRİŞ yazısının ikinci satırı şöyle: 

 “Bu külliyatı önce muhafaza edip, sonra da tasnif ederek bizlere ulaştıran Fuat ve Latife Fegan çiftine teşekkürle başlamak istiyorum. Her ikisinin de emeklerine sağlık.”

Evet, bugün de öyle düşünüyorum. Kıvılcımlı’nın paha biçilmez değerdeki eserlerini bize ulaştırmaları gerçekten çok takdir edilesi bir çaba.

Bu anıların yayınlanmasının benim açımdan da özel bir önemi vardı. Ben epeyce bir süredir, Kıvılcımlı eserlerinin tanıtılmasında, bilinmeyenlerin ortaya çıkarılmasında kendime örnek aldığım Fuat Fegan’ın sosyalist ve “doktorcu” ortam için önemini, görüşlerini ve akıbetini toparlayarak bir kitap yapma gayreti içindeydim. Son 1-2 yıldır da aynı konuları merak eden bir gazeteci arkadaşımla çalışmalarımızı birleştirerek epey yol almıştık. Bu çalışmamızda Fuat Fegan’ın eşi olarak onun en yakını olan Latife Fegan’ın anıları bizim çalışmamızı da bütünleyecek bilgiler içerebilirdi. Bu yüzden de yayınlanması bizim için önemli oldu.

Anılar’ı ilk okuyanlardan biri olmakla birlikte, üzerinde değerlendirme yapmak ve yayınlamak ancak bugünlerde oldu. Bunun ilk nedeni benim oldukça uzun süren ve çok zamanımı ve enerjimi alan sağlık sorunlarımdı. Şimdi en azından zaman ve enerji harcamaz duruma geldim. İkinci nedenim de kitaba yönelecek tepkileri bekleyip onları da değerlendirmek istememdi. Çünkü söz konusu anılar zaten yıllardır hem dilden dile dolaşıyor, hem de bazı kısımları toplantılarda, “sempozyum”larda falan tekrarlanıyordu. Benim açımdan bilemediğim şeyleri okuyup bilgilenmek ve çalışmalarımda yararlanmaktı önemli olan.

KİTABA TEPKİLER

Kitap yayınlanalı 2 ayı geçti. Benim tespit edebildiğim tepkiler şöyle:

Bir kesim kişi ve gruplar, “Ne kitap, ne de yazarı okumaya da değerlendirmeye de değmez, zaten kaç kişi okur ki?” biçiminde oldu.

Başka bir kesim, “Bunların çoğu yıllardır sağda solda, özellikle de Avrupa’da söylenir durur. Kitapta yeni bir şey yok ki” dediler.

Bir başkaları, “Ya tartışılacak şeyler var ama hassas konular ve durumlar var, bakalım hele” havasındaydılar.

Bazı kimseler de “insani bir durum olabilir tabi” derken, bazıları da “vay be demek Kıvılcımlı da nefsine uymuş” dediler.

Tüm bunların karşısında özellikle de Türkiye dışından bir takım kişiler, “Ne iyi ettiniz de yazdınız bu kitabı, aman dikkat edin çok saldırıya uğrayacaksınız…” türünden çeşit çeşit övgülerle sosyal medyayı doldurdular.

Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım. Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle incelenip tartışılması lazım.  Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.

BENİM DÜŞÜNCELERİM

Anılar kitap olarak yayınlanmış. Doğal olarak övenleri de olacak, eleştirenleri de. Övenlerin hepsinin dost, eleştirenlerin düşman görülmeyeceği umuduyla yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı gönüllüsü bir hizmet eri olarak benim de bu anılar konusunda söyleyeceklerim olacak doğal olarak.

Ben yukarda andığım çalışmamın giriş yazısının ilerleyen satırlarında şunları da demiştim:

Bu yüzden bu giriş yazısında da, içerdeki metinde de sık sık ve sitayişle bahsedeceğiz. Bu sitayişimiz onun(Fuat Fegan) arşiv üzerindeki çalışmalarına dönük. Yoksa ilerde başka çalışmalarımızda açıklayacağımız gibi, onun da Latife Fegan’ın da ilerdeki çalışmalarına ve kimi belirlemelerine dönük köklü eleştirilerim var.” (Aynı yazıdan)

6 yıl önce “köklü eleştirilerim” olacağını yazmıştım. Burada bu Anılar vesilesiyle eleştirilerimi başlık olarak sıralayayım. Ancak sıraladığım her konunun eleştirisini bu yazıda yapmayacağım. Nedenlerini de yazarım.

“TKP”Yİ REORGANİZE Mİ?

Üzerinde durulması gereken en önemli konu “TKP” serüvenine Kıvılcımlı’yı dayanak yapmak. Anılar’ın 147. Sayfasında “Biz Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesine inanıyorduk” deniyor. Yani şöyle böyle değil, ortada “Kıvılcımlı’nın projesi” varmış. Ama bu iddianın ilerleyen sayfalarda da değişik cümlelerle tekrarlanmasına karşın, Kıvılcımlı’dan bunu doğrulatacak olan bir yana ima eden bir tek alıntı, hatta cümle bile yoktur.

“Anlattığına göre, ”Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra Belgrad’da “A. Camuşçuoğlu ve F. Fegan kucaklaşıp ant içmişler ve onun tamamlayamadığı işi yerine getirmeye karar vermişler: TKP “reorganize” edilecek.” (Anılar s. 134) Oysa A. Camuşçuoğlu’nun 28 Ekim 1971 tarihli (Kıvılcımlı’nın ölümünden 17 gün sonra) KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR başlıklı el yazısı raporunun son bölümünde bakalım ne diyor:

Bu 50 senelik trajedi 11 Ekim 1971 günü saat 19.15’te son buldu. H (F. Fegan) ve ben tüm İŞÇİ SINIFINI VE ARKADAŞLARI TEMSİLEN BAŞUCUNDAYDIK.

“50 SENE KESKİN SOLCU GEÇİNEN İTLERE (kimler acaba? A. Kale) KARŞI, FAŞİST SAĞCI BASKILARA, İŞKENCELERE, POLİSİNE, MİTİNE EN UFAK BİR TAVİZ VERMEDEN DALGALANDIRDIĞI BAYRAK ALTINDA TOPLANMIŞ ARKADAŞLAR ADINA, ERİŞİLMEZ DEVRİMCİ SON NEFESİNİ VERİRKEN ŞU ANDI İÇTİK:

“EN KISA ZAMANDA DERLENİŞİ TAMAMLAYIP İŞÇİ SINIFI PARTİSİNİ KURACAĞIMIZA…” (OA Dosyası isimli metinden, Majisküllerin tamamı A. Camuşçuoğlu’na ait)

Yani “anlattığına” değil yazılana bakarsak, TKP’yi reorganize andı yok ortada. Sonradan Laz İsmail’e teslim oluşu Kıvılcımlı’ya bağlama gayreti var.

Yine kitabın 115. Sayfasında “Bu nedenle de hem hastalığının tedavisi hem de “TKP sorununu” “yukarıda” tartışmak için…” deniyor. Yıllardır Kıvılcımlı’nın yurt dışına çıkışı Feganlar tarafından böyle lanse edilir. Oysa Kıvılcımlı’da bunun aksi çok fazla görüş ve yazı vardır.

Buna bağlı olarak Fuat Fegan’ın yaptığı “TKP’de reorganize olalım” görüşmeleri, bunun için kurulan örgütlenmeler. Bu örgütlenmelerin “TKP” de Kıvılcımlı’nın yapamadığı reorganizasyonu yapabilmek için insanları Laz İsmail TKP’sine doldurup kendileri girmeyerek, (Feganlar ve Alp Öktem) yapılan taktik. (Sorumluluk da Alp Öktem’e yüklenerek)

Bulgaristan aracılığıyla Sovyetlerin Kıvılcımlı’ya yaptıkları için Fuat Fegan’dan özür dilemeleri  (RESMEN dilediler diyor kitap)

Bütün bu başlıklarla ilgili Latife Fegan’la tartışılacak bir şey yok. Çünkü kitapta epey yerde değinmesine karşılık, tek bir cümle Kıvılcımlı’dan alıntı yok, daha sonraki iddialarla ilgili belge falan da yok. Bu konular Fuat Fegan’ın yazılı iddialarıyla tartışılabilir ancak. Onda da önemli alıntı ya da belge var sanmayın. Bir yazısında “Kıvılcımlı Türkiye’de Sınıflar ve Politika yazısının falan paragrafında bize TKP’yi işaret etmişti” der. O yazıdan da öyle bir anlam çıkarmak mümkün değil. En azından ben çıkarmıyorum. Anarşi Yok! Büyük Derleniş! çağrısı ve Durum Yargılaması Konferansı’ndaki Derlenişe çağrılan gruplar çok açık. Aralarında Laz İsmail “TKP”sinin iması dahi yok. 

