TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Batı’nın sosyal bilimler alanında oynadığı bu ‘görmek istemeyen körlük’ rolü, sahici körlükten daha aşırıca görmezlikler yaratıyordu. Batı, Toynbee ayarında Entelijans Servis’in doğucul sosyalizm sektörünü yaratmıştı. O sektörde teorisyen geçinen burjuva ideologlarına rahatça at oynatacakları bomboş alanlar bırakılmıştı. Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz, pahalı, toptan perakende satmakla yetindi. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, sf. 12)

“Fransız Diyogene Dergisi’nde 1956 yılında yayınlanan, Arnold Toynbee’nin ‘Yapmaya Çalıştığım Şey’ yazısı üzerine Kıvılcımlı, Toynbee’nin diğer eserlerini de gözden geçirerek, aşağıdaki eleştiri yazısını yazarak, yayımlanmak üzere Diyogene Dergisi’ne gönderir. Türkçesini hiç bulamadığımız bu metnin Fransızcasını mikrofişlerde bulup, çevirisini yayınlıyoruz. (Sunuş Notu)

Bu hafta yayınladığımız yazı, Kıvılcımlı’nın Toynbee’nin tarih anlayışının eleştirisi olarak Sultanahmet cezaevinde yazıp Diyogene dergisine yolladığı, orijinali Fransızca olan bir metin. Bu metin ilk defa Mart 2011’de, o zaman ortak ve yöneticisi olduğumuz Sosyal İnsan Yayınları için derlediğimiz Tarih Yazıları kitabında yer aldı. Kıvılcımlı’nın bazısı yayımlanmış ve yayımlanmamış tarih yazılarından oluşan bu derlemede yer alan, TARİHİN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor) incelemesi, o yıllarda Ahmet Erdal Aksungur tarafından Türkçeye çevrildi. Ömer Ergun arkadaşımızın kontrolünden sonra yazı adı geçen kitaba yukardaki alıntı ve notla tarafımızdan eklendi.

Arşivdeki orijinal Fransızca metnin üzerine Fuat Fegan, Kıvılcımlı’nın eski yazı el yazısıyla bir notunu da eklemiş. O notu da sevgili Hamza Tığlay çevirdi. Diyogene dergisi yöneticisinin Kıvılcımlı’ya yazdığı cevap olan bu notu da bu yazının sonuna ekliyoruz.

“Bana atfen iletmiş olduğunuz A. Toynbee’nin eserine ve bu konu için neşrettiğimiz Diyojen nüshasına dair şerh ve izahlara canlı bir alaka ile muttalî oldum. 

Maalesef bu konuya tekrar dönmek bizim için imkansızdır ve tahrir komitesi, vasıflarını takdirle karşıladığı el yazınızı size geri göndermemi benden talep etti.

Dergimize karşı göstermek lütfunda bulunduğunuz ilgiye ve İngiliz tarihçisine ait görüşlerin sizde uyandırdığı polemik düşünceleri bize ulaştırmak hususundaki zahmetinize bir kere daha teşekkür ederim.

En mümtaz hislerimin ifadesine inanmanızı rica ederim bayım.”

Diyogene Dergisi’nde yayımlanmayan bu yazısından sonra Kıvılcımlı 1965 yılında yayınladığı, kendi Tarih Tezi’nin ana kitabı olan Tarih Devrim Sosyalizm kitabına Toynbee ile ilgili bir bölüm koyar. Fransa’ya yolladığı eleştiri yazısına benzemekle beraber, TARİHSEL DEVRİM ve SÖZDE DİNCİLİK başlıklı 4 kitap sayfası uzunluğundaki bu yazıda Toynbee’nin “Dincilik” yönünü de eleştirir. O bölümü de ekledik bu haftaki paylaşımımıza.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ

(Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Tarihi, geçmişte gerçekleştiği biçimiyle, aslında bulunan en canlı ilişkileri içinde, nasılsa öylece yeniden kurmak kendini dayatan çok büyük bir iştir. Onun genel ortak ruhu üzerine yalınkat bir fikir vermek için, bizim yayımlanmamış araştırma sonuçlarımız ile Mr. A. Toynbee’nin ciltler tutan çalışmalarının bazı noktalarını karşılaştırmayı tercih ediyoruz.

Mr. A. Toynbee, bir yandan «kendi yeni bilimi»nden söz ediyor (A .T. : «Ce que j’ai essayé de faire», p.12), öte yandan ise : « İnsanların işleri », « bilimsel kanunlara boyun eğmemektedir, (bilimsel kanunlara tabii değildir.)» şeklinde ahkâm çıkarıyor. «Mister» Toynbee için, her şey «Mystéres (Esrarengiz, sırlı, gizemli)»dir ve bu yüzden Tarihin bütün determinizmi tümüyle içinden çıkarılıp atılıyor. Oysa, fazla önyargılı düşünülmediği zaman, her şeyden önce insan olaylarında, Doğanın yürüyüşü ile Medeniyetlerin doğuşu arasında şaşırtıcı kertede paralel bir determinizm görmemek imkansızdır.

Medeniyetlerin zincirleme birbirini izleyişi, tıpkı géomorphogénique [yeryüzü yapısının şekillenmesi] dönemlerinde, tektonik kanunların etkisi altında yer kabuğunun géosynclinaux hareketlere uğradığı gibi gelişmiştir. En yüksek noktalarıyla kıtalar, en yüksek doruklarındaki Medeniyetlere ve okyanuslar ise, Tarihte bu Medeniyetlerin her defasında çevresini kuşatmış, her zaman çepeçevre sarmış Barbar yığınlarına[1] tamamen denk düşer. Tıpkı oldukça istikrarlı evrim dönemlerinde olduğu gibi, zaman zaman bütün dünya haritasını değiştiren devrimci kıyametler ile kesintiye uğradığı sırada da, yine her Medeniyet ile dünyanın geri kalanı arasında iç içe geçmiş, karşılıklı pek yakın bir etki ve tepki işleyişi vardır. Ve bunlar o kertede çok ve o kerte ısrarlıca kesin determine olmuş sebeplere ve sonuçlara boyun eğmektedirler ki, sonunda hep onun dramatik ahenkli gidişleri, hiç takılmadan şu meşhur «Tarihin Tekerrürü» ile karıştırmaya varılıyor!

Sonsuza savrulan tarihcil manichéismin en bulanık kaosuna baş aşağı dalmamak için, Mr.Toynbee’nin, dünya gerçekleri tarafından uzun zamandan beri bir yana atılmış, güya aktüel siyasi öğütlerini ve Tarihöncesi [Préhistoire] toplumlar üzerine çabalaya çabalaya meydana getirip ortaya döktüğü, son dönemdeki arkeolojik araştırmalar tarafından (Bak. Bay Robert Heine-Geldern’in değerli makalesi) kökten çürütülmüş bilgincil cevherlerini bir kenara bırakalım ve biz TARİH’te, deyimin gerçek anlamıyla: Medeniyetlerin Yazılı Tarihi’nde kalalım. 

Batı’nın Thucydide’inden[2] (ki Mr. A.T.’nin ilham aldığı) ve Doğu’nun İbni-Haldun’undan[3] (Mr. A.T. tarafından asla anlaşılmamış) beri bizim canlı romanımız: somut Tarih, kendisinin en devcil pratik ve teorik gerçekleşmesini yaptı. Ve özellikle XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri, üst üste yığılmış pek çok tarihcil belgeler, tarihcil bilgimizdeki bütün eksikleri, boşlukları yeterince dolduruyorlar; böylece, bizim eski metafizik varsayımlarımıza hiçbir varlık nedeni, sürü sürü sübjektif kurnazlıklarımıza hiçbir yer bırakmıyorlar.

Bugün, biz ne materyallerden, ne metottan yoksun değiliz. Tarihcil bilgimiz, yeni bir biçim kazanabilir ve kazanmalıdır; Nicelik bilimi (Engels’in “accumulation: Birikiş” bilimi) durumundan, Nitelik bilimi (Engels’in «classification: Sınıflama» bilimi) durumuna atlayış yapabilir ve yapmalıdır. Okullardan herhangi birinin klasik kitapları bile, pek kabaca tahrif edilmemiş oldukları zaman, bizim için yeterince malzemeler saklıyorlar; hiç değilse, sonuç olarak biricik olan ve aynı zamanda, 7.000 yıldan beri, o derece çok bağlanılan ve adına MEDENİYET denilen: peş peşe o muhteşem ve acımasız kalbin çarpıntılı kasılmaları tarafından, o kadar onurlandırılmış ve aşağılanmış, o kadar üst üste yığılmış ve parçalanmış Havva ve Adem’in çocuklarının alınyazısını birleştiren Evrensel Tarih’in bir sentezinin ortaya konmasına elverişlidirler.

MEDENİYETİN KÖKÜ

(De l’origine de la civilisation: Proche-Orient)

İtirazsız kabul edilen su götürmez bir gerçeklik var. Laik ve dinî mitolojilerden son arkeolojik kanıtlara kadar, bütün tarihcil kazanımlarımız, medeniyetin orijininin [aslının, kökeninin, başlangıcının] yeri ve zamanı üzerine hemen hemen aynı fikirdedirler: Yakın-Doğu.  «Kuşkusuz, İ.Ö. dördüncü binyılda Yakın-Doğu’da varolan şartlar içinde, Medeniyetin çimlenip filiz vermesi pratik olarak kaçınılmazdı.» (Robert Heine-Geldern: “Kadim Medeniyetlerin Kökü ve ilh…” , s.125)

Bu şartlar nelerdi? 

Bay R. H.-Geldern tarafından belirtilen iki eleman: “Ekilebilir graminees: Ekilebilir otlar, çimenler“ ve “sürekli değiş-tokuş: mübadele’’, Tarihöncesi insanlığının, otomatik bir biçimde, direk olarak «Tarih»e, imalı deyimle Medeniyete atlayışını açıklayamaz. Hatta bu elemanların rollerini bile daha iyi anlamak için, İnsanlık Tarihi’nin iki kutbunu: bir yandan jeofizik ortamı ve öte yandan sosyal ortamı, birbirine bağlı olarak ve bunu da soyut olarak değil, fakat aralarındaki karşılıklı ve sürekli ilişkileri içinde göz önüne getirmemiz gerekir. Medeniyetin doğabilmesi için, Doğa ve Toplum arasında, -deyim yerindeyse- karşılıklı bir «réceptivité: almaya elverişlilik» gerekecektir. Eğer kendi gelişme derecesi bakımından, bizzat kendi ilerlemesi için gerekli olan elamanları düzenleyip yoluna koyacak yetenekte bir toplum biçimi, aynı yerde ve aynı zamanda yok ise, en elverişli doğa tek başına hiçbir şey doğuramaz. Medeniyetin en göze çarpan belirgin karakteri, Toplumun iç ve düzenli bir fonksiyonu olarak Ticaretin kurumsallaşması ve bu görevin dayanağı bir tüccar sınıfın ortaya çıkması oldu. Para ve yazı, aynı ticari doğumdan dünyaya gelen iki ikiz kız kardeşten başka bir şey değildir. Bezirgânlar sınıfı ile ticaretin gerekliliği ve medeniyetin iyi bilinen bütün bu sosyal-politik üstyapısı, medeniyet öncesinde, İki büyük sosyal iş bölümünün temeli üzerinde yükseliyor.

Demek ki, ilkel toplum, medeniyet aşamasına ulaşmadan önce, bu iki büyük sosyal işbölümünden geçmek zorundaydı. Birincisi, göçebe ve yerleşik tribüler [oymaklar, boylar yahut kabileler, aşiretler] arasında bölünme: DIŞ DEĞİŞ TOKUŞLAR. İkincisi, genel olarak tarım ve endüstri, özel olarak bütün üretim dalları arasında bölünme: İÇ DEĞİŞ TOKUŞLAR. Birinci bölünme [işbölümü] sürülerin oluşumunu içine alır (Orta Barbarlık Konağı). İkinci bölünme [işbölümü] Demir’in keşfini içine alır ki, onun yardımıyla insan eli değmemiş bakire ormanları açıp yok etme olanağına (balta), tarlaları sürmeye ve ekmeye (saban), zenginlikleri, kıtaları, işgücü kölelerini fethetmeye (kılıç), ve ilh, ve ilh, ulaşılıyor. (Yukarı Barbarlık Konağı)… Ancak gerçek anlamıyla tarımın gelişmesinden sonra, (Toynbee tarafından küçümsenip aşağılanan) birbirlerini tanımayan, birbirinden ayrılmış üretmenlerin ürünlerinin değişimiyle yaşayabilen “yığın”dan, giderek farklılaşmış bir sosyal sınıf, özünde zorlayıcı bir aparey olan o güne dek görülmemiş DEVLET cihazını kurmaya ve elleri arasında tekelleştirmeye ulaşıyor!

Birinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, coğrafyaya olarak tarıma en elverişli bölgeler, subtropikal büyük ırmak boylarıdır: Amerika’da Missisipi, Çin’de Sarı ve Mavi, Hindistan’da Sind ve Ganj, Yakın-Doğu’da Chattel-Arap ve Nil ırmakları. Fakat tek başına subtropikal alüvyon, yalnız Çömlekçiliği kolaylaştırır (Aşağı Barbarlık Konağı), ki bu da ancak, eğer Ateş toplum olarak keşfedilmişse olasıdır (Vahşi durumdan Barbar duruma geçiş). Bunun en inandırıcı kanıtı Kolomb öncesi Amerika’da bulunan sosyal durumdur. Yeni-dünyanın hiçbir Kızılderili kabilesi hiçbir zaman Orta Barbarlık Konağından yukarı geçemedi. Niçin? Engels’in «Ailenin, ve ilh.. Kökenleri» eserinde onu gösterdiği gibi, Amerika’da -lama hariç-, Göçebe barbarlardan birinci büyük işbölümünün bilinçsiz gerçekleştiricilerini umulmadık kertede zenginleştiren, evcilleştirilebilir türden hayvanlar yoktu. Tam tersine, Orta Asya’nın steplerinde [bozkırlarında], özellikle Hazar Denizi ve Aral Denizi arasında, Amu-Derya, Sri-Derya vadilerinde bu çeşit hayvanlardan bol bol vardı.

İkinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, yalnızca Yakın-Doğu, Orta Barbarlık aşamasından yukarı aşamaya geçmek için önceden belirlenmiş gibi idi. Niçin Çin yahut Hindistan değil? Çünkü bu kara parçaları, Orta Asya’ya doğru, dünyanın en aşılamaz dağlarının ardında, neredeyse «hermétiquement clos: sımsıkıca kapalı» bulunmaktaydı. Buna karşılık, Orta Asya hemen hemen doğal olarak doğruca Yakın-Doğu’ya açılıyordu. Onun için, Pan-Babilon olmayı reddeden Bay R.H.-Geldern şunları belirtirken «Pan-Mısırcı» Sir Elliot Smith’den daha haklıdır:

«Bu ancak Uruk dönemi boyunca, yeni uyarıcı-canlılık verici unsurların tahta çıkışından dolayı olabilirdi. Demek ki, bu yüzden kesin bir sonuca götüren yola ilk girenin Mısır yahut Suriye değil, Babil olmasına ‘bir tarihcil kaza’ denebilir. Fakat iş Babil’de gerçekleşiyor ve dünyanın bütün öteki medeniyetleri, belli bir ölçüde, direk yahut dolaylı olarak, onunkinden türemiştir.» (R. H.-G: ibid, s.125).

Eklenecek tek şey şudur: bu «yeni canlılık verici, uyarıcı unsurlar» öyle şanslı ve tesadüfi «bir kaza»dan gelmiyorlar, fakat elverişlilikler ve üst üste birikmiş koşullarla aralarında birbirine bağlanmış, Tabiat’ın ve İnsan Tanrıların gözde sevgilisi olan kaçınılmaz olarak sınırları çizilmiş bu yerlerin belirlenmesi, inkâr edilemez kertede pek belli bir iktisadi-coğrafi determinizmden geliyorlar. Mazdeizmin ölümsüz Ateş’i (Petrol), Gökçül [Semavî] ilahi kudret olmadan önce, geçmişte sadece Yercil [Dünyevî] bir üretim aracından başka bir şey değildi ve Orta-Doğu’nun mitolojik ırmaklarının alüvyonlarını pişiren (Seramik) ve zekânın besleyici mallarını aydınlatan (Sürü) olarak, Yakın-Doğu’da toplumun üzerinde geliştiği üçlü maddeyi, üçlü-tabanı, bize göstermiştir:

Babil’in «proto-literer medeniyet»i, «Bir büyük tarihcil hareket veya tamı tamına, birinin diğerine zincirleme bağlandığı bütün bir hareketler serisi», «daha önceden gelmiş bütün bir dizi kültürlerin karşılıklı ilişkileri..» (R. H.-G.: İbid. s.124-125) sonucudur.

Birkaç yüzyıl içinde, Eridu’nun [Abu Sharia] avcı oymakları (Metal, İ.Ö. 4000), Uruk’un ikinci dönemine, yani Cemdet-nasr [Asurlular zamanı Kiş] dönemine geçmişti (Yerleşme ve Yazı, İ.Ö. 3900).

MEDENİYETİN EVRİMİ-GELİŞİMİ

(A L’EVOLUTİON)

Medenileşmiş hücre, artık bir defa oluştuktan sonra, içinde doğduğu alüvyonlarda boğulup gitmiyor. Hatta onun ilk izleri, kumlar altında kefenlenmiş [gömülmüş, saklanmış, görünmez hale gelmiş] olduğu zaman bile, Medeniyetin her zaman yeniden dirilen canı, -tıpkı kutsal tarihin Adem’i gibi-, dönemden döneme, yerden yere, karış karış dünyayı allak bullak edip kökten değiştirerek, birbiri ardından yenmek ve yenilmek için tehlikeli bir geziye başladı. Bu kısa aralıklı kopuk kopuk dönemlerden her biri, coğrafya bakımından belli bir sınır içinde tutulan kendine özgü bir [..m: Üç harfli bir kelime okunamadı.] durum alıyor, bu yüzden o dönemler insanlığın biricik tarihinde, ancak hayvan ve bitki türlerine benzer, her biri ötekilerden tamamen bağımsız olan bazı belli «türler» gibi görmeye varılıyor.

Kuşkusuz türlerin evrimi ile Antika Medeniyetlerin evrimi arasında inkâr edilemez bir andırış, benzerlik vardır. Onların orijiner [köklerinde var olan] kanunlarında, aynı zamanda hem birlik, hem de çeşitlilik hüküm sürer. Birlik: genel olarak hayatın, özel olarak toplumun [birliğidir]. Çeşitlilik: genel olarak türlerin, özel olarak medeniyetlerin [çeşitliliğidir].

Eğer olayların diyalektiğini ciddiye almazsak, gönüllü olarak aynı gelişmelerin sadece şu veya bu yüzüne kapılıp gideriz. Medeniyetlerin kendi «Şemaları»nın «Birliği» üzerine ya da «Çeşitliliği» üzerine tek taraflı ve söze dayanan tartışmalar, asla bitmek tükenmek bilmeyecek, asla kuruyup gitmeyecektir. Örneğin: «Bay Toynbee, tarih sahnesinde tamamen gelişmiş yirmi bir toplum veya medeniyet, onun yanında yaklaşık altı yüz elli kadar da üzerlerine veri sahibi olduğumuz oymak toplumları ayırt ediyor.» (Lewis Mumford : «Une étude de l’histoire», p.23).

«Tarihin sap şeklindeki bu şeması yerine, bizzat kendimiz ağaç şeklinde bir şema kuruyoruz, ve ilh…» (Arnold Toynbee : 1. c. p.12).

Derin bilginler arası tartışmalarda, Tarih’in «sapı» yahut «ağacı»nın keyfe bağlı olarak canımızın istediği gibi «bizzat kendimizin kuracağı» bir «şema» olmadığı, fakat «bizzat kendisinin» gelişen canlı bir gidiş olduğu ve bizim onu nasıl gerçekleşmişse tıpkı öylece sadakatle incelemek ve objektif olarak açıklamak zorunda bulunduğumuz, sistematik olarak unutuluyor. Tarihin otantik yürüyüşü, dümdüz bir hat çizmiyor, tam tersine, doruklar ve uçurumlar ile dönemcil eğriler çiziyor.

Her medeniyet bir yol gelişti mi, -tıpkı «tümevarım işleyişi» gibi- bağrında bizzat kendisine zıt bir başka medeniyet doğurtuyor. Peş peşe gelen bu iki medeniyet arasında kurulmuş maddi ve manevi ilişkiler, her şeyden önce Göçebe barbarların düzenli olarak araya girmesiyle gerçekleşmiş, bu arada, bir dizi bitmez tükenmez savaşlara yol açılmıştır.

Biri olmaksızın ötekisi var olamayan bu iki zıt Medeniyet, kısır-verimsiz bir «struggle for life» [“Yaşam mücadelesi”] içinde iki bağdaşmaz vuruşan hasım haline geliyorlar. Onların boşu boşuna boğazlaşmaları, onların «Gordion düğümü», Barbarların arkaik [eski tarz] kahramanlığından başka bir şey olmayan İskender’in hareketini[4] bekliyor. Bu barbarlar, elde kılıç, sırası gelen kendi medenileştirici rollerini yerine getirmek için Tarih’in saflarına atılıyorlar. «Çin Seddi» onların ağırlığı altında çöküyor. «Tufan» başlıyor. Eski medeniyetin muhteşem dorukları yıkılıyor. Uçurum açılıyor.. Fakat sonsuza kadar değil…

Bu dramatik son, bütün Antika Medeniyetlerin ortak alınyazısı; biz ona, çok yalın bir şekilde: modern Sosyal Devrim’lerin tersine TARİHCİL DEVRİM adını veriyoruz. Her çelişkide olduğu gibi iki terim kendi arasında her zaman pek yakın bir ilişkiyi kapsar; bu iki türden DEVRİMLERİN adlandırma karşıtlığı da, bizim gözümüzde, onların çok sıkı tarihcil iç ve karşılıklı bağımlılıklarını ve sosyal orijinlerinin ortaklıklarını maskelememelidir. Yoksa TARİHCİL Devrim, eğer deyim yerindeyse, “Ersatz”dır [bu deyim başka bir malın yerini alabilen mal için kullanılır]; SOSYAL Devrimin yerine aynı rolü oynayan bir başkasını koymaktan, yerine bir benzerini geçirmekten, onu bir benzeriyle yenilemekten başka bir şey değildir.

Bizzat DEVRİM, kendi tanımlaması ile, «EVET»ini içeren bir «HAYIR»dır. Ne TARİHCİL devrim, ne SOSYAL devrim mutlak son değildirler. Onlar birtakım başlangıçların başlangıçlarıdırlar. Her devrim, hangisi olursa olsun, bir insan probleminin sadece hoyratça bir çözümüdür. Sosyal Devrimde, bir sınıf, o güne dek egemen iken, yerini bir başka sınıfa bırakmak üzere ortadan yok oluyor. Tarihcil devrimde bu defa -eğer deyim yerindeyse- bir «ırk»[5] o güne dek egemen iken, eski medeniyete yabancı, bir başka ırk tarafından yeri doldurulmak üzere ortadan kayboluyor.

İki devrim olayında, kanlı alt üstlüğün belirleyici gücü, kaynağını her zaman medeni toplumun iç çelişkilerinden alır. İkisi arasında var olan tek fark şurada bulunur: Sosyal Devrimde çelişkilerin düğümü iç güçler tarafından çözülür, hâlbuki Tarihcil Devrimlerde keskin kılıç dışarıdan getirilmek zorundadır. Sosyal devrimler, Modern Çağa özgüdürler. Çünkü modern toplum, can alıcı çatışma ve anlaşmazlıklarını çözmek için, reel ve yeterli güçleri bizzat kendi organları içinde-ana karnında, bulabilmektedir. Fakat Tarihöncesi ve Modern Çağ arasında, ister istemez, İnsanlık ileri sıçrayışlarını başka bir biçimde, tükenmiş medeniyete sosyal olarak yabancı güçler tarafından gerçekleştirilmiş, şaşırtıcı TARİHCİL Devrimlerle yapmak zorundaydı.

Tarihcil Devrimlerin Derin Sebepleri Nelerdir?

Büyük medeniyetler arasında aracı olan, en üstün derecede barbar tüccarlar tarafından uydurulmuş, Tek-tanrılı dinler, bu evcilleştirilebilir hayvan çobanlarının ürünleri ve terbiye edilemez ruhların papazları, Tarihcil katasroflarda, asi medenilerin taşkınlıklarını cezalandıran, bir İlahi Fataliteden [ilahi alınyazısından: kaderden, uğursuzluktan] başka bir şey görmüyorlardı. Sosyolojinin dahi müjdecisi İbn-i Haldun, kendi değerli bilginler topluluğu tarafından dizginlenmiş doğulu tarihçilerle, «Devlet»lerin «doğal hayatı»nda kesintisiz tekrarlanmış medeniyetlerin ölüm sebebini veriyordu.

Bay A. Toynbee’nin söylediğine inanılırsa, tarih sahnesi yalnızca bir oyun masasıdır, onun üzerinde: «başlangıçta, elit, toplumun tüccar bölüğü, yığınları, zorla değil ama onların serbest rızalarıyla, peşinden sürükleme yeteneği gösterdi.» Bu Rousseau’cu «Sosyal Anlaşma» idili gerçek mi? Ve gerçekse niçin? Sanki burada, tesadüfen veya şans eseri «elit» kazanıyor. E, daha sonra: «Bir an geliyor, artık yığın elitin eğilimini takip etmez oluyor.»

Bu beklenmedik, umulmayan dik kafalılık nerden geliyor? Bilinmez. Her zaman tesadüfen veya bu anlaşılmaz dik kafalılığın mantık sonucu: «Yaratıcı azınlık zorlamaya-baskıya başvurmaya mecbur kalmış», «Toplum, biri egemen ve öteki ezilen, düşman sınıflara bölünmüş bulunuyor.» Yani, «zora başvurma», toplumun sınıflara bölünmesi ve yığınların direnişini doğuran egemen sınıfın son derecede azgın sömürüsünden dolayı değil, fakat saygıdeğer Bay Toynbee’ye göre tam tersi: Durgun yığınların belli sebebe dayanmaksızın ve düşüncesizce direnişi, «yaratıcı azınlık»ın «zora başvurmasını» haklı kılıyor ve «toplumun sınıflara bölünmesini» gerektiriyor! O halde: «Medeniyetin bağrında mukadder bir kıyamet -Breakdown- meydana geliyor ve ondan beri, artık kendisine meydan okumalara karşılık verme yeteneği olmayan medeniyet çaresi bulunmayan bir çöküş içine giriyor.» (Jeaques Madaule: «Une Interprétation Biologique et Mystique de l’Histoire»: «Tarih’in Biyolojik ve Mistik bir Yorumu», D. 13, s. 48).

Şeyleri «mukadder bir şekilde» tersine çevirip baş aşağı koyan bu görüş, düzinelerce ciltlerden derleme kıtıkla tıka basa doldurulmuş yüzyılımızın entellektüel sürmenajında, sırf tesadüfî bir izah değil, aynı zamanda dünyanın en emperyalist misyonerizmine kapılanmış bir dönek ve en spirtüalist emperyalizmin bir ex-süjesi tarafından, bilime karşı yapılan kinci bir «meydan okuma» değil midir?

Her şeyden önce, Mr. Toynbee’nin göze batan en aşikâr hatasının, iki çeşit insan devrimini birbirine karıştırma temeli üzerine oturduğunu apaçık görüyoruz. Tarihcil devrim ile Sosyal devrim arasındaki hiçbir farkı gizlemiyor. Buna karşılık, doğaüstü efsanelerin alacakaranlık bulutlarında Antika çağ ile Modern devirleri tamamen birbirine karıştırıyor. Bu yüzden, bize, başında saygıdeğer Papa Hazretlerinin ve Mr. Arnold Toynbee’nin ulu muammalarının ışığının bulunduğu, mükemmel bir din devri getireceğini söylediği Orta-Çağın yeniden bir dirilişini bekliyor. Bizi, kendi para-tarih mucizeleriyle bulutlara yükselterek, Antika çağın doğaüstü tekerrür delillerinin tehdidi altında Toynbeeci sihirli gerçek inanca hidayete çağıracak. (İşe bakın, kaprisli bir tesadüf ile isminin Türkçe anlamı şudur: TOY = Yeniyetme, NEBİ=Peygamber!)

Hâlbuki bir tek evrensel medeniyet altında kesin olarak birleşmiş gezegenimizde, medenileşmiş dünyamızı bir vuruşta istila edecek ve meşhur «Breakdown»u [Kıyamet-Tufan] yerine getirecek yetenekte bir «Dış Proletarya» (Barbarlar) «yığını» bulmak mümkün değildir. «İç Proletarya»ya gelince, o, yoksul durumuna rağmen, son derece duru bir bilinç ile kendi elleriyle kurduğu medeniyete yabancı ve düşman bir barbar yığını değildir.

Avrupa’nın Orta-Çağından beri, -Tarihte Medeniyetler kadar çok Orta Çağlar vardır-, «Breakdown»lar [«Tufan-Kıyamet»ler], artık mümkün değildir. Çünkü sanayi devrimi ve sınıflar ilişkisi ve bilincinin aydınlatılması sayesinde, sosyal devrim, sadece mümkün olmakla kalmadı, aynı zamanda kaçınılmaz bir gereklilik oldu. Diğer yandan, gerçek tarih bize, «zorlama»nın, duruma göre, somut bir medeniyetin bazen boğazlayıcısı [cellâdı], bazen doğurucusu [ebesi] olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Oldukça uzak olan Zagros ve Babil Barbarları arasındaki, Hixos ve Mısır Barbarları arasındaki ilişkiler üzerine tartışmaları bir yana bırakalım. Onların «nostrum denizi»nden, bizim denizimiz Akdeniz’e doğru, rol sıralarına göre, peş peşe tarih üzerine çullanmış, medeniyetimize en yakın-akraba olan, bize en yakın «elitler»i: Grekleri, Romalıları, Müslüman Arapları ele alalım. Birbiri ardından gelen bu medeniyetlerin doğuşları ve önceki kuşakları esnasında, onların «elitleri», bu son derece kahraman yüksek barbarlar, kesici İngres kemanlarını, zorlu-kılıçlarını oldukça kabaca-hoyratça çalmadılar mı?

Kuşkusuz, onların ilkel ve soylu-yüce barbar atılımlarında, içeride ve dışarıda yenilmiş olanlara, ister istemez, anlayışlarını belli bir ölçüde zorla benimsetmeleri, vardır. Fakat hangi güven ve hangi mekanizma ile verili bir toplumda, «bezirgân azınlık» geride kalan çoğunluğa zorla tahakküm edebilir?.. «Kapasite (Yetenek) ile» diyor Mr. Toynbee. E öyleyse, ufak ufak buharlaşan, gözden kaybolan «elit»in bu başlıca kapasitesi nerden geliyor? Burada bir defa daha, acaba mutlak surette sırf bireycil, her derde deva bir sübjektif psikoloji panaşı [limonata ve bira karışımı içki] ile yetinebilir miyiz?

Biz usulüne uygun olarak, tarihte medeniyetlerin doğuşunu hem oldukça somut, hem de genelleştirerek iki çeşide ayırıyoruz:

1- Antik SİTE içinde SPONTANE [KENDİLİĞİNDEN] veya “İNDUCTİON-TÜMEVARIM İLE“ doğan medeniyet;

2- Bir barbar akını üzerine SECONDAİRE [İKİNCİL] yahut «KUVVET-ZOR İLE» gelişmiş medeniyet.

Birinci durumda, bir bezirgân sınıf tarafından parçalanan ve şeytanca oynanan küçük üretim anarşisinin kışkırttığı mübadele ilişkileri, bir sınıfın egemenliğini hazırlayıp gerekli kılıyor, haklı gösteriyor ve güvence altına alıyordu. Hemen hemen kimsenin haberi olmadan, herkesten gizli olup biten olayları dayatarak ve yavaş yavaş Devlet’in bu müthiş [çok büyük-korkunç-dehşet saçan] politik apareyinin yaratılmasında payına düşeni vererek «elitler»in ekonomik-sosyal durumlarını sağlamlaştırıyordu. Bu Devlet apreyi ki, ancak çoğunluk «yığının» çıkarlarını savunmak için, içinde hiçbir spesifik [kendi türünde, çok özel, kendine özgü özellikler taşıyan] teşkilatın bulunmadığı bir toplumda yenilik yapabilirdi… Burada, «zorlama [dayatma-baskı]» (Devlet) kaçınılmaz, önüne geçilemez ekonomik, sosyal ve politik gerekliliklerin altında gizlenmiştir.

