KOMÜN GÜCÜ SAHTEKARLIĞI ÜZERİNE 3. YAZIM

Bilindiği üzere her hafta cuma günleri hem web sitemizde, hem de sosyal medyada Kıvılcımlı ustamızla ilgili bir yazı ya da video paylaşıyor ve bunu Göksal Caner Malatya arkadaşımla imzalıyorduk. Bu hafta Caner arkadaştan izin alarak sadece kendi imzamla bir yazı paylaşacağım.

Bundan üç yıl önce Bilim ve Gelecek Dergisi’nin 1 Mart 2022 tarihli sayısında KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH PEYGAMBER-KİTAP KİTAPLARI ÜZERİNE YENİ BİR DURUM başlıklı bir yazı yazmıştım. 2,5 ay sonra 10. 06. 2022’de BİR KEZ DAHA KOMÜN GÜCÜ VE APK ÜZERİNE başlıklı aynı konulu bir yazı daha yazdım ve onu da sadece sosyal medyada paylaştım. Her iki yazıyı da bu yazıya ek olarak aşağıya alacağım.

Aradan 2,5 yıl geçti. Ben bir daha o konuya yazılı olarak dönmedim ama rastladığım herkese, her yerde bu konudaki görüşlerimi aktarmaya devam ettim ve bu sahtekarlığa topyekun karşı durmamız gerektiğini söyleyip durdum. Söylemekten geri durmadım ama yazılı olarak ısrarlı olmama yanlışımı ve açtığı sonuçları da açık yüreklilikle kabullenmem gerek.

Yukarda andığım ve bu yazıya eklediğim önceki iki yazımda özet olarak: “1999 ve 2000 yıllarında Süleyman Şaşmaz ve çevresi tarafından Dr. Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla yayınladıkları kitaplarla ilgili bana ulaşan bilgileri paylaşıyor, kitapların Kıvılcımlı imzasıyla yayımlanmasını sahtekarlık olarak nitelendiriyordum. Bu konuda önemli tanıklıkların olduğunu, Kıvılcımlı izleyicileri olarak bu konuyu açıklığa çıkarıcı tartışmalara girmemiz gerektiğini” yazıyordum. Ayrıca konu tartışıldıkça bana ulaşan belgeleri de paylaşacağımı ekliyordum. Bu tartışmalar sonuçlanana kadar da Komün Gücü kitabını 2013’te tekrar yayınlayan Sosyal İnsan Yayınları ve 2018’de bir kez daha yayınlayan Derleniş Yayınları’na da kitabın satışını durdurmaları çağrısı yapmıştım. Adı geçen yayınevlerinden biri hiç duymamış gibi davrandı, diğeri ise pazarlama görevlisine bana küfrettirerek seviyesini gösterdi.

Aradan geçen 2,5 yılda ben büyük bir yanlış yaparak konuya tekrar dönmedim ama bana göre sahtekarlık kesindi. Elimde bana göre önemli yazılı belge de vardı. Ben yazıp teşhiri sürdürmeye devam etmeyince çapsızlara meydanı boş bırakmış oldum. Olanları da özetleyip belgelemeye geçeyim.

İlk yazımdaki tahminlerim doğru çıkmıştı. S. Şaşmaz ve yakın çevresi yaptıkları ortak sahtekarlığın suçluluğuyla sus pus oldular. Bu konuda tek kelime etmediler. İçlerinde eskiden bana yakın davrananlar da sessizce ilişkilerini kestiler. Bu doğaldı. İşledikleri neredeyse cinayet olan bu suçtan dolayı susmak zorunda hissettiler kendilerini. Ancak ben iddialarımı yazmakla kalmamış, kendini Kıvılcımlı izleyicisi sayan kimi gruplarla hem de önderleri düzeyinde görüşüp, onlara ortak ifşa da önermiştim. Buna yanaşmadıkları gibi, yıllardır sahtekarlığın sürmesine sessiz kalarak destek olma durumuna düştüler.