Bu bölümü sonuçlarsam; “yazmasaydım olmazdı” kitabındaki bu iddiaları geniş geniş, F. Fegan’ın yazılarının ışığında başka bir mecrada tartışacağım. Bu konuda Kıvılcımlı’nın sayfalar dolusu, birçok kitap ve konuşmasında yer alan aksine görüşler var. Bunlar başka bir yazının ya da Fuat Fegan’la ilgili çalışmamızın konusu olsun. Çünkü ortada bir “Kıvılcımlı projesi” değil, Fuat Fegan projesi var. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuyu daha geniş bir şekilde tartışmanın zamanı da geldi. Yaklaşık 50 yıldır ortada olan bu iddianın aslında kendisinin bir proje olduğuna inanıyorum ve bu konuda Kıvılcımlı’yı konuşturarak geniş bir değerlendirme yazacağımı duyurmuş olayım.

Daha çok kişisel yaşam olan Kıvılcımlı ile tanışma öncesi de ilgi alanımıza girmiyor. Feminizm, Troçkizm ve Kürt Hareketine katılma ise yazarın siyasi tercihleridir. Bize bir şey demek düşmez, Ancak oralardaki Kıvılcımlı eleştirilerine de başka bir yazıda değiniriz.

ESAS KONU

Böylece üzerinde durulmaya değer bir konu olarak “KIVILCIMLI’NIN AŞKI” bölümü kalıyor geriye.

Bu bölüm 10 sayfa kadar sürüyor. 2 bölüm sonra bir de “SON GECE” başlıklı 5 sayfalık bir bölüm daha var. 300 sayfaya yakın hacimdeki bir kitapta sadece 15 sayfa. Ama bu 15 sayfa oldukça önemli. Neden önemli gördüğümü kendimce açıklayayım:

Bölümün daha ilk sayfasında Kıvılcımlı’nın kendisini kansızlık nedeniyle tedavi ettiğini, haftada bir muayenehanesinde iğne yaptığını söyledikten sonra şöyle yazıyor:

Gene böyle bir ziyaretimde, ben ayakta duruyordum, Doktor da bana arkadan kalçamdan iğne yapıyordu. Ansızın titreyerek arkamdan bana sarıldı.” (s. 85)

Burada hemen saptayalım. Ortada aşk maşk değil düpedüz bir taciz var. Ve bu taciz iki bakımdan çok önemli: Birincisi Kıvılcımlı bir hekim, L. Fegan da o anda onun hastası. Hipokrat yemini eden bir hekim hastasına tacizde bulunmuş oluyor. İkincisi hasta olan yakın bir çalışma arkadaşının evli eşi. Bu bakımdan da ahlaka ters.

İlerleyen sayfalarda da taciz olduğunu pekiştiren anlatımlar var. Onlardan da birkaç cümle alayım:

Yeni meskenimizin bir odası Doktor’un muayenehanesi, yazıhanesi olarak ayrılacaktı. Ben biraz huzursuz olmuştum bu fikirden ama Doktor’un sağlık durumuna ilaveten ben çalıştığım için akşamları eve döndüğümde onun yazıhanesinde olmayacağını düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.” (s. 88)

Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” (s. 89)

Fakat Doktor giderek beni Fuat’tan bile kıskanmaya başlamıştı. Bir akşamüstü evde, Fuat’la buluşup tiyatroya gidecektik sanırım, hazırlanıyordum. Birden Doktor çıkageldi. O gün evinde çalışacağını söylemişti oysa. Benim süslendiğimi görünce meraklı bir sesle” nereye gideceksiniz?” diye sordu.

“Kendimi kontrol altında hissediyordum ve onurumun zedelendiğini düşünüyordum. Ertesi gün Fuat’a sormuş bir yolunu bularak, birlikte olup olmadığımızı kontrol etmiş yani.

“Hafta sonları yazıhanesinde olmayacak diye bir anlaşmamız vardı ama artık geçerli değildi bu anlaşma. Bir bahane uydurup, Emine Hanım’ı da atlatarak bizim eve geliyordu. Böyle ani baskınlardan birinde bizi yatakta yakalamıştı da ne çok utanmıştık…” (s. 93-94)

Ben bu kadar alayım, gerisi kitapta. Ama bütün yazılanlara bakarsak, anlatılan bir aşk değil, ağır bir taciz.

ANI DEFTERİ

Bir de evdeki sohbetler konusu var, onlara da bakmak lazım.

Ben gelir gelmez de bir ıhlamur yapıp birlikte bir süre sohbet etmeyi bir rutin haline getirmiştik. (Öyle mi? Hani “Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.”) Bu ıhlamurlu sohbetlere bazen Fuat da katılırdı. O zaman günlük politika konuşurduk ya da Doktor bir anısını anlatır, ben not ederdim. Hatta bir seferinde, o zamana kadar hayatında ilk kez TKP’nin önerisiyle Suriye’den yurt dışına çıkmış olduğunun hikayesini anlatmış, ben de yazmıştım. Bu notları sürdürecektik ama zaman yetmedi. Anılarla ilgili o kısa kayıtlar da diğer belgelerle birlikte Amsterdam’daki arşivdedir.” (s. 88-89)

Bu alıntının hemen altındaki paragrafa geçmeden önce bu defterle ilgili bir şeyler görelim. Söz konusu defter belirtildiği gibi sohbetlerde Kıvılcımlı’nın izniyle yazılmış notlar. Arşivde olduğu gibi 2011 yılından beri benim şahsi arşivimde de var ve gerçekten çok yararlandığım bir belge. Defterde Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarında olmayan birçok konuya değinildiği görülüyor. İstiklal Mahkemesi yargılanmalarından ağabeyiyle ilişkilerine, Suriye seyahatinden, dönüşte raslantı eseri yakalanışına, çocukluk anılarından Şefik Hüsnü’nün tedbirsizliği sonucu yakalanmasına kadar daha birçok konu var anlatılan ve not edilen. Ortada böyle bir belge varken:

Ama o sohbetlerin konusu genellikle ikimizin ilişkisiydi. Fuat’a verdiği sözü unutmuştu Kıvılcımlı. O sohbetler “proleter kızına” ilanı aşklarla, övgülerle başlar, hayatının son döneminde başına gelen bu aşktan duyduğu mutluluk dile getirilerek biterdi.” (s. 89)

Buraya yukarda alıntıladığım “Masada karşılıklı oturmaya…” diye başlayan paragrafı da eklersek, adı geçen sohbetlerin ıhlamur eşliğinde çeşitli anıların konuşulup not edildiği sohbetler mi, tacizin sürdüğü rahatsız edici sohbetler mi olduğunu ayırmakta zorlanmaya başlarız.

Devam eden satırlarda şunları da okuruz:

İçinde bulunduğum bu klasik durum beni son derece mutsuz ediyordu. Kendimi baskı altında hissediyordum. O büyük lider, bense onun öğrencisiydim. Hasta ve yaşlıydı. Onun mutsuz olmasını istemiyordum. AYRICA BU SOHBETLERDEN ÇOK ZEVK DE ALIYORDUM. Karışık duygular içindeydim.” (Ben majiskülledim A. K.  s. 89)

Hangi sohbetlerden zevk aldığını sormamız lazım şimdi. Tarih, günlük olaylar ve anıların paylaşılmasından mı yoksa kendisine olan ilginin belirtilmesinden mi? Ona da hemen devamında kendisi açıklık getiriyor:

Ona bu kadar yakın ve ilgisinin merkezinde olmaktan gizli bir zevk de alıyordum belki ama benim açımdan bir aşk değildi bu.” (s. 89)

Rahatsız olup yanına yaklaşmaktan kaçınma ve ilgiye direnme mi, ıhlamur kaynatıp ilgiden ve yakınlıktan, ayrıca bu sohbetlerden çok zevk alma mı? Karıştı duygular.

L. Fegan’ın arşivde bulunan defteri el yazısı ile 38 sayfa kadar. Ben Word olarak yazmışım toplam 10 sayfa A4 olmuş. Çok hacimli değil ama oldukça yoğun bilgiler içeriyor. Mesela Kıvılcımlı’nın o günlerdeki sağlık durumu ile ilgili şu bilgiler o defterden:

4.1.1971: İkinci defa ameliyat olmak üzere Cerrahpaşa Hastanesine yattı.        

“6.1.1971: Küçük bir müdahele yapıldı. Sonuç başarılı olursa ameliyata ihtiyaç olmayacak.

“8.1.1971 ameliyat oldu. Birinci ameliyatı 2.4.1970 günü Guraba hastanesinde olmuştu. Başarılı bir ameliyat olmadı. Orada beş-altı defa müdahaleler geçirdi. Bir defasında Etfal Hastanesinde bir hafta kadar yattı. Küçük bir ameliyat yapılmıştı. Sonuç gene aynı oldu. Ve ikinci defa ciddi bir şekilde ameliyat gerekti.”

“18 Mart 1971 Epey ara verdim anılara. Doktor 4 Ocak ta hastaneye yattı. 8 Ocakta ikinci kez ameliyat oldu. Sonuç kötü. Korktuğumuz başımıza geldi: Kanser! Epey üzüntülü günler geçirdik. Gazetedeki arkadaşlar önce bir moral şaşkınlığa uğradılar. Sonra her şey gene eski rayına oturdu. Doktor, 15-20 gün evinde yattıktan sonra hepimizi şaşırtarak ayağa kalktı. Görünüşte herhangi bir şey yok. Her gün işine geliyor, birkaç hastasını muayene ediyor. Hatta konferans için Ankara ve İzmir’e bile gitti. Tek üzücü olay kanamanın bir türlü dinmeyişidir.”