İkinci durumda, zorlama-dayatma, Barbarların iki yüzü keskin kılıcı, olayların görünen yüzünde yerini alıyor. Fakat ekonomik ve sosyal kaçınılmaz gereklilikler, şeylerin tarihcil ruhunu daha az oluşturmuyorlar. Ancak, bu şartlar, özellikle ekonomik şartlar, görünür dayatmanın-zorlamanın altında pekiyi gizlenmiş bulunurlar. Bu görünüş altında, aynı bezirgân dürtüleri son derecede yumurtlayıcı bir rol oynuyor. Hiç değilse eşantiyon olarak, pek yayılmış tarihcil bir tavrı, Babil ve Mısır arasındaki Barbar Semitlerin, Uzak-Doğu ve Yakın-Doğu arasındaki Türk-Moğol’ların etki ve tepkilerini hatırlayalım.

Adem’den İbrahim’e kadar Yakın-Doğu’lu dinlerin kutsal ve ortak tarihi -Musa’ların, İsa’ların, Muhammed’lerin bilinen gerçek kaynakları- Göçebe Semitlerin ve onların kervan-toplumlarının, Antika çağın tarihcil ticaret yolları üzerinde, hücreleri bölüne bölüne hızla çoğalan Yakın-Doğulu medeniyetlerin iki kutbunu (gösterici ve sürükleyici): Mezopotamya ve Mısır’ı birbirine bağlayan sürekli savaş başarılarının bir hikâyesidir. Cengiz ve Timurleng, Uzak ve Yakın-Doğu’nun eski önemli medeniyetleri üzerine acımasızca atıldıkları zaman, acımasız kararlarının değişmez harekete geçirici sebebi, sadece Moğol tüccarlara karşı medeni yöneticilerin hainlikleri üzerine dayanıyordu. Onların istila yolları, kusursuz olarak adım adım aynı yönü, şu İpek Yolu’nu: Zagarosların, Hiksosların, Asurluların, Hititlerin, Sartların, Perslerin ve ilh, ve ilh, en azından 6 [altı] bin yıldan beri aralıksız Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya, üzerinde vızır vızır gidip geldiği, Yakın-Doğulu kervanların geleneksel büyük yolunu izliyordu. Timur, Smyrne’e hücum hazırlarken, Fransız kralına: «Dünya ancak Bezirgânlar sayesinde müreffeh ve medenidir (abadandır)» diye yazıyordu.

Bu olaylar ve binlerce daha başka örnekler, sosyo-ekonomik şartlar (Antika çağ için bezirgânlar) imdatlarına yetişmediği zaman, ne Mr. Toynbee’nin «kanı»sının, ne «elit»in zora başvurmasının, herhangi bir azınlığa hiçbir «kapasite» veremediğini tartışmasız bir biçimde belgeliyor.

Bununla birlikte, Mr. Toynbee için bir başka bilinmezlik yahut «muamma»: tarihin hangi ironisi ile aynı «elit», daha önce o kadar «yetenekli» iken, bir gün hangi talihsiz aksiliklerle «çaresi olmayan bir çöküş içine giriyor» ve «yeteneksiz» hale geliyor ve hatta ilk çağlarının uyuşukluğu içindeki «yığın» önünde suçlu hale dönüşüyor?

Mr.Toynbee, «Bencillik, budalalık veya metanet eksikliği ile» diyor (Cilt VI). Bir kere daha, soyut kişicil psikolojicik, tarih’in büyük kanunlarının yerine konuyor… boşu boşuna. Çünkü aynı adamlar veya onların yakın kuşakları, nasıl onmayacak kertede «egoist-bencil» iken başkalarını düşünen insanlar haline gelebildiler, lanetlenmiş bozguncu iken kendilerini «yaratıcı» insanlara dönüştürebildiler.. hiç nedensiz, ne objektif bir sebep, ne bir motif olmadan?

Mr. Toynbee’nin bizzat kendisi çöküşün sebebini budalalığa mal etmemeliydi. Çünkü o, tarihte, Grek bilgeleri tarafından bir imparatorluk birliğinin gerekliliği üzerine yapılmış, asla işitilmedik, dâhiyane öğütleri gibi, birçok olağanüstü akıllılık örneklerini sayıp döküyor. Bu örnekler, tarihin yürüyüşünde en namuslu bilinçli dâhileri kırıp döken ezici bir şeyler var olduğunu gösteriyor. Bu bir şeyler pençeleriyle doğal olarak kişilerin ruhlarını da biçimlendiriyorlar, fakat bu pençeleri bir uydurma-psikolojik laf ebeliği ile açıklayamayız.

Antika Medeniyetin «elit»i, tıpkı gösterdiğimiz gibi, «yürüyücü»den çok «yürütücü bezirgân» idi. O, malları fakat bizzat kendisinin üretmediği malları satmak için insan kervanının önünde yürüyordu. Bu durumda, kelimenin maddi anlamıyla «yaratıcı» değildi. Antika medeniyetlerin gerçek yaratışı, onların üretimi, esas olarak toprak üzerine dayanıyordu. Tarihöncesinin antik sitesinde, toprak, eşit yurttaşlar arasında, hakkaniyetle, eşit olarak bölünmüştü. Antika medeniyetin «Zwillingbruder» («İkiz-kardeş»)i -Bezirgân sermaye ve Tefeci sermaye- ancak bu hür ve eşit küçük üretmenleri borçlandırarak ve iflas ettirerek gelişebilirdi. Gidiş, henüz Yukarı Barbarlıkta başlamıştı, Medeniyet boyunca şeytani bir hal ve hız aldı.

İlkel para sermayesinin-kapitalinin gitgide büyüyerek birikimi sonsuza dek onun likit biçimi altında devam etmiyor. Toprak, geçmiş zamanın saf tarım toplumunun maddesini ve ruhunu seviyor, ısrarla kendisi üzerine insanları ve parayı ve şerefi çekiyor. Bu arada topraksız eski bezirgân ve tefeci, -tıpkı Romalı ve Osmanlı plepleri gibi- önce toprak sahibi, daha sonra büyük toprak ve mülk sahibi haline geliyor. Kendi politik-sosyal iktidarı ile birlikte, iflas etmiş küçük üreticilerin sınırsız ve amansızca mülklerini ellerinden alarak toprak sınırlarını genişletiyor. «Gırtlağına kadar» borçlanmış olanlar, borçlarını ödemek için, kendilerinde satacak canlı bedenlerinden başka şey bulamıyorlar, dürüstlüklerinin zoruyla kesip biçmeye ve tepe tepe kullanmaya elverişli köleler haline geliyorlardı.

«Elit»in refahı, «tırnağına dek» ve beynine dek silahsızlandırılmış «yığın»ın sürekli yoksulluğu ile ters orantılı olarak artıyor. Yoksullar ile onların zengin efendileri arasındaki gerilim, Site’ler arasında her zaman tüten düşmanlığı alevlendiriyor. Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışma, özel mülkiyet için ve özel mülkiyete karşı amansız mücadeleler, bir dizi iç ve dış savaşlar doğurarak, bütün kişicil ve sosyal ve Siteler arası durumları zehirliyor. Toplumda ve bilinçlerde, bir «kör dövüşü» şiddetlenip çığırından çıkıyor. Para, Tapınaklarda, antika çağın «uyduruk kutsallıklar»ı içinde üst üste yığılırken, «fetişleştirilmiş: putlaştırılmış» ve tanrılaştırılmış, (İlahileştirilmiş kadim herşey gibi), bütün erdemlerin lanetli ve kutsal sembolü haline geliyordu. Sermaye, her zaman daha dolaysız (yani likit olarak) geri dönerken ve toprağa geri dönmeksizin, Toprak ve Gökyüzü ve bütünüyle derebeyileşmiş toplumun canlı zenginliklerini taşlaştırıyor.

İşte böylece, Toprak; yeryüzünün en unutulmuş meselesi, Kadim Medeniyetlerinin bütün ululuklarının ve çöküşlerinin birinci temel problemi haline geldi.

İlkel komün insanının yüksek kaliteleri üzerine

Çökmekte olan böyle bir medeniyetin ölümü, doğal bir ölüm olamıyor fakat hemen hemen her zaman kaza eseri bir ölüm oluyordu. «Kaza», gene her zaman umut kırıcı bir tekdüzelikle çevre barbarlardan geliyor, onlar, iyice hak edilmiş olan vuruşu: Le coup de grâce [Öldürücü darbeyi] var gücüyle vuruyorlar.

Niçin? Çünkü her şeyden önce, Antika Toplum, bir geniş yeniden üretim biçimine sahip değildi, sanki bu geniş yeniden üretim biçimi, bütün evreleri içinde Modern Medeniyet içinmiş gibidir. O [Antika Toplumun basit-dar yeniden üretimi], çarçabuk, dış ve iç sarsıntılarla parçalanmış, dayanıksız bir üstyapı ile durgun ve hatta gerileyen bir ekonomi sunuyordu. Yetersiz bir maddi temel üzerine dayanan ve elle tutulur ileri bir senteze götüremeyen, belli belirsiz, köksüz ve korkudan titreyen bir üstyapının iç karartıcı labirentlerinde yolunu şaşırmış olan sınıflar savaşı, «fatalman: kaçınılmaz olarak» kısır ve bitkin, boğulmuş, hüzünlü bir hale geliyordu. Pratik ve ideolojik yürüyüşler, en dâhiyane emeller gibi en kahramanca girişimler, yığınlar için ne bilinçli ve sonuçlu bir hareket, ne duru ve yararlı bir ideal, Sosyal temellerin yokluğu yüzünden, rönesansta ve devrimci tierseta için veya çağdaş proletarya için mümkün olduğu şekilde sonuçlarına ulaşamıyorlardı.

Bu çökkün toplumun varlıkları çerçevesinde kendi otokton [yerli] güçleri tarafından hiçbir şey çözümlenemiyordu. Kimse, yerleşmiş bir bunalımı ve eli kulağında bir sosyal katasrofu, çaresiz alınyazısı saymaktan başka bir şey; ne yapabiliyor, ne isteyebiliyor, ne görebiliyor, hatta tasavvur bile edemiyordu. İşleri likide etmek [tasfiye etmek, yoluna koymak, çözümlemek] için, -çünkü insanlığın yürüyüşü, her çıkmazda ve doğal olarak kendi tarzında, her zaman bir likidasyon dayatıyor,-yeryüzünde ancak bir tek güç vardı: medeniyete yabancı ve dış güç olarak… çoğunluktaki barbar insanlık.

Gerçekte, barbarlar, özellikle göçebeler, bu likidasyon görevi için, hemen hemen belirlenip adanmış bir topluluk oluşturuyorlardı. Onlar medeniyetin eşiğine gelmişler ve hatta bazı noktalarda bu eşiği yapay olarak atlamışlardı. Aynı eşiği kesin olarak atlamak için, medeniyet cephesinden sadece bir işaret bekliyorlardı. Ve medeniyet kendi yanından bu zayıflığının işaretini, yabancı barbarları paralı askerler olarak ödünç alışıyla, çoktan vermişti; egemen sınıfın, (Mr.Toynbee’nin «elit»i) ne kendi adamlarına karşı, ne bizzat kendi kendine karşı artık hiçbir güveni kalmamıştı. Böylece, olayların gidişiyle, barbar: hatta medeniyete boyun eğdiği ve köle olduğu zaman bile, onun hayatı üzerinde, önce askeri daha sonra sosyal-politika bakımından, gitgide artan tehlikeli bir nüfuza-etkiye, kısaca önceki medeniyetin hayatı üzerinde sözünü dinletme gücüne, bilmeksizin sahip oldu.

Hiç şüphesiz, gerçekte barbar salt hoyrat bir güç değildir. O son derece enerjik kusursuz bir savaşçı idi. O demirden ve kandan destanının, taşkın kahramanlık çağını yaşıyordu. O katıksız fedakârlığa ve temiz şan ve şerefe âşık-tutkun, doğuştan-idealist idi. Ve aynı zamanda, o medeniyetin başlıca problemlerinin çözümüne son derece hayran olunacak kertede yanıtlar getiren başlıca iki eşsiz kaliteye-üstün karaktere sahipti: O; 1-Sınıfsız, 2-Toprak üzerinde özel-kişi mülkiyeti bilmeyen bir topluluktan[6] geliyordu.

SINIFSIZ demek onun toplumu içinde: Eşitsizliğin olmadığı, Korkunun olmadığı, Yalanın olmadığı, Haksızlığın olmadığı, Baskının olmadığı.. Bir Kandaş Komün toplumu demektir.

MÜLKİYETSİZ demek: Bütün zenginlikleri yalnız kendisi için sahiplenmeyi ve fethedilmiş toprakları kendi elleri arasında tekelleştirmeyi henüz bilmiyor demektir. Bütün toprağı ve zenginlikleri, son ganimet parçasına dek, gönüllü olarak, kendi adamları arasında ve hatta kendisine katılan fethedilmişleri arasında, hiçbir art niyet taşımadan, hayranlık uyandırıcı bir hak güderlik-dürüstlük-adalet ile dağıtıyor. İşte, safahat ve asalaklıkla soysuzlaşmış, hayâsızca veya sinsice mal mülk yığmış doymak bilmeyen açgözlü medeni efendiler üzerinde barbarların maddi ve manevi eşsiz üstünlükleri… İlkel Komun insanlarının yüksek kalitesi üzerinde, bütün eski tarihçiler ve objektif modern etnograflar şaşılacak derecede bir mahcubiyet ile hemfikirdirler.

İşte bu insanlar can çekişen medeniyet üzerine atılıyorlar. Medeniyeti paramparça ediyorlar (Mr. Toynbee’nin Breakdown’u). Onun tozunu savuruyorlar. Her yerde ve herkes için hükmünü yürüten bu kanun, hâlâ hem de daha çok medenileşmiş milletlerde bile ağır basan savaş kanunudur, ne istiyorsunuz? Böylece, çağdaşları tarafından inanıldığı gibi «örneği olmayan» değil, tasvir edilemez bir kaos önünde kalınır. Bu, genel olarak medeniyetin asla kesin sonunu getirmeyen, tam tersine… İslamiyet’in «Kıyamet»lerinden (Dünyanın son altüstlüğü) sadece biridir. Toplumun toptan bir geri çekilmesidir bu. Homo sapiens tarafından bir başka bölgede daha dev bir başka adım atmak için, dünyanın sırası gelmiş yerinde, geriye doğru atılmış dev bir adımdır…

Kıyamet, -Breakdown-, katasrof, bize barbar madalyonunun yalnızca olumsuz yüzünü, bütün klasik sübjektivist tarihçileri şaşkına çeviren dehşet verici-korkunç çehresini gösteriyor. Biz onun öteki yüzünü çevirelim: Barbar, şunu bir daha tekrar edelim, aşkın-sevginin manevî anlamında hemen ateş alabilir-kolay tutuşur ve büyük ölçüde patlayıcı bir idealisttir. O, birey-kişinin (Çıkar) korunmasının, komün-topluluğun (Aşk) korunmasını yüz kademe geriden izlediği bir toplumdan geliyor. Gücün aşkı (aşağılık, bayağı, değersiz olan zayıflıklardan, gevşekliklerden iğrenme-tiksinme-nefret), Sadeliğin- basitliğin-saflığın aşkı (Gordion düğümlerini çabuk ve kararlı bir biçimde kesip atmak), Dünyevî aşk (ömrün, yaşın, çağın, zamanın, devirin çarpıcı, içe işleyen, şaşırtıcı idilleri), Semavî aşk (ilk gelen dinlerden herhangi birine hemencecik inanıp.. Yığın olarak katılma), Hayat aşkı (hepsi için kendinden geçmiş, meraklı ve hayranlık içinde coşkun atılış), Ölüm için aşk (Hiç için şehitlik), Eğer denilebilirse, kısaca aşk için aşk. Açgözlülük ve fedakârlık, fanatizm ve tolerans gibi barbardaki bu çeşit benzer bütün psiko-moral [ruhcul-manevi] çelişkiler; gerçek olmayanların hesaba alınması ile bilinçaltına atılmış, yapay kusurlar (bireycil dürtüler) değil, fakat tam tersine; tıpkı orijinal yaratılışların enerji kaynağı gibi doğum durumunda ona bırakılmış yaratılıştan gelen erdemler (toplumcul içgüdülerdir).

Barbar, insanlığın çocukluk ve kahramanlık çağının gönül yüceliğini kendinde taşır. O, kolayca inanır ve en boş inançları için gene daha da kolayca ölür. Topraklar üzerinde bir o yana, bir bu yana gider gelir, başıboş dolaşır; kendisi için değil, fakat mutlak tanrı, sonsuz adalet adına ve en üstün derecede yüceleştirilmiş iyimser bir altrüizm [başkalarını düşünen özgecilik] için. O, Türklerin «Alp»ı ya da «ilb»i, Arapların “Gâzi”si, Batının “Şövalye”si.. Gülünçlüğe katlanmayan ölümsüz Don Kişot‘dur. Savaşını kazandığı zaman, genelde alışıldığı gibi tanrı olmak için şişinmez, kasılmaz. Fakat bütün kutsallar, ermişler önünde sofuca saygı ve sevgiyle eğilir. Eski sömürücüler tarafından değeri düşürülen toprakları ve Aksak Timur’un, Yıldırım Bayezid’in Timurtaş Paşası’nın hazineleri önünde dediği gibi, «boşuna» biriktirilmiş, onu büyük hayrete düşüren değerleri yeniden paylaştırıyor. Bizzat kendisi kaçınılmaz bir derebeyi haline gelmeden önce, eski medeniyetin çalışmayı sevmeyen tembel asalak derebeyleri tarafından tıkanmış, kendi çağının ticaret yollarını açıyor. Görünüşte kendisinin yıkıcı aygıtlarını ve şimşekler çaktıran askeri güçlerini ilerletmek için, gerçekte anonim bezirgânların sonsuz kervanları için krallara yaraşır-eşsiz yeni yollar inşa ediyor. Bunlar cehennemcil-korkunç problemler için umulmadık bir yalınlıkta çözümler ve Tarihcil çıkmaz için bir çare, bir çıkış yoludurlar. Yeni devir başlıyor.

Dinler ve tarihçilerin çoğunluğu tarafından mistifiye edilen, TARİHCİL DEVRİMLER’in somut ve unutulmaz görünüşü kısaca böyledir. Mr. A. Toynbee, bu sansasyonel [heyecan verici, hayret uyandıran] olayları görememezlik edemeyecekti. Fakat önce o, sadece onun olumsuz yanlarına ve pek hüzün verici karamsarlıklarına bakıyor; fakat orada durmuyor, Tarihcil Devrimin bu olumsuz yanlarını alarak, bunları genelleştiriyor. Daha sonra; bir toplumun katasrofik kaosu, belki uzun, fakat esas itibariyle yalnız tarihin spesifik [kendine has olayları ve kendine özgü karakteriyle farklı türden, özel] bir dönemi için gerçek ve mümkün iken ve [Mr. Toynbee] ne Tarihöncesinde, ne Modern çağda, asla yetkisi dışına çıkamaz iken, haddini aşarak insanla ilgili sonsuz tarihin bütünü için ve daha da ileri giderek modern çağ için de bu olumsuzlukları genelleştiriyor.

Bizim modern çağımızın, XIV. Yüzyıldan beri, milletler ve dünya çapında en kanlı vahşi savaşlara rağmen, artık bir daha Breakdown (Tarihsel Devrim)e ihtiyacı yoktur. Bunun nedeni basittir. XIV. Yüzyıldan beri, hepimizin olan toplumumuz, medenileşmiş olan ve olmayan insanların sayılamayacak kadar çok deneyimleri ile hazırlanmış bir platform üzerinde kuluçkaya yattı ve beş kıta insanlığının aktif yahut pasif katkıları sayesinde, Avrupa’da, kusursuz çiçeklenip açılışını buldu; böylece gitgide genişleyen bir yeniden üretim temelinde modern üretim biçimini gerçekleştirebildi. Bunun sonucu olarak, sınıfların ilişkileri, insan ilişkilerinin cisimleşmesi, modern şeyler ve düşünceler, gitgide daha basit ve açık ve anlaşılması daha mümkün hale geldi.

Toplumun sağlam ve yaşanabilir geçerli temellerine oranla görece bilinç sahibi olmaları, en anarşik [paramparça olup karmakarışık dağılmış] toplumcul pazılların [resim parçalarının] sentezleştirilmesine izin verdi.

Böylece, insanlığın çoğunluğu, «yığın» alınyazısının ve şeylerin az çok bilincine vardığından beri, inanılmayacak şekilde doğaüstü uğursuz bir fatalite altında, ruhunda ve bedeninde ölünceye kadar boyun eğeceğine, bütün Gordion düğümlerine kendi medenileşmesine has özellikleriyle inandırıcı bir çözüm istedi ve arayabildi ve bulabildi. 1748’de, 1789’da, 1848’de ve ilh. patlamalar yaptı ve yine günden güne bir yüzyıldan beri eskimiş, zamanı geçmiş bir toplum biçiminin kabuklarını patlattı. Son medeniyetimizi bütünüyle paramparça etmek yerine, İnsanlık çoğunluğunun gerisinde gözlere kül serpen gösterişli «meydan okumalar» yapmak yerine; Modern toplumumuzun ilerlemiş güçleri daha alçakgönüllüce, gösterişe kaçmadan ve daha gerçeklere uygun bir şekilde, kendi «meydan okumalarını» yapıyorlar. Yalnız tembel-asalak ve yararsız-gereksiz aynı zamanda katlanılamaz hale gelmiş bir «azınlığa» karşı değil; donmuş ve boğucu ilişkilere karşı, abuk sabuk yahut saçma sapan fikirlere karşı da; kendi politik partileri ile duru planlarını ve elle tutulur somut programlarını belirtiyorlar; Mr.Toynbee’ler tarafından son derece küçümsenmelerine ve tepkilerine rağmen «yığın», gerekli ve kaçınılmaz değişiklikleri yaparak, payına düşeni yerine getirmesiyle, çöken «elitler»i arızaya uğratıyorlar ; duyulmadık bilinçli yahut bilinçsiz fatalistlere «Breakdowncu» zevkleri vermemek için SOSYAL DEVRİMİ gerçekleştiriyorlar.

TARİHCİL DEVRİMLER çağı yaklaşık 5000 yıl sürdü. Dileyelim ki, SOSYAL DEVRİMLER çağı da 500 yıldan fazla sürmesin ve yarım bilinçlilik devri yerini modern insana yaraşır, daha onurlu ve bilincinin tam olduğu bir çağa bıraksın.

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

TARİHSEL DEVRİM VE SÖZDE DİNCİLİK

Mister Toynbee’ye gelelim. Gobineau, içine gömüldüğü derebeylik kalıntısı Donkişotluk şatosunun kalın duvarları arasından, 1877 yılı yayınlanan Morgan’ın “Ancient Society, or Researches in the Lines of Human Progress from Savagery through Barbarism to Civilization” (Kadim Toplum) eserini belki görememiştir, diyelim. (Engels’in “L’Origine etc.” eseri de Gobineau öldükten 2 yıl sonra çıktı). Bay Toynbee içimizde yaşıyor, 20. yüzyılda: Tarihöncesi bilimi, “Mısır’daki sağır Sultan’a bile varlığını işittirmiştir. Türkiye’de bile Toynbee: “Dünyanın en tanınmış Tarihçisi”, diye alkışlanan bir “bilgin”dir. Kendisi Tarihsel Devrimlere “Breakdown: Alaşağı ediliş” adını koymuştur. Ayrıca: “Hem yeni çıkmış, hem köhne olan modern Batı tasavvuru [düşünce tarzı], Çin’e veya Hint’e hiç yer vermez; hatta Rusya’ya yahut Amerika’ya bile şöyle böyle yer verir” diyerek, İngiliz vatandaşlığına küsmüş, “İnteligent-service” (İngiliz casusluğu) kanalından Amerikan Uyrukluğuna geçmiş bir profesördür.

Milyonlarca nüsha basılan onlarca iri ciltlik yazılarında: “Mascience nouvelle: Benim yeni bilimim” dediği buluşlarına şöyle başlar:

“Tarihle tüm Sosyal bilimleri, insancıl işlerin biricik anlaşılışı içinde eritmeye muhtacız. “(Arnold Toynbee, Bir Tarih Etüdü)

“Benim ‘Bir Tarih Etüdü için ilk notlarımı hazırlamaya başladığımdan beri 27 yıldan fazla geçti. Ve ben şu olayın bilincine vardım ki, o yıllar zarfında görüşüm kılığını değiştirmiştir. Ben ilerledikçe, din bir yol daha benim Evren tablomun merkezini tutmaya gelmiştir.” (A. Toynbee, age.)

Ruh hekimi, karşısındaki kişide ilkin bulunmayan sofuluk duygularının yaşlandıkça artmasına “kılık değiştirmek” değil “Mistik hezeyan” teşhisini koyar. Fakat Bay Toynbee ruh hastası değil, Müslümanca deyimi ile birden “Hidâyete ermiş”tir. Ve dinlerden din beğenmeye bulaşır [soyunur], der ki:

“Bununla birlikte ben, yetiştirilmiş bulunduğum dinsel görüşlere dönmüş değilim. YAHUDİ (Judaik) dinlerinden (Musa, İsa, Muhammed dinleri. Yakındoğu dinleri demek istiyor) farklı olarak Hint dinleri tekelci değildir. Varlığın esrarına başka ulaşma yolları bulunabileceğini kabul ederler… İşte kitabımın son dört cildi bu açıdan bakılarak kaleme alınmıştır.” (A. Toynbee, age, s. 14)

O “Başka bakımlar” sırasına Tarihsel Maddecilik de girer sanmayın. Tarih bilimi, Firavunlar çağının “okkültizm’i, [gizliciliği], tarikat şeyhlerinin “istihareye yatma”sı gibi bir şey olmuştur. “Son eseri ile şöhretini bir kat daha arttırmış” (Bü. Dü., agy.) olan bilgin herkesi rahat rahat imana çağırır:

“Her birimiz için bir evren esrarına ulaşmanın en kolay yolu, şüphesiz kendi ata dinidir. Ama bu, her kişi için başka başka olan dinlerin sundukları ulaşma (tasavvuftaki ‘Vuslat”) yollarını hesaba katmamak anlamına gelmez. İnsanın kendi dini kadar, öteki dinlerin de içlerinden geçebilmekte kazanılacak çok şeyi vardır ve kaybedilecek hiçbir şeyi yoktur.” (A. Toynbee, age., s. 15)

Böylece Bay Toynbee [dini] bütün bir Enternasyonaldir. Karl Marks’ın: “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz! Zincirlerinizden başka yitirecek bir şeyiniz yoktur” çığlığı gibi “Bütün dünya dinlileri birleşiniz” parolası!.. Tarih ve Toplum bilimlerinde, 1848’den beri, Batı Kültürü “Zirve”leri, böylesine “Zırva”laşmışlardır. Tarihin can alacak yer ve yönlerini duman perdesi altında yitirmek için, nasıl en birbirini çürüten kıyamet gibi fikir ve olay kargaşalığı yığdıklarına en şaheser örnek Toynbee’nin 10 koca ciltlik “Bir Tarih Etüdü”dür. Biz burada konumuzu en çok ilgilendiren iki noktada birkaç örnek verelim:

1- Tarihte Determinizmi Maskelemek: Toynbee, Toplum hareketini hiçbir maddi sebebe dayanmaz göstermek için. Tarihin geçirdiği çağları özel kanunlara uymuş ayrı birer Toplum biçimi saymaz. Vico’nun en olumsuz yanını taklit eder: Tarihi bir “tekerrür” sayar. Toynbee’ye göre, Tarih ve Tarihöncesi yahut Medeniyet ve Barbarlık. Tarihöncesinde: Vahşet ve Barbarlık, Tarihte: Antika Tarih ve Modern Tarih, Toplumun ayrı maddi gelişim çağları değil, hepsi bir arada, manevi tecellilerdir.

Barbarlık: “Işıkla karanlığın birbirine karıştığı bir bölgedir”: Medeniyet: “Boşuna tekerrürler”dir. (A. Toynbee, Diyogene, 1956, 13. s. 50)

Öne sürdüğü “Yeni Tarih anlayışı”:

“Olayların bir tek sırayla zaman içindeki hikâyesi olarak değil, fakat birçok paralel olay serileri arasında gözetilecek kıyaslamaların ve geri geri gidişlerin (“recurrence”ların) incelenimi olmalıdır.” (A. Toynbee, age., s. 54)

Vico’nun, zamanı için bir yenilik olan “Kıyaslama metodu”nu böylece bozarak sağ cebine koyduktan sonra, sol cebine de Marks’ın “Proletarya” sözcüğünü yerleştirir. Toynbee için “proletarya”: modern kapitalizmin ücretli İşçi Sınıfı değildir. Köle, toprakbent gibi bütün Toplum biçimlerindeki alt sınıflar “İç proletaryadırlar. Barbarlar da, “Dış proletarya”dırlar. Bu bilimsel el çabukluklarıyla:

“Toynbee bütün gücünü kullanarak iki nokta üzerinde ısrar eder: 1- Medeniyetler birçokturlar, asıllarından beri birçok kaldılar, nitekim Mısır Medeniyeti ile Sümer Medeniyeti muasırdırlar [çağdaştırlar]; 2- Medeniyetler arasında herhangi bir hiyerarşi kurulamaz.” (A. Toynbee, age., s, 43)

En son arkeoloji buluşları: Mısır’ın, Sümer Medeniyeti’nden sonra Irak’tan etkilenerek geliştiğini ispat durumundadır. Bütün en eski gelenekler (Oziris Efsanesi gibi) bu gerçekliği anlatırlar. Fakat Toynbee, bu olayları herkesin bilmediğinden yararlanarak, medeniyetler arasındaki ana oğul ilişkilerini örtbas etmeye çalışır. O zaman bütün Tarih: “boş bir tekerrür” olur.

2- Tarihte üretici güçlerin rolünü maskelemek: Vico’nun bir “Corsi-Riscorsi”, Marks’ın “Tez-Antitez” anlayışları vardır. Toynbee o görüşleri de iki cebine yerleştirerek, bütün Tarih olaylarının gidişinde, ne olduklarını açıklamaktan kaçarak: bir “Défi” (kışkırtma, meydan okuma!) bir de “Repons” (karşılık, cevap verme) diye iki mistik zıt davranış keşfeder. Tarih, ne ekonomik güçlerin, ne insan yığınlarının yarattığı bir gidiş değil, bir “Azınlık Elite”in (bir avuç gözde kişinin) “Kışkırtma”lara “karşılık” vermelerinin eseridir.