Bu konuda en gayretli olanlar da kitabı 2013’te yeniden yayınlamış olan Sosyal İnsan Yayınları oldu. İlk yazımdan sonra bana küfretmiş olmanın ezikliği içinde bu defa S. Şaşmaz’ı aklamak için ortalığa döküldüler. Önce “Biz Komün Gücünün orijinal metnini gördük” yalanını yaymaya çalıştılar, tutmadı. Sonra S. Şaşmaz’ın suç ortaklarını dolaşıp bilgi almaya çalıştılar. Beylikdüzü’nü, Bursa’yı gezip, sahtekarlıkta Şaşmaz’a birinci elden destek olanlarla görüştüler. Görüştükleri yeminli Şaşmazcılar elbette ağız birliği ile “Süleyman çok dürüst adamdır, yapmaz öyle şeyler. Metin Kıvılcımlı’nın diyorsa öyledir” deyip beni çekiştirdiler. Yetmedi yayınevi sahibi ve küfürbaz pazarlama görevlisi kalkıp Fethiye’ye gittiler. Orada orman içinde bir barakada meczup-inziva yaşantısını sürdüren S. Şaşmaz’la görüşmeye bile gittiler. Ben görüşemediklerini duymuştum ama onlar “Süleyman’la görüştük: asla öyle bir şey olmadı, metin Kıvılcımlı’nın” dediğini yaydılar. Nihayet bunlar da yetmedi, sağda solda “Ahmet Kale yazdıklarına pişman olmuş, beni kandırdılar diyormuş” kuyruklu yalanını söylemekten de utanmadılar.

Ben yazdıklarımdan değil, yazmayı ve teşhiri yeterince kuvvetli ve sürekli yapmadığımdan pişmandım. Kıvılcımlı izleyicileri, belki de tüm sosyalistler bu sahtekarlığı ciddiye alıp, tartışır, ben de elimdeki yazılı belgeyi yayımlarım diye düşünmüştüm. Hiç kimse üzerinde durup tartışmayınca da hayal kırıklığı içinde “hay sizin doktorculuğunuza…” deyip konuyu kendi işlerim arasında rölantiye almıştım. Yapmamalıymışım. Bu yazı pişmanlığımı gösterir. Kimse tartışmasa da ifşaya devam etmeliymişim.

Gelelim bugünkü ifşamıza:

“Konunun tartışılması sürecinde iddialarımızı belgeleyecek durumdayız” demiştim. Hiç tartışılmadığı için bekledim. Yukardaki bel altı vuruş girişimlerinden başka iki konu daha beni harekete geçiren şeyler oldu. Yakın zamanlarda bir akademisyenin yazdığı uzunca bir makalede (Muhammed İnal; Hikmet Kıvılcımlı Üzerinden Din ve Sosyalizm Diyaloğu) Komün Gücü ve APK’yı önemli referanslar olarak görüp, Kıvılcımlı adına övüyordu. Demek ki teşhirimiz fazla yere ulaşamamıştı. İkinci konu ise: Bazı iyi, bazı kötü niyetlilerin yaymaya çalıştığı “Kıvılcımlı tam gündeme biraz girmişken, akademinin ilgisi az biraz artarken, A. Kale’nin bu türden ifşası Kıvılcımlı’nın itibarını zedeliyor” söylemiydi. Bu söylemi söyleyenlere de dinleyenlere de fazla sözüm yok. Son 20 yıldır, en zor ve yoksun şartlarda Kıvılcımlı’yı yaymaya çalışan, bugüne kadar akademik ortamda yazılmış olan 10 adet tezin 7’sinde kendisine teşekkür yazısı bulunan A. Kale için “Kıvılcımlı’nın itibarını zedeliyor” demek vicdanla, izanla bağdaşır mı?

Buyurun belgeyi:

Daha 2022 Mart ayında ilk yazıyı yazdığımda aşağıda alıntılayacağım belge elimdeydi zaten. Bu belge Süleyman Şaşmaz’ın 8 Aralık 2001 tarihinde başlayıp, en son 11 Haziran 2005 tarihli notla biten Biyografi denemesi. Tarihler konarak günlük biçiminde yazılmış bu biyografi 3 bölümden oluşuyor:

1.Bölüm 70 sayfa; daha çok siyasi notlardan oluşuyor. Sahtekarlığın itiraf edildiği paragraflar bu bölümden.

2.Bölüm 56 sayfa; neredeyse tamamını kendi sağlık sorunlarına ve aile ilişkilerine ayırmış, ekstrasistol(kalp teklemesi)ünden, kalp muayene ve tetkiklerinden uzun uzun söz etmiş. Konumuzla ilgili bir şey yok.