“27 Mart 1971 Havalar ısınıyor yavaş yavaş. Bugün keyifliydi Dr. Sıhhati de fena değil. Kanser ricat ediyor galiba.” (Defter)

Görüldüğü gibi Kıvılcımlı Nisan 1970, Ocak 1971 arasındaki aylarda sürekli hastalanmış (prostat kanseri) müdahalelerde bulunulmuş, evinde 15-20 günlük dinlenmelerden sonra tekrar koşturmalara başlamış. Ankara ve İzmir’e konferans ve toplantılara gitmiş. O aylarda sağlık durumu bu. Bu konuyu fazla yorum yapmadan böylece dikkate sunup geçiyorum.

Bu arada 1970 yılı boyunca yayınlanan kitaplarını da sayayım:

1970 yılında ilk basılan kitaplar; Metafizik Sosyolojiler (Ararat Yayınevi) ve 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi(Ant Yayınları). Daha sonra Tarihsel Maddecilik Yayınları canlandırılarak, önce Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu basılmış, ardından ünlü üçleme gelmiş; Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama. 1970 yılı Ekim ayında Anarşi Yok! Büyük Derleniş! broşürü basılmış ve herkese Derleniş Komiteleri kurmaları çağrısı yapılmış. Bu arada İşçi sınıfı partisi program önerisi olarak Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı yeniden basılmış. Ve nihayet 1970 Kasım ayında sağlığında basılan son kitap olan Toplum Biçimlerinin Gelişimi (Ekim Yayınları) basılmış. Bunlar yetmemiş 1970 Aralık ayından başlayarak Sosyalist Gazetesi haftalık olarak yeniden yayınlanmaya başlamış. O günleri yaşamak şart değil, bugün bile Sosyalist gazetelerine bakanlar ondaki doluluğu ve Kıvılcımlı’nın gazetenin tüm teorik yükünü aksatmadan taşıdığını görürler. Ayrıca Sosyalist Gazetesi’nin dışında diğer yayınlara da (Aydınlıklar, Türk Solu vb.) yazı yetiştirmektedir o günlerde.

Bunlar da yetmemiş; 1970 yılı Ocak ayından başlayarak önce 6-7 oturumluk Dev-Genç seminerlerinde konuşmuş, İzleyen aylarda TİP’in Beşiktaş İlçesinde 2, Gaziosmanpaşa ilçesinde 1 seminer vermiş. Yıl içinde TÖS salonunda Finans Kapital ve Türkiye Konferansı da verilmiş. Nihayet 12 Mart arifesinde 5 Mart akşamı Sosyalist Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda Tartışmalı Toplantı, ertesi gün ise Ankara Hukuk Fakültesi Amfisinde Durum Yargılaması Konferansı. 12 Mart geldiği gün bu defa İzmir’de bulunuyor İPSD toplantısı için.

Bu ürünler hummalı, kahredici bir çalışmanın sonuçları. Hazırlığı, altyapısı vs. düşünelim artık.

1970 Nisan ayından itibaren ameliyatlar, küçük büyük müdahalelerle dolu bir ayağı hastanede olan 69 yaşındaki bu usta kişilik o yıla bir de bu çalışmaları sığdırıyor. Burayı da yorumsuz geçeyim.

O aylardaki kişisel ilişkiler ve duygular için de gene deftere başvuralım. Arka arkaya birkaç alıntı yaptıktan sonra yorumlayayım:

Artık aramızda değil!.” Bu cümlenin ifade ettiği gerçeği kabullenmek çok zor oldu benim için.” (Defter, 28 Ekim 71)

Topkapı’daki Kozlu mezarlığının bekleme yerine getirildiğinde kapağı açıldı ve camlı kısımdan yüzünü gördük. Kolay dayanılır bir olay olmadı benim için. Son 6 ayın bütün gerginliği bir anda son buldu ve ilk defa katıla katıla ağladım. Meşhur ağlama nöbetlerimden biri!”( Defter, 28 Ekim 71)

Latife’nin (Fegan) ağlayarak boynuma sarıldığını ve bana, ‘Nizam, o bir dâhiydi değil mi? Dediğini hatırlıyorum.” (Nizamettin Üstündağ, Teori ve Politika ile SODAP’ın Kıvılcımlı Sempozyumu 9 Kasım 2008)

1967 yılında tanımıştım Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı. 40 yıllık yaş farkına rağmen ARAMIZDA DERİN ANLAMLI BİR DOSTLUK vardı. İnsanlığın bu büyük kaybı, benim için aynı zamanda çok değerli bir dostun da kaybı oldu. Çeşitli aşamalar geçiren bu dostluk. EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımızda bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI. Kaybına çok sarsıldım. Hala inanma güçlüğü içindeyim ölümüne. Çok önemli bir uzvumu kaybetmiş gibiyim. 1971 zılgıdının bize kaybettirdiği bu en değerli insanın yeri kolay doldurulamayacaktır.”(Defter, 28 Ekim 71 Ben majiskülledim.)

Evet. Fuat’ın dediği gibi “ bugünler ölüm yıldönümü”. Yine onun dediği gibi “her yıl dönüm bizim için, ona ne kadar layık olduğumuzu ölçme zamanı olmalıdır”. Doğru. Omuzlarımızda büyük bir görev var. Bu görevin ne kadarını yerine getireceğimizin muhasebesinin yapıldığı zaman olmalıdır 11 Ekim’ler bizim için. Mezara bile gidemedim. Çeşitli olumsuzluklar buna engel oldu. İçinde bulunduğum şartlar istediğim şeyleri – hem de o kadar çok ki! – yapmama el vermiyor.

“Mamafih bugünler mutlaka gideceğim Doktor’a ve SONBAHAR ÇİÇEKLERİ KOYACAĞIM MEZARINA. CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM. Belki öbür yıl bu imkânı da bulamam. Kim bilir, nerede nasıl… Ama mutlaka, onun yarım bıraktığı işin, devrettiği görevin bir parçası olarak… Söz veriyorum!

“Şimdi 11 Ekim’i hatırlayan, acımızı paylaşan az insan var belki ama muhakkak çoğalacağız. Ve bir gün insanlığa mal olduğunu göreceğiz bu günün. Ben göreceğim o günü. “ (Ben majiskülledim,  Defter, 15.10.1972)   

Şimdi bu kadar alıntıdan sonra bazı karşılaştırmalar yapıp sorular soralım.

Defter’den yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?

1971’de “bu dostluk “ EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımız da bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI” demesine mi, 2020’de “evde yanına oturmamaya çalışıyordum, huzursuzdum” demesine mi bakalım?

Ya da 1972’de “CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM” demişken, 2020’de “Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” Demesine mi inanmalıyız?

Yani taciz görüldüyse bunu o zaman da teşhir etme ve kesin tavır alma hakkı ve şansı varken onun yerine platonik denebilecek sevgi ve saygı cümleleri kullanılmış.

SON SÖZ

O zamanlar yani Kıvılcımlı sağken bu ifşa edilmiş olmalıydı ki, muhatap olan kimse kendini savunabilsin. Kıvılcımlı bu konuları geçiştirecek biri değildir. Nitekim aynı tarihlerde Şişli Postanesinden çevreye yollanan sahte Dev-Genç imzalı 8 Mart 1971 tarihli bildiri konusunda hemen ilk çıkan Sosyalist Gazetesi’nde (16 Mart 1971 tarihli, Ordu Kılıcını Attı manşetli sayı) “İT ÜRÜR gittikçe KERVAN YÜRÜR (OTO KRİTİK) başlıklı yazıyla üzerinde oynanmak istenen oyunu bozuyordu.

Eğer o zaman bir ifşa olsaydı, Kıvılcımlı ya kabullenir “nefsime uydum” der gereğini yapardı ya da yanlış anlaşılmışsa gene gerekeni yapar, açıklamalarda bulunurdu.

Şimdi Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin “olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması, savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor bizden.

Bu görüşler, ithamlar vs. artık kitap olarak ortada. Yani eskiden olduğu gibi Avrupa’da birilerinin kendi aralarında yaptığı dedikodulardan çıktı durum. Şimdi:

Yıllar sonra bile bu kitabı alan birisi bu iddia ve ithamları görecektir.

Kıvılcımlı’yı kalbiyle, ruhuyla, canıyla savunan gönüllü militanlar her yerde bu ithamlarla uğraşmak zorunda kalacaktır.

Yeminli Kıvılcımlı düşmanlarına önemli bir malzeme verilmiş oldu.

Kıvılcımlı düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri cesaret bulacaklardır.

“Feminizmi önemsemeyen bir marksizmi ciddiye alma”yanlar değil, marksizmi ciddiye almayan feministlere sosyalistlere saldırmak için gün doğacaktır.

Tekrar yazayım 52 ve 50 yıl önce böyle bir taciz olup olmadığı L. Fegan’ın söylemine inanıp inanmamamıza bağlı. Karşılık verecek kimse olmadığı gibi tanık diye anılan F. Fegan da ortada yok. Ancak bir gerçek var ki yarım asır sonra yapılan bu tanıksız, savunmasız infaz girişimiyle Kıvılcımlı’nın adı ve manevi kişiliği üzerinde daha ağır bir taciz söz konusu. Böyle uzun yıllar beklenerek savunmasız bir ithamın neden yapıldığını incelemek biraz da uzmanların konusu olsa gerek. Savunma hakkı kutsal bir haktır ve herkese, suçlama yapanlara da bir gün lazım olabilir.