“Onun düalizmi (ikiciliği): yaratıcı azınlık ile désincarné (etsiz, cansız, maddesiz!) ruh, pasif ve âtıl beden demek olan proletarya arasındaki zıtlıkta kendisini belli eder.” (A. Toynbee, age)

Onun için Tarihsel Devrimler: üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki zıtlaşmalardan, değil, bir avuç gözde “Elite”in gevşemesinden ileri gelir;

“Elit, toplumun yürüyen parçasıdır, insan yığınlarını peşinden sürüklemekte başarı göstermiştir. [Nasıl? Burada Bergson’un “Mimelisme” (1- Canlıların çevrelerine benzer hale gelmesi, 2- Davranış ve hareketlerin makine gibi taklidi, -Y.N.) lafı, araya karışır. Yığın. Eliti taklit ederek sürüklenir! H. K.] “Bir an gelir ki yığın, elitin verdiği hızı takip etmez olur. Bu sefer, o zamana dek yalnız ikna yoluyla hareket etmiş olan yaratıcı azınlık, baskıya başvurmak zorunda kalır. (Neden ikna yolu sökmez? Asıl problem bu, ona çözüm aranacak yerde, o örtbas edilir H. K.) Bu durumda toplum, hasım sınıflara bölünmüş olur. (Ondan önce; köle-efendi, toprakbent-derebeyi sınıfları yok, baskı yok, hepsi: yığın elite kanmadığı için ortaya çıkar. H. K.) O zaman, medeniyetin sinesinde bir kopuşma (rupturne) oluşur. Toplum artık kendisine teklif edilen defi’lere (meydan okuyuşlara) karşılık verecek kabiliyette değildir. (Niçin? İşte öyle. Durup dururken! H. K.) Onun için, medeniyet deva bulmaz bir dekadansa (çöküntüye) uğrar.” (A. Toynbee, age, s. 48)

“Barbar dünya ile medeni dünya arasındaki dostça (ilk doğan medeniyet. Barbarları kırıp köle ederken: Dostça!) ilişkilerin yerine hasımca ilişkiler geçer. Ve Barbar, medeniyetin bütünlüğünü tehdit etmekte iç proletarya biçimine girer. Öyle bir an gelir ki, medeniyetin içinde ancak savaşçı yokluğundan ötürü savaşmalar sona erer. Medeniyetin bölündüğü askerci devletlerden birisi, bütün ötekiler üzerine kararlıca üstün gelir. (Bu üstünlük de. “Elit: gözde” gericilerin ihanet ve el altından çağrıları ile değil, kendiliğinden olur!) Böylece ortaya çıkan “Evrensel Devlet” de bir yol başlamış bulunan “husumet”leri arttırınca, Din ortaya çıkarak: iç proletarya ile dış proletaryayı birleştirir ve yeni medeniyeti doğurur.” (A. Toynbee, age, s. 50-51)

İşte 20. yüzyıl ortasında Mister Toynbee’nin ünlü “Tarih Felsefesi” budur. On cildinden şu cevher özet ve sonuçlar çıkar:

“Bir toplumdaki güdücü azınlık: egoizma, budalalık, sebatsızlık, metanetsizlik yüzünden bir defi’ye (meydan okuyuşa) karşılık vermeyi bilemedi mi, çökmeye başlar. O toplumun proletaryası, kendini kurtarmak için, yeni tip bir toplum yaratır. Bu, medeniyetin müzmin başarısızlıklarına ilaç bulmaya çalışan yeni bir Kilisedir. “(A. Toynbee, “Bir Tarih Etüdü”, s. 28)

“Yaratıcı (Tanrı) bir kurtarıcı rolünü oynamaya çağrılarak yardıma koşar, çünkü o Toplum tepki göstermeyi bilememiştir, çünkü yaratıcı olmaktan çıkmış bulunan ve en sonunda artık egemen olmaktan başka bir şey olmayan azınlığı, birtakım güçlükler ezmiştir.

“Yeryüzünün cihat açmış Kilisesinde hizmet gören asker (papaz) biliyor ki, bu dünya onun kendi evi değil, ruhani bir savaşma meydanıdır.” (A. Toynbee, age, c. VII, s. 177)

Tarih biliminde miyiz, Papazlar kongresinde mi?

Tarihin gidişi üzerinde hiçbir kanun iddiası bulunmayan modern basit Tarihçilerden sonra, iki tip etüt şekli daha vardır: 1- Modern Uzman tipi, 2- Modern Tarih Filozofu tipi.” (Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyal İnsan Yayınları, s. 37-40)


[1] Bu yazıda geçen “Barbar” ve “Barbarlık” deyimlerinin ne olduğunu günümüzde iyice müzminleşen “entellektüel sürmenaj” yüzünden bir daha hatırlatmak gerekiyor:

“Yunancada ‘BARBAROS’ sözcüğü ‘YABANCI’ anlamına gelir. (Bizim ünlü Barbaros da, kimi Frenkçe bilenlerin yakıştırdıkları gibi ‘Kızıl sakal’ değil, yabancı demektir.) Sokrates, der ki: ‘Ispartalılara Helenlerden, çok kere de barbarlardan altın, gümüş akıyor.’ Buradaki ‘Barbarlar’ Perslerdir. Sokrates ‘Barbar’ dediği Perslerin medeniyetlerini övmek için şunu göze batırır: ‘Ispartalıların zenginliği Helenlerinkine göre büyükse, Perslerinkine göre hiçtir.’ (Eflatun: Alkibyades, s.48-49).

Demek, Yunanlılar kendilerinden çok zengin ve üstün bir ‘medeniyetin’ insanlarına ‘Barbar’ diyorlardı. Bu kitapta kullandığımız ‘Barbar’ sözcüğünün ‘Yabancı’ anlamıyla hiçbir ilişiği yoktur.

Bugün Batılılar, beğenmedikleri uluslara sövmek için ‘Barbar’ diyorlar. Bu kitapta öyle pejoratif (kötüleyici) anlama gelecek ‘Barbar’ sözcüğü de akıldan geçemez.

‘Barbar’ sırf bilimsel sosyal anlamda kullanılabilir. Amerikalı Morgan, Medeniyetten önceki Toplumda iki sosyal çağ ayırır: Birincisi VAHŞET, ikincisi BARBARLIK çağıdır. Yeryüzünde ilk Medeniyet doğarken Vahşet çağını yaşayan toplum kalmamıştır. Bütün dünyayı kaplayan insanlar: (Aşağı-Orta-Yukarı) olmak üzere üç konağa ayrılan BARBAR toplumlardır.

Bizim bu kitapta söylediğimiz Barbarlık, Medeniyetten önce insanlığın geçirdiği o hayat biçimidir. İnsan olarak Barbar, Medeniden çok üstündür: çünkü yalan, korku ve eşitsizlik bilmez. Medeni: birbirinden ödü kopan, eşitlik bilmeyen, yalansız konuşmayan insandır. Bu bakımdan Tarihte bir ulusa Barbar denirken, insan olarak onu, Medenilerden çok üstün karakterli buluyoruz. Ve göreceğiz, gerçekte de Medeniler her zaman Barbarlardan çok daha gaddar, zalim, müstebit, alçak, yırtıcı, yıkıcı insanlardır. İlkel de olsa Sosyalist bir toplum olan Barbarlığın insanı ise yiğit, cömert, toleranslı; Frenklerin Şövalye, Arapların Gaazi, Türklerin Alp dedikleri temiz ülkücü kişilerdendir. Bunu böyle bilelim. Yanlış anlaşılmasın.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Tarih Devrim Sosyalizm) (Çevirenin notu.)

[2] Thucydide: M.Ö. 460-395 arasında yaşadı. Grek tarihçisi. “l’Histoire de la guerre du Péloponnèse” adlı eserin yazarıdır. Bilimsel ciddiyetle olayları anlattı ve olayların derin nedenleriyle ilgilendi. “Temiz gerçekçi Herodot metodu” ile yazdığı eserinde, Herodot’tan farklı olarak yaptığı şey, ekonomik ve sosyal olaylara gerçek değerini ve önemini vermeye çalışmasıdır. (Çevirenin Notu.)

[3] İbni Haldun: Tunus 1332 – Kahire 1406. Kadim çağda Arap dünyasının yetiştirdiği en önemli Tarihçi ve filozoflardan biridir. Tek sözcükle İbni Haldun, “İslâm Medeniyetinin Aristotalisi” ve Modern Sosyolojinin “müjdecisi” olan büyük bir düşünürdür. (Çevirenin Notu.)

[4] «Nœud de Gordien»: «Gordion düğümü» ve İskender tarzı çözüm, kördüğüm olmuş, çözümü müzminleşmiş bir sorunu, bir kılıç darbesiyle kesip atacak kertede yalın bir güç ve metotla, pratik ve köklü bir şekilde çözmek. (Çevirenin notu.)

[5] Burada «Irk», -doğal olarak söylemek bile gerekmez,- sürüp giden ve kusursuz sayılan faşist bir tabu değil, fakat tamamen tarihcil bir coğrafik-sosyal realite’dir. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın notu.)

[6] Burada «communauté: topluluk» olarak anılan gerçeklik İlkel Sosyalist Toplum’dur: «İlkel Sosyalist Toplumda bir tek insan yoktu ki, KAN teşkilatı dışında kalsın. Kan teşkilatı içinde yaşayan her kişi ise, hiç kimsece köle edilemez idi. Onun için, KAN örgütünden dışarıya atılmak (Batı Ortaçağında aforoz edilmek, bizim Alevilikte boykota uğramak) ölümden beter sayılırdı.»

«KAN TEŞKİLATI» ise: «İlk insanlar sınıflara bölünmeden önce ‘KAN’ denilen örgütlere ayrılırlardı. O KAN bir tek Aşiret içinde herkesi içine alan kan kardeşlerin belli sayıda örgütüdür. Türkçedeki damar KANI da, ilk beylere verilen HAN adı da, o İlkel Sosyalist insan örgütü olan KAN’dan gelir.» (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Türkiye Halkının Teşkilatlandırılması-Halk Savaşının Planları.)

Tarihöncesi ve Tarihte “Barbar” olarak bilinen SINIFSIZ TOPLUM İNSANI yüzbinlerce yıl, Sınıflı Toplum pisliklerini HİÇ BİLMEDEN, eşitsizlik ve sömürünün, haksızlık ve baskının, yalan ve korkunun olmadığı; her insanın iliklerine dek eşit ve hür, dişinden tırnağına dek örgütlü ve silahlı, hak güder ve dürüst olduğu bir KANDAŞ TOPLUM içinde yaşamıştır. (Çevirenin Notu)

DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU

2024 yılının Eylül ayında uzunca bir çalışma sonucu hazırladığımız Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Dergi Yazıları’nı 3 cilt halinde yayımlamıştık. Bu çalışmanın sunuş yazısında da “Bulabildiğimiz bütün yazıları almaya çalıştık” demiştik. 45-46 yıla yayılan yüzlerce dergi yazısı olduğunu göz önüne alırsak, bulamadıklarımız ya da ulaşamadıklarımızın olması olağandı. Gözümüzden kaçan, ulaşamadığımız bazı yazıların da gerçek araştırmacılar ve samimi dostlarca tamamlanacağını düşünüyorduk. Açık söylemek gerekirse; Kıvılcımlı izleyicisiyiz diyenlerden bir beklentimiz kalmamıştı. Alıp okuduklarından bile emin değiliz.
Bu konudaki ilk katkı, dostumuz TÜSTAV üyesi Bülent Erdem’den geldi. B. Erdem, incelemek için ulaştığı Kerim Sadi özel kütüphanesinde onun 1966 yılında sadece 2 sayı çıkardığı OLAY Dergisi’nin Aralık 1966 tarihli sayısında Kerim Sadi’nin Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile yaptığı bir röportajın resmini çekip yolladı bize. Ropörtajı yapanın bizzat Kerim Sadi olduğu, kendisinin derginin kenarına yazdığı nottan anlaşılmış. Bütün çabaları için Bülent Erdem’e çok teşekkür ederiz.
10.11.1966 tarihli bu röportajın başlığı, DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU. Konusu ise, o tarihlerde Türkiye İşçi Partisi yönetiminin, TİP’e eski sosyalistlerin “sızmasını” önlemek için aldıkları tedbirler ve bu konudaki söylemleri. Röportajda geçmiyor ama o zamanki TİP yönetiminin bu “sızmaları” önlemek için aldıkları tedbir, bu eski ve sicilli komünistlerin partiye üye başvurularının ancak genel merkeze yapılacağı kararıdır. Böylece il ve ilçelere başvurup partiye sızmalarının önüne geçilecektir. M. Ali Aybar’ın söyleminde bu insanlardan “tehlike” olarak bahsedilmesi vahimdir. Nitekim Nihat Sargın da anılarında bu kararı nasıl çabalarla uygulamaya çalıştıklarından bahsetmiştir.
Bu dergi röportajını hem resim olarak, hem de yazılmış olarak paylaşıyoruz. Böylece hem yeni yayımlamış olduğumuz kitaba ek bir katkı sağlamış, hem de bu çok az bilinen belgeyi okuyucuya sunmuş oluyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

SORU: Bay Mehmedali Aybar, İşçi Partisinin Ankara İl Kongresinde “Eski Sosyalistler”den yakınmış. Onların “Maziye mal olmuş” bulunduklarını “Tehlike” olduklarını ve “Partiyi içinden çökertmek” istediklerini söylemiş. Ne dersiniz?

KARŞILIK: Söylediklerinin aslı elimde yok. Sahiden böyle şeyler yazdıysa, bu seferlik ağır konuşmayayım ama yanılıyor. “Eskiler”, gerinin zâlimi bir ortalıkta: DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞ’tırlar. Başlıca 3 prensip koydular:

1- Antiemperyalizm + Antifeodalizm

2- İkinci kuvayımillîyecilik (Millî Kurtuluş)

3- Türkiye işçi sınıfının öncülüğü.

Bugün birinci prensip bütün Türkiye solcularının parolasıdır. İkinci prensibi Yön’cüler, Üçüncü prensibi TİP’çiler kendilerine MAL EDİYORLAR. Mal etsinler diye konulmuştu o prensipler. Yeter ki içtenlikle ve ezberlemece mal etmesinler. O prensipleri kendilerine mal edenler parti savunucusu oluyorlar da, o prensipleri koyanlar ve uğrunda kelle koyanlar nasıl “Partiyi içinden çökertmek” isterler? Anlaşılmıyor.

“Eskiler”in en son teklifleri de başlıca şu üç uygulama metodu oldu:

1- Kişisel dedikodu esnaflığı yerine İŞSEL OTOKRİTİK

2- Kürsü Sosyalizmi yerine (HALK) yığınlarımıza İNMEK

3- Yeter zaman bulamayan üye eksiği yerine İŞÇİ – KÖYLÜ GÖNÜLLÜLERİ.

Teorik prensipler gibi pratik metodlar da herkese yazılı ve basılı olarak 30 yıldan beri sunulmuş bulunuyor. Bunlar kimin için “tehlikeli”dir? Gene anlaşılmıyor.

SORU: Bu anlaşılmamak problemin çok karışık olduğunu mu gösteriyor?

KARŞILIK: Hayır. Anlaşılmayan Mehmet Ali Beyin sözleridir. Yoksa problem aşırıca apaçıktır. “Eskiler” böyle niceleriyle karşılaştıkları için, B. Mehmet Ali’lerin daha “Leb” derlerken, “Leblebi” demek istediklerini pek iyi biliyorlar. B. Mehmet Ali gibi “Yeniler” en az yüzyıl eskidirler. Yayınladığımız: “KARL MARX’IN ÖZEL DÜNYASI” kitabında “LASSALLE” ayırımını azıcık okuyunuz. Kendilerini “Yeni” sananların bir yanda yukarıki prensipleri sık sık tekrarlamakla birlikte, neden Türkiye’mizin tükenmez BİSMARKİZM çağında bocaladıklarını kolayca anlarsınız.

“Yeniler”in çoğu kitap çocuklarıdırlar. Bir şey okumuşturlar: Büyük işçi partilerinde zaman zaman sağ uca da sol uca da vurmak vardır. Biz de büyük partici olmak için onu yapacağız, demek isterler. Bir yol, gerçekten büyük sosyalistler sağa vururken Solu kullanmışlar, Sola vururken sağı kollamışlardır. Ondan sonra, hiçbir vakit prensip ve metot ortaklığı bulunanları sağ veya sol göstermeye kalkmamışlar, dağıtmanın yerine derlemeyi başarmışlardır. Bu genel kural bir yana, Türkiye’miz, o kitapların yazdığı ülkeler değildir. Türkiye’de 40 yıldır bütün kanunlar hep hem Sağa hem Sola vurmak bahanesi altında çıkarılmıştır. 141-142, Ceza Kanunu maddeleri gibi.

Mehmet Ali Bey Avukattır. Bir kerecik olsun 141-142’nin faşistlere uygulandığını işitmiş midir? Eskilerin “Vatan Partisi” dâvâsına avukat Mehmed Ali Bey tam 2 yıl devam etti. Bu davada 141-142’ye girecek bir tek olay gördü mü? Ceza Kanunu hep öyle uygulandı ve uygulanıyor. Vurmadı burjuvazi sağına. Şimdi ortanın Soluna duvar örerken bile: Ortanın Sağındakilere daha genişçe yer bırakmak için bunu yapıyor. Neden? Çünkü Türkiye, kitabın-Yabancı kitabın!-yazmadığı ülkedir: Eskilerin “TÜRKİYEDE KAPİTALİZM” kitabının 5’inci sayfasında ise yazılıdır: “Özel sermayemiz. Batı Sanayiinin prosper kalkınmasını hiçbir zaman yaratmadan ultramodern oldu: Tekelci Finans-Kapital emrine girdi. “Onun için:” Bir yandan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; öte yanda millet önündeki zaafını telafi etmek için, Uluslararası YABANCI FİNANS KAPİTALE KUL KÖLE OLMAK ZORUNDA KALDI.» Mehmet Ali Beyin yakındığı CIA onun için Türkiye’de bu denli elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.

Buna karşılık Mehmet Ali Bey ne yapıyor? Önce kanunların yasak etmediği adı geçen kitapları aforoz ediyor. Bugün artık “Sol Papa” Sayın İnönü. “Sosyalizm Papalığı” Yön’de İşçi Partisine Vatikan uğur getirir mi? İnanmıyoruz. Türkiye’nin binde 999 kişisi için Milli Birlik peynir ekmek kadar ihtiyaç iken: 27 Mayısçılar ile 22 Şubatçılar çıngarı kime yaradı? CIA’ya. Mehmet Ali Bey CIA’ya karşı: “Yiğit olduğumuz kadar akıllı ve tedbirli olmak da zorundayız” buyuruyor. En “akıllı tedbir” olarak da, tam CIA gölgesinde İnönü Paşa, Demirel Beyle kol kola “Sulh Taarruzu” yaparlarken, Mehmet Ali Bey: “Eskiler avına” çıkıyor.

SORU: İşçi Partisine yazılıyor musunuz?

KARŞILIK: İşçi Partisine biz ezelden yazılmışız, evlât… Kâtiplerin defterlerinde silinsek bile… O bizim alın yazımız…

SORU: Ama B. Mehmet Ali Ankara mesajında: “Hevesleri kursaklarında kalacak” demiş.

KARŞILIK: O kursak felsefesi. Heves kolayca ele geçirilecek şeye özentidir. Eskiler için İşçi Partisi anlayışına kolay külah yapmadır ne özentidir: Yedisinden yetmişine dek kendilerini adadıkları bir yaşayıştır. Bu yaşayışı işkence zindan, ölüm onların elinden alamamış: Kapıkulu ekipleri mi alacak? Küçük burjuva tupesi.

SORU: B. Mehmet Ali, Ankara yazısından 2 gün önce İstanbul söylevinde “Her ne etiket altında olursa olsun” Parti dışındaki sosyalist iddialara bakılmamasını bildirmişti. Bu sosyalist olan partiye girer, demek değil miydi?

KARŞILIK: İşçi Partisi elbet disiplin partisidir. Ancak dünyaya kulakları tıkamak partisi değildir; Hitler usulü Sosyalist kitapları yasak etme partisi değildir; hele burjuva yasaklarının siperi ardında horozlanıp kursak felsefesi yapmak partisi hiç değildir.

Bir yanda prensiplerini savunduğum kimseleri, kanun el verse de partiye soksam yanda, parti dışı bıraktıklarımı partinin iyiliği için olsa da söyletmem denir ise, bu davranışın adına disiplin demezler. Osmanlı kesim Düzencilerinin dekadan çiftlik paşası teorisi denir. “Bu çiftlik” “Bil irs vel istihkak” benim kursağımdan geçecek. Kulum olmayanın kılını kıpırdatmam! “Ve de zorlu sosyalistim.”…

Yağma mı var? Eskiler durup dururlarken boyuna destekledikleri işçi partisi içinde neden ikide bir çıngar koptuğu şimdi anlaşılıyor. CIA düşmanlığı ile övünebilmek için illâki eskilerle hiç yoktan mız çıkarılırsa böyle olur.

SORU: Yön Dergisi TİP büyük kongresinin Malatya’ya götürülmesini TİP güdücülerinin kaçışı sayıyor. O fikirde misiniz?

KARŞILIK: Yöncüler kendilerine baksınlar. İşçi sınıfımızı anlamamakla “Kendileri muhtac’ı himmet bir dede”dirler.

Küçük kişi gerekçeleri ne olursa olsun, TİP’in Doğu illerini önemsemesi en gerekli davranışlarından biri olur. Yeter ki ANTIFEODALİZM çabası da, “Antiemperyalizm” gibi genel söylevlerde soyutlaştırılmış bir formül olarak yozlaştırılmasın.

Özet: Her ülkede sosyal hareket, kendi tarihine saygı gösterdiği ölçüde sağlam temellere oturur. Şarkta her zıpçıktı hükümdar: Tarihi kendisiyle başlatmak istemiştir. Onun için de batmıştır. Ancak bir düşünce ve davranış getiren İslâm Tarihi Muhammedin göçüyle Hıristiyan tarihi İsa’nın doğumuyla başlamış ve yaşamıştır. En seçkin EDEBİYAT, Gılgamış destanı, kendisi yaşamış ama insanlar onu bir daha yaşayamamıştırlar. Yaşanacak düşünceli davranışlara özenelim.

Röportaj tarihi: 10.11.1966

Dr. HİKMET KIVILCIMLI ve NAZIM HİKMET’İN CEZAEVİ İLİŞKİLERİNE NAZIM’DAN İKİ ÖRNEK: “ZEYL” ve “ORASI”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet’in ilişkileri hep tartışmalı olmuştur. Bu iki partili birbirlerini eleştirmekle beraber, gerektiğinde övmekten de geri kalmamışlardır. Kıvılcımlı’nın Nazım Hikmet’le ilgili eleştiri ve değerlendirmelerini daha çok Günlük Anılar diye kitaplaşan, kaçış sürecindeki günlüklerinde buluyoruz. Onlar oradan detaylıca okunabilir.

Nazım Hikmet’in Kıvılcımlı ile ilgili değerlendirmeleri şiirlerine ve mektuplarına dağılmış durumdadır. Eşine ve Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda sık sık Kıvılcımlı’dan söz eder. Ayrıca Memleketimden İnsan Manzaraları gibi şiir kitaplarında da vardır Kıvılcımlı.

Biz burada iki önemli değinisini alacağız Nazım Hikmet’in. Birincisi Şeyh Bedreddin Destanı kitabının sonuna eklediği Zeyl yazısı, ikincisi ise yine Nazım Hikmet’in yayınlanmamış, Sultanahmet cezaevindeki insanları ve ilişkileri anlattığı Orası başlıklı roman taslağından Emin Karaca’nın derlediği bir bölüm.

İlk yazı olan Zeyl (ek)de adı geçen Ahmed’in Kıvılcımlı olabileceği ilk olarak değerli hoca Necmi Erdoğan tarafından söylenmişti bize. Necmi Erdoğan, Yordam Yayınları tarafından yeniden basılan Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabına uzun inceleme-önsözünü yazarken dikkatini çekmiş, bize de hatırlatmıştı.

İkinci olarak da İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde “Ernst Bloch ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da Sosyalizm, Din, Tarih ve Kültür Tartışmaları Üzerine Mukayeseli Bir İnceleme” başlıklı doktora tezi yazan kıymetli arkadaşımız Barış Aydın da bu konuya dikkatimizi çekmişti.

Aşağıya Nazım Hikmet’in, Şeyh Bedreddin Destanı kitabına sonradan eklediğini söylediği Zeyl bölümünü olduğu gibi alıyoruz. Bizce de orada tanımlanan Ahmed kişiliği Kıvılcımlı’dan başkası değildir.

“SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI’NA ZEYL

MİLLÎ GURUR

“SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI” risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.

Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlayan risaleme bir kelime bile ilâve edemeyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlayan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.

Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde “Destan”ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.

Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur.

Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim.

İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye’mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.

Mevzuu bahis risalemin sonunda “AHMED’İN HİKÂYESİ” diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.

Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:

 “Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:

— Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.

Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, “millî gurur” terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demişti ki:

— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde “Sosyal Demokrat”ın 35. numarasında ne yazmıştı?

Eğer Ahmed, “Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?” demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat “Sosyal-Demokrat”ın 35. numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35.  numarada neler yazılmış olduğunu hatırlayamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:

«… Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10’unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asilzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev’i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır…

«… Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz (doluyuz). Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.

«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefret ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan’ın, Lehistan’ın, İran’ın, Çin’in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukrayna’yı ezmek, İran’da ve Çin’deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof’lar, Bogrinski’ler, Purişkeviç’ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan’ın, Ukrayna’nın v.s.’nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»[1]

Lenin’den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle

— Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemâl’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»

«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:

Bana Ahmed:

— Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.

Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed’in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyleyenler, benden istenen sizden de istenendir.

Ahmed’e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,

Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!

Dünü bugüne

bugünü yarına bağlayın!

diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.”

Görüldüğü gibi yazıda Ahmed için “… aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu” diyor Nazım Hikmet. Bunu tamamlamak için de diğer yazı olan Orası başlıklıtaslak romanından Emin Karaca aktarımına geçelim:

“ORASI”

12 Ocak 2021’de kaybettiğimiz değerli gazeteci yazar Emin Karaca, 17/10/2008 tarihli Radikal Gazetesi Kitap ekinde yazdığı bir yazıda, Nazım Hikmet’in o zaman henüz yayımlanmamış olan ORASI isimli bir romanını inceler. Roman, Sultanahmet Cezaevindeki hükümlüleri tanıtıp, aralarındaki ilişkileri temel almaktadır. Emin Karaca yazısında, cezaevindeki komünist tutuklu ve hükümlüleri konu eder. Yazıda Kıvılcımlı’nın ve diğer hükümlülerin cezaevi yaşamından bir bölüm Nazım Hikmet’in kaleminden aktarılıyor. İlgili bölümü aynen alalım:

“Ve sekiz komünist”; Selami, Mehmet oğlu Mehmet, Cemal Mahir, Tornacı Aziz, Saatçi Kerim, Ressam Halim, Mimar Ali ve Nuri, “bayram yerinden dönen çocukların sevinçli mahzunluğuyla, ellerinde paketler ve kese kaatları avluyu geçerek Localar’a” girerler…

Günümüzde de sosyalistlerin, devrimcilerin, komünistlerin hapishanelerde “komün” (Nâzım Hikmet eski yılların deyimiyle “Komuna” diye yazıyor) olarak, yani yiyecek, içecek ve giyeceklerini ortaklaşa kullanarak yaşadıkları bilinir. 1938 yılının sonbaharında da, Sultanahmet Cezaevi’ndeki 8 komünist “komün” hayatı yaşıyorlar.

“Komuna’nın o ay reisliğine seçilen Mimar Ali gelen erzağı, paraları ve cıgaraları teslim aldı. Komuna’nın aşçılığını yapan Tornacı Aziz erzakları, fasulya, patates, pirinç ve şekeri mutfağa, 3 numaralı locaya yerleştirdi. Cıgaralar derhal taksim olundu. Adam başına birer buçuk paket düştü.”

Komün’de düzenli toplantılar olur, eğitim çalışması yapılır.

Burada da sekiz komünist haftalık toplantıya geçerler.

Altı numaralı locada toplanmışlardır. Bir kısmı kerevete bir kısmı gaz tenekelerinin üzerine oturmuştur.

‘Mimar Ali’ Doktor Hikmet Kıvılcımlı değil mi?

Burada çok belirgin olarak “Mimar Ali” çıkar karşımıza:

“Reis Mimar Ali elindeki kalemi kerevetin tahtasına vurdu. Sonra uzun, kumral, dalgalı saçlarını kemikli alnında arkaya doğru sıvazlayarak:

– İçtimaı açıyorum yoldaşlar, dedi.”

“Mimar Ali” Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan başkası değildir. Donanma Davası’nın 29 Ağustos 1938 günkü karar duruşmasında 15 yıl ağır hapse mahkum edilmiştir. Burada Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı’nın mesleğini “mimar” olarak gösterirken, aynı zamanda “doktor” kelimesiyle bir sesdeşlik de yaratmıştır. “Ali” ise Kıvılcımlı’nın göbek adıdır. Kendi kaleminden biyografisinden öğreniyoruz bu gerçeği:

“Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey, Posta-Telgraf Müdürü iken, eşi Münire Hanım’dan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor. Bir gece, Bektaşi tekkesi türbesinde yatan Ali Baba, sandukasından fırlayarak Seher teyzesinin rüyasına giriyor. Çocuğun iyileşmesi isteniyorsa Ali adıyla adlandırılması, o zaman Hazreti Ali gibi ‘kılıcı kuvvetli’ olacağını, yoksa öleceğini bildiriyor. Hikmet ‘Ali’ oluyor.”

İlerleyen satırlarda Nâzım Hikmet, “Mimar Ali”nin fiziğini de betimliyor: “Ayaklarını altına topladı, çok uzun gövdesini öne eğerek…” Başlarda işaret ettiğimiz gibi, Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet’in kendisi gibi çok uzun boylu, uzun gövdeli bir insandı.

“Komün” toplantısının bir gündemi (ruzname) var.

“Mimar Ali” okuyor:

“1-Geçen haftanın masrafı, bakayası, bu haftanın geliri ve yemek listesi

2- Ders programlarında tadilat yapılması teklifi.

3- Haftalık dahili ve harici vukuat ve politikanın tahlili.

4- Enternasyonal Marşı’nın tercümesinde bir satırın tashihi.

5- Cari meseleler.”

‘Komün’ toplantısında tartışma…

“Mimar Ali” yani Doktor Hikmet Kıvılcımlı, toplantıyı şu sözlerle açıyor:

“Bir bakıma göre hapishane genç yoldaşlar için nazari (teorik) bilgilerini inkişaf ettirdikleri (geliştirdikleri) bir mektep ve bilgili yoldaşlar için de eser vermek fırsatıdır.”

Nâzım Hikmet, Mimar Ali’nin böylesi topluluk önünde konuşmaya “mukaddemesiz” giremediğine işaret ediyor, Selami’nin Ressam Halim’in kulağına, Ali Yoldaş’ın kendisine çatacağını fısıldadığını söylüyor. Gerçekten de Selami’nin öngörüsü çıkıyor. “Mukaddeme”sinden sonra sadede gelen Mimar Ali, şunları söylüyor:

“Yoldaşlara ders verilirken bol ve geniş malzeme kullanmak lazım. Halbuki bir aydır dikkat ediyorum Halim Yoldaş, Siyasi İktisat dersinde arkadaşlara kitap tavsiye etmiyor. Bu hususta benim neşrettiğim kitaplardan pekala istifade edilmesi kabilken ve bu benim kitapları içeri sokmak gayet kolayken Halim Yoldaş bunu teklif dahi etmemiştir. Halim Yoldaş’ın bu çeşit hareketi hatalıdır. Tashih edilmelidir.”

“Mimar Ali”nin; “benim neşrettiğim kitaplardan”, “benim kitapları” derken, 1935-1938 yılları arasında “Marksizm Bibliyoteği” adı altında telif-tercüme kitaplar yayımlayan Hikmet Kıvılcımlı olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

“Mimar Ali” tarafından eleştirilmesi üzerine söz isteyen “Ressam Halim”, yani Nâzım Hikmet şu yanıtı veriyor:

“Arkadaşlara kitap tavsiye etmiyor değilim. Dışardan lazım olan kitapları getirtiyorum. Kendileri size bunu söylerler. Ali Yoldaş’ın yazdığı ve tercüme ettiği broşürlere gelince, lisanlarının ve muhtevalarının ağırlığı yüzünden şimdilik bunlardan istifade edeceğimizi sanmıyorum.”

“Ressam Halim”in yani Nâzım Hikmet’in, hacimleri yüzünden “broşür” olarak adlandırdığı, Ali Yoldaş’ın yani Hikmet Kıvılcımlı’nın “Marksizm Bibliyoteği”nden yayınladığı telif ve tercüme kitaplar şunlar:

* Karl Marx, Gündelikçi İş ile Sermaye (Dilçevirgeni: Hikmet Kıvılcım)

* Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi No:1, Sentetik Otopsi (Yazan: Hikmet Kıvılcım)

* V.İ.Lenin, Karl Marx’ın Hayatı, Felsefesi, Sosyolojisi (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı (Hikmet Kıvılcım)

* İnkılapçı Münevver Nedir? Hanri Barbüs (Hikmet Kıvılcım)

* Marksizm Kalpazanları Kimlerdir? Tip No 1: Kerim Sadi (Hikmet Kıvılcım)

* V.İ.Lenin, Karl Marx’ın Ekonomi Politiği, Sosyalizmi, Taktiği (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Emperyalizm Geberen Kapitalizm, (Hikmet Kıvılcım)

* Demokrasi, Türkiye Ekonomi Politikası (Hikmet Kıvılcım)

* Karl Marx, Kapital, 8 fasikül, (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Marx-Engels Hayatları (Hikmet Kıvılcım)

(Not: Soyadı “Kıvılcım”da bir yanlışlık yok. Soyadı kanununa göre kendisine, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin yayın organı Iskra’nın motamo karşılığı olan “Kıvılcım”ı almış, 1940’lardan itibaren “lı” ekleyerek “Kıvılcımlı” olarak kullanmıştır.)