YAYINEVİ’NİN SORUMLULUĞU

Son bir iki paragraf da Belge Yayınları’na:

Belge Yayınları’nın kurucusu ve sahibi Rağıp Zarakolu her fırsatta Kıvılcımlı’ya saygısını belirten bir yayıncı idi. Şu sözler onun:

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye solunun efsanelerinden biri ve birbirini izleyen kuşaklar onun mücadelesi ve yaşamını izlemeye, öğrenmeye devam ediyor. Bu da Türkiye’deki sosyalist gelenek açısından sevindirici, çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın çok kendine özgü bir kişiliği var. Yani Türkiye gerçekliği ile Marksizm’in buluşmasında, Türkiye gerçekliğinin değerlendirilmesinde, Marksist yöntemin uygulanmasında, ben diyebilirim ki en büyük öncümüz.” (Teori ve Politika ile SODAP’ın ortak Kıvılcımlı Sempozyumu, İlk Oturumu Açış Konuşması. 9 Kasım 2008)

Bu kitapta, Kıvılcımlı’nın kendini savunamayacağı bir iddia var. Tabi ki yayınevi birinci dereceden kitaba sansür uygulayamaz. Yazardan para alarak kitap basanlar hiç umursamazlar içeriği. Ama Kıvılcımlı’ya bu kadar saygılı, aynı zamanda prestijli bir yayınevi olan Belge ve Rağıp Zarakolu, bu konuda uyarıcı olmalı ve ikna edemezlerse imza koymamalıydı bence.

Ahmet Kale

10.01.2021

SOSYAL İNSANIN ÖYKÜSÜ

2006-2011 yılları arasında ortağı ve yöneticisi olduğum Sosyal İnsan Yayınları o yıllar boyunca Kıvılcımlı yayıncılığında önemli görevler üstlendi. 2011 yılında ayrılmak zorunda bırakılmam sonrası o yayınevi ile ilgili anılarımı e-kitap halinde yazmak ancak 2023 yılında olabildi. Olanları olduğu gibi yazmaya çalıştım. Eksik ve yanlışlarım varsa ilgili kişilerle tartışmaya ve düzeltmeye hazırım. Metnin içinde kimleri muhatap aldığım açıkça yazılı. İlgili olmayanlar sataşmasınlar.

“ŞU BİZİM SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ” KİTABI

Geçtiğimiz aylarda Çağatay Anadol’un “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” başlıklı kitabı yayınlandı. Kitap Çağatay Anadol imzasını taşımakla birlikte “Sunuş” yazısında da belirtildiği üzere çok kişinin katkılarıyla adeta kolektif bir ürün olmuş. Alışılmış, hafızada birikenlerin döküldüğü “sözlü tarih” çalışmalarından da farklı bir çalışma.

Epey belge taranmış, incelenmiş, yararlanılmış. Demek ki muhafaza edilmiş belgeler var. Sunuş yazısında “…bu kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi. Arşivin kullanıma açılması için yapacak şeyler olmakla birlikte, taranan belgelere ulaşma olanağına sahibim.” Dendiğine göre, daha önce Tarih Vakfı’na bırakılmış bir parti arşivi var, bunların taranmasının maddi ve pratik işlerini görecek kimseler var ve bu dinamikler sosyalist hareketin bir döneminde epey etkili olmuş bir hareketin belgelerine ulaşılmasını olanaklı kılıyor. Bana göre gıpta edilmesi gereken bir durum.

Kitabı bana, “Bu kitap filanca olmasa asla yazılamazdı” ibaresi vardır ya, Yusuf Ziya (Can) için bu hakikaten öyle” diye övgüyle tanıtılan Yusuf Ziya yolladı. Daha önce de çeşitli defalar belgeler paylaşmıştık karşılıklı Yusuf Ziya ile. Bu kitap da yayınlanınca önce haberini ulaştırdı bana, sonra da kitabın kendisini. Dolayısıyla bu değerlendirmeyi biraz da Yusuf Ziya ile konuşma gibi yapıyorum.

TSİP benim de sosyalist yaşama ilk katıldığım örgüt. Sosyalist bir kimliğe ulaşabildiysem eğer bu örgütün payı büyüktür. Ulaşamadıysam benim eksikliğim tabi. TSİP’te geçirdiğim yaklaşık 1,5 yıl devrimci heyecanımın –belki çok genç olmamın da etkisiyle- en yüksek olduğu zamanlardı. Zaman zaman bir araya geldiğimiz o zaman partide omuzdaş olduğumuz arkadaşlarla o ilk yılları hep özlemle anarız.

Çok gençtim TSİP’le tanıştığım yıllarda. Partinin kuruluşundan birkaç ay önce katılmıştım çevreye. Dolayısıyla bu kitapta adı geçen pek çok kişi benim için ağabey konumundadır ve bu değerlendirme yazımda da hepsinden ağabey diye bahsetmek isterim. Bu ağabeylerden ikisi daha da önemli yer tutar TSİP tercihim ve yetişmemde. Bunlar Orhan Doğançay ve Mehmet Veysi Aydoğan ağabeylerimdir. Onların yönlendirmesiyle Kıvılcımlı okumaya başladım, TSİP’e girip örgütlü sosyalist çalışma ile tanıştım. Veysi ağabeyimi 2019 yılı sonlarında kaybettik. Son zamanlarına kadar görüşürdük, üzerimdeki emeklerini unutamam, anısına saygım hep sürecek. Orhan ağabeyimle halen görüşüyoruz. Bazen ayrı düşüncelerde olsak da sevgimiz hiç azalmadı. Onun da bana katkıları az değil. Kendisine sağlık ve uzun ömür diliyorum.

Kuruluş öncesinden katıldığım TSİP’te 1,5 yıl kadar kaldım. Toplu istifa eden doktorcular arasında yoktum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o zamanki tüzüğe göre bir yıl kadar bir aday üyelik süresi vardı. Bir yıldan önce “asil” üye olunabiliyordu tabi ama bir yıl içinde asil üye yapılmayanlar otomatik olarak üyelikten düşüyorlardı. Ben de “asil” yapılmayarak düşürülen üyelerdendim. Ankara örgütünün en çalışkan birkaç üyesinden biri olduğum halde “asil” yapılmayışımı hala objektif bir nedene bağlayamam. Burada kendimi anlatmak niyetinde değilim tabi. Bunları yazmaktan gayem; sadece belli bir dönemin bana aşina olduğunu belirtmek içindir. İçinde olmadığım dönemler için herhangi bir değerlendirme yapacak değilim. Hoş içinde olduğum zamanlar da öğrenme sürecinde olan heyecanlı bir gençtim. Atmosferin yüksek tabakalarında neler olduğunu bilecek durumum yoktu. TSİP’in içinde olduğum ya da olmadığım dönemlerle ilgili bilgilenmelerim daha sonraki izleme ve okumalarımdandır. Ayrıca son yıllarında samimi birer dost olduğumuz Yalçın Yusufoğlu ağabeyle, Beylikdüzü’nde sık sık buluşup eski günleri konuştuğumuz Veysi ağabeyimle, zaman zaman bir araya geldiğimiz Orhan ağabeyimle konuşmalarımızdan da epey bilgi birikimim oldu. Son yıllarda Yusuf Ziya Can kardeşimle de sıkı bir iletişim içinde olmam beni daha da zenginleştirdi.

Yazı uzadıkça anılar hücum ediyor zihnime. Böyle giderse kitap hakkında söyleyeceklerime dönmem zor olacak ama dönüyorum.

Çağatay ağabey bu kitabı yazarken sadece hafızasında kalanlara dayanmış ve güvenmiş olsaydı bu kadar kapsamlı olabilir miydi bilmem ama daha sübjektif saptamalarla dolu olurdu eminim. Stefan Zweig hafızanın kayıt yaparken ki halini şöyle yazmış “Dünün Dünyası” adlı eserinde: “… bence, hafızamız sadece rasgele alıkoyup, geri kalanları rasgele kaybeden bir öğe değil: tersine, bilerek düzenleyen ve bilgiyle ayıklayan bir gücü var onun. Hayatımızın unuttuğumuz yanları, gerçekte unutulmaya çoktan hüküm giymiş olanlardır. Unutulmayanların başkaları için korunmaya ihtiyacı olur ancak.” Yani hafızanın kayıt yaparken seçici davranacağını belirtiyor sonuçta. Dolayısıyla da sadece hafızaya dayanan anlatımların sübjektif yanları ağır basacaktır.

Kitap 1974-1990 arası dönemi kapsıyor. TSİP’in kuruluş öncesi, kuruluştan sonraki etkin çalışmaları, bölünmeler, ayrılmalar, 12 Eylül dönemi ve sonrası olarak bölümlendirebiliriz. Yukarda da söylediğim gibi bu dönemlerde benim içinde olduğum dönem kuruluştan biraz öncesinden başlayan toplam 1,5 yıllık bir dönem. Daha sonraki dönemlerle ilgili yaşanmışlığım yok. Ancak bu metin üzerinden bir şeyler yazabilirim. Yazacaklarım da kendi birikimim ve ilgi alanımla sınırlı olur daha çok. Tanıyanların bildiği üzere 20 yıldan beri herhangi bir grup, parti örgütlenmesi içinde olmaksızın birey olarak Kıvılcımlı eserlerine yoğunlaşmış bir sosyalistim. Kıvılcımlı’nın hak ettiği değeri görmediğini, görmesi için eserlerinin basılı ve yaygın olması gerektiğini düşünürüm. Hele de ölümünün üzerinden 51 yıl geçmiş olmasına rağmen hala yayınlanmamış bir kısım kitaplarının olması acı verici gelir bana. O yüzden Çağatay ağabeyin “sunuş” yazısında “… kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi” cümlesini gıpta ederek okudum. Her şeyden önce taranması gereken bir ARŞİV var. Bu arşivin taranması için gereken VETERANLAR var. Ve bu işi yapacak GÖNÜLLÜLER var. Yazma biçimimden de anlaşılacağı üzere bizim cenahta bunlar yok. Kıvılcımlı arşivinden bahsetmiyorum. Onlar Hollanda’da (iyi ki orada), iyi de korunuyorlar ve araştırmacılara açık. Benim yakındığım; Kıvılcımlı sonrası doktorcu hareketin bir arşivinin olmaması. Veteranlar kimler olabilir bilmem ama çok uzun yıllardır yeni yazıya aktarılıp yayınlanmayı bekleyen Kıvılcımlı eserleri bile ancak bazı adanmış bireylerin gayreti ve ısrarı, kimi gönüllü arkadaşların çeviri vs. gibi katkıları ve bir avuç arkadaşın kendi aralarında oluşturdukları küçük fonlarla ancak yayınlanabiliyor. Çok sınırlı ve kısıtlı imkanlar yani.

Yazı çok uzayacak, ben daha özete gideyim. Tabi kendi birikimimi ve haddimi bilerek.

Kitabın birinci bölümünde “1968: Yükselen MDD Hareketi de Bölünüyor” başlıklı bölümde oldukça yerinde tespitler yapılmış ama şu cümleler de benim dikkatimi çekti: “… Türkiye solunun özgün bir ses oluşturamaması, Marksizmin çağdaş sorunlarına çözümler üretememesinin önemli sebeplerinden biri de budur. Ama asıl nedenin kadroların entelektüel birikiminin yetersizliği olduğuna kuşku yoktur.” Burada Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görmezden gelindiği demeyeyim de gözden kaçırıldığı izlenimi edindim. En azından “ bu konularda gayret gösteren, çok sınırlı olanaklarla onlarca konuda tezler geliştirmeye çalışan” diye anılabilirdi.

TSİP’te “Kıvılcımlı eleştirisi” yayınlandığında ve daha sonra ayrıldığımızda hep şunları konuşurduk bizler: “Bu TSİP merkezi Laz İsmail TKP’si ile görüşüp, onlardan temsilcilik istedi. Laz tayfası da bizimkilerden öncelikle Kıvılcımlı ile bağlarını kesmelerini talep etti, olan bu” derdik. Kitapta samimice  bu konuya epey değiniliyor ama bendeki o his hala epey kuvvetli. Daha ilk sayfalarda “Partiye Başkan Arıyoruz” başlıklı bölümde şu cümleler dikkat çekici: “Bir parti kurmaya hazırlanıyorduk ama ancak otuzlu yaşlarının başlarında olan gençlerden ibarettik ve kamuoyu bizi tanımıyordu. Buna karşılık ideolojik mücadelemiz ve birlik çabalarımızla TARİHSEL TKP’Yİ DEĞİŞİME ZORLAYARAK, Leninist nitelikte yeni bir örgütsel yapı yaratma gibi bir amacımız vardı.” (ben majiskülledim) Burası o partinin “tarihsel TKP” olup olmadığının yeri değil ama niyetin daha baştan oraya ulaşmak olduğu söyleniyor. Nitekim ilk temaslarda görüşülenler arasında Cemal Kral üzerinden onlar da var.

Bu bir tercih tabi. Çağatay ağabey de ilk kurucu çevreden birileri de kendilerinin bile önceleri “Dış Büro” dedikleri o grubu “Tarihsel TKP” sayabilirler. Ona katılmadığımızı söyler geçeriz. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında şu belirleme var: “Ama TKP’nin eski kadrolarından olan Doktor’un TKP’ye rağmen böyle bir kuruluşa gitmek isteyeceğine de inanmıyorum; çünkü eğer isteseydi 1954’te yapardı bunu. Vatan Partisi’ni kurabildiğine göre bir parti oluşturabilecek kadrosu vardı. Yapmadı, çünkü böyle bir kuruluşun ancak ‘diğer tarafla’ (yurt dışındaki ‘Büro’ ile) bir diyaloğ sonucunda gerçekleşebileceğini biliyordu veya böyle yapmayı arzuluyordu.” Bu cümlelerde artık başkasının yani Kıvılcımlı’nın tercihi ve davranışı diye bir saptama yapılıyor ama doğru değil bence. İlk olarak 1954 yılında yani Vatan Partisi kurulurken “Dış Büro” henüz yok ortada. Tüm yöneticileri hapiste de olsa TKP mevcut. O şartlarda niçin Vatan Partisi kuruldu? Bunun tartışması başka bir konu. “Dış Büro” 1962 yılında Zeki Baştımar’ın toplamasıyla Leipzig’de oluşturuluyor. TÜSTAV’ın bu konuda geniş belge yayınları var. Diyaloğ kurulacak bir dış büro velev ki olsaydı bile; sonradan bu büroyu oluşturacak olan kişilere Kıvılcımlı’nın 1970’deki yaklaşımı şöyleydi: Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama kitabının bir yerinde Dünyada ve Türkiye’de sosyalist kuşakları saydıktan sonra konuyu bağlarken şunu yazar: “Sosyalizm ve sosyalist dediklerimizle, daha tanımlarken belirttiğimiz gibi ‘adı kalanlar’ı göz önünde tuttuk. Bir de ‘adı kalmayanlar’ var. Bunlar iki zıt kutupta toplanırlar. Bir bölüğü adı ağza alınamayacak kertede yüreksiz ve alçak çıktıkları için, Allah bizden onların ne adlarını, ne sanlarını sormasın, Şeytan hesaplarını görsün.” (Zortlama, sayfa 32-33) Burada söz ettiği “yüreksiz ve alçaklar” tastamam o dış büroyu oluşturmaya öncülük edenlerdir. Ayrıntılarını daha sonra kaçış notları olan Günlük Anılar kitabında görürüz.

Kıvılcımlı’nın “TKP’yi reorganize” etmek için Sovyetlerin hakemliğinde Laz İsmail takımıyla görüşmek için yurt dışına çıktığını uzun yıllar önce Fuat Fegan iddia etmişti. Hatta eşi Latife Fegan anılarını yazdığı kitapçıkta “Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesi” diye bir projenin varlığını da uydurmuştu. Kanıt yok, yazı yok, aksine bu adamlarla asla görüşülmemesi gerektiğine dair yığınla yazısı var Doktorun. Tanıklıklar var bu konuda. Sonuç olarak “Dış Büro” denilen teşkilatla Kıvılcımlı’nın diyaloğu da düşünülemez kanaatindeyim.

TSİP’in daha o yıllarda TKP ile yakınlaşma durumunu 2007 yılında TKP-B devamcıları olan 14 Mayıs Platformunun düzenlediği “Geçmişi Konuşuyoruz Sempozyumu”na yolladığı yazılı metinde Mehmet Yücel de “TSİP’te Doktoru terk ettikten sonra yerine bir şey de koyamadığımız için hızla TKP muhibbi olmaya başladık” diyerek belirtmişti.

Kitapta dikkatimi çeken birkaç noktaya daha değineyim.

Uzun yıllar TİP, TSİP ve TKP arasında yapılmış birlik görüşmeleri. Seçimlerde DDKD ile yapılan kısmi işbirliği bir yana bırakılırsa, sanki bu üç gruptan başka sosyalist yokmuşçasına davranılmış. Oysa hepimiz yaşadık, bu üç grubun dışında çok güçlü ve potansiyelli gruplar vardı ve bunlar hesaba alınmalıydılar. ÖDP şafağına kadar bu grupların pek akla gelmediği de görülüyor anılarda.

Son derece etkilendiğim bir konu da kitapta adı geçenlerin inancı oldu. Sürekli bir devinim, örgütlenme, mücadele var bu çevrede. Sürekli yurt dışına gidiliyor, gerektiğinde tekrar yurda giriliyor, gizli matbaa kurulup yayın yapılıyor vs. Birçok grup yöneticileri bir kere yurt dışına kapağı atınca 40 yıl geçtiğinde bile hala “biiiiz sürgündeyizzz” yaveleri gevelerken birçoğunu yakın ya da uzak tanıdığım ağabeyler hiç de o psikolojiye girmemişler. Daha TSİP kurulmadan önce Veysi Aydoğan ağabeyim, Karagümrük’teki evinde yaptığımız sohbette bana; “devrimcilerin faşizm şartlarında neler yaptıkları, yapmadıkları çok önemlidir” demişti. Çok gençtim, hala aklımdadır o sözler. 12 Eylül döneminde ülke içinde uzun yıllar kaçak yaşamış biri olarak o lafı hiç unutmadım. Bir kısmı akranım, çoğu ağabeylerim olan TSİP kadroları da devrimci davranışlarla geçirmişler 12 Eylül dönemini.