Bundan sonra, “Orası” romanında Nâzım Hikmet’in kaleminden, uzun yıllar “Ressam Halim”le yani kendisiyle, “Mimar Ali” yani Hikmet Kıvılcımlı arasında; romanın yazıldığı tarihe kadar süregelen daha sonra da süregidecek olan bitmez tükenmez anlaşmazlığın çözümlenmesini okuyoruz:

“Ressam Halim’le Mimar Ali arasında nazari (teorik) görüş, taktik meselelerini telakki ediş ayrılığı yoktu. Bunu ikisi de biliyordu. Fakat ikisi de vakit vakit böyle bir ayrılığın vehmine düşmek ihtiyacındaydılar. Birbirlerinin değerini, içlerinden, kendi kendilerine takdir ediyorlardı. Fakat hemen hemen her toplantıda, ilk hücum Mimar Ali’den gelmek şartıyla en ufak bahanelerle çekişiyorlardı. Mimar Ali Rus Bolşevik Fırkası’nın tarihindeki kavgaları gayet iyi biliyor ve bunları, ille, Türkiye şeraitinde (koşullarında) de görmek, bu kavgalardan sapıklığı olmayan biricik insan gibi çıkmak istiyordu. Kavgada faal ve kavgaya bağlı, ona yardım edici bir unsur olarak mimarlığını kullanamadığı için (doktorluğunu yapamadığını demek istiyor. E.K.) mesleğinden vazgeçmişti. Fakat mesleği (yani doktorluk. E.K.) ona şemacılık itiyadını (alışkanlığını) bırakmıştı. Bunda samimiydi. Ve samimi olduğu içindir ki, herhangi bir sahada sivrilen bir arkadaşın bir gün, Bolşevik Fırkası tarihinde, filanca zaman, falancanın yaptığı inhirafa (sapmaya) düşebileceğinden titizleniyor, sinirleniyordu. Ve kendisinin yani Mimar Ali’nin sonuna kadar sapmayacak ve Bolşeviklerden falanca gibi keskin işler görecek bir komünist olduğuna yüzde yüz iman ettiği için kendisinin en akla gelmez, en kurnaz yollarla ikinci plana atılmak, kendisiyle alttan alta mücadele edilmek istendiğini vehmederek bunu ilerideki inhirafların (sapmaların) ilk alametleri sayıyordu.

Bundan dolayı günün birinde Menşevizme, Ekonomizme, Troçkizme, Buharinizme sapabilir diye, şimdiye kadar her fırsatta, hele en uzaktan kendini alakadar edebilecek meseleler olursa, insafsızca, Ressam Halim’e hücum etmiş, onun hiçbir resmini (Burada “şiirini” demek istiyor. E.K.) -bunların çoğundan hoşlandığı, hatta bir tanesinin fotoğrafını (yani Nâzım Hikmet’in yayımlanmış bir şiirini. E.K.) evine astığı halde- resmen beğenmemişti.”

Bundan sonra “Komün” toplantısı, gündemin dördüncü maddesini, yani “Enternasyonal Marşı’nın tercümesinde bir satırın tashihi”ni ele alıyor. Epeyce tartıştıktan sonra, önceki; ”Bu kavga son kavgamız, vur, atıl, sıçra, yık!” yerine “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık!” denilmesi kararına varıyorlar.

Komün”ün toplantısı sona eriyor:

“Reis içtimaı kapadı. Her seferki gibi Enternasyonal söylemek için ayağa kalktılar. Mehmet oğlu Mehmet’e (yani Bastoncu Fevzi’ye. E.K.) koltuk değneklerini verdiler. Kerevetin üstünde değneklerine dayanarak dikildi. Sesi kalındı. Enternasyonal Marşı’nı Anadolu yayla havaları gibi uzata uzata, sıcak ve kederli söylüyordu.”

Bu vesileyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet ve Emin Karaca’nın devrimci anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Ahmet Kale- Göksal Caner Malatya


[1] Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83’de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında çıkmıştır — Ahmed’in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed’in tercümesini aynen aldım.

AYILANLAR/AYLAKLAR

Uzun cezaevi yıllarında Kıvılcımlı çeşitli yazı denemeleri de yapmıştır. Romanlar, uzun hikayeler, oyunlar, skeçler kaleme almıştır. Bu yazmalar da arşivde yayımlanma sıralarını bekliyorlar. Ustamızın bu denemelerini de zaman zaman yayımlayarak tanıtılmalarına çalışacağız.

Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ndeki 336 numaralı dosyasında yer alan bu skeç metnine Kasım 1957 tarihi atılmıştır.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Sağda iki ranza, solda bir.. Araları boş. Sol ranza ile kapı arasında linyit kömürü yanan odun sobası var. Pencere önüne düşen sağ ranzanın üstünde ulemâdan Himmet efendi, altında halk şairi Lâmi yatıyor. Sol ranzanın üstünde gülle gibi her yuvarlanışı gürültülü, düştüğü yeri çökerten süvari zâbiti Meram bey.. Altında: Denizli’den o hafta gelmiş iki yeni mahpus: İnce bıyıklı, uzunca boylu şöför Âlem ile, parşömen yüzlü şöför muavini Fehmi… Böyle bir kalın duvarlı, tavanı potrelli, penceresi demir parmaklıklı ve telli hapishane odası.. Fehmi, eli daracık köylü keten pantolonunun cebinde volta vururken sordu:

– Zoppayı yakaam mı? (Sobayı yakayım mı?)

Süvari zâbiti yusyuvarlak yüzüyle kalın kalın seslendi:

– Haa… Yak!.. Ama, dur!.. O.. kibrit şurada: Yak! Al!

Süvari zâbitinin, ordu alışkanlığı ile söylediği: “Yak”, “Dur”, “Al” gibi emir siygaları keskin kışla kumandalarını andırıyordu. Zâbit yatağının üstünde oturmuş, yüksekten, başıyle, elleriyle habire işaret ediyordu:

– Şimdi.. Bana bak!

Parşömen renkli yüzü bu emir ve kumanda sağanağından doğma şaşkınlıkla ne yapacağını bilemiyen Fehmi’yi, zabit, güdümlü mermi gibi uzaktan idare ediyor ve çocuğun en ufak hareketini önceden tâyin ediyordu. Bir insana bir işi yapması söylenirdi. O insan işini yaparken artık bildiğine bırakılır, şayet yanlış yaparsa, o zaman düzeltilirdi. Süvari zâbiti için ise mühim olan, herhangi bir işin yapılması değil, birine emir ve kumanda etmekti. İş buyurmasiyle, o işi yapacak adam güzelce itaat ediyor ve robot gibi her hareketini süvari zâbitinden gelen bu emirlere uyduruyorsa: mesele kalmazdı. Onun için, emir çokluğu önünde kılını kıpırdatamaz hale gelen şöför muavini, çukurlarında yanan hummalı gözlerini süvari zâbitine dikmiş, iradesini kaybetmişti. Süvari zâbiti devam etti:

– Haa!.. Şu tahtaları topla!.. Otur!

Çocuk söylenenleri yaptı. Zâbit gürledi:

– İçinde ne var?

Fehmi acıklı bir çehre ile dudağını düşürdü:

– Neyin içinde?

Zâbit yumruğunu kalın borulara doğru uzattı:

– Sobanın içinde ne var?

Çocuk, çömeldiği yerden eğilerek baktı. Zâbit devam etti:

– Aç şu kapağını, sobanın!

– Açtım.

– Bak bakalım içinde ne var?

– Odun var.

– İyi.. Biraz kıymık koy!

Fehmi, her söyleneni yerine getirdiği halde, süvari zâbitinin müdahaleleri durmadan devam etti:

– Haa!.. Şu tahta parçasını da at! Çok fazla atma! Dur! Olmadı… Öyle değil… Kömürü ne tarafa koydun? Tam ortasına gelecek. Hayır!.. Acele etme! Bir kere tahtalardan bir yuva yap! Tamam… Aralarına bir avuç talaş koy!.. Dur!.. Otur demedik. Yarım avuç yeter.. Haydi şimdi. Bana bak!.. Talaşlar sıkışık olmasın!.. Biraz gevşet!.. Tamam. O tenekenin arkasına bak! Oradaki gazete parçasını al. Yırt! Yarısını gene teneke ardına bırak! Öbür yarısını dür! Yani, şöyle kıvırarak bük.. Haa!.. Şimdi, kibrit kutusunu cebinden çıkar.. Kutuyu aç! Haa!.. İçinden bir kibrit al! Kutunun kenarına kibritin ucunu sürt! Tamam… Yanmadı mı? İyi.. Nemlenmiş demek… Bir kibrit daha çıkar. Dur!..

Nihayet Fehmi’nin sabrı ve itaati çatlamak istedi:

– Yakmayacak mıyız?

– Yakacaksın. Bana bak!.. Yak! Ama, önce kibriti yak!.. Haa!.. Şimdi kibritin aleviyle bükülü kâğıdı tutuştur! Dur!

Fehmi gene anlamak istedi:

– Sobaya sokmıyacak mıyız?

Süvari zâbiti, siyaha boyanmış asker kaputundan çevirme kalın süvari yeleğini düğmeliyerek tekrarladı:

– Sok! Ama, dikkatli ol! Yavaş!.. Talaşları yere düşürme!.. Haa!.. Dur! Çek elini şimdi, çek!.. Sobanın kapağını ört… Dur! Hemen üfleme! Söndürürsün… Bir kere alev alsın.

Fehmi, alev yerine dumanların çıktığını göstererek danıştı:

– E.. Bunu üflemezsek yanmıyacak.

Süvari zâbiti kızmakla beraber, duman gözlerine kadar gelmeye başlayınca, başkasından gelen teklifi kabul etmeğe katlandı:

– Peki. Üfle! Ama, dur! Öyle birden değil.. Önce yavaştan üfle… Haa! Gördün mü?

Fehmi nihayet işini bitirdiğini sanarak doğruldu. Ayağa kalkarak, aferin bekliyen bakışlarla nefes aldı.

Süvari zâbiti yeniden emirlerine başladı:

– Şimdi, o kaşığı al eline bakalım!

– Aldım.

– Yıka!

– Yıkarım.

– Ama.. Dur! Şu maşrapayı al.. Bak orada, tenekede su var mı?

Çocuk, elbiselerin asıldığı duvar dibindeki tenekeye göz attı:

– Var.

– Capçakla su al.. O suyla kaşığı yıka!

Fehmi kaşığı, süprüntü tenekesi üstünde hafifçe yıkar. Döner:

– Kaşığı yıkadım…

– Âla!.. Şimdi, koy şu tencerenin üstüne!

Soba üstünde kapağı örtülü bakır tencereyi gösterdi. Fehmi söyleneni yapar.

– Koydum.

– Haa!.. Ama, dur!.. Öyle değil. Yanlış koydun, şöyle çevir.. Haa!.. Artık tamam.

Kaşığın sapı boru tarafına geleceğine, yana doğru çekilmiştir.

– Şimdi, dur!.. Bak bakalım soba yanıyor mu?

Fehmi eğildi, doğruldu:

– Yanıyor.

– İyi.. Şimdi, şu dolabın kapağını aç!

– Açtım.

– Bak içinde tuz şişesi var.

– Bu mu?

– Değil.. O şeker kavanozu. Ötekisi tuz.

– Ne yapayım tuzu?

– Al. Çıkar. Koy masanın üstüne. Tamam! Al şimdi kaşıkla biraz tuz..

Fehmi, masanın çekmesiz gözünde aranır. Süvari zâbiti seslenir:

– Başka ne arıyorsun? Tencerenin üstündeki kaşıkla al tuzu… Haa! Aç kapağını tencerenin. Sokuver kaşığı çorbanın içine…

Fehmi söyleneni yapar.

– Soktun mu?

– Evet.

– Şimdi bir çalkayıver kaşığı!

Çocuk yeniden kaşığı maşrapadaki suyla yıkar:

– Oldu da bitti..

– Yıkadın mı?

– Yıkadım.

– Koy dolabın içine!

Fehmi kaşığı dolaba yerleştirdikten sonra gene sobaya döner. Tiril keten pantolonuyla üşümektedir. Zâbite sorar:

– Bunu karıştırırım değil mi?

– Niye?

– İyice yansın diye.

– Bırak şimdi. Yanmıyor mu ya?

Fehmi aşağıya dikkat eder. Hemen üstünde yattığı battaniyenin altından kocaman bir gazete çıkarır. Zâbit seslenir:

– Dur! Ne yapacaksın onu?

– Soba sönmeğe başlamış.

– O kâğıt.. Gazete değil mi? Bugünkü mü? Okumadan yakılır mı yahu?

– Okuduktu, zabahleyin.

– Öyle ise kâğıdı şöyle tut.. Şimdi.. Odun attın mı?

Fehmi pek çok fazla odun attım mânasına uzun bir:

– Ööööö!

çeker. Zabit razı olur.

– Güzel… Şimdi dürt altını bakalım: fıkır fıkır kaynat çorbayı.

Çocuk elindeki gazeteyi ve başka ne kadar kâğıt bulabilirse hepsini tekrar sobaya doldurur. Üfler. Soba harlar. Kömür tenekesini sobaya yaklaştırır. Zâbit hemen atılır:

– Ne yapıyorsun?

Fehmi ürkerek, fikir yürütür:

– Kömürü az gibi geliyor, bana.

– Dur, hele alev alsın bir kere odunlar.

– Haa?

– Odunlar iyice yansın. Bak soba daha kırmızılaşmamış. Görmüyor musun?

Fehmi suçlu düşmemek için hazırlandı:

– Yanarken.. Şimdi durdu.

– Gördün mü ya? Alev kuvvetlensin bir kere. Bekle. Alev yavaş. Onun için şimdi atma kömürü.

Fehmi yeniden bulduğu talaşları, tahta parçalarını doldurdu sobaya. Alev saçı kızartmaya başlayınca, biraz kömür attı. Gelip ranzasına oturdu. Yüzbaşı seslendi:

– Fehmi! Yanmış, değil mi?

– Yanıyor.

– Bir bak bakalım.. Çok fazla attınsa susar kerata.

Çocuk kalktı. Heyecanla haber verdi:

– Alevliii!..

Tahta iskemleyi sobaya yaklaştırıp oturdu. Islıkla o gün sabahtan beri söylediği şarkıya başladı:

– Ben seni severim candan.. Bakışların çok yandan… Amanın yavrum aman!

Süvari zâbiti, eliyle başı üstünden geçen soba borusunu yokladı:

– Borular kor gibi!

Fehmi cesaretle ….. teklifini yaptı:

– Atam mı bir iki kömür daha?

– Dur şimdi… İyice kızsın o zaman.

Zâbit apar topar yerinden çimentoya atladı. Geniş lastiklerini ayağına geçirdi. Çorbayı dikkatle kontroldan geçirdi:

– Haa! İyi… Yalnız, dur.

Parmağıyla Fehmi’ye ve sobaya işaret etti:

– Yakın oturma!..

Üşümesi hâlâ geçmemiş olan çocuk aç kara gözlerini büzdü. Sobaya yakın oturmamanın hikmetini anlıyamamıştı. Zabit izah etti:

– Odun sobasının ateşi şeydir.. başkadır.

Fehmi başını salladı:

– Tatlıdır değil mi?

Süvari zâbiti fırça kaşlarını çattı:

– Bu yakıcı ateştir.

….. [Dedi] ve ellerini büyük hatip jestleriyle havada oynatarak helâya gitti. O gidince halk şâiri Lami yavaşça deliğinden başını çıkardı. Yüzünde kaplumbağa buruşukları yaparak yavaşça söylendi:

– Demek, yakıcı olmayan ateş te varmış?

Ulemâdan Himmet efendi, zâbiti müradederek:

– Abdülhamid’in istibdat ateşi içi yakar, dışı yakmaz meselâ..

dedi. Gülüşmeler kısa kesildi. Süvari zâbitinin odada bulunmayışı, bir nevi istirahat ve gevşeme getirmişti. Fehmi kendi başına kalma fırsatından faydalanarak hemen kömür tenekesine yapıştı. Artık sobaya istediği kadar kömür doldurabilirdi. Lakin, daha ilk küreği doldurmağa vakit bulamadan, zâbit Meram odaya damladı:

– Ne o? Dur! Ne yapıyorsun?

Fehmi suçüstü yakalanmıştı. Kekeledi:

– Biraz kömür atalım dedik.

Meram oldu bitti önünde idi. Hiç değilse, ateşi ayarlamalıydı. Ters ters homurdandı:

– Çok büyükleri atma!..

Fehmi emirle sevindi:

– Peki, hep ufakları atarım.

Meram tekrar etti:

– Çok büyükleri atma!.. Onlar yanmaz çünkü.

Kürek doldurulmuş sobaya boşaltılıyordu. Süvari zâbiti gürledi:

– Dur!

Fehmi’nin yüzü acıklı hal almıştı.

– Hep küçüklerini atıyorum?!

– Her tarafa atma!

– Neresine atayım?

– Alev en çok nereden çıkıyor?

– Her yerden çıkıyor.

– Olmaz! En çok bir yerinden çıkıyordur.

– Peki.. Şuradan çıkıyor her hal..

– İşte o tarafa at!

Fehmi, her şeyin kendisinden danışılacağını belli ettiği için Meram beyi lâfa tuttu:

– Toz gibi de bi kömür …… O da bundan mı?

Linyit parçalarını gösteriyordu. Meram bey tasdik etti:

– Bundan.

– Bunun tenekesini mi iki buçuk liraya veriyorlar acep?

– Her halde..

– E bu taş toprak dolu.

– Kendisi taş kömürü zaten.. Daha ucuz değildir…

Meram karşılıklı konuşmayı sevmezdi:

– Lâfı uzatma.

diye çıkıştı ve tencereyi gösterdi:

– Bak.. Daha kaynamıyor mu?

Fehmi iki parmağıyla bakır kapağı açtı. Parmakları yanıyordu. Meram bey bağırdı:

– Bırak şunu!.. Kapat, kaynasın…

Burun tıkanıklığını gidermek üzere bir iki defa pıfkırdı. Altı adımlık odanın ranzalar arası asfaltında geniş, ………. adımlarını açtı, yumuşak topuklarını güm güm yere vurarak ileri geri voltaya başladı. Ansızın:

– İndir onu artık.. İndir onu artık!

dedi. Fehmi anlamıştı. Soba üstünde ısınan tencereyi kaptığı gibi masa üstüne kaldırdı. Meram bey düşünceliydi. Teneke azmanı bıçağı aldı. Paçavra bağlı sapı ile sobanın üst kapağını hem döndürüyor, hem akıl veriyordu:

– Çok atmamak lâzım. Kömürü çok atarsan soba yanmaz!

Bıçağı masaya attı. Masa üstünde duran ıslak havluyu aldı. Soba ardına düşen karşı duvara astı. Çekme siz gözden sahanı çıkardı. Ekmeği kesti. Çaydanlığı ve teneke maşrapayı Fehmi’ye uzattı:

– Şunları yıka da getir!

Çocuk alıp gitti. Meram bey olduğu yere çömeldi. Acele kalkacak trene yetişmek ister gibi lokmaları birbiri ardından ağzına sokuyor, çiğnemeden yutmağa çalışıyordu. Fehmi geldi. Elindeki çaydanlığı sobaya doğru götürecek oldu. Meram bey, lokmalar boğazını tıkadığı için ses çıkaramıyor, boğulacakmışça işaret üstüne işaret ederek çaydanlığı gösteriyordu. Nihayet, bir yutkunma ile sıkıntıdan kurtuldu:

– Çok dolu olmasın!

Fehmi çaydanlığın kapağını açıp içini gösterdi. “Çok dolu” değildi. Meram emretti:

– İyi. Koy sobanın üstüne!

Fehmi çaydanlığı sobanın, maşrapayı masanın üstüne bıraktı. Meram bey, arada ayrı iki lokmayla daha ağzını tıkamıştı. Konuşacak hali yoktu. Sağ yumruğunu sıkıp, işaret parmağıyle bir teneke maşrapayı, bir de sobayı gösteriyordu. Maşrapa da soba üstüne konuldu. Meram bey rahatlıyarak, bir lokma daha atıştırdı. Döndü. Hem lokmasını çiğniyor, hem başiyle açık duran pencereye işaret ediyordu. Bu işaretin “kapat” mânasına geldiği belliydi. Fehmi koştu. Bu sefer pencerenin kapanması idare edilmeğe başlandı:

– Haa.. Altından tutma.. Ortasından tut! Çıkar kendine doğru! Yavaşça.. Biraz daha it… Yeter! Çok örttün. Camı az geri çek.. Dur! Tamam…

Son yutkunma üzerine Meram beyin karnı doymuştu bile. Yerinden kalktı. Masa üstünde duran bardağı aldı. Desti iki adım ötesinde, kapı önüne konmuştu. Fehmi’ye sordu:

– Su var mı?

Fehmi koşup destiyi salladı:

– Yok.

– Hiç mi yok?

Fehmi destiyi aldı. Doldurmağa gitti. Meram bey asker bozması gocuğunu soyundu. Kollarını sıvadı. Pehlivan salınışı ile gene altı yedi adımlık odada süvari tâlimine koyuldu. Vaz geçti. Çömeldi. Reçel tenekesini tahta kaşıkla kazıverdi. Fehmi destiyi getirdi. Bardağı doldurup Meram beye uzattı. Meram bey teşekkür makamında azarladı:

– Yavaş dökülmesin!

Bardağı dikip lâkır lâkır içti. Dudak şapırdatarak derin bir “Oh!”la geri uzattı. Sonra reçel tenekesiyle tabağı gösterdi:

– Şunları bir çalkala!

Fehmi derhal yapıştı tabaklara, götürdü. Temizleyip getirdi. Masa üstüne bırakmak üzereydi. Meram bey onu da gözünden kaçırmadı:

– Ters koyma!.. Hayır, oraya değil.. Şuraya, haa!..

Paketinden çıkardığı sigarayı üç parmağı arasında silkeliyerek:

– Kibrit var mı, kibrit?

Fehmi fukara çocuk güdüsüyle sobanın kızıl ateş kesilmiş saçını götürdü:

– Şuradan yanar o.

– Yanar mı? Yok canım. Saçmalama!

Lâkin Fehmi sözünü ispat etti. Yakaladığı bir gazete parçasını, kızıl saça dokundurmasıyle, tutuşturması bir oldu. Meram bey memnun olmuştu. Sert bir:

– Aferin!

çekti. Karnını doyurmuş, sigarasını tellendiriyordu. Acaba, parşömen yüzlü bir deri bir kemik oğlancağız ne âlemde? Birden bire aklına gelmişti bu cihet:

– Sen acıktın mı?

Fehmi, önüne bakmakla yetindi. Ne zaman tamamıyle doymuştu ki biçare. Meram bey:

– Haa! yaptı, şu fasulyadan yiyeceksin!.. Sen nohut yedin mi hiç?

– Nohut mu?

Hapishane idaresi berbat kokulu bir kap yemek veriyordu. Meram bey onu müradediyordu:

– Yaptılar hani.. O nohudu.

– Yemedim.

– Al şu ekmeği.. Biraz Sana yağı da var.

Fehmi ekmekle tahta iskemleye oturdu. Yemeğe başladı. Meram bey hem dolaşıyor, hem söyleniyordu:

– Ben soba başında dursam.. Hasta olurum.

Ansızın hatırlıyarak Fehmi’ye seslendi:

– Bana bak!.. O küçüklerden biraz at!

Çocuk, çiğnemesine devam ederek fırladı. Sobayı doldurmak, âdeta kendisini bahtiyar etmektedir. Hemen kürekle tenekeden kömürleri sobaya aktarmaya girişti. Lâkin Meram bey kartal bakışlariyle başı ucundadır:

– O kadar çok değil canım… Haa! Tamamdır… Al şu maşayı. Ört kapağını sobanın.

Bütün söylenenleri yapan Fehmi kapları toparladı:

– Ben şunları …… [yıkayayım] birez.

– Güzel yıka ama!

Kaplar yıkanmış geldi. Meram bey hepsine dikkatle baktı bu müthiş bir bakış ve müthiş bir dikkatti. Yerinden kalktı. Sobanın başına sokuldu. Son bir ikramda bulunmak istiyordu. Fehmi’ye bir kadeh rakı ısmarlar gibi, kömür tenekesiyle sobadaki çaydanlığı gösterdi:

– At bir tane daha da kaynasın!

Fehmi sevinçle küreğe sarıldı. Meram bey:

– Tutma onu!

Fehmi:

– Neden?

Meram:

– Çutur çutur çatlar.

Fehmi inanmamıştı:

– Çatlak değil mi?

Ve ortalıkta ne kadar kâğıt bulursa hepsini toparladı. Meram bey telaşla bağırdı:

– Ne yaptın? Kırmak dökmek yok.

Fehmi büyük bir eski gazeteyi ortasından ikiye böldü. Sobaya attı. Kâğıdın birden harlamasına güldü. Meram bey ona hayretler içinde bakakalmıştı!

Çaydanlık indirilip demlendirildi. Meram bey Himmet efendiye sordu:

– Efendi, çay?

Himmet efendi bardağını uzattı:

– Fena olmaz.

Meram bey somurttu:

– Amma da bardak ha!

– Himmet efendi kös dinlemişti:

– Beis yok. Ben kendim kâfi derecede mikrobum. Ayrıca mikrop bana dokunmaz.

– Onu demek istemedim.

– Öyle ise özür dilerim.

Meram bey halk şâirine döndü:

– Lâmi çay?

Lâmi kalktı. Pijaması üstüne gömleği sarkmıştı. Bardağı masaya götürdü. Meram bey:

– Kömür tükendi.

dedi. Halk şâiri, Fehmi çocuktan daha az ateş taraftarı değildi:

– Ama çok yakmıyoruz ki sobayı.

dedi. Süvari zâbiti derhal köpürdü:

– Ne sobası? Biz idare etmesini bilmiyoruz.

Lâmi yumuşakça düzeltmeğe çalıştı:

– Az gelmiş olmasın kömür.

Zâbit kabul etmedi:

– Ne azı? Her günkü kadar geldi. Bize kömür mü dayanır!

Halk şâiri çayını doldurmuştu. Kömürleri dirhemle harcatan Meram bey değil miydi? O halde.. O halde kömürün idare edilmediğini kabul etse, süvari zâbitini “idaresizlik”le itham etmiş olabilirdi. Kabahati başka yere havale etti:

– Kış ta yaman bu sene..

Meram bey bu fikre daha çok tutuldu:

– Ne kışı? Her sene başka türlü mü?

Lâmi uzlaşmanın yolunu arıyordu:

– Geçen yıl bu ay bu kadar yapmış mıydı?

Süvari zâbiti hücuma hazırlandı:

– Yapmadı mı?

– Herhalde bu sene kış erken geldi. Görülmüş kış değil.

Meram bey şiddetle:

– Ne erkeni be? Sen unutmuşsan bana ne?

Halk şâiri kendi kendine söylenir gibi tekrarladı:

– Ne bileyim. Bana öyle geliyor ki bu sene kış fazla.

Süvari zâbiti, kendisine bu derece karşı konulmasına pek

öfkelenmişti:

– Peki, peki.. Kes artık! Sen şimdi sabaha kadar iddia edersin. Zaten ben söylemiyecektim ya! Unuttum. Seninle konuşulur mu? Kim ne derse, hemen onun aksini öne sürmek âdetin! Ben, böyle inatçı herif görmedim!

Lâmi artık bu hücum önünde alınmamazlık edemedi:

– Yahu, feha bir şey demedik.

– Daha ne söyliyeceksin?

– Allah, Allah!.. Hep kendi fikrin doğru.

– Ne kendi fikri? Senin fikirlerin mi daha doğrudur?

– Canım, olur ya: hiç mi kimse itiraz etmiyecek?

Meram bey köpürerek bardağını masaya vurdu:

– Senin huyun itiraz. İllâ ters konuşmak. Can çıkar huy çıkmaz. Bende kabahat ki sana cevap veriyorum.

Lâmi, kızarıp bozararak ranzadaki yatağına bağdaş kurdu. Boynunu eğdi:

– Peki sen emredeceksin…

Meram bey işaretle onun sözünü kesti:

– Sen de ne olursa olsun karşılık vereceksin!

Lâmi, bitkin bir tevekkülle:

– Hayır. Biz itaat edeceğiz!

dedi.

Ulemâdan Himmet efendi, dayanamıyarak işi şakaya boğuveren kahkahayı bastı:

– Müstebit.. Abdülhamit… Yanlış koymuşlar süvari zâbitinin adını, Meram değil Abdülhamit olmalı imiş.

Halk şâiri bu desteklerden canlandı:

– Canını seveyim ben Abdülhamid’in. Kendisine suikast yapanı bile affetmiş.. Bizim Meram bey nerede? İnsana ağız açtırtmıyor.

Himmet efendi devam etti:

– Öyleyse, Meram bey “IV.Murat” yahut Kuyucu Murat Paşa!

Lâmi tasdik etti:

– Vallahi öyle: İtiraz edenin boynunu uçuracak.

Lakin, yıldırımlanan süvari bakışlarından korunmak için yorganı başına çekip yatağa uzandı. Meram bey üstündeki ranza yatağına hiddetle fırladı. Lâmi, yorgan altından sesleniyordu:

– Her sabah uyanınca, bari aşağıdan, üstümüzdeki efendimize: “Mağrur olma pâdişahım, senden büyük Allah var!” diye bağıralım biz kulları! O sadece emir buyursun.

Himmet efendi tatlıya bağladı:

– Elbette emredecek. O süvari zâbitidir.

Meram bey, gene zayıf tarafına dokunulmuş bir insan insafı ile, dizleri üstünde hazır ol vaziyetine girdi. Ve generaline tekmil haberini veren zâbit edasıyle saymağa başladı:

– Onbeşinci süvari alayı, ikinci kısım, birinci bölük, 3. takım kumandanı!..

Sonra haberini, …….. takımına verdiği resmi tâzim kumandasıyla bitirdi:

– Ol!

“BİR MEKTUP”A CEVABIM

17.12.2023 tarihinde İsveç’te yaşayan arkadaşımız Sebüktay Kaan’dan bir e-mektup aldım. “Ahmet, ekte bir mektubun var” başlıklı, aslı bir sayfadan birkaç satır fazla, ekleriyle 9 sayfalık bir metin. Metinde 2023 Ekim ayında kolektif bir çalışmayla ortaya çıkardığımız Kıvılcımlı ustamızın yazılarından hazırlanan “DİNE ve POLİTİKAYA DAİR YAZILAR” kitabıyla ilgili bana yönelik uyarı, eleştiri ve ithamlar var. Neden ithamlar dediğimi açıklayacağım.

Öncelikle çalışmalarımı ve yazdıklarımı, söylediklerimi ciddiye alıp uyarı ve eleştirilerde bulunma çabası için arkadaşıma teşekkür etmeliyim. Keşke uyarı ve eleştiri ile kalsaydı, başım gözüm üstüne derdim.

Arkadaşım yazısının son cümlesinde bir not eklemiş. Diyor ki: “Not: Bu mektubu, bilgilenme hakları olduğu düşüncesiyle kimi arkadaşlara da ileteceğim.” Buna şaşırdım. Çünkü ilerde cevaplayacağım, hiç de hak etmediğim ithamlar var. “Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir. Onun kendisinin çevirdiklerini nasıl ’’Ben çevirttim’’ dersin!.. Değer mi!.. Ne yazık!” deniyor mektupta. Daha önceki bir yerde de uyarısına rağmen hem de “gözünün içine baka baka” bu tavrımda devam etmişim. “Niye buna tenezzül ediyor”muşum gibi. Bu ithamlar ve onlara vereceğim cevaplar hiç de şahsi ya da kısıtlı bir çevrenin bilmesi gereken şeyler değil. A. Kale ustasını rencide edecek tavırlara girmeye tenezzül ediyorsa, bunları bilmesi gereken “kimi arkadaşlar” değil herkestir. O “kimi arkadaşların ne gibi ayrıcalığı olabilir ki? Bu düşüncemden dolayı ben mektubu da cevaplarımı da hem kendi bloğumda, hem de sosyal medyada ulaşabileceğim her yerde paylaşırım. Abdestimden kuşkum yok çünkü. Ayrıca bu durumu vesile sayarak şimdiye kadar yaptığım görevler ve bundan sonrası için bir rapor da vermiş olayım okuyanlara.