Adı çok geçen Yalçın Yusufoğlu ağabeyimin entelektüel birikimine her zaman hayranlık duymuşumdur. Kitapta adı geçen başka insanların da çok birikimli olduklarını görüyorum. Bir kısmı bugün hayatta olmayan bu insanların birikimlerinden daha çok yararlanabilseydik.

Kitabın ileriki bölümlerinde Türkiye’deki birlik çabaları ve TSİP kadrolarının katkıları anlatılmış. Çoğu olumlu, mütevazi ama önemli katkıları var arkadaşların.

Kitabı eleştirmek ya da değerlendirmeler yapmak gibi iddialı şeyler değil bu yazımın konusu. Basitçe okuduktan sonraki izlenimlerimi aktardım Ve son olarak diyorum ki; keşke bu kadar birikim, bu kadar fedakarlık, bütün olumsuz şartlara rağmen bu kadar örgütlenme –daha üst bir örgütlenme için bile olsa ki olmadı, olamadı- için heba edilmeseydi. TSİP o zamanki kadrolarıyla yeniden toparlanıp, Türkiye sosyalist mücadelesine daha çok katkı koyabilseydi.

Yalçın ve Veli Gürcan ağabeyleri çok, Ahmet Kaçmaz, Tektaş Ağaoğlu ve Hüseyin Hasançebi’yi az tanırdım. Hepsinin de anılarına saygılar. O mücadelenin içinde olup da yaşayan arkadaş ve ağabeylerime de sevgi ve saygılarla bitiriyorum yazımı.        26.11.2022 Foça

Ahmet Kale

EMİN AĞABEYİN ARDINDAN

Bugünlerde 33. Ölüm yıldönümünde andığımız kıymetli şair Cemal Süreya, bir başka kıymetli şairimiz Edip Cansever’in ardından “Her şeyin fazlası zararlıdır ya; fazla şiirden öldü Edip Cansever” demişti. Biz de kıymetlimiz Emin Karaca ağabey için, “fazla çalışmaktan, fazla üretmekten ve yaratmaktan öldü ağabeyimiz” diyebiliriz.

Emin ağabeyin 2. Yıldönümü anmasında aranızda bulunamamaktan, ailesine ve yakın dostlarına sarılıp acılarını canlı paylaşamamaktan dolayı fazlasıyla üzgünüm.

Emin Karaca’nın bu anmada bulunanlardan çok daha fazla sayıda insan için çok özel yeri vardır kuşkusuz. Benim için de sık görüştüğüm bir ağabeyden öte, ürettiğim her şeyi titizlikle denetleyip, eksiklerimi ve varsa yanlışlarımı zerafetle eleştirip düzelten ve beni tamamlayan bir kılavuzdu. Önemli, önemsiz bir eksiğimi gördüğünde hiç üşenmeden, yazarak ya da telefonla arayarak anında düzeltmemi sağlardı.

Kıvılcımlı ile ilgili bütün çalışmalarım onun denetiminden geçerek yayınlanmıştır. Onu kaybettiğimizden bu yana bu inanılmaz katkılardan yoksun olmanın eksikliği içindeyim. “Kıvılcımlı’nın Davaları ve Savunmaları” konulu bir çalışma yapacağımı söylediğimde gülerek; “aslında o çalışmayı ben düşünüyordum ama sana yakışır, ben elimden gelen desteği esirgemem” diyerek yüreklendirmişti beni. Şimdi o çalışma da Emin ağabeyin katkı ve denetiminden yoksun sürüyor maalesef.

“Geldiğinde boşluk dolduran değil, gittiğinde boşluk yaratan değerlidir” sözünü hatırlatıyor Emin ağabeyin yokluğu. Şimdi el atmak istediği birçok konu ve dosya öksüz kaldı.

Çalışkanlığı ve üretkenliğiyle çok örnek olan, şahsen benim de ağabeyim ve yayın ve kitap işlerinde ustam kabul ettiğim Emin Karaca’nın bendeki boşluğu hiç dolmayacak olsa da onun yolunda olarak, onun üretkenliğine ulaşmaya çalışarak, aziz anısına layık olabilirsem kendimi mutlu sayacağım.

İyi ki tanımışım bu değerli ağabeyi. İyi ki bütün ürettiklerini okumuşum, iyi ki sayısız etkinlikte yan yana olup onun bilgi deryasından yararlanmışım, onu birçok bakımdan örnek almışım.

Nefes aldığım sürece, birçok büyüğüm gibi Emin Karaca ağabeyimin de anısını yaşatmak için üzerime hangi görevler düşerse gönüllüce yapacağımın bilinmesini isterim.

Anısı hepimizin mücadelesinde yaşayacak.

HALİL ÇELİMLİ İÇİN

HALİL AĞABEYİN ARDINDAN                 

1973 yılı sonları, devrimci mücadeleye daha çok zaman ayırmak için okulumu bırakıp İstanbul’a  gidiyorum. Kuruluş çalışmaları süren TSİP’in çalışmalarına katılmak arzusundayım. İstanbul’da bir süre kaldıktan sonra, oradaki ağabeylerim bana “sen zaten Ankara’da okuyorsun, biz burada iyiyiz, orada daha yararlı olursun. Ankara’daki Kitle gazetesi bürosunu (TSİP öncesi çalışmalar gazete bürosundan yürütülürdü) Halil Çelimli isimli arkadaşımız açtı. Halil Commer’in arabasını yakmaktan Sinan Cemgil, Yusuf Aslan, İrfan Uçar, Taylan Özgür ve İbrahim Seven’le birlikte yargılanmış, Dev genç davasından hapis yatmış birisidir, sen git ona yardımcı ol” demişlerdi. Ben de hemen valizimi toplayıp Ankara’ya döndüydüm. Menekşe sokaktaki Kitle bürosuna (Sonra TSİP Ankara İl merkezi oldu. Şimdi ÖDP Ankara İl Merkezi)gittiğimde, boş bir büroda, soyadının aksine çelimsiz ama çelik gibi olduğu izlenimi veren Halil ağabeyle karşılaştım. Tanıştık ve başka arkadaşlarla birlikte büronun tanzimine ve diğer çalışmalara katıldık.

       O günden itibaren, Halil Çelimli, yoldaşça bir ağabeylik nasıl yapılırın örneği oldu bizim kuşak için. Sonradan daha çok bilgilendik hakkında. 1946 doğumlu olup, ağarmış saçlarına, hastalıklı bedenine karşın hep bir delikanlı ataklığı taşıdı. Devrime inancın ve devrim tutkusunun en yüksek olduğu insanlardan biriydi. İstanbul’a gelip misafirim olduğu günlerde, geç saatlere kadar oturduğumuzda da, sabah kalkıp kahvaltı yaparken de öyle bir heyecan yayardı ki, sanki evden çıkıp barikatlara koşacakmış duygusuna kapılırdık.

       Biz onunla 1,5 yıl kadar birlikte çalıştık. Halil ağabey TSİP GYK üyesi ve Ankara il yöneticisi idi. Ben birkaç ay Altındağ ilçesinde mahalle çalışmaları yaptıktan sonra Ankara İl bünyesinde kurulan İl Gençlik Bürosuna alınınca Halil ağabeyle birlikte çalışmaya başladık. Halil ağabey resmen gençlik bürosunda görevli değildi ama bütün çalışmalarımızda bilgisi, heyecanı ve deneyimiyle yer alıyordu.

       TSİP’in en önemli gençlik eylemi sayılan ünlü Kissinger Boykotu da o günlerde oldu. Boykot kararının alınması epey tartışmalı olmuştu. O zamanlar TSİP’li arkadaşların da yönetimde olduğu gençlik örgütü ADYÖD (Ankara Demokratik Yüksek Öğrenim Derneği) boykot kararı alamamıştı. Başka eylemler yaparız düşüncesindeydiler. Gençlik içinde çalışan bizler de “ADYÖD’e rağmen….” kararsızlığı içindeydik. Bir gece öncesi, gençlik bürosu ve ODTÜ’lü arkadaşlarla yoğun ve uzun tartışmalar yaşadık. O tartışmalarda Halil ağabeyin, yine yakın yıllarda kaybettiğimiz Aykut Başaran’ın ikna edici, 10 yıl kadar önce kaybettiğimiz Dr. Doğan İstanbulluoğlu’nun ajite edici gayretleri sonucu sabaha karşı boykot kararını verdik. Başta Halil ağabey, bütün OTDÜ’lü arkadaşlarımızla, İl Gençlik Bürosu’nun elemanları ilk servislerle giderek boykotu gerçekleştirdik.