Şimdi bana çok ağır gelen bu ithamlara bakalım. Kıvılcımlı’nın kendi çevirdiği yazısını, “ben çevirttim” diyerek onu rencide etmek. Gerçekten ağır bir sahtekarlık ve suç. Tabii ki gerçek olsaydı. Uzaklara gitmeden mektubun içinden cevaplayayım. Ortalardaki bir paragrafta benden şu alıntı yapılıyor: “3- Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar) diye yazmışsın.” Evet “DİNE ve POLİTİKAYA DAİR YAZILAR” kitabına yazdığım 2 paragrafçık teşekkür notunda öyle yazmıştım. “DAHA ÖNCE ÇEVİRTİLİP YAYINLANMIŞTI” demişim. “BEN ÇEVİRTTİM, YAYINLADIM” dememişim. Bunu örnekleyeyim de: 2011 yılı Mart ayında Sosyal İnsan yayınları için derleyip yayınladığım TARİH YAZILARI içinde Cennet Nedir? yazısını da yayınlamıştık. Yazının girişine yazdığım kısa notu aynen alıyorum buraya:

“ Tarih Bilimi Yayınları tarafından broşür biçiminde ilk defa yayınlanan Cennet Nedir? daha sonra Diyalektik Yayınlarınca yapılan bir derlemede de yer aldı. Bilim ve Gelecek Dergisi’nde de yayınlanmış olan bu yazıyı derlememize alırken, içinde geçen ayet metinlerini ve isimlerini düzelttik.”(Tarih Yazıları, s. 201) Burayı biraz daha açayım:

Tarih Bilimi S. Şaşmaz çevresinin yayınevidir ve o broşürü 1982 yılında yayınlamışlar. Ben o zamanlar siyasi kaçaktım ve o broşürü yaklaşık 25 yıl sonra gördüm. Diyalektik Yayınları sevgili rahmetli Hüseyin Budak arkadaşımızın gayretidir ve andığım derlemeyi 90’lı yılların başında yapıp yayınlamıştır. Nihayet yakından tanıdığımız Bilim ve Gelecek Dergisi de 2006 Ocak ayında 23. Sayısında aynı yazıyı yayınlamış. Benim de yazıdan haberim bu dergi yayınından sonra olmuştu.

“Allah Önce Kadındı” metni için de bir şeyler yazılmış. Mektubun tamamını ekte koyacağım için okumak isteyenler oraya bakabilir. 2008 yılında “BERGSONİZM” kitabını çevirtip (evet o kitabı ücret ödeyerek çevirtmiştik. Daha sonraki çevrilen bütün kitap ve makaleler gönüllü çevirildiği için onlara çevirttik bile diyemeyiz. Bütün onur çeviren arkadaşlarındır) yayınladıktan sonra Hegel ve Allah Önce Kadındı metinlerini aynı arkadaşa çevirmek üzere verdik. O zamanki kaynağımız F. Fegan’ın yaptırmış olduğu mikrofişlerdi ve okunması çok zordu. Bir süre sonra çeviri için verdiğimiz Şeyda Oğuz arkadaşımız –ki daha sonra pek çok gönüllü katkılarını esirgemedi, minnet borçluyuz- metinden ancak küçük bir makale çıkarabildim diye “Bir Anahan Tomris” başlıklı yazıyı verdi bize. Biz de onu 2009 Mart ayında yayınladığımız KADIN SOSYAL SINIFIMIZ kitabına ekledik. O zaman eski yazıdan mı çevirdi, yeni harflerden mi dedi üzerinden 16 yıl geçtiği için hatırlamam mümkün değil. Şeyda arkadaşımız sağ ve ulaşılabilir halde ama o hatırlar mı onu da bilemem. O zamanki yazışmalarımızı da bulamadım.

Şunu da belirtmeliyim ki; Sebüktay’ın mektubuna eklediği notların en sondan ikincisinde Fuat Fegan’ın hazırladığı Yurt Dışı Kataloğu kastedilerek; “Katalog’da Cennet yazılarına ilişkin bilgi” başlığıyla verilen kısa bir liste var. O listenin 4. Satırında  “Cennet Nedir? diye başlayan el yazmaları (12 sayfa eski yazı), hemen altındaki satırda da “Allah Önce Kadındı başlığını taşıyan el yazmaları (15 sayfa eski ve yeni yazı karışık)” yazıyor. Yeni yazıya aktarılanların ne kadarını Kıvılcımlı yapmıştı, ne kadarını sonra çevirenler yaptı ben bilemem. Ama bu iki yazı için de hiçbir zaman, hiçbir yerde BEN ÇEVİRTTİM demedim. ÇEVİRTİLMİŞ dedim. Bu durumda Sebüktay’ın eleştirisi değil, nedenini bilmediğim bir önyargıya dayalı ithamı söz konusu olmalı.

Konuyu burada kesebilirdim ama o kısa mektupta, hazır yazmaya başlamışken değinmeden geçemeyeceğim bazı şeyler de var. Kısa kısa onlara da değineyim:

Kitap Panel’den bir gün önce elime geçti ve kitaptaki notunu okudum. Korktuğum -bütün ön alma çabalarıma rağmen- başıma gelmişti, hatta daha da fazlasıyla. Fena bozulmama rağmen arkadaşlara ’’hayır, Panel’in tadını kaçırmayacağım.’’ dedim. Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın. “

Evet, ekte sunduğum mektuptan aldım bunları. Sebüktay benim notumu okuyunca fena bozulmuş, ama panelin tadını kaçırmamak için orada susmuş. Panelin tadı kaçmadı belki ama benim tadım fena halde kaçmıştı. Panel öncesi yaptığımız, panelin sistemi üzerine yaptığımız kısa toplantıda Ender Helvacıoğlu ve moderatörlük yapacak olan genç kadın arkadaşımız Kübra’nın önünde beni azarlayacak kadar ses yükseltilmesi beni de “panelin tadı kaçmasın” noktasına getirmişti ama ben de sabrettim. Panel çıkışında yakın bir iki arkadaşıma “bir daha Sebüktay’ın olduğu hiçbir toplantıda konuşmacı da seyirci de olmam” demiştim. Bunu belirtip geçeyim. Şu cümlelere bakar mısınız? “Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın.“  Valla Allah korumuş yine de. İyi ki yan yanaymışız da gözünün içine baka baka söylememişim. Yoksa maazallah… Bu ne kibir ya. Sen bir şey dedin diye kimsenin kendi sözü olmamalı mı. Ya şu cümleye ne demeli? “Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!” Allah Allah, nasıl bir özür dilesem ki? Mesela şunu mu desem yoksa? 1986 yılından beri yaklaşık 40 yıldır bu metinlerin elinde olduğunu söylüyorsun. Bu süre içinde 40 satır yayınlamamışken, 20 yıldır tüm yaşamını vakfederek on binlerce sayfa yayınlanmışı yeniden yayınlama, bu sürede hiç yayınlanmamış yüzlerce sayfayı da yayınlama gayreti göstermiş birine, sana göre bir açık bulunca bu kadar üstenci davranışa başvurma mülteciliğin şanından mı acaba diye mi sorsam?

Uzun yıllardır ben ve ait olduğum gelenek sana samimice destek olduk, bunu biliyorsun. İyi kötü bir çaba gösteriyordun.” Bu cümle de mektuptan. Şu “iyi kötü bir çaba gösteriyordun” kelimelerindeki “iyi kötü” alicenaplığa teşekkür edeyim. Sebüktay’dan bu güne kadar şu son mektuba kadar çabalarımla ilgili iyi ya da kötü hiçbir değerlendirme görmediğim için bu kadarına sevineyim. Geçeyim cümlenin ilk bölümüne:

Uzun yıllardır Sebüktay ve içinde olduğu gelenek SODAP bana samimice destek olmuşlar. Sağ olsunlar tabi. Kimsenin samimiyetini sorgulayamam ama benim samimiyetimi sorgulamak da kimsenin haddi olmamalı.

Destek olup olmadıklarına bakarız ama kendine doktorcu diyen gruplar içinde uzun yıllardır en iyi ilişkide olduğum grup SODAP’tır, bu doğru. Bundan sonra da bu ilişkilerin iyi biçimde sürmemesi ve gelişmemesi için bir neden yok. Bu mektuptaki moral bozucu ifadelerin de SODAP’ın değil Sebüktay’ın kendi iradesi olduğunu var sayıyorum. Değilse arkadaşlar da görüşlerini iletirler, ben buradayım. Ancak iyi ilişki içinde olmak başka, destek olmak başkadır. Buna da bakalım:

Benim şimdiye kadar gösterdiğim “iyi kötü çabalar”ı iki başlıkta toplayabiliriz: Bunlardan birincisi 2003 sonrası aralıksız biçimde sürdürdüğüm yayıncılıktır. İkincisi ise benim çok önemsediğim Kıvılcımlı Enstitüsü kuruluşu ve çalışmalarıdır.

Önce Kıvılcımlı Enstitüsü’ne bakalım. 2015 Haziran ayında çok geniş ve nitelikli bir heyetle kuruluşu yaptık. Kuruluş öncesi şahsen ve de yazılı olarak SODAP ve TÖP’e birlikte kurma ve yürütme çağrısı yapmıştık. SODAP çağrımıza cevap bile vermedi. TÖP ise “bakarız, düşünürüz” dedikten sonra dönmedi..

Kuruluştan sonraki 2,5 yılda Enstitü gerçek bir araştırma kurumu gibi çalıştı. Bunları saymayacağım I. Olağan Genel Kurul Raporunda ayrıntılarıyla var. Özetçe Enstitü’yü, maddi yetersizlik, kadrosuzluk ve sağlık gerekçeleriyle SODAP’a devredinceye kadar herhangi bir ilgi ve destek görmedik. Genel kurulumuza katılan SODAP temsilcisi arkadaşımızın “yeterince ilgi ve destek göstermedikleri” konulu konuşması tutanaklardadır.

Enstitü’yü devrettikten sonraki yıllar boyunca da SODAP’la karşılıklı saygıya dayanan ilişkimiz sürdü ve sürecek ama kimin kime destek olduğu konusunda açık olmak lazım. Vicdanlı ve objektif bakan her SODAP’lı da benim Enstitü’ye daha çok destek olduğumu söyleyecektir. Bu Enstitü’nün üstlendiği panel ve toplantılarda da böyledir, Kıvılcımlı’nın ölümünün 50. Yılındaki anma programlarında da böyledir. Enstitü faaliyetleri dışındaki bütün TV programları, panel ve söyleşilerde de ben Enstitü’yü öne çıkarır, ismimin yanına “Kıvılcımlı Enstitüsü Kurucusu” yazdırırım.

Enstitü kuruluşunda ve çalışmalarında destek almadığım açık. Bunu SODAP’ın öncelik vermemesine bağlarım ancak, samimiyetini sorgulayamam. Samimi bulmasam, bütün yönetimin devri için çalışmazdım, sonrasında da herkesten çok destek olmaya çalışmazdım.

Gelelim diğer yöne; yani yayıncılık çabalarıma. 2006-2011 yılları arasında Sosyal İnsan Yayınları’nın kurucu ortağı ve yöneticisi olarak Kıvılcımlı ustamızın daha önce yayınlanmış 54, yayınlanmamış 1(Bergsonizm) ve 2 adet yazılarından benim derlediğim (Gençliğe Yazılar ve Tarih Yazıları) toplam 57 kitabını ve önemli yazılarından oluşturduğumuz 8 broşürünü yayınladım. Bu yayınlar sırasında SODAP’ın ve Sebüktay’ın herhangi bir desteğini hatırlamıyorum. Haklarını yemiş olmamak için yazayım; Kasım 2008’de Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde yapılan Kıvılcımlı Sempozyumuna külliyatı tanıtmak üzere SODAP tarafından konuşmacı olarak çağrıldım ve sempozyum fuayesinde bizden indirimli alınan kitaplar satıldı. Bunu destek sayabiliriz.

2009 Ekim ayında Kıvılcımlı’nın 38. Ölüm yıldönümünde yayınevimizin girişimiyle başlatılmış “Sosyalistlerin Ortak Kıvılcımlı Anması” yaklaşık 3 ay kadar süren hazırlık toplantıları çok iyi gitmesine rağmen, son haftaya kadar çok olumlu katkılar sunan ve benim de çok iyi ilişkim olan SODAP’ın anmaya bir hafta kala yayınevimizi “ulusalcı” ilan ederek ortak anmadan çekilmesi de destekten sayılmasa gerek.

2011 yılında Sosyal İnsan Yayınları’ndan ayrılmamdan sonra da tamamıyla şahsi gayretim ve kişisel ilişkilerimle Kıvılcımlı eserlerini ve yazılarını yayınlamaya devam ettim. 2012’de o zaman kurmuş olduğumuz Kıvılcımlı Okumaları Grubundaki arkadaşların katkılarıyla Kıvılcımlı’nın dava ve hayat arkadaşı “Fatma Nudiye Yalçı’nın Hayatı ve Eserleri” kitabını çıkardık. 2014 yılında epey uzun bir çaba sonucu yazabildiğim “KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya)”, 2017’de Dipnot Yayınları’nın talebi üzerine benim hazırladığım “HİKMET KIVILCIMLI KİTABI” yayınlandı. Arada 2016 Ekim ayında Ustanın “HAPİSHANENİN İÇ YÜZÜ (Cezaevi Etüdü)” yayınlandı. Bu kitabın yeni yazıya aktarılması, Osmanlıca kursundan genç arkadaşım Cengiz Yolcu tarafından gönüllüce yapıldı. 2018 Mayıs ayında hem Kıvılcımlı’nın yurt dışına kaçışının perde arkası denebilecek olan yazışmaların derlendiği “OA DOSYASI”, hem de Fatma Nudiye Yalçı’nın Sosyete ve Teknik kitabında andığı Kıvılcımlı’nın “TARİHİ MATERYALİZM” kitapları gönüllü arkadaşların maddi katkılarıyla yayınlandı ve bir kısmı Enstitü’ye bağış olarak verildi. Bu son 3 kitabın yayınlanmasını üstlenen Sorun Yayınları’na da minnettarız. Nihayet 2021 yılında uzun yıllar üzerinde çalıştığımız, Hamza Tığlay ve Şebnem Oğuz’un gönüllü çevirileri ve Nota Bene Yayınlarının finansmanı da üstlenerek bastığı “HEGEL ve FELSEFE NOTLARI” kitabı Kıvılcımlı ustanın 50. Ölüm yıl dönümüne yetiştirilip yayınlandı. Buraya kadar yazdıklarımda SODAP’ın da başka herhangi bir doktorcu grubun da katkısı yoktur, desteği yoktur. Sevgi, saygı ve iyi ilişkilerin varlığı başka tabi. Katkı ve destek daha çok Kıvılcımlı’ya saygı duyan ama hiç Kıvılcımlıcı olmayan güzel insanlardan geldi. Hepsine teşekkürler.

Buraya bir ek yapayım. Sosyal İnsan Yayınları ile bastığımız kitap ve broşürlerin hiçbirinin künyesinde benim adım yoktur. 57 kitap 8 broşür hazırladım, yayınladım ama hiçbirine yayıncı olarak da derleyen olarak da adımı koymadım, bunu önemsemedim. Çünkü onların hemen hepsi Kıvılcımlı’nın sağlığında ya da ölümünden sonra yayınlanmış metinlerdi, biliniyorlardı. Ancak 2011 sonrası yayınladığım kitap ve yazılar daha önce yayınlanmamış yeni ya da eski yazı metinlerdi. Bilinmiyor ilk defa yayınlanıyorlardı. Bu metinleri ilk defa yayınlayan biri olarak sorumluluğu üstlendiğimi belirtmek üzere hepsine adımı da koydum, sadece “yayına hazırlayan” olarak. Bir metni ilk defa yayınlamanın gururu ile birlikte sorumluluğu da vardır. Yapılan varsa yanlışların da kimin tarafından yapılmış olduğunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu kadar yazışmaya neden olan son kitaba gelirsek; evet bu kitapta SODAP’ın önemli bir maddi katkısı oldu. Basılan kitabın önemli bir bölümü indirimli olarak SODAP tarafından peşin olarak alınmasaydı bu kadar kolay basılamazdı kitap. Bu katkıları için Sebüktay’a da SODAP bütünlüğüne de teşekkür etmeyi hiç ihmal etmedim.

Bu yazının daha başlarında “Ayrıca bu durumu vesile sayarak şimdiye kadar yaptığım görevler ve bundan sonrası için bir rapor da vermiş olayım okuyanlara” demiştim. Bence yazıyı okuyacak olanlar bu bilgilendirmeyi hak ediyorlar. Bundan sonra yapacaklarımı da en sona bırakayım.

Sebüktay’ın bana böyle bir mektup yazarak Kıvılcımlı ve eserleri hakkında gösterdiği duyarlılığa saygı duymak isterim tabi. Ama istemesem de aklıma gelen bazı şeyler var. Mesela 2020 sonlarında yayınlanan bir “Anı” kitabında Kıvılcımlı ölümünden 49 yıl sonra kendini savunamayacak, suçlamaları cevaplayamayacak bir durumdayken “tacizci” ilan edildiğinde de aynı duyarlılığı gösterip, “hoop sen Kıvılcımlı’yı rencide ediyorsun” diyebilseydi. Mesela 2022 Mart ayında Bilim ve Gelecek Dergisi’nde yayınladığım uzun bir yazıyla Süleyman Şaşmaz’ın Komün Gücü sahtekarlığını teşhir ettiğimde bunu ciddiye alıp benimle birlikte bu sahtekarlığa tavır alsaydı. Mesela kendisinin ve grubunun maddi katkı yapmadığı, benim bin bir imkansızlık içinde dişimle, tırnağımla oradan buradan katkılar alarak yaptığım yayınlara, katıldığım programlara eleştirel de olsa katkılar koyabilseydi. Mesela 40 yıldır ellerinde olan arşivden bazı şeyleri yayınlayarak yayılmasına daha çok katkıda bulunabilseydi vs.

Sonuç olarak böyle bir yazıyla kendimi ifade etme fırsatı çıkardığı için gene de teşekkür borçluyum arkadaşıma. Ben arşivin uzmanı değilim. “O da kimmiş” diyenlere de, arkamdan küfrederek gezenlere de aldırmadan ustama ve işçi sınıfına karşı görevlerimi yapmaya devam edeceğim elbette.

Bundan sonrası için bugüne kadar olanlardan sonuçlar çıkararak yürüyeceğim. Artık gruplara “Kıvılcımlı’nın eserlerini yayınlamama katkıda bulunun, yaymaya çalışalım” demek istemiyorum. Bugüne kadar dediklerimden hiçbir sonuç alamadım çünkü. Ama dışardan katkı almadan da kitap basmak mümkün olmuyor. O yüzden bundan sonra ne olursa olsun basılı kitap için uğraşmayacağım. Gerek halen derlenebilecek Kıvılcımlı kitaplarından oluşturabileceğim kitapları, mesela Kıvılcımlı’nın dergilerdeki yazıları gibi, gerekse Kıvılcımlı üzerine yazmayı sürdürdüğüm, mesela Kıvılcımlı’nın Ayrıntılı Biyografisi (Biyografi için iki yayınevinin “basarız” sözü var, istisna olabilir) ve Kıvılcımlı’nın Davaları ve Savunmaları gibi kitapları e-kitap formatında internette paylaşacağım. Böylece hem maddi sorun ortadan kalkar, hem de katkıda bulunanlara minnet borcu çok olmaz.

Son söz olarak şunları diyeyim: Uzun yıllardır Kıvılcımlı yayıncılığına benim kadar konsantre olup emek veren başka biri olmadı. Keşke olsaydı. Yıllar yılı “bu eserleri yayınlama konusunu gruplar üstü bir hale getirelim, her grup katılsın ben de gönüllü çalışayım” dedim durdum, kimseye dinletemedim. Artık onu da demiyorum. Ama yukarda özellikle ayrıntılandırmaya çalıştığım yoğun bir emek var. Adanmış yıllar, yıpranmış bir sağlık var. Bütün bu bedellerle yığınla daha önce yayınlanmamış eser ve yazı ortaya çıkarılmış. Tabii ki her üretimin eksikleri ve kasıtlı olmayan yanlışları olabilir. Bunlar eleştirilir, düzeltilir.

Ayrıca, yazımı sonlandırmadan önce bir hususu özellikle ve tekrar belirtmeliyim. Ben SODAP ile hep karşılıklı sevgi ve saygı ilişkisi içinde bulundum ve bulunacağım. Birbirimize karşı eleştirilerimiz de oldu, olacak da tabi. Karşılıklı saygı kadar, geliştirici, düzeltici eleştiri de aynı yolda olmanın gereklerindendir. SODAP kendi yolunda bir mücadele yürütüyor, benim tercihim yaptıklarımdır. İçlerinde olmasam da mücadelelerine saygı duyarım. Sebüktay mektubunda her ne kadar “ben ve içinde olduğum gelenek” diyerek bana olan tavrını grubuna da mal etmeye çalışmışsa da ben öyle görmüyorum. Bir siyasi grup daha ilerletici, daha düzgün eleştiri ve uyarılar yapar. Kişiler kendi kibirlerine gruplarını da ortak etmemeli bence. SODAP’ın bana bir eleştirisi ya da desteği olacaksa bunu şimdiye kadar olduğu gibi saygılıca ve direk bizim iletişim kanallarımızdan yapar. Böyle yandan çarklı şeyler beklemem onlardan.

Ama şimdi ben başka nasıl düzelteyim “Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir.” Suçlamasını? “Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!” diyen Sebüktay’a yaptığım “saygısızlığı”?

Sanki şahsi savunmaymış gibi olan bu yazı ile zamanlarını aldığım tüm arkadaşlarıma ve bu yazıyı okuyanlara selam ve saygılar.

Elimden bu kadarı geldi. İşlerime devam edeceğim…

Ahmet Kale 02.01.2024

Ekler: Sebüktay’ın Mektubu

           Benim kitaba yazdığım not

Ahmet Merhaba.

Bu mektubu sana epey önce yazmam gerekiyordu ama uzadı.

Kitap yayınlanmazdan önce sanıyorum dergide (Bilim ve Gelecek) çıkan bir yazıdan kaynaklı huzursuz  oldum ve sana kısa bir mesaj attım sen de mesaj yazmak yerine aramak istedin ve telefonla konuştuk.  Allah Önce Kadındı yazısıyla birlikte, kitabı oluşturan diğer yazıların bulunduğu dosyanın bana Latife Fegan tarafından ISSU’dan getirtilerek iletildiğini söyledim. Ve özellikle de Allah Önce Kadındı yazısının hikayesini sana detaylıca anlattım.

Ender’in senden kitaba bir not yazman için ısrar ettiğini(!) söyledin. Telefonu kapattığımızda  çok huzurlu değildim ve bunun üzerine bir ’’ön alma’’ olur düşüncesiyle Karşı Mahalle’ye konuyla ilgili ayrıntılıca yazdım. https://www.karsimahalle.org/2023/10/06/allah-once-kadindi-kivilcimlinin-dine-ve-politikaya-dair-yazilari-uzerine

Kitap Panel’den bir gün önce elime geçti ve kitaptaki notunu okudum. Korktuğum -bütün ön alma çabalarıma rağmen- başıma gelmişti, hatta daha da fazlasıyla. Fena bozulmama rağmen arkadaşlara ’’hayır, Panel’in tadını kaçrmayacağım.’’ dedim. Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın.

  1. Önce, o ’’okunamayan’’ dediğin Allah Önce Kadındı yazısı: Yazı, üç beş satır eski  yazı not dışında yeni Türkçedir, Kıvılcımlı’nın kendi el yazısıyladır ve rahatça okunabilir durumdadır. (Resim ekte.) Yazı arşivde on yıllardır, bende 40 (kırk) yıldır var. Ayrıca ben yazıyı 2011’de  Bilim ve Gelecek dergisine de göndermiştim. Akibetini  bilmiyordum ama Panelde Ender H. yazının ellerine geçtiğini söyledi. Hatta panel bitiminde bana yazının hala ellerinde olduğunu da söyledi. Yazı yıllardır da ISSU’da daha kaliteli, dijitalize edilmiş olarak var. (Resim ekte)
  2. ’’Sayfalar dolusu dosyadan ancak ’Bir Anahan Tomris’ başlıklı kısa bir bölümü yeni harfelere aktarabilmiş(tik)’’ diye yazmışsın. Bahsettiğin sayfalar ki yazının büyük bölümünü oluşturuyor- yine Kıvılcımlı’nın kendisi tarafından ve kendi elyazısıyla yeni Türkçeye aktarılmış. (Resimler ekte) Yayınladığın da zaten o bölüm. Geri kalan bir iki sayfa da Kitabı yayına hazırlayan Ömür Yazıcı Özdemir ve Güney Çeğin tarafından yeni Türkçeye aktarılmış. (Kendileri de bu konuda zaten kitapta titiz bir döküm vermişler. Resim ekte)
  3. ’’Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar) diye yazmışsın.Kitapta yer alan Cennet başlıklı yazıların tamamı Kıvılcımlı zamanında daktilo edilmiş ve birer nüshası, Arşiv ISSU’ya teslim edilmeden 1986’da kopyaladığım kendi arşivimde de var. (Resimler ekte) Yani Cennet yazılarını da sen çevirtmedin, Kıvılcımlı kendisi çevirdi. Bu bilgi Fuat Fegan’ın yayınladığı Arşiv Kataloğu’nda da yer alıyor. (Resim ekte)

Benim bu yazdıklarımla Ömür ve Güney Hocaların kitapta verdikleri döküm, bire bir örtüşüyor ama senin yazdıklarınla onların yazdıkları arasında -ne talihsizlik ki aynı kitapta yer alıyorlar- çok  kötü bir uyumsuzluk var. Uymayan/gerçek olmayan ne yazık ki senin yazdıkların. Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!

Uzun yıllardır ben ve ait olduğum gelenek sana samimice destek olduk, bunu biliyorsun. İyi kötü bir çaba gösteriyordun. Birbirimizi de tanımıyor değiliz. Elli yıla yaklaşan bir ’’Doktorculuğumuz’’, arkadaşlığımız, hukukumuz var. Haydi beni/bizi geç! Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir. Onun kendisinin  çevirdiklerini nasıl ’’Ben çevirttim’’ dersin!.. Değer mi!.. Ne yazık! Üzüldüğümü bilmeni isterim. Selamlar.

Not: Bu mektubu, bilgilenme hakları olduğu düşüncesiyle kimi arkadaşlara da ileteceğim.

Sebüktay Kaan – 17/12 – 2023

EKLER

Allah Önce Kadındı – İlk sayfa (Kitapta 19. Sayfa)

Anahan Tomris – İlk Sayfa (Kitapta 33. Sayfa)

Cennet Yazıları – 4 Başlık (Kitapta 49. Sayfadan  başlayarak)

Yurtdışı Kataloğu (Fuat Fegan tarafından düzenlenmiştir)

Katalog’da Cennet yazılarına ilişkin bilgi

Kitapta, Ömür Yazıcı Özdemir ve Güney Çeğin tarafından verilen döküm

BENİM KİTABA YAZDIĞIM KISA NOT

Allah Önce Kadındı metni çok uzun yıllar önce elime geçmişti. Sosyal İnsan Yayınları ile ilgili anılarımı anlattığım kitapta da bahsetmiştim bu metinden. O zamanki nüshaları okumak pek zor olmuştu. Sayfalar dolusu dosyadan ancak “Bir Anahan: Tomris” başlıklı kısa bir bölümü yeni harflere aktartabilmiş, o metni de 2009 Mart ayında yayınladığımız Kadın Sosyal Sınıfımız kitabına almıştık. Yıllarca temiz, okunabilir bir nüsha edinmeye çalışmıştım. Nihayet 2021 yılında İsveç’te yaşayan dostumuz, arkadaşımız Sebüktay Kaan elindeki okunabilir durumdaki nüshayı bize ulaştırdı ve yayınlama projemiz somutlanır oldu. Bu konudaki teşvik ve desteği için Sebüktay Kaan’a teşekkür ederiz.

Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar). Allah Önce Kadındı başlıklı metnin de bazı sayfaları yeni harflere aktarılıp daktilo edilmişti. Diğer yazılar (Barbarlıktan Medeniyete Geçiş, Medeniyette Mısır Mı Önce Irak Mı? Kentin Kuruluşu İnsanın İlahlaştırılma Proseleri) tamamıyla eski yazı haldeydiler. Yeni harflere aktarımı yapan Ömür Yazıcı Özdemir hoca kitaptaki tüm metinleri de yeniden gözden geçirdi ve Güney Çeğin hocanın da katkılarıyla yayına hazırlandı kitabımız. Katkıları için her iki hocaya da minnettarız.

BALKAN YOLCULUĞUNDA KIVILCIMLI’NIN NEFES İZLERİ

Geçenlerde ARNAVUTLUK’TA NELER OLDU? Başlığıyla Balkan gezimin Arnavutluk bölümünden bazı izlenimlerimi, orada o günlerde olan protestoları da eksene alarak yazmıştım. Gezi boyunca beni en çok heyecanlandıran şey, gezdiğim yerlerde Kıvılcımlı’nın ayak ve nefes izlerinin olmasıydı. Gezimizin başlangıcından itibaren, daha önce defalarca okuduğum, iki defa baskıya hazırlamış olduğum, Kıvılcımlı’nın Türkiye’den kaçtıktan sonraki günlüklerinden oluşan “GÜNLÜK ANILAR” kitabının “Yugoslavya: Yolculuğun Sonu” başlıklı bölümü zihnimin derinliklerinden ortaya çıkıp, ete kemiğe değilse bile, mekana bürünüyordu.

Kıvılcımlı, Günlük Anılar’da ayrıntılarını okuyabileceğiniz “kaçış” serüveninin bir bölümü de benim gezdiğim yerlerde geçmişti. 42 yıl sonra onun yaşamının son haftalarını geçirdiği topraklarda, şehirlerdeydim. Dolayısıyla gezim Kıvılcımlı’nın çileli son hafta anılarıyla geçti desem yeridir.

Arnavutluk’ta yaşayan kardeşten ileri kadim dostum ve onun yakınları kendilerini ziyaret etmem için bana bilet yolladıklarında aklımda bir Balkan gezisi yoktu. Tiran ve çevresini gezer, hayatımda ilk kez Türkiye dışında bir hafta geçiririm diye düşünmüştüm. Ama her şeyin en iyisini yapmaya alışkın insan iyisi dostumun bana sürprizi oldu seyahat. Gittiğim gün bana, 3 gün yakın Balkan ülkelerini gezmek üzere plan yaptığını söyleyince sevindim elbette. Balkanlar Kıvılcımlı’nın hem doğduğu, hem de öldüğü yerlerdi. Benim için özel anlamı olacaktı bu gezinin. Zaten dostum da bunu bilerek yapmıştı gezi planımızı sanırım.

Şöyle başlamışım gezi notlarıma:

Bu notları Struga’da göl kenarında bir kahvaltı salonunda yazıyorum. Sabah 05’te uyanıp yola çıktık Tiran’dan. Hedefimiz 3 gün içinde Makedonya, Kosova ve Karadağ’ı görüp, ters taraftan Arnavutluk’a geri dönmekti. Virajlı ve kötü yollardan, Elbasan ve Libraj kentlerini geçtik. Sabah ve boş mideli olmama rağmen, virajlardan midem bulandı. Bu yüzden doya doya seyredemesem de Balkan Dağlarının güzelliği büyüleyiciydi.

“Yol boyu Enver Hoca döneminde yapılmış önemli yapılara rastlıyorduk. İlkel yöntemlerle yapılmış olmaları belli olmasına rağmen hala tren yolunu taşıyan görkemli viyadükler gördük mesela. Issız yerlerde, 80-100 metre yükseklikte ve hala sapasağlamlar. Geçtiğimiz şehirlerde irili ufaklı sanayi tesisleri gördük. Hemen hemen tamamı boş, çalışmıyor.

 Ufak ufak parçalara bölünmüş eskinin sosyalist Balkan ülkeleri. Tümünde çok belirgin, hatta sokaklara taşan bir ABD hayranlığı ve egemenliği var. Gezdiğim tüm yerlerde çok açık bir Türkiye ve AKP hayranlığı, Çalık holding ve Gülen cemaati etkinliği gördüm. Öyle ki bu şer odaklarının etkinliği Türkiye’den daha fazla buralarda. Geçmişi, geçmiş sosyalist dönemi reddetmenin de ötesinde yok sayıyorlar adeta. Devam edeyim notlarıma:

STRUGA

Kısa bir yolculuktan sonra Arnavutluk-Makedonya sınırına vardık. Burası eski Yugoslavya-Arnavutluk sınırı. Arada vize falan yok, pasaportları damgalatıp geçtik. Oysa 42 yıl önce aynı sınırdan Kıvılcımlı ve arkadaşı, ağır kanser kanamalarına, yaşına ve geçmişine bakılmadan geri püskürtülmüştü Enver Hoca yönetimince.” Günlük Anılar”dan aktarayım:

“27.7.1971 (Salı)

Haydi bakalım Enver Hoca “Sürtük Yahudi”ler (kendimizi ‘Juif Errant’a benzetiyorum) geliyorlar. Bakalım sen ne göstereceksin?” (Sayfa 231)

Enver Hoca’nın ne gösterdiğini de anlatıyor acı acı:

29.7.1971 (Perşembe)

“Öldürdü bizi Struga sınırında Arnavut karakol kumandanının sağ kolunun sağ omuzu üstünden başı ile bir hizada sıkılan yumruk selamı. Yumruk, ona bakılırsa tepemize indi ama “Rot Front” (Kızıl Cephe) yumruğunun bir çeşidi değil miydi? Helal olsundu.

“Söylemiştiler. Her rastladığımız epey ürkerek anlatmıştı. “Vize”siz kimse Arnavut toprağına basamıyordu. Vize bile, ilaç gibi damla hesabı, şu kadar gün olarak tartılıp veriliyordu. Yugoslav sınır karakolunun komutanı da söylemeye çalışmıştı. Dinletemedi bize. Yürüdük. Ortası ak kuşaklı asfalt yolu (Yugoslav yolunu) sonuna dek yürüdük. Bitince, az pürtüklüce beton-çakıl Arnavutluk yolundan, tığ gibi genç, sevimli ama kuşkulu nöbetçi, sağ eli kabza ve tetik yerinde, sol eli namluda, kayıştan boyuna asılı Rus biçimi otomatik tüfeği ile yolumuzu kesti. Arnavut toprağında bir adım yer bile yabancı ayağa çiğnetilmiyordu. Daha sade giyimli, aynı yaşta komutan geldi. Daha nazik ve sevimliydi. Bize mi öyle geliyordu? Yugoslavya’da herkes sevimliydi. Onu tabii buluyorduk. Keskin Arnavut’un Rus asker giysili gençleri, kendilerinden başkasına inanmamaya alıştırılmışlardı.

“Kırları yeşil, dağları yemyeşil bu güneşli ortamda Arnavut delikanlılarının silahlı ve tetikte kuş uçurtmaz halleri, insana askercilik hevesli çocukların, kendi kendilerine dramatize ettikleri bir oyunu andırıyordu. Gülemezdiniz. Kızardı Arnavut polisinin kafası. Gülümsüyorduk onların gergin bacakları üstünde hemen ateş etmeye hazır dik ve düşman duruşlarına. Genç komutan da, hele ‘A’yı [A. Birlikte kaçtıkları Ahmet Camuşçuoğlu] bayıltan’ yumruk selamı ile gülümsedi: Pasolarımızı aldı. Baktı. Vize yok. Olmaz. Geçemezsiniz. “Tarzanca” ile karışık anlatmaya çalıştık. ‘Tirana’ya, Enver Hoca’ya bir sorun’. Komutancık, olduğumuz yerde beklememizi işaret ederek, Karakola döndü. Al damalı ve düz kara çifte bavullarımız beton yolun üstünde ve kızgın Arnavut güneşinin altında yanyana duruyorlar.

“Şöyle yol dışı kıyıya çekildik. Meyilli toprağının bir iki karış boyunda ılık otları üstüne yan geldik. ‘Bıraksalar burada geceyi geçirebiliriz’. Otlar sıcak, yumuşak. Böcekler canlı canlı işlerine bakıyorlar. Hava, ortalık, ağaçlar, her şey güzel. Ya şu Arnavut çocuklarının pek yakışan askercilik oyunlarını dramatize edişleri ne? O da kendi dekoru içinde ‘çirkin’ değil. Hepsi hoşumuza gidiyor.

“Bekliyoruz. A söyleniyor:

“-İki Sosyalist Devlet sınırında… şuna bak.”

“Evet, ‘ikisi de Sosyalist’ olmakta birbirinden aşağı kalmamak için yarıştılar. İkisi de… Yalnız ikisi mi? Üçü, beşi, onu…her kaçsa?

“Sosyalist Devletlerin hepsi de, Burjuvazi’nin çizdiği “milli” sınırlar ardına sığınmışlar. Kimi birbirine yan bakıyor. Kimi göz göze geliyor. Kimi can cana… Ama hepsi, en irisinden en ufağına dek hepsi ötekinden ayrı. Yalnız ayrı mı? Birinden tek kişi ötekinin yurduna izinsiz adım atsa kurşunla karşılanıyor. Yazık. Kapitalizmin yarattığı ortam ve kurallar, insanoğluna halâ biricik ve dapdaracık yeryüzünü büsbütün dar getiriyor. (Günlük Anılar, s. 232-233)

Kıvılcımlı’nın püskürtüldüğü ama bizim kolayca geçtiğimiz sınır şehri Struga’dayız. Notlarım:

Göl manzaralı bir restoranda kahvaltı yapıyoruz. Saat. Sabah 8.30. Struga’da bizi karşılayan bir dostumuzun ikramı bu kahvaltı. Ohrid gölünde avlanmasına izin verilen Payk koron veya Belvica denilen bir balıktan yapılmış nefis bir çorba ile başlıyor kahvaltımız. Adetmiş. Ohrid gölünde olup da avlanmasına izin verilmeyen kıymetli bir balık da varmış. Çorbasını içtiğimiz balık, kışın kırmızı, yazın siyah benekleri olan çok temiz bir balıkmış. Zaten Ohrid gölü de temizlik ve şeffaflık bakımından dünyanın önde gelen göllerindenmiş. Çorbadan sonra Kaşkaval ve tulum peyniri, iri yeşil zeytin ve süzme yoğurttan oluşan güzel kahvaltılıkları da yedik. En son, ısrar üzerine bir tür krep olan Palaçinka’yı da tattık.

“Struga 60-70 bin nüfuslu, düzenli sokakların, bakımlı, bahçeli evlerin olduğu bir şehir. Ortasından Ohrid gölünün sularını Adriyatik denizine taşıyan Drina İzi (Kara Drina) nehri geçiyor. Nehrin Arnavutluk tarafında kalan tarafında Hristiyan Makedonlar, karşı tarafta ise Müslüman Arnavutlar yaşıyor. “

Ohrid’e geçip, gölü bir de o taraftan seyredeceğiz ama önce Günlük Anılar’dan Kıvılcımlı’nın Struga izlenimlerini aktarayım.

“26.7.1971 (Pazartesi) STRUGA

 “195 Frankla Paris’ten “Beograd”a [Belgrad] dün indik. 195 dinara Niş-Skopje üstünden vardığımız Ohrid gölü kıyısında 2 (biri lüks) otelli, 2 dinara 2 Taze Börek’li Struga’nın 20 dinarlık susuz, pis helalı otel odasında yalnızım. Yolda kanama korkunçtu. Uyuyunca hafifledi. Ne dayanıklı makineymişim? Artık ‘Berlinliler’i de unuttum. Paris’te kalamazdık: Pas’lar… Bizi yeryüzünde belki hapsetmeyecek tek ülke: Enver Hoca’nın ‘Tiran’ına yarın gireceğiz…Struga’da akşamın gelişine kuşlar telaşlanıyor. Serçelerin sesleri altında Marşvari bir radyo havası, daha altında koca gölün iki oteli bağlayan köprüsü altından uzun temiz kanala köpüren çağlayancığı mırıldanıyor. Gideyim bari onu seyredeyim. ‘A’ bir börek getirdi, yitti… Sulara bakacağım. 5 kat merdiven. ‘Bu Dünya’ gibi insan da ölmedikçe böyle. Sabahleyin: ‘Şu burjuvaziye bak. Rahat gebermeme bile müsaade etmiyor!’ demiştim. Ya bizim ‘Berlin’li’ kahramanlar? Gene aklıma geldiklerine içim tiksiniyor. Hadi çıkayım azıcık.

“Saat 8. Gördüm Struga’nın gezi ve eğlence yerini. Hepsi iki susuz otelin arasında akan su bolluğu ve ucu görünmeyen Ohrid Gölü bitişiğinde. Aşağı Barbarlık çağının balıkçılık züppeleri, sırça sulardaki temiz balıkcağızları rahatsız ediyorlar. Eski köprünün yapma çağlayancığı gölün durgun sularından fazlasını parmaklarından geçirerek modern beton köprüye ve ötesine, pembe kesme taşlı sahan kenarı gibi yatkın temiz iki yanlı rıhtım boyu, ağaçlar ve çiçeklikler arasından kuzeyde görünmez yerlere bol bol, akıtıyor. Bitişik otelde: ‘Vadanema’: Su yok (Klozetler korkunç)… Çağlayancığın ötesi, yüzünde bir kıl bile kıpırdamayan Ohrid Gölü. Kıyısı sığ. Az içeride küçük saz adacığı. Kıyı ile sazlık arasında da düşünen böcek gibi ufak, mavi, yeşil kayıkçıklar, birer kazığa bağlanmışlar. Suların gölden taşarca akışının rahatlık veren sesini dinliyorlar. Solda geniş iri kumlu plaj. Yüksek loş ağaçlı derin koruluğu turist çadırları ve otoları kaplamış. Deniz gölde birkaç kişi yüzüyor. Plajda yüzenlerin ailesi koruluk sınırına kumlar üstüne oturmuş. Bir genç kız çırılçıplak bebeği iki kalçasından başı üstünde havaya kaldırırken ‘Dobre’(doğru) durmasını söylüyor. Bebek yeni doğmuş tostombul. İsa’yı kutlayan melekler gibi havada. Beni görünce: ‘Dede’ diyor. Gülümsüyorum. Ağlama başlıyor.(G. Anılar, s.229-230)

Struga bölümünü kapatmadan, Kıvılcımlı ile birlikte yurtdışına kaçıp, son nefesine kadar yanında olan A. Camuşçuolğlu’nun (yakında tamamını yayınlayacağım) “KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR” başlıklı yazısından da o günlerle ilgili bölümü aktarayım:

Yugoslavya ile kapısı olan Struga’ya hareket ettik. Birkaç gün Struga’da kaldık. 27-7-1971 Arnavutluk’un hudut kapısındayız. Bizi karşılayan ve sol yumruğunu kaldırıp selamlayan genç subaya derdimizi anlattık. Bizi Tiran’a göndermesini, orada merkez komiteyle görüşeceğimizi söyledik. Tiran’a telefon açtı. Bir saat kadar Arnavutluk ve Yugoslav hududunun arasında bekledik. Gelen cevap Belgrad’ın Arnavutluk konsolosluğuna müracaat oldu. Daha önce biz pasaportların sahte olduğunu söylemiştik. Burada da devlet karşımıza dikilmişti. Arnavutluk’tan gelen bir Yugoslav tankerine binip Struga’ya döndük. Aynı gün Makedonya Cumhuriyeti başkenti olan Üsküp’e hareket ettik. Bir iki gün dinlenmek ve düşünmek istiyordu Hoca. “ (Adı geçen rapor)

Struga’dan çok yakında olan Ohrid turistik kentine geçtik. Oradan da notlar almışım ama bu yazımızın teması “Kıvılcımlı’nın Ayak İzleri” olduğundan, sadece onun da kaldığı, geçtiği ve yazdığı yerlerdeki izlenimleri alıp, Kıvılcımlı’nın yazdıklarıyla bütünleştirmeye çalışıyorum. Doğal olarak aynı sırayı izlememişiz. Ben kendi notlarımdan hareketle yazıyorum. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın ziyaret sırası ve anılardaki sayfa numaraları karışık oluyor. Mesela biz Ohrid’den Resne üzerinden Manastır (Bitola)’a geçtik. Sonra Üsküp’e yollandık. Anılara göre Kıvılcımlı Struga’dan direk Üsküp’e yollanmış. Üsküp’ten Manastır ve Resne’ye geçmiş. Biz onun yolunu tersten katetmişiz yani.

Bizim güzergaha ve notlarıma döneyim:

RESNE ve BİTOLA (Manastır)

Ohrid’den Bitola yoluna çıktık. Bitola Osmanlı’nın Manastır’ı. Hani Mustafa Kemal’in Askeri Rüşdiyesini bitirdiği kent. Dağ yoluna çıktık. Olağanüstü görüntüler içinde gidiyoruz. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, giderek kırmızıya dönen yapraklarla ağaçlar muhteşem görüntüler oluşturuyorlar.

“Yükseklerde yol alırken çeşitli kasabalardan, köylerden geçiyoruz. Bir ara yemyeşil, bütün evleri geniş elma bahçeleriyle kaplı, çevresi de sanki elma ormanı gibi küçük bir şehre geliyoruz. Ya tabelayı görmedik, ya da Kiril alfabesinden dolayı anlayamadık. Ama sürekli burası ne güzel yer deyip duruyoruz. Şehre girerken ve şehrin sokaklarında adım başı elma satanlar var. Küfelere doldurdukları elmaları satıyorlar. Elmalar uzaktan bile çok çekici. İhtiyar bir satıcının önünde durup alıyoruz. Elmalar 3 çeşit bizim satıcıda. Çok da iriler. Her çeşitten 2’şer olmak üzere 6 tane seçiyorum 2 kiloyu geçiyor. İhtiyar satıcı, çok alıcı olduğumuzu görünce kilosu 1 Euro diyor. Çevredeki gençler gülüyorlar ihtiyarın kurnazlığına. Kazıklandığımızı biliyoruz ama gülerek alıyoruz elmaları da. Şehrin evleri bahçe içinde ve tek ya da iki katlı ama bir yapı var ki neredeyse Selimiye Kışlası gibi. Şaşırıp geçiyoruz yanından. Şehirden çıkmadan arabamıza yakıt almak için durduğumuzda, görevli benim tipime bakıp Türkçe konuşmaya başlıyor. İlk sorum, bu şehrin adı ne? Oluyor. RESNE lafını duyunca çok şaşırıyorum. Pişman oluyoruz şehre daha çok zaman ayırmadığımıza. Böylece o büyük yapı da İttihatçı gerilla Resneli Niyazi’nin gösterişli konağı oluyor. Benzinlikteyken etrafa daha dikkatli bakıyorum. Şehrin iki tarafı neredeyse geçit vermez görünen sarp dağlar. Soruyorum benzinciye: -Resneli Niyazi’nin geyiğiyle birlikte at koşturduğu dağlar, şu soldakiler mi, sağdakiler mi? Nedense bozuluyor adam. –Bizim Niyazi Bey eşkıya mı ki dağlarda dolaşsın! Diye çıkışıyor. Arkadaşımın da Tiran’da oturduğunu duyunca: -Zaten Niyazi Bey’i sizin Durres limanında vurdulardı. Diyor.”

Bizim Resne anılarımız böyle cılız. Oradan da Manastır’a geçtik. Şehri dolaştık, yolda konuşmalarımızı duyan bir İstanbullu sahip çıkıp işyerinde bize demlenmiş çay ikram etti falan. Manastır’da da burada anacak önemli bir şeyimiz yok. Bir de Kıvılcımlı’nın yazdıklarına bakalım:

22.8.1971 (Pazar)

“ÅumoΛe” [Bitole: Manastır] 3 gündür, ortası kızıl yıldızlı mavi, ak, kızıl ve yanında kendisi kızıl, ortasında boş sarı yıldızlı veya köşesinde içine orak-çekiç oturmuş gene sarı yıldızlı bayraklarla donatılı. Cuma, Osmanlı’nın Müslüman tatil günü olarak köylüler pazarı idi. Bir buçuk kilo ferik elması, birkaç kilo güvem eriği, şeftali, küçük armut satan küçük, nine, dede, milli kılıklı kadın, erkek, geniş semerli katır, eşek, kağnı ile kasabada alışverişe gelmiş köylülerin, belki Acem yaylasından, belki Ganj yahut Yang -Tse- Kıyang vadilerinden Batı Avrupa içlerine dek uzanmış, nalla mıh arasında yaşamalarını sürdüren ezeli köylücüklerin pazarı idi. Cumartesi gecesi, anlaşılan, her komşu kasaba ve merkezden gelmiş veya çağrılmış konuklarla kalabalıklaşmıştışehir. Sinema ile Tiyatro arası, asfaltı Beyoğlu’nun aksine, kaplamış olan akşam gezgincilerinin sıklığından ve çokluğundan belli…

“Öyle azgın (sistit [mesane iltihabı] arazlı) dediğim bir kriz içindeyim ki, soluk aldırmıyor. Her on, hatta beş dakikada bir kıvranarak,200 metre uzaktaki alafranga -olmaz olaydı- W.C.’ye sallana tutuna koşuyorum. En ‘önemsiz’, en ‘ayıp’ yerimin içine beş altı insafsız matkap sokulmuş. Düğmelerine görülmeyen sessiz eller basmış. Elektrik motorunun dilsiz inadıyla dönüyorlar, deliyorlar, işliyorlar, parçalıyorlar her yerimi. Ve ben gık diyemedim. İkide bir karyolamın acaip sathı mailine [eğimine] oturup bir yol düşecek olan, dönen başımı dirseklerim dizlerimde avuçlarım içine alıyorum.

“Dün iyi insanlar yatalaklığıma acımış olmalılar. Lüks Mercedes’le lokantadan aldılar. ‘Meşeli, dağlar meşeli-İçine sarhoş düşeli’ türküsünü çağıran yemyeşil yollardan, kartpostalların ‘İsviçre’de’ göstermeye alıştırdıkları göle gittik [Manastır civarındaki dağlarda, Bolu civarındaki Yedigöller’e benzer harika bir göller bölgesi olduğunu bize de söylediler]. Gitarlı beceriksiz delikanlılar, erkencecik “fam fatal” dedikleri yaman kadınlığı yakıştıran ve kırıştıran aşırı olgun kızcağızlar, çıplaklar… Daha açık lüks gazinoda “orijinal limonad”ı karıştırırken, alt karnımı zonklatan vuruşlararttı, azıttı. Safi kan. Artık bütün mesaneyi kaplamış olmalı kanser. Gençler o güzelim göle don paça girdiler. Plajın ağaç gölgesi altına çömeldim. Bir kırmızı sürat motoru, gösteriş sevenlere suda kayak yaptırıyor. Bayılacağım. Başım dönüyor. Belli etmiyorum.

Dönüşte Niyazi Bey’in Resne’sinden bir kavun karpuz aldık. Geyiği ve saç sakalıyla tarihe ansızın karışan ‘Hürriyet’ kahramanının “Saray”ı önünde az durduk.

“Özenmiş Makedonyalı Osmanlı subaycığı. İlkin Makedonya Komitecilerine özenmiş. Ona diyecek yok. Dağlar nefis ormanlık. Temmuz sıcağında batıya düşen göl, tatlı, serin. ‘Kapetan’ Sandaski Makedonyalı’dır da, Kolağası Niyazi Resne başka yerli midir?

Almış takımını. ‘Ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ demiş. Güzel özeniş, güzel ölüm. Elin ayağın tutarken beynine kurşunun nereden girdiğini bilemeden uzanıp ‘ebedi istirahat’ine dalmak, ölümlerin en konforlusu. İmrenilir. Niyazi Bey’in imrenemediğim özenişi, “Resne” ağaçlıkları ve geniş Manastır yolu üzerine oturttuğu, burada “Saray” adı verilen villası. Geyikli arslanın içinin içinde bu yatarmış. ‘Ya ölüm, ya Hürriyet!’. Ölmeyince, o saat kavuştuğu ‘Hürriyet’i, bu ‘Saray’ biçiminde görmüş. Saf dağlıymış belli. Tatlı Resne tepesinin göle doğru düzlüğüne Dolmabahçe Sarayı’nın ufacık bir karikatürünü yaptırmış. Çatısına da, Osmanlı Paşaları’nın Erenköy semtlerindeki köşklerinin yarı tahta, yarı teneke “Cihannüma” [çatı odası ya da taraçası] larından iki tanesini oturtmuş. Kim bilir 1908 Makedon ve Arnavutları, bu İstanbul melezi yapı önünde nasıl apışıp kalmışlardır?

“Ben imrenemedim. Nedir o teneke ve tahta eskisi her yerinde kopuk, döküntülü Cihannüma (Evren görür) sipsivri cumbacıklar. Nedir o üst katı süsleyen Panteon mermer sütunlarını, duvarcı ustasına dayanıksız kireç yığınlarıyla taklit, ama kötü taklit ettiriş. Yarı yolda kalan alçıdan dökmeye benzer sütunlar ak ak. Aralarındaki duvarlar açık toz pembe… Pencerelerini hatırlayamıyorum. Şimdi Resne Belediyelilerinin günde kaç saat ve kaç öğün çıktıkları,köylü, kasabalı yurttaşların iş günlerinde bekleştikleri merdivenlere bakamadım. Yazık be Niyazi Bey! Hayâl evinde bu piç üslûplu, Makedon, ‘kanı bozuk” irice çift katlı yapıyı mı yüceltmiştin? Acep içine girip şöylece bir kurulman ve yeşil giyinik çevre dağlara, mavi setentiliyon eteklikli karşı göle doğru genişçe soluman nasip oldumuydu? Yoksa bütün politika rezilliklerini şeref madalyası olarak yaldızlayıp, sağlı sollu en modern cücelere dek armağan etmiş çökkün Bizans Osmanlı ortamında, politika gerizini ün kaşığı ile atıştırmakta seni rakip görenlerin bir çelmesi yahut “fedai kurşunu” ile dünyana doyamadan boğulup gittin mi? Çıt yok.

Haydut çeşmesinde koca karpuzu o şeker katılmışca ama bıktırmayan tatlı, buz gibi serin gürgenli, dağ suyunun akıp giden dört beşoluğundan birisi altına koyduk. Çeşme Osmanlı armalıymış. Yıkıp betonlamışlar. Ardına düşen koyu ağaçlarla gölgelenmiş, az meyilli çimenler üstüne yeşil kareli battaniye serilmiş. Uzandık. Pembe etli, kızıl çekirdekli karpuzun yalnız göbeğinden zorla bir avuç yemek cesaretini gösterebildim. Karşı ağaçlıklar altına bağlı delişmen Makedon sahibinin üç kilo elma, bir buçuk kilo ağaç çileği satarak para yapmasını sabırla bekleyen semerli kıratçık bize bakıyordu. Karpuzun kabukları onun. “Verin yahu, atı bekletmeyin” dedim. İri, gevşek dudaklarından kabuk sularını akıta akıta yedi. Her marka otoların kapılarından demet demet irili ufaklı, nedense hep kız çocukları fırlıyorlar. Su içiyorlar, su döküyorlar…

Geçtiğimiz yerlerde en küçük çocuğundan yaşlı nine dedelere dek yüzüne bakılmayacak insan yok.

“Bu güzel yerlerde çirkin insan bulunur mu?

“Ağaçlı yol ÅumoΛe [Bitole: Manastır]’ye girerken, gene yerlilerin ‘Akademi’ dedikleri yapı önünden geçtik. ‘Mustafa’nın ‘Kemal’ olduğu ‘Manastır Rüştiye’i Askeriyye’i şahane’si. Biraderbey, Urfa’dan sürülüp Yanya’da Müftülük etmiş baba dedemin, hem Yanya, hem Manastır Askeri Rüştiye’lerini yaptırıp açış törenlerine katıldığını anlatmıştı. Müftülük nerede? Askeri yapıları inşa ettiriş nerede? Anlamadım. Yoksa, bir başka akrabamın bir gün Taksim Talimhane apartmanında ansızın benimle tanış çıkıp, niçin dede mirasını aramadığımı sorduğu ‘Milyoner Müftü’ efendi yükünü bu işlerle mi yapmıştı?

“Bu uzun çağrışım ve alt karnımın çılgın kasap bıçağıyla doğranışı ortasında, piknik Demirel’in plaka taktığı, Atatürk’ü okutmuş‘Askeri Akademi’yi görmek dahi isteyemem. O, Niyazi Bey’in ‘Saray’ından daha ciddi ve sağlam bir çift kat ön bölüm ile arkada tek kat ortası avlu küçükçe bir yapıydı. Belki Osmanlı çağından kalma sarı badanası ile, askerlerin “Haki renk”lerine asorti düşüyor

ÜSKÜP/MAKEDONYA

Manastır’dan sonraki durağımız Üsküp oldu. Hava karardıktan sonra vardığımız için bir otelde yerimizi ayırtıp Üsküp gecesine karıştık.

Üsküp (Makedonlar Skopje diyorlar) eski Yugoslavya’nın da önemli şehirlerinden biri. Şimdi Makedonya Cumhuriyetinin Başkenti. Son derece canlı bir şehir. Bütün resmi kurumlarla, müze, sanat merkezi gibi kurumlar bir merkezde toplanmışlar. Otelde aldığım notlar şöyle:

Üsküp canlı bir şehir. Şehrin merkezinde yapılan alan düzenlemesini hayranlıkla izledik. Görmeden anlatmak zor olduğu için sabah resimlemeye karar verdik. Ancak geceki ışıklandırılmış halinin de görmeye değer olduğunu söylemeliyim. Alan Antik Yunan stiline benzetilerek restore edilmiş binalarla ve devasa heykellerle dolu. Bütün şehrin ve bu alanın ortasından Vardar Nehri geçiyor. Nehrin üzerinde kısa aralıklarla köprüler var ama biri eski bir taş köprü, diğerleri yeni. Nehir çok dingin ve temiz akıyordu biz varken. Alanın, çevre bina ve heykellerin seyri çok hoştu.

“Sabah kahvaltı sonrası hemen akşam gördüklerimizi resimlemeye koştuk. Heykeller gerçekten de devasa boyutlarda. Ülkenin gerçek kurucusu saydıkları II. Philip heykeli kaidesi ile birlikte 30 metreyi buluyordu. Diğer heykeller de yaklaşık boyutlarda. Binaların dış cepheleri yıkılarak eski Makedon stiline göre yeniden yapılıyor. Bakanlıklar ve müzeler, opera ve tiyatro binaları bu stilde onarılıp kullanıma açılmışlar. Birçok binada da restorasyon sürüyordu.

“Üsküp oldukça ilgimi çekti. Gezdiğimiz her yerde, yazının başında da dediğimiz gibi sosyalist dönemi yok sayma ve izlerini silme Makedonya ve Üsküp’te de var. Gezdiğim her yerde sosyalizmin izlerini arayıp durdum. Enver Hoca’da olduğu gibi Tito döneminde de devasa viyadükler, aşılmaz kayalara açılmış tüneller gördüm. Tito evleri diye sıra sıra mütevazi ama hâlâ sağlam ve kullanılan bloklar var. Buradaki yüzlerce heykel ve stellerin içinde Tito’nun yüzünü aradım durdum. Tito hem Balkan coğrafyasında yaşayan her ırk ve dinden insanı barış içinde sosyalizme taşımış, hem de  Laz İsmail gibi zalimlerin etkisiyle Sofya ve Doğu Berlin’den kanser kanamalarına bakılmadan kovulmuş, Arnavutluk sınırına bile yaklaştırılmamış devrimci ustam Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ülkesine alıp, tedavisiyle ilgilenilmesini sağlamıştı.

Heykel dolu bir parkı gezerken, birden topluluk içinde Tito’nun gençlik (partizan komutanı olduğu dönemler olmalı) halini andıran bir heykel gördük. Emin olmak için yoldan geçen orta yaşlı birine sorduk ‘şu heykeldeki adam Tito mu’ diye. Adam heykelin çevresinde dolaştıktan sonra, ‘Anlayamadım, kaidede bir şey yazmıyor’ deyince şaşırmadım nedense. Yılmayıp daha yaşlı birine sorduk. Adam tereddütsüz teyit etti. Hemen resmini birkaç defa daha çektik.

Bunları yazmışım orada. Günlük Anılar’daki Üsküp notlarına bakmadan önce Ahmet Camuşçuoğlu’nun adı geçen “RAPOR”unda bakalım  neler var:

Yolda[Arnavutluk’a alınmayıp dönerken] Hoca’ya Türkiye’ye dönmemizi teklif ettim. İlk önce olumlu karşılar gibi oldu. Sonra Paris’e geri dönmeyi, hudutta pasaportları imha etmeyi ve polise teslim olmayı kararlaştırdık. Üsküp’te Hoca fikrini değiştirdi. Yugoslav K.P’ye başvurmamızı söyledi. Ben bunu tepkiyle karşıladım. Herhangi bir Komünist Partisine başvurmaktansa hele Yugoslav Komünist Partisi’ne kendimi Vardar nehrine atarım dedim. Hoca biraz kızdı. Sabah 06’da kalktı, giyinip gitti. Saat 9 gibi geldi. Partiye gittiğini, herşeyi olduğu gibi anlattığını, beni de yarın gelip alacaklarını, bütün olanları dümdüz anlat dedi. İtiraz etmedim. Terslikler yakamızı bir türlü bırakmıyordu. Bizim hakkımızda karar verecek merkez komitenin tatilde olduğunu söylediler.

“12-13 gün Üsküp’de kaldık. İlk günler Hoca yemek yiyebiliyordu. Sonradan 3-5 adım yürür yürümez başı döner oldu. Sonra bizi ne düşündüler bilmiyoruz, manastıra gönderdiler. On gün kadar manastırda kaldık. Bu süre içinde bir dediğimizi iki etmediler. Birden Hoca’nın kanaması arttı. Safi kan işer oldu. Üsküp hastanesine özel bir otoyla bizi getirdiler. Hastanenin en iyi odasını bize tahsis ettiler. Makedon K.P Merkez Komitesinden 4 kişi gelip Hoca’yı ziyaret edip gönlünü aldılar. 7 gün o hastanede kaldık. Hastane baştabibi direkt alakadar oluyordu Hoca’yla. Üsküp’te bir şey yapamayacaklarını anlayınca Belgrad’a göndermek mecburiyetinde kaldılar. (Rapordan)

Günlük Anılar ve onun bir tür “kaçışın perde arkası” denebilecek olan Ahmet Camuşçuoğlu’nun raporu okunduğunda, gerek kendilerine TKP adını takanların, gerekse onların etkisiyle insanlık dışı bir biçimde Kıvılcımlı’yı emperyalist dünyanın kucağına atmakta sakınca görmeyen ülkelerin tavrı ve bunun sonucu çekilen çileler görülüyor. Bu durumda Tito’nun, Makedon komünistlerinin enternasyonalizmleri bir yana, iNSAN tavırları bile göz yaşartıcı.

Şimdi bir de Kıvılcımlı’nın anılarında bakalım Üsküp günlerine:

“ A sabah, akşam, gece gündüz, her gün, her saat: Paytağa kaçan ince gergin, az (O bayn) [O-Beine: Çarpık bacak (Almanca)] dedikleri, içeriye kavisli bacakları üstünde, yerde yitirdiği şeyleri ararca  başını eğerek, boynunu bükerek, ansızın, hiç konuşmaksızın fırlar, çıkar gider oda kapısından. Sürter, sürter. Üsküp gözüne Türkiye’nin bir kasabası kadar bile görünmüyor. Gezmedik, dolanmadık yerini bırakmadı Murad Hüdavendigâr’ın karnından Milâş Kaploviç hançerini yiyerek hayatıyla ödediği Kosova ülkesi Başkentinin.

“Kimi, adı Türkçe’den kalma “Bitpazarı”na uğruyor. Müslüman Türkler’in, sokaklarında açık gerizler akan teneke mahallesi gecekondularnı izliyor. Kimi, pratik arkeolojiye çocukluğundan beri doyuramadığı açlığı ile belki ilk Grek Megaryen taşları çağından beri kat kat işlenmiş kale duvarlarını inceleyip, kalınlıyor. Kimi, ondan başka kimseciklerin uğramadığı ovaya bakan dağ tepelerine çıkıyor. Kendisini görür görmez çil yavrusu biçimi darmadağın kaçışan keklik palazlarından bir taneciğini olsun beslemek üzere tutmak için yakalamaya çalışıyor. Küçük, mavi kaplı banka defterciğinin (Türkiye’den son anı nesnenin) yırtık sayfaları arasında biri uzunca, öteki kısa iki ebem kuşağı renkli keklik tüyü ile dönüyor.