       Daha sonraları benim de içinde olduğum kesim toplu istifa ile ayrıldık TSİP’ten. Halil ağabey de bir süre sonra sanırım tek başına ayrıldı. GYK üyesi olduğu zaman bir gün sabah erken Kızılay’da karşılaştığımızda, daha sonra İlke dergisinde yayınlanan Kıvılcımlı eleştirisi dosyasını göstererek, onaylamadığını, hele hele GYK’na habersizce oldu bitti gibi getirilmesine kızgın olduğunu söylemişti. Her zaman Kıvılcımlı’ya saygılı ve övgülü yaklaştı. 2010 yılının Mart sonu Ankara’da yaptığımız “Kıvılcımlı, Eserleri ve Etkileri” konulu panelin sonunda yaptığı konuşmada “bu dediklerim özellikle kayda geçsin” diyerek Kıvılcımlı’ya olan sevgi ve minnetini anlatmıştı. Filistin eğitim kamplarına giden ilk ekipte olduğunu kaydedip, orada da devrim savaşının bu tür partisiz gerilla gruplarıyla başarılamayacağını düşündüğünü, bu bilinci özellikle Kıvılcımlı’nın etkisiyle edindiğini söylemişti. Bir gün umarım Halil ağabeyle ilgili bir belgesel yaparız, o görüntüleri de kullanırız.

       TSİP’den ayrıldıktan sonra da örgütsüz kalmamaya gayret etti. O zamanki TKP’ne katıldı. Ancak Halil ağabeyin katılışı, başkaları gibi, “topluca girer, orayı ele geçiririz” bezirgan mantığı ile olmamıştı. O, burası partidir deyip, tek başına dalmıştı. Nitekim 12 Eylül yargılamalarında Ankara TKP davasından hapiste kaldı.

       12 Eylül sonrası ben çok uzun süre kaçak kalmıştım. Yaz aylarını çoğunlukla kıyı kentlerinde geçiriyordum. Yine bir yaz Didim’in Altınkum’unda, kaldığım pansiyona giderken, başka bir pansiyonun önünde sandalyeye kaykılmış oturan Halil ağabeyi gördüm. Fark ettiğimde çok yaklaşmıştım. Bildiğim kadarıyla o da henüz yakalanmamıştı. Kaçaktı yani. Beni görünce sevinç ve hayretle açıldı gözleri, doğrulmaya çalıştı. Tam o sırada ben: “Benzetiyorsun Halil abi” deyip geçtim önünden. Hangi duygularla kalakaldı bilemedim.

        Cezaevi çıkışında yine sosyalist çalışmaların ortasındaydı. Bir yandan mühendisliğini yapmaya çalışıyor, bir yandan da sosyalist hareketin birliği için çalışıyordu. Çeşitli yerlerde şantiye şefliği yaparak geçimini çıkardı. Kuruluşundan itibaren ÖDP üyesi oldu. Sanırım öldüğü zaman da üyeliği sürüyordu.

        Son iki yıl hariç, Sinan Cemgil anmalarında konuşmaları o yapardı. Sinan Cemgil’e değişik bir bağlılığı vardı. O benim hocamdı derdi konuşmasında. Konuşma yaparken ya da ciddi bir siyasi tartışmalarda bütün hücreleri konsantre olurdu. Sanki bütün vücuduyla konuşurdu.

        Şubat ayının 5’inde son aşk evliliğini yapmıştı.

        Türkiye sosyalist hareketinin en inançlı, en heyecanlı, en düzgün insanlarından birini yitirdik. Zaman zaman misafir ettiğim, sık sık telefonlaştığım bir büyüğümü de kaybetmiş oldum ben de. Unutmayacağım.

        Halil Çelimli’nin kişiliği, devrimci duruşu bize olduğu gibi yeni kuşaklara da örnek olacaktır.

15 Mayıs 2011

VEDAT TÜRKALİ 100 YAŞINDA

VEDAT TÜRKALİ’NİN DÜŞÜNCE ORTAMINDA KIVILCIMLI

Vedat Türkali’nin 100. Yaşına armağan olarak hazırlanan kitaba benden de bir yazı istenmesinin heyecanıyla neler yazabileceğimi düşünürken onunla tanışmam, geçirdiğim zamanlar, uzun Kıvılcımlı sohbetlerimiz geçti gözümün önünden.

İlk olarak Suat Şükrü Kundakçı ağabeyle birlikte TÜYAP Kitap Fuarı’nda kitaplarını imzaladığı standda görmüştüm onu. Sohbet ettik biraz. Bir kitabını imzalatmak istediğimde, “imza atamıyorum Sebahat hanım kaşemi basıyor” demişti. “Hayır ben sizin imzanız olsun isterim” dediğimde de “evladım ellerim titriyor, atamıyorum ki” demişti tekrardan. Ben de Sebahat’in kaşe basmasını kabul etmeyip vazgeçmiştim imza ısrarından. Daha sonraki yıllarda gerçekten “evladı” gibi davrandığı zamanlarımız oldu.

Yöneticisi ve ortağı olduğum yayınevinde bastığımız her Kıvılcımlı kitabından bir adedini götürerek ilişkimizi sıkılaştırmıştım. Sonraki yıllarda eksilen kitapların yerine bizden takım kitap aldığını ve ısrarla parasını ödediğini hatırlıyorum.

Son birkaç yılında epey birlikte zamanımız geçti. Tedavisiyle ilgilenen hekim arkadaşıma yardımcı olmak amacıyla bütün hastaneye getirme götürme işlerini üstlendim, banka vs işleri olduğunda refakat ettim. Sık sık tekrarladığı öğlen sofralarının konuğu oldum zaman zaman. Beslenme titizliğine tanığım. Zar zor oynattığı kaslarıyla “jimnastik” yapma çabasının da hayranıydım. 2012 1 Mayıs’ına tekerlekli sandalye üzerinde katılmayı istemişti. Bir arkadaşımla birlikte Cihangir yokuşundan çıkarmak zordu, yokuşu tek başıma indirirken fizik olarak çok zorlandım ama onun 93 yaşında yumruğunu sıkarak alana girmesi ve dolaştırmamızın heyecanı birçok şeye değerdi. Heyecanlıydı, nefes nefese kalmıştı sandalyesinde. Evine çıkardığımda “sana da büyük yorgunluk oldu evlat” derken de 1 Mayıs’ı Taksim alanında karşılamış olmaktan mutluydu.

94. yaş gününde yakın dostları olarak 4 kişi gün boyu birlikte olmuştuk. Hocalık yaptığı askeri liseyi göstermişti bize. Küçüksu Deresi yakınında yemek yiyip sohbet ettik, Anadolu kavağı tarafına geçip yeşillikler içinde çaylar içtik. Gün boyu sık sık evde yatalak olan eşi Merih teyzemizi sordu, sordurdu.

Bu yılın başında kaybettiğimiz kıymetli ağabeyim Yalçın Yusufoğlu ile beraber sık sık Vedat beyin (Yalçın ağabeyim Vedat bey derdi. Ben Sebahat’ten alışkanlık Kadir amca derdim) salonunda buluşur, TKP tarihi ve özellikle Kıvılcımlı üzerine doyulmaz sohbetler ederdik. Hem kendilerini hem de sohbetlerini özlüyorum.

ORTAKLAŞA KIVILCIMLI ANMASININ ÖNCÜSÜ

2009 yılının Mayıs-Haziran ayları. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bütün eserlerini basmak üzere kurulan Sosyal İnsan Yayınları’nın ortağı ve yöneticisiyim. Bütün gücümüzle kitapları hazırlamaya, basmaya, dağıtmaya çalışan 2-3 kişiyiz. İnsanüstü bir gayretle çalışarak 2 yıl gibi bir zamanda 20’den fazla kitabını basmışız ustamızın. O aylarda da 9 kitap olarak yazılmış olan ünlü YOL serisini yayına hazırlamakla meşgulüz.

Kıvılcımlı’nın mezar başı anmaları, her biri kendini Kıvılcımlı’nın gerçek mirasçısı, has takipçisi sayan grupçukların arka arkaya mezar başına gelerek, ayrı ayrı anma konuşmaları yaptıkları, anma için bile bir türlü bir araya gelemedikleri bir biçimde yapılıyordu, hâlâ da öyle yapılıyor. Bu konuda benim gibi gruplardan bağımsız olarak Kıvılcımlı’ya bağlı olan iyi niyetli kimselerin birçok defa yaptığımız girişimlere rağmen bir ortaklaşma sağlanamadı, sağlanamayacak gibi de görünüyor.

İşte o 2009 yılında bir yandan yayın işlerini yoğun bir şekilde yürütürken, bir yandan da o yılki Kıvılcımlı anmasının nasıl yapılacağı, bizim neler yapacağımız üzerine de düşünüp tartışıyoruz yayınevinde. “Kıvılcımlı’nın sadece izleyicilerinin değil, tüm Türkiye halklarının bir değeri olduğu, Tüm devrimci gruplar tarafında anılabilse ne iyi olacağı” konusunda konuşurken, böyle bir şeyi deneme fikri gelişiyor içimizde. Kısa bir tereddütten sonra tüm gruplarla görüşüp onları ortak bir kıvılcımlı anmasına ikna etme çabasına girişmeye karar veriyoruz sonunda.

Kendince bir prestiji olsa da sonunda biz bir yayınevi idik. İrili ufaklı ama hemen hepsi de benmerkezci, yaklaşılması ve bir etkinlikte ortaklaştırılması zor olan grupları böyle bir birlikteliğe ikna etmeyi bırakın, kendimizi dinletmeyi nasıl başaracağımızı düşünürken aklımıza ortak anma çağrısını Vedat Türkali’ye yaptırmak geldi. O zaman Bodrum’da tatilde olan V. Türkali ile görüşmek üzere bir arkadaşımızı yolladık. Memnuniyetle kabul edip, herkesi ortaklaşa bir anmaya davet eden bir çağrı metni de yazıp vermişti Türkali.

Siyasi gruplarla görüşüp onları ortak anmaya çağırma ve ikna etme görevini ben üstlenmiştim. Elimizde Vedat Türkali imzalı bir çağrı olunca daha bir dikkate alınır, dinlenir olmuştuk. Birkaç tur sürdü görüşmelerimiz. Genellikle olumlu karşılandı çağrı ve çabalarımız.

Temmuz-Ağustos aylarında olumlu yaklaşan – temas ettiğimiz bütün gruplar olumlu yaklaşmıştı aslında- grup, parti, platform gibi örgüt temsilcileri ile toplanmaya başladık. Anmanın pratik işlerini görüşüyor, salon, konuşma düzeni gibi ayrıntıları tartışıyorduk. 15 civarında parti, grup, platform, dergi, yayınevi haftalar boyu defalarca toplandık. Son derece güzel bir anlayış ve karşılıklı saygı içinde sürdü toplantılar. Kıvılcımlı’ya olan saygı, Vedat Türkali’nin çağrıcı olmasının ağırlığı ve diğer çağrıcı görünen Sosyal İnsan Yayınları’nın gayretleri ile önemli bir sorun yaşanmadan anma aşamasına yaklaştık. Ancak anmanın günü çok yaklaşmışken bazı anlaşmazlıklar baş gösterdi. Siyasi ayrılık varmış ve bu birlikte olmaya engelmiş gibi görme/gösterme çabalarını saymazsak, konuşmalar yapılması konusu çok tartışılmaya başladı. Katılımcılar ya herkesin kısa kısa saygı ve selamlama konuşmaları yapması ya da Herkes adına çağrıcılardan birinin kapsamlı bir konuşmayla anmayı yapması seçeneklerini tartışırlarken konu Vedat Türkali’ye de iletilip görüşü alınmak istedi. Vedat hocanın tavrı son derece net oldu: “Ben bu çağrıyı sadece Dr. Hikmet anması için yapmadım, toplantıda yalnız ben konuşacağım ve Türkiye sosyalist hareketinin birliği konusunda vasiyetim sayılacak açıklamalar yapacağım” diyerek tartışmaları bitirdi. Konuşma yapmaya çok hevesli olanlar bile ses çıkaramadı bu net tavır karşısında ve Vedat Türkali mezar başında da daha sonra Su Tiyatrosu’nda yapılan anma toplantısında da tek konuşmacı oldu. Siyasi partilerden Özgürlük ve Dayanışma Partisi(ÖDP), Sosyalist Devrim Partisi (SDP), Sosyalist Parti (SP), Demokratik Toplum Partisi (DTP), Türkiye Komünist Partisi (TKP)gibi partiler, Toplumsal Özgürlük Platformu(TÖP), Sosyalist Demokrasi Platformu (SODAP), Sosyalist Emek Hareketi(SEH),  gibi platformlar, Atılım dergisi, Sosyal İnsan Yayınları gibi kurumlar(yıllar geçti, unuttuklarımdan özür dilerim)ın katıldı bu toplantıya.

Toplantıdaki konuşmasında şunlara değindi Vedat hoca: [Bu konuşma 11 Ekim 2009 tarihinde Su Tiyatrosundaki anma toplantısında yapıldı ve kendisinin izniyle tape edilerek ilk defa benim derlediğim, Dipnot Yayınları’nın yayınladığı HİKMET KIVILCIMLI KİTABI’nda yayınlandı.]

“…1936-37’lerde bize ışık tutan Dr. Hikmet Kıvılcımlı idi.”

“…Ve Doktor’a biz o zaman işte o küçücük kitaplarıyla, Marksizm Bibliyoteği… İşte Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi, Emperyalizm… Bütün o kitapları yer gibi okuduk. Bize ilk ışık tutan oydu. Yani bilimsel olarak marksizmi öğreten oydu. Zaten o daha önce Kapital çevirisi vermeye başlamıştı.”

“Şimdi içerdeyken biz, Doktor Vatan Partisi’ni kurdu. Onu izliyorduk zaten hapishaneden. Şefik Hüsnü’nün Dr. Hikmet’e nasıl büyük bir sevgi ve hayranlık duyduğunun ben tanığıyım…”

“Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı ilk defa orada (Sultanahmet cezaevi) tanıdım. Şimdi o günden sonra hep beraber olduk, daima. Yanından ayrılmamaya çalıştım, çok şey gördüm, çok şey öğrendim ama bugün anlıyorum ki yazık ki onun kitaplarını ben gerçek hakkını vererek o zamanlar tam kavramamışım.”

“Doktor bizim Marksist-Leninist kavganın en yiğit önderlerinden biridir. Yalnız odur demem, vardır yiğit insanlar… Fakat Marksizm’e bir hizmet, Türkiye’nin gerçekleri içerisinde, gerçekten düşünsel katkılarda bulunmuş, bakın sözüme dikkat edin, tek adamdır. Şefik Hüsnü’yü tanıdım, biliyorum, çok iyi biliyorum büyük saygım var. Reşat Fuat öyle. Bu konuda iyi kötü yazanlar var ama Doktor Hikmet çok farklı bir şey yaptı bu memlekette.

“Ne yaptı Doktor Hikmet? Şimdi bugün Türkiye’nin en ünlü sorunlarını alalım. Din sorunu. Din sorunu hakkındaki bizim eski ve yeni o zamanki militan yoldaşlarımızın fikri vardı. Hâlâ bugün marksistim diyenler işte Marx’tan öğrenmişler “din afyondur” falan. Ama bir sosyal kurum olarak Türkiye’de din nereye oturuyor, neleri yapmamız lazım bizim bu konuda? Bu konuda ciddi biçimde düşünce yoluna açan Doktor Hikmet’tir.”

“Biliyorsunuz Kürt sorunu üzerine yazılmış Doktor Hikmet’in bir kitabı var. Bizim İsmail hoca (Beşikçi) görmüyor bu olayları. Biz o zaman varlığını biliyorduk ve doğru yaklaşıyorduk olaya. Biz dediğim kim? Doktor Hikmet’in kitabını okuyanlar. Bakın Kürt meselesine yaklaşımı bu.”

“Şimdi bakın, benim son zamanlarda değindiğim iki nokta var. Zaten çoğunu yazdım, ilgili notlar var. Kürt meselesi ve din meselesini ben Doktor’dan öğrendim.”

“Vatan Partisi’nin kuruluşunda bu Eyüp konuşması var, tarihi bir konuşma… Ha o yüzden yakaladılar onları, aldılar içeriye. Demin onu dedim, büyük mutluluk hissettim ama bir yandan üzülüyorum tevkif edildikleri için, bir yandan da mutluyum. Doktor Hikmet’i tanıdım. Doktor orada İslam’ı tarif eder. İslam’ın nasıl sınıfsal bir yapısı olduğunu anlatır ve bu Ebu Süfyan tayfasını anlatır. İslam’ın temelinde nasıl ilkel komünal birtakım ögelere dayandığını anlatır. Uzun uzun anlatır birçok şeyleri. Ben orada öğrenmişim programı. O zaman anlaşılmadı ama sonradan olayların gelişmesi Doktor Hikmet’in ne kadar haklı olduğunu gösterdi.”

“Üçüncüsü Osmanlı eski tarihimiz ve bu tarihe bakışımız. O konuda da bize çok önemli yapıtlar verdi. Osmanlı Tarihinin Maddesi. Zaten bütün bunları sonunda ne yapıyor, asıl büyük Tarih Tezi’ne bağlıyor. O Tarih Tezi çok önemli bir bilimsel buluştur. Marx’a katkıdır. Marksizm-Leninizm’e katkıdır.”

“Ben iyi kötü takip ediyorum, bakıyorum ne kadar basit şeylerde, kolayca beraber olmasına hiçbir engel olmamasına rağmen bile bir ortamda parçalanmalar oluyor. Bu sağlıklı değil. Bugün bütün arzumuz şu: BİRLEŞMELİYİZ. Bizi kim birleştirebilir? Benim yaşadığıma göre şöyle bir toparlamaya çalıştım. Eskiden bize hazır olarak bol malzeme bırakan, bol düşünce bırakan kişi, galiba tek kişi Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dır.”

“Şimdi bize bu konuda en gerçekçi yolu gösterebilecek kişi, ben yetmiş yıldır komünist partisinde şu veya bu şekilde oldum. Gördüğüm kadarıyla dört dörtlük, Doktor Hikmet’in gösterdikleridir, öğrettikleridir.”

Böyle anlatmıştı bizlere Kıvılcımlı’dan nasıl ve ne kadar etkilendiğini. Bu etkileri hemen hemen tüm romanlarında görürüz. Her eserine bir şekilde almıştır Kıvılcımlı’yı. Ya karakter olarak, ya düşünce dünyasını etkileyen bir fikir olarak mutlaka değerlendirmiştir.

Yukarda da andığım gibi son yıllarında sık sık görüştük, sohbetinden ve derin bilgisinden yararlandım.

100. yaşındaki bu büyük edebiyat ve sinema adamını, bu büyük komünisti saygı ve özlemle anıyorum.  Ahmet Kale

21.08.2019