“Her seferinde, kapıdan on beşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:

“- Valla, hocam, ben bu memlekette..Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü! Tümcedeki ‘Tü’lerin -ki pek sıktırlar- ‘ü’lerini ne denli çok uzatabilirse, ‘A’, o denli inanılmaz, insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.

“ A’yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on “Tüü!” salvosu ateş ettiren olay: Makedonya’da insanların ‘seks’i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, ‘sokağa dökmeleri’dir.

“İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üst üste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Ara sıra birbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları  içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.

“Bekleşiyorlar. Neyi?

“ A’ sert sert, söverce burnundan püskürttü:

“- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!

“Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görür görmez. ‘A’ damgasını vurdu:

“- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez.

“- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.

“Sonra otel lokantasında gördüklerimiz de ona hak verdirtti. Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya’da çıkan Türkçe ‘Birlik’ gazetesinde ‘Etkinliğimi’) bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek? Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını.

“Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.

“- Bu saat dağılıyorlar, hocam!

“Saat 9’da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kol kola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık.  Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik. ‘A’ bile bir ara, derince soludu:

“- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.

“Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık “konsomatris”lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks, serbestliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksibir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız. (Günlük Anılar, s. 337-338)

Bu arada Günlük Anılar’da önemli bir yer tutan, “Parti Anılarım/ Kim Suçlamış” bölümünün sonunda (Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No. 9  5-8-71 Perşembe, saat 18.30) yazıyor. Hocamız, kendisine en çok acı veren, ihanetleri sergilemek zorunda kaldığı bölümü Üsküp’te yazmış.

PRİŞTİNA/KOSOVA

Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf müdürü iken, eşi Münire hanımdan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor…”

Kıvılcımlı, “kendi kaleminden hayatı” başlığıyla ancak birkaç sayfa yazıp bıraktığı yazıya böyle başlıyor.

Bugünkü haritalara ya da siyasal bölünmelere bakarsak ifade hatalı gibi. Priştina Makedonya’da değil, Kosova’da bir kent. Hem de başkent. Doğal olarak 20. Yüzyılın ilk yıllarında kasaba olabilir. İştip ise, Kosova’nın değil, Makedonya’nın bir vilayeti. O zamanlar kaza olabilir tabi. İfadede böyle bir terslik var. O zamanlar Makedonya’nın Kosova diye bir vilayeti varmış. Ve Kıvılcımlı’nın babası Hüseyin Bey, Priştina’nın posta müdürü iken Hikmet doğmuş. Ancak, İştip’te hastalanıyor dediğine de bakarsak, ya aile İştip’li, babanın görevinden dolayı Priştina’da doğmuş, ya da akraba ilişkilerinden dolayı İştip’te bulunup orda hastalanmış. Her halükarda Makedonya doğumlu. Balkan bozgunu ile dağılan ailenin mutlaka bir kısım yakınları kalmıştır oralarda. Acaba biliyorlar mıdır bu kadar önemli bir devrimcinin yakınları olduğunu? Biliyorlar mıdır dönüp dolaşıp, istemeden de olsa doğduğu topraklara dönüp acılar içinde öldüğünü?

Kıvılcımlı “ölüm yolculuğu”, ya da kendi deyimiyle “…yolculuğun sonu” diyeceğimiz son haftalarda Priştina’ya veya İştip’e uğramamış. Bu konuda bir notu da yok dolayısıyla. Ama ben Priştina’da kalıp bir kısım notlar tutmuştum. Onları da aktarayım:

Üsküp’ten Kosova’ya, ikinci büyük kent olan Prizren üzerinden girdik. Prizren, Kosova’lı Arnavutlar ve Sırplar arasındaki çatışmadan fazla etkilenmemiş bir şehir. Bizim Manisa’nın Spil dağı gibi bir dağ yükseliyor hemen şehrin içinden. Şar dağı. Bölgenin çok lezzetli et ve süt ürünleri bu dağ köylerinden geliyormuş. Şehrin içinden de Akdere isimli nehir akıyor. Düzenli ve güzel bir şehir. Ancak adım başı Birleşmiş Milletler askeri görülüyor. Sanki sokak güvenliği onlarda gibi. Kosova ABD ve Türkiye etkisinin en çok görüldüğü yer. TC başbakanı Erdoğan’ın duvar boyu afişi orda da çıktı karşımıza. Kosova’daki seçimlerde Demokratik Türk Birliği partisinin seçim mitingine katılıp destek vermiş Erdoğan. Afiş o mitingden kalma. Kosova’yı arka bahçe gibi görüyor Türkiye sermayesi ve siyasallaşmış tarikatlar. Prizren Arnavut Birliği adlı ırkçı örgütün merkezi ziyaretgah gibi olmuş. Kosova’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Prizren’de de Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) çok etkinmiş.

Prizren’den akşam vakti Priştina’ya geçtik. Burası da Prizren gibi canlı ve hareketli. Şehri akşam gezmeye çıktığımızda, Manastır’da olduğu gibi konuşmalarımızdan anlayıp, bir Priştina Türkü sahip çıkıyor bize. Epey sohbet edip bilgileniyoruz. En önemli bilgi, Sırplarla savaşta Kosovalıların silahlı gücü olan UÇK’lıların, şimdi köşeleri hem idari hem de mali yönden tutmuş oldukları. İstedikleri mülke el koyuyorlar diyor ve bize UÇK’lılar tarafından el konulmuş olan birkaç bina gösteriyor dostumuz. “Silah onlarda çünkü, kimse onlara engel olamıyor” diye de ekliyor.

Priştina’da benim için en çarpıcı görüntüye şehrin merkezindeki bir pastanede rastlıyoruz. Yerel tatlı olan Trilece yemek için girdiğimiz pastanenin adı Fellini. Tatlıları ısmarlayıp oturunca, neredeyse duvar boyu bir resim görüyoruz. Resimde kocaman bir pasta var. Pasta Kosova haritası biçiminde yapılmış. Lacivert zemin üzerine sarı AB yıldızlarından oluşan bayrak. Bayrak görünüşlü pastanın tam ortasında eski ABD başkanı Bill Clinton’un sırıtan bir resmi. Pastanın başında bir kalabalık, herkes sırıtıyor. Sırıtkanlardan Clinton kocaman bir bıçakla pastayı kesiyor. “Biz sizi böyle dilim dilim yeriz” modunda sırıtışı. Diğerleri ise o zamanki Kosova başbakanı ve şürekası. Onlar da “emperyalizme canımız feda. Siz bizleri görün de ülkemizi istediğiniz gibi yiyin” hain sırıtışlarıyla alkışlıyorlar Clinton’u. Bana göre Balkanların bölünme amacını ve bugünkü durumu en iyi özetleyen tablo bu.

3-5 günlük bir gezinin çağrışımları bunlar. Kıvılcımlı’nın fiziki çilesi bitti artık ama anısı ve eserlerinin yeterince anlaşılıp değerlendirildiği söylenemez. Onu ölüme sürükleyenlerden ve zihniyetlerinden hesap sorulamadı henüz. Üstelik sağdan soldan olduğu gibi “içerden” de yıpratılmaya devam ediliyor günümüzde. Görüşleri çarpıtılıyor, anısı ve izleri silinmeye çalışılıyor. Olmadı kendi kapitalist ve külah kapıcı ilişkilerinin içine hapsetmeye çalışıyor kimileri Kıvılcımlı’yı. Son yolculuğundaki fiziki ve moral açıdan çilesi şimdilerde manevi şahsiyetine ve eserlerine yöneliyor. Bununla birlikte, onun anısını ve eserlerini işçi sınıfına ve tüm insanlığa taşıma gayreti içinde olanlar da var.

Başta da söylediğim gibi, bu büyük devrimcinin anısı hep yanımda oldu Balkan gezisinde. Bir kez daha yaşadım onunla birlikte tüm acıları. Dünyanın en büyük ama en az anlaşılan, en az değerlendirilen, en çok ihanete uğratılmış ama insanlığa ve marksizme katkıları erişilmez boyutta olan devrimcisinin direnci karşısında bir kez daha sarsıldım.

Kıvılcımlı’nın sadece balkanlardaki değil, yaşamı boyunca olduğu her yerdeki anısını ve izlerini takip etmek, onun kapsamlı ve öğretici bir biyografisini oluşturmak da gerekiyor. Bir süredir GELECEK gazetesinde yayınlamakta olduğum Kıvılcımlı Külliyatı’nın tek tek tanıtılması girişimi bu çabanın bir adımı olarak değerlendirilebilir.(Bu yazıları bir yıl kadar sonra toparlayıp, KIVILCIMLI KÜLLİYATI –Ayrıntılı Bibliyografya- başlığıyla kitaplaştırdım.) Onun Anısını ve eserlerini yaşatmak tüm Türkiye sosyalistlerinin görevidir. Sadece izleyicilerin (onların da bir bölümünün) gayretleri yeterli olmayacaktır. Herkesi bu göreve katkıda bulunmaya çağırarak bitiriyorum yazımı.                                                                                         15.12.2013

“YAZMASAYDIM OLMAZDI” ÜZERİNE (L. Fegan’ın Anıları)

Birkaç ay önce (Ekim 2020) Latife Fegan’ın anı kitabı yayınlandı. Birkaç yıldır yayınlanmasını beklediğimiz anılar nihayet kitap olarak basılmıştı. Kitabın matbaadan çıkmasından birkaç gün sonra İstanbul’dan bir dostum alıp bana ulaştırdı. Dolayısıyla kitabı ilk okuyanlardan biri oldum.

Anıların yazarı Latife Fegan, eşi Fuat Fegan ile birlikte 1967-71 yılları arasında Kıvılcımlı’nın yakınlarında bulunmuş, çalışmalarında ona yardımcı olmuş, daha sonra da eserlerinin yurt dışına çıkarılmasında, muhafaza ve tasnif edilmesinde, sonuçta da Hollanda’daki arşiv kurumuna teslim edilerek günümüze ulaştırılmasında rol almış biriydi. Gerek Kıvılcımlı’ya yakınlığı, gerekse daha sonraki serüvenleri düşünüldüğünde anıları merak edilir ve önem verilir olmuştu.

Bundan 6 yıl önce 2014 yılı Ekim ayında benim de KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya) başlıklı bir kitap çalışmam olmuştu. Bu çalışmamın daha ilk sayfalarındaki GİRİŞ yazısının ikinci satırı şöyle: 

 “Bu külliyatı önce muhafaza edip, sonra da tasnif ederek bizlere ulaştıran Fuat ve Latife Fegan çiftine teşekkürle başlamak istiyorum. Her ikisinin de emeklerine sağlık.”

Evet, bugün de öyle düşünüyorum. Kıvılcımlı’nın paha biçilmez değerdeki eserlerini bize ulaştırmaları gerçekten çok takdir edilesi bir çaba.

Bu anıların yayınlanmasının benim açımdan da özel bir önemi vardı. Ben epeyce bir süredir, Kıvılcımlı eserlerinin tanıtılmasında, bilinmeyenlerin ortaya çıkarılmasında kendime örnek aldığım Fuat Fegan’ın sosyalist ve “doktorcu” ortam için önemini, görüşlerini ve akıbetini toparlayarak bir kitap yapma gayreti içindeydim. Son 1-2 yıldır da aynı konuları merak eden bir gazeteci arkadaşımla çalışmalarımızı birleştirerek epey yol almıştık. Bu çalışmamızda Fuat Fegan’ın eşi olarak onun en yakını olan Latife Fegan’ın anıları bizim çalışmamızı da bütünleyecek bilgiler içerebilirdi. Bu yüzden de yayınlanması bizim için önemli oldu.

Anılar’ı ilk okuyanlardan biri olmakla birlikte, üzerinde değerlendirme yapmak ve yayınlamak ancak bugünlerde oldu. Bunun ilk nedeni benim oldukça uzun süren ve çok zamanımı ve enerjimi alan sağlık sorunlarımdı. Şimdi en azından zaman ve enerji harcamaz duruma geldim. İkinci nedenim de kitaba yönelecek tepkileri bekleyip onları da değerlendirmek istememdi. Çünkü söz konusu anılar zaten yıllardır hem dilden dile dolaşıyor, hem de bazı kısımları toplantılarda, “sempozyum”larda falan tekrarlanıyordu. Benim açımdan bilemediğim şeyleri okuyup bilgilenmek ve çalışmalarımda yararlanmaktı önemli olan.

KİTABA TEPKİLER

Kitap yayınlanalı 2 ayı geçti. Benim tespit edebildiğim tepkiler şöyle:

Bir kesim kişi ve gruplar, “Ne kitap, ne de yazarı okumaya da değerlendirmeye de değmez, zaten kaç kişi okur ki?” biçiminde oldu.

Başka bir kesim, “Bunların çoğu yıllardır sağda solda, özellikle de Avrupa’da söylenir durur. Kitapta yeni bir şey yok ki” dediler.

Bir başkaları, “Ya tartışılacak şeyler var ama hassas konular ve durumlar var, bakalım hele” havasındaydılar.

Bazı kimseler de “insani bir durum olabilir tabi” derken, bazıları da “vay be demek Kıvılcımlı da nefsine uymuş” dediler.

Tüm bunların karşısında özellikle de Türkiye dışından bir takım kişiler, “Ne iyi ettiniz de yazdınız bu kitabı, aman dikkat edin çok saldırıya uğrayacaksınız…” türünden çeşit çeşit övgülerle sosyal medyayı doldurdular.

Nihayet övgü yazanların birçoğu da en çok Partizan Yolu’na yöneltilen eleştirilerden memnuniyet belirtiyorlar. Kitapta çok önemli yer tutmamasına karşın, en çok o yön konuşuldu şimdiye dek. Partizan Yolu ile hiç yolum kesişmedi benim. Ancak başlangıçta yüzlerce insanın 12 Eylül zulmünden kaçırılmasını finanse ederek ve örgütleyerek büyük bir hizmetle tanınarak ortaya çıkan bu örgütün, kendi elemanlarınca sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutulup, defterinin kapatılamadığı açık. Adı geçen örgütün buralardaki yüzeysel saldırılarda anlatılanlardan ibaret olmaması lazım. Şehitleri var, hapishanelerde ömür çürütmüş elemanları var. Her yönüyle incelenip tartışılması lazım.  Herhalde birileri çıkıp sağlıklı bir özeleştiri ile bu konuda gereken dersleri toparlar diye umalım.

BENİM DÜŞÜNCELERİM

Anılar kitap olarak yayınlanmış. Doğal olarak övenleri de olacak, eleştirenleri de. Övenlerin hepsinin dost, eleştirenlerin düşman görülmeyeceği umuduyla yıllarını Kıvılcımlı eserlerinin yayınlanmasına adamış Kıvılcımlı gönüllüsü bir hizmet eri olarak benim de bu anılar konusunda söyleyeceklerim olacak doğal olarak.

Ben yukarda andığım çalışmamın giriş yazısının ilerleyen satırlarında şunları da demiştim:

Bu yüzden bu giriş yazısında da, içerdeki metinde de sık sık ve sitayişle bahsedeceğiz. Bu sitayişimiz onun(Fuat Fegan) arşiv üzerindeki çalışmalarına dönük. Yoksa ilerde başka çalışmalarımızda açıklayacağımız gibi, onun da Latife Fegan’ın da ilerdeki çalışmalarına ve kimi belirlemelerine dönük köklü eleştirilerim var.” (Aynı yazıdan)

6 yıl önce “köklü eleştirilerim” olacağını yazmıştım. Burada bu Anılar vesilesiyle eleştirilerimi başlık olarak sıralayayım. Ancak sıraladığım her konunun eleştirisini bu yazıda yapmayacağım. Nedenlerini de yazarım.

“TKP”Yİ REORGANİZE Mİ?

Üzerinde durulması gereken en önemli konu “TKP” serüvenine Kıvılcımlı’yı dayanak yapmak. Anılar’ın 147. Sayfasında “Biz Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesine inanıyorduk” deniyor. Yani şöyle böyle değil, ortada “Kıvılcımlı’nın projesi” varmış. Ama bu iddianın ilerleyen sayfalarda da değişik cümlelerle tekrarlanmasına karşın, Kıvılcımlı’dan bunu doğrulatacak olan bir yana ima eden bir tek alıntı, hatta cümle bile yoktur.

“Anlattığına göre, ”Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra Belgrad’da “A. Camuşçuoğlu ve F. Fegan kucaklaşıp ant içmişler ve onun tamamlayamadığı işi yerine getirmeye karar vermişler: TKP “reorganize” edilecek.” (Anılar s. 134) Oysa A. Camuşçuoğlu’nun 28 Ekim 1971 tarihli (Kıvılcımlı’nın ölümünden 17 gün sonra) KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR başlıklı el yazısı raporunun son bölümünde bakalım ne diyor:

Bu 50 senelik trajedi 11 Ekim 1971 günü saat 19.15’te son buldu. H (F. Fegan) ve ben tüm İŞÇİ SINIFINI VE ARKADAŞLARI TEMSİLEN BAŞUCUNDAYDIK.

“50 SENE KESKİN SOLCU GEÇİNEN İTLERE (kimler acaba? A. Kale) KARŞI, FAŞİST SAĞCI BASKILARA, İŞKENCELERE, POLİSİNE, MİTİNE EN UFAK BİR TAVİZ VERMEDEN DALGALANDIRDIĞI BAYRAK ALTINDA TOPLANMIŞ ARKADAŞLAR ADINA, ERİŞİLMEZ DEVRİMCİ SON NEFESİNİ VERİRKEN ŞU ANDI İÇTİK:

“EN KISA ZAMANDA DERLENİŞİ TAMAMLAYIP İŞÇİ SINIFI PARTİSİNİ KURACAĞIMIZA…” (OA Dosyası isimli metinden, Majisküllerin tamamı A. Camuşçuoğlu’na ait)

Yani “anlattığına” değil yazılana bakarsak, TKP’yi reorganize andı yok ortada. Sonradan Laz İsmail’e teslim oluşu Kıvılcımlı’ya bağlama gayreti var.

Yine kitabın 115. Sayfasında “Bu nedenle de hem hastalığının tedavisi hem de “TKP sorununu” “yukarıda” tartışmak için…” deniyor. Yıllardır Kıvılcımlı’nın yurt dışına çıkışı Feganlar tarafından böyle lanse edilir. Oysa Kıvılcımlı’da bunun aksi çok fazla görüş ve yazı vardır.

Buna bağlı olarak Fuat Fegan’ın yaptığı “TKP’de reorganize olalım” görüşmeleri, bunun için kurulan örgütlenmeler. Bu örgütlenmelerin “TKP” de Kıvılcımlı’nın yapamadığı reorganizasyonu yapabilmek için insanları Laz İsmail TKP’sine doldurup kendileri girmeyerek, (Feganlar ve Alp Öktem) yapılan taktik. (Sorumluluk da Alp Öktem’e yüklenerek)

Bulgaristan aracılığıyla Sovyetlerin Kıvılcımlı’ya yaptıkları için Fuat Fegan’dan özür dilemeleri  (RESMEN dilediler diyor kitap)

Bütün bu başlıklarla ilgili Latife Fegan’la tartışılacak bir şey yok. Çünkü kitapta epey yerde değinmesine karşılık, tek bir cümle Kıvılcımlı’dan alıntı yok, daha sonraki iddialarla ilgili belge falan da yok. Bu konular Fuat Fegan’ın yazılı iddialarıyla tartışılabilir ancak. Onda da önemli alıntı ya da belge var sanmayın. Bir yazısında “Kıvılcımlı Türkiye’de Sınıflar ve Politika yazısının falan paragrafında bize TKP’yi işaret etmişti” der. O yazıdan da öyle bir anlam çıkarmak mümkün değil. En azından ben çıkarmıyorum. Anarşi Yok! Büyük Derleniş! çağrısı ve Durum Yargılaması Konferansı’ndaki Derlenişe çağrılan gruplar çok açık. Aralarında Laz İsmail “TKP”sinin iması dahi yok. 

Bu bölümü sonuçlarsam; “yazmasaydım olmazdı” kitabındaki bu iddiaları geniş geniş, F. Fegan’ın yazılarının ışığında başka bir mecrada tartışacağım. Bu konuda Kıvılcımlı’nın sayfalar dolusu, birçok kitap ve konuşmasında yer alan aksine görüşler var. Bunlar başka bir yazının ya da Fuat Fegan’la ilgili çalışmamızın konusu olsun. Çünkü ortada bir “Kıvılcımlı projesi” değil, Fuat Fegan projesi var. Anlaşıldığı kadarıyla bu konuyu daha geniş bir şekilde tartışmanın zamanı da geldi. Yaklaşık 50 yıldır ortada olan bu iddianın aslında kendisinin bir proje olduğuna inanıyorum ve bu konuda Kıvılcımlı’yı konuşturarak geniş bir değerlendirme yazacağımı duyurmuş olayım.

Daha çok kişisel yaşam olan Kıvılcımlı ile tanışma öncesi de ilgi alanımıza girmiyor. Feminizm, Troçkizm ve Kürt Hareketine katılma ise yazarın siyasi tercihleridir. Bize bir şey demek düşmez, Ancak oralardaki Kıvılcımlı eleştirilerine de başka bir yazıda değiniriz.

ESAS KONU

Böylece üzerinde durulmaya değer bir konu olarak “KIVILCIMLI’NIN AŞKI” bölümü kalıyor geriye.

Bu bölüm 10 sayfa kadar sürüyor. 2 bölüm sonra bir de “SON GECE” başlıklı 5 sayfalık bir bölüm daha var. 300 sayfaya yakın hacimdeki bir kitapta sadece 15 sayfa. Ama bu 15 sayfa oldukça önemli. Neden önemli gördüğümü kendimce açıklayayım:

Bölümün daha ilk sayfasında Kıvılcımlı’nın kendisini kansızlık nedeniyle tedavi ettiğini, haftada bir muayenehanesinde iğne yaptığını söyledikten sonra şöyle yazıyor:

Gene böyle bir ziyaretimde, ben ayakta duruyordum, Doktor da bana arkadan kalçamdan iğne yapıyordu. Ansızın titreyerek arkamdan bana sarıldı.” (s. 85)

Burada hemen saptayalım. Ortada aşk maşk değil düpedüz bir taciz var. Ve bu taciz iki bakımdan çok önemli: Birincisi Kıvılcımlı bir hekim, L. Fegan da o anda onun hastası. Hipokrat yemini eden bir hekim hastasına tacizde bulunmuş oluyor. İkincisi hasta olan yakın bir çalışma arkadaşının evli eşi. Bu bakımdan da ahlaka ters.

İlerleyen sayfalarda da taciz olduğunu pekiştiren anlatımlar var. Onlardan da birkaç cümle alayım:

Yeni meskenimizin bir odası Doktor’un muayenehanesi, yazıhanesi olarak ayrılacaktı. Ben biraz huzursuz olmuştum bu fikirden ama Doktor’un sağlık durumuna ilaveten ben çalıştığım için akşamları eve döndüğümde onun yazıhanesinde olmayacağını düşünerek kendimi sakinleştirmeye çalışıyordum.

“Ama hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.” (s. 88)

Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” (s. 89)

Fakat Doktor giderek beni Fuat’tan bile kıskanmaya başlamıştı. Bir akşamüstü evde, Fuat’la buluşup tiyatroya gidecektik sanırım, hazırlanıyordum. Birden Doktor çıkageldi. O gün evinde çalışacağını söylemişti oysa. Benim süslendiğimi görünce meraklı bir sesle” nereye gideceksiniz?” diye sordu.

“Kendimi kontrol altında hissediyordum ve onurumun zedelendiğini düşünüyordum. Ertesi gün Fuat’a sormuş bir yolunu bularak, birlikte olup olmadığımızı kontrol etmiş yani.

“Hafta sonları yazıhanesinde olmayacak diye bir anlaşmamız vardı ama artık geçerli değildi bu anlaşma. Bir bahane uydurup, Emine Hanım’ı da atlatarak bizim eve geliyordu. Böyle ani baskınlardan birinde bizi yatakta yakalamıştı da ne çok utanmıştık…” (s. 93-94)

Ben bu kadar alayım, gerisi kitapta. Ama bütün yazılanlara bakarsak, anlatılan bir aşk değil, ağır bir taciz.

ANI DEFTERİ

Bir de evdeki sohbetler konusu var, onlara da bakmak lazım.

Ben gelir gelmez de bir ıhlamur yapıp birlikte bir süre sohbet etmeyi bir rutin haline getirmiştik. (Öyle mi? Hani “Doktor akşamları genellikle bir bahane buluyor ve benim eve dönmemi bekliyordu.”) Bu ıhlamurlu sohbetlere bazen Fuat da katılırdı. O zaman günlük politika konuşurduk ya da Doktor bir anısını anlatır, ben not ederdim. Hatta bir seferinde, o zamana kadar hayatında ilk kez TKP’nin önerisiyle Suriye’den yurt dışına çıkmış olduğunun hikayesini anlatmış, ben de yazmıştım. Bu notları sürdürecektik ama zaman yetmedi. Anılarla ilgili o kısa kayıtlar da diğer belgelerle birlikte Amsterdam’daki arşivdedir.” (s. 88-89)

Bu alıntının hemen altındaki paragrafa geçmeden önce bu defterle ilgili bir şeyler görelim. Söz konusu defter belirtildiği gibi sohbetlerde Kıvılcımlı’nın izniyle yazılmış notlar. Arşivde olduğu gibi 2011 yılından beri benim şahsi arşivimde de var ve gerçekten çok yararlandığım bir belge. Defterde Kıvılcımlı’nın yazı ve kitaplarında olmayan birçok konuya değinildiği görülüyor. İstiklal Mahkemesi yargılanmalarından ağabeyiyle ilişkilerine, Suriye seyahatinden, dönüşte raslantı eseri yakalanışına, çocukluk anılarından Şefik Hüsnü’nün tedbirsizliği sonucu yakalanmasına kadar daha birçok konu var anlatılan ve not edilen. Ortada böyle bir belge varken:

Ama o sohbetlerin konusu genellikle ikimizin ilişkisiydi. Fuat’a verdiği sözü unutmuştu Kıvılcımlı. O sohbetler “proleter kızına” ilanı aşklarla, övgülerle başlar, hayatının son döneminde başına gelen bu aşktan duyduğu mutluluk dile getirilerek biterdi.” (s. 89)

Buraya yukarda alıntıladığım “Masada karşılıklı oturmaya…” diye başlayan paragrafı da eklersek, adı geçen sohbetlerin ıhlamur eşliğinde çeşitli anıların konuşulup not edildiği sohbetler mi, tacizin sürdüğü rahatsız edici sohbetler mi olduğunu ayırmakta zorlanmaya başlarız.

Devam eden satırlarda şunları da okuruz:

İçinde bulunduğum bu klasik durum beni son derece mutsuz ediyordu. Kendimi baskı altında hissediyordum. O büyük lider, bense onun öğrencisiydim. Hasta ve yaşlıydı. Onun mutsuz olmasını istemiyordum. AYRICA BU SOHBETLERDEN ÇOK ZEVK DE ALIYORDUM. Karışık duygular içindeydim.” (Ben majiskülledim A. K.  s. 89)

Hangi sohbetlerden zevk aldığını sormamız lazım şimdi. Tarih, günlük olaylar ve anıların paylaşılmasından mı yoksa kendisine olan ilginin belirtilmesinden mi? Ona da hemen devamında kendisi açıklık getiriyor:

Ona bu kadar yakın ve ilgisinin merkezinde olmaktan gizli bir zevk de alıyordum belki ama benim açımdan bir aşk değildi bu.” (s. 89)

Rahatsız olup yanına yaklaşmaktan kaçınma ve ilgiye direnme mi, ıhlamur kaynatıp ilgiden ve yakınlıktan, ayrıca bu sohbetlerden çok zevk alma mı? Karıştı duygular.

L. Fegan’ın arşivde bulunan defteri el yazısı ile 38 sayfa kadar. Ben Word olarak yazmışım toplam 10 sayfa A4 olmuş. Çok hacimli değil ama oldukça yoğun bilgiler içeriyor. Mesela Kıvılcımlı’nın o günlerdeki sağlık durumu ile ilgili şu bilgiler o defterden:

4.1.1971: İkinci defa ameliyat olmak üzere Cerrahpaşa Hastanesine yattı.        

“6.1.1971: Küçük bir müdahele yapıldı. Sonuç başarılı olursa ameliyata ihtiyaç olmayacak.

“8.1.1971 ameliyat oldu. Birinci ameliyatı 2.4.1970 günü Guraba hastanesinde olmuştu. Başarılı bir ameliyat olmadı. Orada beş-altı defa müdahaleler geçirdi. Bir defasında Etfal Hastanesinde bir hafta kadar yattı. Küçük bir ameliyat yapılmıştı. Sonuç gene aynı oldu. Ve ikinci defa ciddi bir şekilde ameliyat gerekti.”

“18 Mart 1971 Epey ara verdim anılara. Doktor 4 Ocak ta hastaneye yattı. 8 Ocakta ikinci kez ameliyat oldu. Sonuç kötü. Korktuğumuz başımıza geldi: Kanser! Epey üzüntülü günler geçirdik. Gazetedeki arkadaşlar önce bir moral şaşkınlığa uğradılar. Sonra her şey gene eski rayına oturdu. Doktor, 15-20 gün evinde yattıktan sonra hepimizi şaşırtarak ayağa kalktı. Görünüşte herhangi bir şey yok. Her gün işine geliyor, birkaç hastasını muayene ediyor. Hatta konferans için Ankara ve İzmir’e bile gitti. Tek üzücü olay kanamanın bir türlü dinmeyişidir.”

“27 Mart 1971 Havalar ısınıyor yavaş yavaş. Bugün keyifliydi Dr. Sıhhati de fena değil. Kanser ricat ediyor galiba.” (Defter)

Görüldüğü gibi Kıvılcımlı Nisan 1970, Ocak 1971 arasındaki aylarda sürekli hastalanmış (prostat kanseri) müdahalelerde bulunulmuş, evinde 15-20 günlük dinlenmelerden sonra tekrar koşturmalara başlamış. Ankara ve İzmir’e konferans ve toplantılara gitmiş. O aylarda sağlık durumu bu. Bu konuyu fazla yorum yapmadan böylece dikkate sunup geçiyorum.

Bu arada 1970 yılı boyunca yayınlanan kitaplarını da sayayım:

1970 yılında ilk basılan kitaplar; Metafizik Sosyolojiler (Ararat Yayınevi) ve 27 Mayıs ve Yön Hareketinin Sınıfsal Eleştirisi(Ant Yayınları). Daha sonra Tarihsel Maddecilik Yayınları canlandırılarak, önce Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu basılmış, ardından ünlü üçleme gelmiş; Oportünizm Nedir?, Halk Savaşının Planları ve Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama. 1970 yılı Ekim ayında Anarşi Yok! Büyük Derleniş! broşürü basılmış ve herkese Derleniş Komiteleri kurmaları çağrısı yapılmış. Bu arada İşçi sınıfı partisi program önerisi olarak Vatan Partisi Tüzüğü ve Programı yeniden basılmış. Ve nihayet 1970 Kasım ayında sağlığında basılan son kitap olan Toplum Biçimlerinin Gelişimi (Ekim Yayınları) basılmış. Bunlar yetmemiş 1970 Aralık ayından başlayarak Sosyalist Gazetesi haftalık olarak yeniden yayınlanmaya başlamış. O günleri yaşamak şart değil, bugün bile Sosyalist gazetelerine bakanlar ondaki doluluğu ve Kıvılcımlı’nın gazetenin tüm teorik yükünü aksatmadan taşıdığını görürler. Ayrıca Sosyalist Gazetesi’nin dışında diğer yayınlara da (Aydınlıklar, Türk Solu vb.) yazı yetiştirmektedir o günlerde.

Bunlar da yetmemiş; 1970 yılı Ocak ayından başlayarak önce 6-7 oturumluk Dev-Genç seminerlerinde konuşmuş, İzleyen aylarda TİP’in Beşiktaş İlçesinde 2, Gaziosmanpaşa ilçesinde 1 seminer vermiş. Yıl içinde TÖS salonunda Finans Kapital ve Türkiye Konferansı da verilmiş. Nihayet 12 Mart arifesinde 5 Mart akşamı Sosyalist Gazetesi’nin Ankara Bürosu’nda Tartışmalı Toplantı, ertesi gün ise Ankara Hukuk Fakültesi Amfisinde Durum Yargılaması Konferansı. 12 Mart geldiği gün bu defa İzmir’de bulunuyor İPSD toplantısı için.

Bu ürünler hummalı, kahredici bir çalışmanın sonuçları. Hazırlığı, altyapısı vs. düşünelim artık.

1970 Nisan ayından itibaren ameliyatlar, küçük büyük müdahalelerle dolu bir ayağı hastanede olan 69 yaşındaki bu usta kişilik o yıla bir de bu çalışmaları sığdırıyor. Burayı da yorumsuz geçeyim.

O aylardaki kişisel ilişkiler ve duygular için de gene deftere başvuralım. Arka arkaya birkaç alıntı yaptıktan sonra yorumlayayım:

Artık aramızda değil!.” Bu cümlenin ifade ettiği gerçeği kabullenmek çok zor oldu benim için.” (Defter, 28 Ekim 71)

Topkapı’daki Kozlu mezarlığının bekleme yerine getirildiğinde kapağı açıldı ve camlı kısımdan yüzünü gördük. Kolay dayanılır bir olay olmadı benim için. Son 6 ayın bütün gerginliği bir anda son buldu ve ilk defa katıla katıla ağladım. Meşhur ağlama nöbetlerimden biri!”( Defter, 28 Ekim 71)

Latife’nin (Fegan) ağlayarak boynuma sarıldığını ve bana, ‘Nizam, o bir dâhiydi değil mi? Dediğini hatırlıyorum.” (Nizamettin Üstündağ, Teori ve Politika ile SODAP’ın Kıvılcımlı Sempozyumu 9 Kasım 2008)

1967 yılında tanımıştım Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı. 40 yıllık yaş farkına rağmen ARAMIZDA DERİN ANLAMLI BİR DOSTLUK vardı. İnsanlığın bu büyük kaybı, benim için aynı zamanda çok değerli bir dostun da kaybı oldu. Çeşitli aşamalar geçiren bu dostluk. EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımızda bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI. Kaybına çok sarsıldım. Hala inanma güçlüğü içindeyim ölümüne. Çok önemli bir uzvumu kaybetmiş gibiyim. 1971 zılgıdının bize kaybettirdiği bu en değerli insanın yeri kolay doldurulamayacaktır.”(Defter, 28 Ekim 71 Ben majiskülledim.)

Evet. Fuat’ın dediği gibi “ bugünler ölüm yıldönümü”. Yine onun dediği gibi “her yıl dönüm bizim için, ona ne kadar layık olduğumuzu ölçme zamanı olmalıdır”. Doğru. Omuzlarımızda büyük bir görev var. Bu görevin ne kadarını yerine getireceğimizin muhasebesinin yapıldığı zaman olmalıdır 11 Ekim’ler bizim için. Mezara bile gidemedim. Çeşitli olumsuzluklar buna engel oldu. İçinde bulunduğum şartlar istediğim şeyleri – hem de o kadar çok ki! – yapmama el vermiyor.

“Mamafih bugünler mutlaka gideceğim Doktor’a ve SONBAHAR ÇİÇEKLERİ KOYACAĞIM MEZARINA. CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM. Belki öbür yıl bu imkânı da bulamam. Kim bilir, nerede nasıl… Ama mutlaka, onun yarım bıraktığı işin, devrettiği görevin bir parçası olarak… Söz veriyorum!

“Şimdi 11 Ekim’i hatırlayan, acımızı paylaşan az insan var belki ama muhakkak çoğalacağız. Ve bir gün insanlığa mal olduğunu göreceğiz bu günün. Ben göreceğim o günü. “ (Ben majiskülledim,  Defter, 15.10.1972)   

Şimdi bu kadar alıntıdan sonra bazı karşılaştırmalar yapıp sorular soralım.

Defter’den yaptığım alıntıların tamamı Kıvılcımlı’nın ölümünden sonraki notlar. Fuat Fegan da Kıbrıs’ta. Yani bu cümleler L. Fegan’ın kendi iradesiyle, hiçbir baskı hissetmeden yazdığı şeyler olmalı. Bu notlarda varsa bir tacizden rahatsızlık duyma hali görülmüyor. Üstelik madem taciz gördüğünüze inanıyor, ayrıca özgür ruhlu, emansipe bir kadın olduğunu da belirtiyorsa, tacizi hemen o zamanda ifşa edip kesin tavır koyması gerekmez miydi?

1971’de “bu dostluk “ EKİM 1970 İLE MART 1971 ARASI SÜREN DÖNEMDE ( bu süre içinde aynı evde kalmıştık. Bizim ikametgâhımız da bir oda onun muayenehanesi idi), EN OLGUN ÇAĞINA VARMIŞTI” demesine mi, 2020’de “evde yanına oturmamaya çalışıyordum, huzursuzdum” demesine mi bakalım?

Ya da 1972’de “CADDEBOSTAN’DA, BAHÇEDE BULDUĞUM TEK SAP BİR KIR ÇİÇEĞİNİ YA DA BOYNU BÜKÜK BİR GÜL DALINI BİR ÇAY BARDAĞININ İÇİNDE MASASINA KOYARDIM, GÜLERDİK. SEVİNİRDİK. ÇİÇEKLERİ SEVERDİ.  BÜTÜN TABİATI OLDUĞU GİBİ. PAPATYALARI EN ÇOK SEVERDİ GALİBA. BU SEFER DE ONA GÖTÜRDÜĞÜMDE BEN YALNIZ GÜLECEĞİM” demişken, 2020’de “Masada karşılıklı oturmaya ve yanına yaklaşmamaya özen gösteriyordum. Ama o pek rahat durmuyordu. Her fırsatta bana dokunmak ve elimi tutmak istiyordu. Ben direndikçe ve kaçındıkça da üzülüyor “beni kırıyorsunuz” diyordu.” Demesine mi inanmalıyız?

Yani taciz görüldüyse bunu o zaman da teşhir etme ve kesin tavır alma hakkı ve şansı varken onun yerine platonik denebilecek sevgi ve saygı cümleleri kullanılmış.

SON SÖZ

O zamanlar yani Kıvılcımlı sağken bu ifşa edilmiş olmalıydı ki, muhatap olan kimse kendini savunabilsin. Kıvılcımlı bu konuları geçiştirecek biri değildir. Nitekim aynı tarihlerde Şişli Postanesinden çevreye yollanan sahte Dev-Genç imzalı 8 Mart 1971 tarihli bildiri konusunda hemen ilk çıkan Sosyalist Gazetesi’nde (16 Mart 1971 tarihli, Ordu Kılıcını Attı manşetli sayı) “İT ÜRÜR gittikçe KERVAN YÜRÜR (OTO KRİTİK) başlıklı yazıyla üzerinde oynanmak istenen oyunu bozuyordu.

Eğer o zaman bir ifşa olsaydı, Kıvılcımlı ya kabullenir “nefsime uydum” der gereğini yapardı ya da yanlış anlaşılmışsa gene gerekeni yapar, açıklamalarda bulunurdu.

Şimdi Kıvılcımlı yok, iddia edilen olayın üzerinden de 50 ve 52 yıl geçmiş. İki kişinin arasında geçtiği söylenen bir olay için 50 yıl sonra bizlerin “olmuştur” ya da “olmamıştır” deme şansımız yok. Ancak kendini savunamayacak birine 50 yıl sonra neden bu ithamın yapıldığını sormak da hakkımız. Kıvılcımlı olmasa da onun görüşleri için çabalayan, onu devrim öncüsü sayan, onun görüşleri uğrunda hapislerde yatmış, yıllarını kaybetmiş hatta canını vermiş oğulları ve kızları var. Kıvılcımlı’nın Brejnev’e yazdığı mektubun ana teması, savunma hakkının kendisine tanınmaması idi. Şimdi de savunamayacak durumda kendini. Bu durumda L. Fegan ne diyorsa onun doğru kabul edilmesi bekleniyor bizden.

Bu görüşler, ithamlar vs. artık kitap olarak ortada. Yani eskiden olduğu gibi Avrupa’da birilerinin kendi aralarında yaptığı dedikodulardan çıktı durum. Şimdi:

Yıllar sonra bile bu kitabı alan birisi bu iddia ve ithamları görecektir.

Kıvılcımlı’yı kalbiyle, ruhuyla, canıyla savunan gönüllü militanlar her yerde bu ithamlarla uğraşmak zorunda kalacaktır.

Yeminli Kıvılcımlı düşmanlarına önemli bir malzeme verilmiş oldu.

Kıvılcımlı düşmanlığını gizli gizli sürdüren kimileri cesaret bulacaklardır.

“Feminizmi önemsemeyen bir marksizmi ciddiye alma”yanlar değil, marksizmi ciddiye almayan feministlere sosyalistlere saldırmak için gün doğacaktır.

Tekrar yazayım 52 ve 50 yıl önce böyle bir taciz olup olmadığı L. Fegan’ın söylemine inanıp inanmamamıza bağlı. Karşılık verecek kimse olmadığı gibi tanık diye anılan F. Fegan da ortada yok. Ancak bir gerçek var ki yarım asır sonra yapılan bu tanıksız, savunmasız infaz girişimiyle Kıvılcımlı’nın adı ve manevi kişiliği üzerinde daha ağır bir taciz söz konusu. Böyle uzun yıllar beklenerek savunmasız bir ithamın neden yapıldığını incelemek biraz da uzmanların konusu olsa gerek. Savunma hakkı kutsal bir haktır ve herkese, suçlama yapanlara da bir gün lazım olabilir.

YAYINEVİ’NİN SORUMLULUĞU

Son bir iki paragraf da Belge Yayınları’na:

Belge Yayınları’nın kurucusu ve sahibi Rağıp Zarakolu her fırsatta Kıvılcımlı’ya saygısını belirten bir yayıncı idi. Şu sözler onun:

Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye solunun efsanelerinden biri ve birbirini izleyen kuşaklar onun mücadelesi ve yaşamını izlemeye, öğrenmeye devam ediyor. Bu da Türkiye’deki sosyalist gelenek açısından sevindirici, çünkü Hikmet Kıvılcımlı’nın çok kendine özgü bir kişiliği var. Yani Türkiye gerçekliği ile Marksizm’in buluşmasında, Türkiye gerçekliğinin değerlendirilmesinde, Marksist yöntemin uygulanmasında, ben diyebilirim ki en büyük öncümüz.” (Teori ve Politika ile SODAP’ın ortak Kıvılcımlı Sempozyumu, İlk Oturumu Açış Konuşması. 9 Kasım 2008)

Bu kitapta, Kıvılcımlı’nın kendini savunamayacağı bir iddia var. Tabi ki yayınevi birinci dereceden kitaba sansür uygulayamaz. Yazardan para alarak kitap basanlar hiç umursamazlar içeriği. Ama Kıvılcımlı’ya bu kadar saygılı, aynı zamanda prestijli bir yayınevi olan Belge ve Rağıp Zarakolu, bu konuda uyarıcı olmalı ve ikna edemezlerse imza koymamalıydı bence.

Ahmet Kale

10.01.2021

SOSYAL İNSANIN ÖYKÜSÜ

2006-2011 yılları arasında ortağı ve yöneticisi olduğum Sosyal İnsan Yayınları o yıllar boyunca Kıvılcımlı yayıncılığında önemli görevler üstlendi. 2011 yılında ayrılmak zorunda bırakılmam sonrası o yayınevi ile ilgili anılarımı e-kitap halinde yazmak ancak 2023 yılında olabildi. Olanları olduğu gibi yazmaya çalıştım. Eksik ve yanlışlarım varsa ilgili kişilerle tartışmaya ve düzeltmeye hazırım. Metnin içinde kimleri muhatap aldığım açıkça yazılı. İlgili olmayanlar sataşmasınlar.

“ŞU BİZİM SOSYALİST İŞÇİ PARTİSİ” KİTABI

Geçtiğimiz aylarda Çağatay Anadol’un “Şu Bizim Sosyalist İşçi Partisi” başlıklı kitabı yayınlandı. Kitap Çağatay Anadol imzasını taşımakla birlikte “Sunuş” yazısında da belirtildiği üzere çok kişinin katkılarıyla adeta kolektif bir ürün olmuş. Alışılmış, hafızada birikenlerin döküldüğü “sözlü tarih” çalışmalarından da farklı bir çalışma.

Epey belge taranmış, incelenmiş, yararlanılmış. Demek ki muhafaza edilmiş belgeler var. Sunuş yazısında “…bu kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi. Arşivin kullanıma açılması için yapacak şeyler olmakla birlikte, taranan belgelere ulaşma olanağına sahibim.” Dendiğine göre, daha önce Tarih Vakfı’na bırakılmış bir parti arşivi var, bunların taranmasının maddi ve pratik işlerini görecek kimseler var ve bu dinamikler sosyalist hareketin bir döneminde epey etkili olmuş bir hareketin belgelerine ulaşılmasını olanaklı kılıyor. Bana göre gıpta edilmesi gereken bir durum.

Kitabı bana, “Bu kitap filanca olmasa asla yazılamazdı” ibaresi vardır ya, Yusuf Ziya (Can) için bu hakikaten öyle” diye övgüyle tanıtılan Yusuf Ziya yolladı. Daha önce de çeşitli defalar belgeler paylaşmıştık karşılıklı Yusuf Ziya ile. Bu kitap da yayınlanınca önce haberini ulaştırdı bana, sonra da kitabın kendisini. Dolayısıyla bu değerlendirmeyi biraz da Yusuf Ziya ile konuşma gibi yapıyorum.

TSİP benim de sosyalist yaşama ilk katıldığım örgüt. Sosyalist bir kimliğe ulaşabildiysem eğer bu örgütün payı büyüktür. Ulaşamadıysam benim eksikliğim tabi. TSİP’te geçirdiğim yaklaşık 1,5 yıl devrimci heyecanımın –belki çok genç olmamın da etkisiyle- en yüksek olduğu zamanlardı. Zaman zaman bir araya geldiğimiz o zaman partide omuzdaş olduğumuz arkadaşlarla o ilk yılları hep özlemle anarız.

Çok gençtim TSİP’le tanıştığım yıllarda. Partinin kuruluşundan birkaç ay önce katılmıştım çevreye. Dolayısıyla bu kitapta adı geçen pek çok kişi benim için ağabey konumundadır ve bu değerlendirme yazımda da hepsinden ağabey diye bahsetmek isterim. Bu ağabeylerden ikisi daha da önemli yer tutar TSİP tercihim ve yetişmemde. Bunlar Orhan Doğançay ve Mehmet Veysi Aydoğan ağabeylerimdir. Onların yönlendirmesiyle Kıvılcımlı okumaya başladım, TSİP’e girip örgütlü sosyalist çalışma ile tanıştım. Veysi ağabeyimi 2019 yılı sonlarında kaybettik. Son zamanlarına kadar görüşürdük, üzerimdeki emeklerini unutamam, anısına saygım hep sürecek. Orhan ağabeyimle halen görüşüyoruz. Bazen ayrı düşüncelerde olsak da sevgimiz hiç azalmadı. Onun da bana katkıları az değil. Kendisine sağlık ve uzun ömür diliyorum.

Kuruluş öncesinden katıldığım TSİP’te 1,5 yıl kadar kaldım. Toplu istifa eden doktorcular arasında yoktum. Çünkü hatırladığım kadarıyla o zamanki tüzüğe göre bir yıl kadar bir aday üyelik süresi vardı. Bir yıldan önce “asil” üye olunabiliyordu tabi ama bir yıl içinde asil üye yapılmayanlar otomatik olarak üyelikten düşüyorlardı. Ben de “asil” yapılmayarak düşürülen üyelerdendim. Ankara örgütünün en çalışkan birkaç üyesinden biri olduğum halde “asil” yapılmayışımı hala objektif bir nedene bağlayamam. Burada kendimi anlatmak niyetinde değilim tabi. Bunları yazmaktan gayem; sadece belli bir dönemin bana aşina olduğunu belirtmek içindir. İçinde olmadığım dönemler için herhangi bir değerlendirme yapacak değilim. Hoş içinde olduğum zamanlar da öğrenme sürecinde olan heyecanlı bir gençtim. Atmosferin yüksek tabakalarında neler olduğunu bilecek durumum yoktu. TSİP’in içinde olduğum ya da olmadığım dönemlerle ilgili bilgilenmelerim daha sonraki izleme ve okumalarımdandır. Ayrıca son yıllarında samimi birer dost olduğumuz Yalçın Yusufoğlu ağabeyle, Beylikdüzü’nde sık sık buluşup eski günleri konuştuğumuz Veysi ağabeyimle, zaman zaman bir araya geldiğimiz Orhan ağabeyimle konuşmalarımızdan da epey bilgi birikimim oldu. Son yıllarda Yusuf Ziya Can kardeşimle de sıkı bir iletişim içinde olmam beni daha da zenginleştirdi.

Yazı uzadıkça anılar hücum ediyor zihnime. Böyle giderse kitap hakkında söyleyeceklerime dönmem zor olacak ama dönüyorum.

Çağatay ağabey bu kitabı yazarken sadece hafızasında kalanlara dayanmış ve güvenmiş olsaydı bu kadar kapsamlı olabilir miydi bilmem ama daha sübjektif saptamalarla dolu olurdu eminim. Stefan Zweig hafızanın kayıt yaparken ki halini şöyle yazmış “Dünün Dünyası” adlı eserinde: “… bence, hafızamız sadece rasgele alıkoyup, geri kalanları rasgele kaybeden bir öğe değil: tersine, bilerek düzenleyen ve bilgiyle ayıklayan bir gücü var onun. Hayatımızın unuttuğumuz yanları, gerçekte unutulmaya çoktan hüküm giymiş olanlardır. Unutulmayanların başkaları için korunmaya ihtiyacı olur ancak.” Yani hafızanın kayıt yaparken seçici davranacağını belirtiyor sonuçta. Dolayısıyla da sadece hafızaya dayanan anlatımların sübjektif yanları ağır basacaktır.

Kitap 1974-1990 arası dönemi kapsıyor. TSİP’in kuruluş öncesi, kuruluştan sonraki etkin çalışmaları, bölünmeler, ayrılmalar, 12 Eylül dönemi ve sonrası olarak bölümlendirebiliriz. Yukarda da söylediğim gibi bu dönemlerde benim içinde olduğum dönem kuruluştan biraz öncesinden başlayan toplam 1,5 yıllık bir dönem. Daha sonraki dönemlerle ilgili yaşanmışlığım yok. Ancak bu metin üzerinden bir şeyler yazabilirim. Yazacaklarım da kendi birikimim ve ilgi alanımla sınırlı olur daha çok. Tanıyanların bildiği üzere 20 yıldan beri herhangi bir grup, parti örgütlenmesi içinde olmaksızın birey olarak Kıvılcımlı eserlerine yoğunlaşmış bir sosyalistim. Kıvılcımlı’nın hak ettiği değeri görmediğini, görmesi için eserlerinin basılı ve yaygın olması gerektiğini düşünürüm. Hele de ölümünün üzerinden 51 yıl geçmiş olmasına rağmen hala yayınlanmamış bir kısım kitaplarının olması acı verici gelir bana. O yüzden Çağatay ağabeyin “sunuş” yazısında “… kitabın yazım sürecinde TSİP veteranlarının ortaklaşa sağladığı bir fonla arşivimizdeki belgelerin tümünün taraması bitirildi” cümlesini gıpta ederek okudum. Her şeyden önce taranması gereken bir ARŞİV var. Bu arşivin taranması için gereken VETERANLAR var. Ve bu işi yapacak GÖNÜLLÜLER var. Yazma biçimimden de anlaşılacağı üzere bizim cenahta bunlar yok. Kıvılcımlı arşivinden bahsetmiyorum. Onlar Hollanda’da (iyi ki orada), iyi de korunuyorlar ve araştırmacılara açık. Benim yakındığım; Kıvılcımlı sonrası doktorcu hareketin bir arşivinin olmaması. Veteranlar kimler olabilir bilmem ama çok uzun yıllardır yeni yazıya aktarılıp yayınlanmayı bekleyen Kıvılcımlı eserleri bile ancak bazı adanmış bireylerin gayreti ve ısrarı, kimi gönüllü arkadaşların çeviri vs. gibi katkıları ve bir avuç arkadaşın kendi aralarında oluşturdukları küçük fonlarla ancak yayınlanabiliyor. Çok sınırlı ve kısıtlı imkanlar yani.

Yazı çok uzayacak, ben daha özete gideyim. Tabi kendi birikimimi ve haddimi bilerek.

Kitabın birinci bölümünde “1968: Yükselen MDD Hareketi de Bölünüyor” başlıklı bölümde oldukça yerinde tespitler yapılmış ama şu cümleler de benim dikkatimi çekti: “… Türkiye solunun özgün bir ses oluşturamaması, Marksizmin çağdaş sorunlarına çözümler üretememesinin önemli sebeplerinden biri de budur. Ama asıl nedenin kadroların entelektüel birikiminin yetersizliği olduğuna kuşku yoktur.” Burada Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın görmezden gelindiği demeyeyim de gözden kaçırıldığı izlenimi edindim. En azından “ bu konularda gayret gösteren, çok sınırlı olanaklarla onlarca konuda tezler geliştirmeye çalışan” diye anılabilirdi.

TSİP’te “Kıvılcımlı eleştirisi” yayınlandığında ve daha sonra ayrıldığımızda hep şunları konuşurduk bizler: “Bu TSİP merkezi Laz İsmail TKP’si ile görüşüp, onlardan temsilcilik istedi. Laz tayfası da bizimkilerden öncelikle Kıvılcımlı ile bağlarını kesmelerini talep etti, olan bu” derdik. Kitapta samimice  bu konuya epey değiniliyor ama bendeki o his hala epey kuvvetli. Daha ilk sayfalarda “Partiye Başkan Arıyoruz” başlıklı bölümde şu cümleler dikkat çekici: “Bir parti kurmaya hazırlanıyorduk ama ancak otuzlu yaşlarının başlarında olan gençlerden ibarettik ve kamuoyu bizi tanımıyordu. Buna karşılık ideolojik mücadelemiz ve birlik çabalarımızla TARİHSEL TKP’Yİ DEĞİŞİME ZORLAYARAK, Leninist nitelikte yeni bir örgütsel yapı yaratma gibi bir amacımız vardı.” (ben majiskülledim) Burası o partinin “tarihsel TKP” olup olmadığının yeri değil ama niyetin daha baştan oraya ulaşmak olduğu söyleniyor. Nitekim ilk temaslarda görüşülenler arasında Cemal Kral üzerinden onlar da var.

Bu bir tercih tabi. Çağatay ağabey de ilk kurucu çevreden birileri de kendilerinin bile önceleri “Dış Büro” dedikleri o grubu “Tarihsel TKP” sayabilirler. Ona katılmadığımızı söyler geçeriz. Ancak kitabın ilerleyen sayfalarında şu belirleme var: “Ama TKP’nin eski kadrolarından olan Doktor’un TKP’ye rağmen böyle bir kuruluşa gitmek isteyeceğine de inanmıyorum; çünkü eğer isteseydi 1954’te yapardı bunu. Vatan Partisi’ni kurabildiğine göre bir parti oluşturabilecek kadrosu vardı. Yapmadı, çünkü böyle bir kuruluşun ancak ‘diğer tarafla’ (yurt dışındaki ‘Büro’ ile) bir diyaloğ sonucunda gerçekleşebileceğini biliyordu veya böyle yapmayı arzuluyordu.” Bu cümlelerde artık başkasının yani Kıvılcımlı’nın tercihi ve davranışı diye bir saptama yapılıyor ama doğru değil bence. İlk olarak 1954 yılında yani Vatan Partisi kurulurken “Dış Büro” henüz yok ortada. Tüm yöneticileri hapiste de olsa TKP mevcut. O şartlarda niçin Vatan Partisi kuruldu? Bunun tartışması başka bir konu. “Dış Büro” 1962 yılında Zeki Baştımar’ın toplamasıyla Leipzig’de oluşturuluyor. TÜSTAV’ın bu konuda geniş belge yayınları var. Diyaloğ kurulacak bir dış büro velev ki olsaydı bile; sonradan bu büroyu oluşturacak olan kişilere Kıvılcımlı’nın 1970’deki yaklaşımı şöyleydi: Devrim Zorlaması Demokratik Zortlama kitabının bir yerinde Dünyada ve Türkiye’de sosyalist kuşakları saydıktan sonra konuyu bağlarken şunu yazar: “Sosyalizm ve sosyalist dediklerimizle, daha tanımlarken belirttiğimiz gibi ‘adı kalanlar’ı göz önünde tuttuk. Bir de ‘adı kalmayanlar’ var. Bunlar iki zıt kutupta toplanırlar. Bir bölüğü adı ağza alınamayacak kertede yüreksiz ve alçak çıktıkları için, Allah bizden onların ne adlarını, ne sanlarını sormasın, Şeytan hesaplarını görsün.” (Zortlama, sayfa 32-33) Burada söz ettiği “yüreksiz ve alçaklar” tastamam o dış büroyu oluşturmaya öncülük edenlerdir. Ayrıntılarını daha sonra kaçış notları olan Günlük Anılar kitabında görürüz.

Kıvılcımlı’nın “TKP’yi reorganize” etmek için Sovyetlerin hakemliğinde Laz İsmail takımıyla görüşmek için yurt dışına çıktığını uzun yıllar önce Fuat Fegan iddia etmişti. Hatta eşi Latife Fegan anılarını yazdığı kitapçıkta “Kıvılcımlı’nın TKP’yi reorganize etme projesi” diye bir projenin varlığını da uydurmuştu. Kanıt yok, yazı yok, aksine bu adamlarla asla görüşülmemesi gerektiğine dair yığınla yazısı var Doktorun. Tanıklıklar var bu konuda. Sonuç olarak “Dış Büro” denilen teşkilatla Kıvılcımlı’nın diyaloğu da düşünülemez kanaatindeyim.

TSİP’in daha o yıllarda TKP ile yakınlaşma durumunu 2007 yılında TKP-B devamcıları olan 14 Mayıs Platformunun düzenlediği “Geçmişi Konuşuyoruz Sempozyumu”na yolladığı yazılı metinde Mehmet Yücel de “TSİP’te Doktoru terk ettikten sonra yerine bir şey de koyamadığımız için hızla TKP muhibbi olmaya başladık” diyerek belirtmişti.

Kitapta dikkatimi çeken birkaç noktaya daha değineyim.

Uzun yıllar TİP, TSİP ve TKP arasında yapılmış birlik görüşmeleri. Seçimlerde DDKD ile yapılan kısmi işbirliği bir yana bırakılırsa, sanki bu üç gruptan başka sosyalist yokmuşçasına davranılmış. Oysa hepimiz yaşadık, bu üç grubun dışında çok güçlü ve potansiyelli gruplar vardı ve bunlar hesaba alınmalıydılar. ÖDP şafağına kadar bu grupların pek akla gelmediği de görülüyor anılarda.

Son derece etkilendiğim bir konu da kitapta adı geçenlerin inancı oldu. Sürekli bir devinim, örgütlenme, mücadele var bu çevrede. Sürekli yurt dışına gidiliyor, gerektiğinde tekrar yurda giriliyor, gizli matbaa kurulup yayın yapılıyor vs. Birçok grup yöneticileri bir kere yurt dışına kapağı atınca 40 yıl geçtiğinde bile hala “biiiiz sürgündeyizzz” yaveleri gevelerken birçoğunu yakın ya da uzak tanıdığım ağabeyler hiç de o psikolojiye girmemişler. Daha TSİP kurulmadan önce Veysi Aydoğan ağabeyim, Karagümrük’teki evinde yaptığımız sohbette bana; “devrimcilerin faşizm şartlarında neler yaptıkları, yapmadıkları çok önemlidir” demişti. Çok gençtim, hala aklımdadır o sözler. 12 Eylül döneminde ülke içinde uzun yıllar kaçak yaşamış biri olarak o lafı hiç unutmadım. Bir kısmı akranım, çoğu ağabeylerim olan TSİP kadroları da devrimci davranışlarla geçirmişler 12 Eylül dönemini.

Adı çok geçen Yalçın Yusufoğlu ağabeyimin entelektüel birikimine her zaman hayranlık duymuşumdur. Kitapta adı geçen başka insanların da çok birikimli olduklarını görüyorum. Bir kısmı bugün hayatta olmayan bu insanların birikimlerinden daha çok yararlanabilseydik.

Kitabın ileriki bölümlerinde Türkiye’deki birlik çabaları ve TSİP kadrolarının katkıları anlatılmış. Çoğu olumlu, mütevazi ama önemli katkıları var arkadaşların.

Kitabı eleştirmek ya da değerlendirmeler yapmak gibi iddialı şeyler değil bu yazımın konusu. Basitçe okuduktan sonraki izlenimlerimi aktardım Ve son olarak diyorum ki; keşke bu kadar birikim, bu kadar fedakarlık, bütün olumsuz şartlara rağmen bu kadar örgütlenme –daha üst bir örgütlenme için bile olsa ki olmadı, olamadı- için heba edilmeseydi. TSİP o zamanki kadrolarıyla yeniden toparlanıp, Türkiye sosyalist mücadelesine daha çok katkı koyabilseydi.

Yalçın ve Veli Gürcan ağabeyleri çok, Ahmet Kaçmaz, Tektaş Ağaoğlu ve Hüseyin Hasançebi’yi az tanırdım. Hepsinin de anılarına saygılar. O mücadelenin içinde olup da yaşayan arkadaş ve ağabeylerime de sevgi ve saygılarla bitiriyorum yazımı.        26.11.2022 Foça

Ahmet Kale

EMİN AĞABEYİN ARDINDAN

Bugünlerde 33. Ölüm yıldönümünde andığımız kıymetli şair Cemal Süreya, bir başka kıymetli şairimiz Edip Cansever’in ardından “Her şeyin fazlası zararlıdır ya; fazla şiirden öldü Edip Cansever” demişti. Biz de kıymetlimiz Emin Karaca ağabey için, “fazla çalışmaktan, fazla üretmekten ve yaratmaktan öldü ağabeyimiz” diyebiliriz.

Emin ağabeyin 2. Yıldönümü anmasında aranızda bulunamamaktan, ailesine ve yakın dostlarına sarılıp acılarını canlı paylaşamamaktan dolayı fazlasıyla üzgünüm.

Emin Karaca’nın bu anmada bulunanlardan çok daha fazla sayıda insan için çok özel yeri vardır kuşkusuz. Benim için de sık görüştüğüm bir ağabeyden öte, ürettiğim her şeyi titizlikle denetleyip, eksiklerimi ve varsa yanlışlarımı zerafetle eleştirip düzelten ve beni tamamlayan bir kılavuzdu. Önemli, önemsiz bir eksiğimi gördüğünde hiç üşenmeden, yazarak ya da telefonla arayarak anında düzeltmemi sağlardı.

Kıvılcımlı ile ilgili bütün çalışmalarım onun denetiminden geçerek yayınlanmıştır. Onu kaybettiğimizden bu yana bu inanılmaz katkılardan yoksun olmanın eksikliği içindeyim. “Kıvılcımlı’nın Davaları ve Savunmaları” konulu bir çalışma yapacağımı söylediğimde gülerek; “aslında o çalışmayı ben düşünüyordum ama sana yakışır, ben elimden gelen desteği esirgemem” diyerek yüreklendirmişti beni. Şimdi o çalışma da Emin ağabeyin katkı ve denetiminden yoksun sürüyor maalesef.

“Geldiğinde boşluk dolduran değil, gittiğinde boşluk yaratan değerlidir” sözünü hatırlatıyor Emin ağabeyin yokluğu. Şimdi el atmak istediği birçok konu ve dosya öksüz kaldı.

Çalışkanlığı ve üretkenliğiyle çok örnek olan, şahsen benim de ağabeyim ve yayın ve kitap işlerinde ustam kabul ettiğim Emin Karaca’nın bendeki boşluğu hiç dolmayacak olsa da onun yolunda olarak, onun üretkenliğine ulaşmaya çalışarak, aziz anısına layık olabilirsem kendimi mutlu sayacağım.

İyi ki tanımışım bu değerli ağabeyi. İyi ki bütün ürettiklerini okumuşum, iyi ki sayısız etkinlikte yan yana olup onun bilgi deryasından yararlanmışım, onu birçok bakımdan örnek almışım.

Nefes aldığım sürece, birçok büyüğüm gibi Emin Karaca ağabeyimin de anısını yaşatmak için üzerime hangi görevler düşerse gönüllüce yapacağımın bilinmesini isterim.

Anısı hepimizin mücadelesinde yaşayacak.