3.Bölüm klasik biyografi denemeleri gibi. 9 Ocak 1948’de doğduğundan başlayıp, kendini, ailesini, kökenlerini, yetişmesini, okul yıllarını anlatarak başlıyor. Ağabeyi Ruhan, kardeşi Güngör’den, Şükem dediği eşinden, Vatan ve Gelecek isimli oğullarından ve ilişkilerinden söz ediyor. Uzun yazılar biçiminde köy gezilerini öykülemiş. Yediburunlar, Faralya, Uzunyurt vs. Bu bölüm de bizim ilgimiz dışında. Konuyla ilgili bir şeyler bulabilir miyim diye dikkatle ve sıkılarak okudum 2. ve 3. Bölümleri.

İfşamıza konu olan itirafların tamamı birinci 70 sayfalık bölümde. Bu bölümü tarayarak bulduğum 15 maddelik, 22-23 paragrafı, imlasına ve yazım yanlışlarına dokunmadan, yazıdaki sayfa numaralarını da vererek aşağıda sıralıyorum (Maddelerdeki majisküllerin tamamı bana aittir.):

“1- Usta adına bastığım kitaplar meselesi … (14 Aralık 2001)

“Taif Taşlamalarına karşı kitaplarım:

“Ben kolay unutamam: çok acı günlerimdi. Benim Taif taşlanmam yılları aldı. Kıvılcımlı gibi . Taif Taşlanışımın yılları : çocuklarımın ve arkadaşlarımın bile bana yaklaşmamaları veya anlamamaları yıllarıdır. Ve Şükemin(eşi) bile bana sırt çevirişidir. Sana olan inancımı yitirdim dedi,bir gün. Benim Taif‟ taşlanışımın ne anlama geldiği buradan belli. Ama onlar bilmeden bilerek bana taş ve dedikodu ve kötülük atsınlar; beni sınasınlar dedim ve cevabım yaman oldu : ALLAH PEYGAMBER KİTAP İLE KOMÜN GÜCÜNÜ ÇIKARDIM. Taşa karşı yeni kitap saldırıları yaptım. Ve yine taşlar aldım. Fakat böyle böyle ilerledim de.” (Sayfa 7)

2-“Elimde yeryüzünde şimdiye kadar rastlanmış en güçlü keşiflere ve onların işleniş gücüne sahip bulunuyordum : üç keşifli teorim 1998 projesinden sonra üçüncü keşfini ortaya koymuş dolu dizgin gelişiyordu . Şu doktorcuları – kıvılcımlı sempatizanlarını bir yoklayayım dedim . Hayır çıkmayacağını bilemeyecek bir durum yoktu . Ama çaresiz ki , kişiler çağındaydık ve her kişi varyasyonuna değer vermem , onların ne durumda olduklarını okkalı bir taktikle ölçmem gerekiyordu . Elimdeki teori müthişti ama onu anlatabilecek araçlardan yoksundum . Henüz anlayabilecek durumda da değillerdi . Ne var ki onlara da ulaşmalıydım . Bu teori daha ortaya çıkarken bile her eve girebilecek bir bilim yapısına bürünen bir gidişi olmuştu . Bunu sanki teorinin kendi özel doğuş – oluş karakteri kendiliğinden belirliyor ve beni de bu taktiklere sürüklüyordu .

“Elinde böyle bir teori olan kim olursa olsun benim yaptığımı yapmak üzere yönelmek zorunda kalırdı.  Teorinin gücü her şeyden üstündü, teori kendisini duyurmak istiyordu . Ben buradayım dercesine kendisini daha müsfette durumundayken yayınlatmanın yollarını bulup açıyordu . Elimde Kıvılcımlı‟nın yaşasaydı nasıl düşünebileceğine ve benim ulaştığım teoriye nasıl ulaşabileceğine dair notlarım – eskizlerim ve neredeyse ayet gibi ezberlediğim formüllerim vardı. Onları, onlarca yılda binbir pratik içinde deneyerek edinmiştim . Ve son yıllarda da boyuna geliştirip zenginleştirmiştim . Zaten taktiğim yıllardan beri bende hazır bulunuyordu . KISMET 1999 – 2000 YILINAYMIŞ. BÜTÜN ÇALIŞMALARIMI GÖZDEN GEÇİRDİM . KIVILCIMLI YAŞASAYDI BENİM BUGÜN ULAŞTIĞIM TEORİYE NASIL ULAŞABİLİRDİ SORUSUNUN YANITLARINI , İKİ CİLTLİK ARAŞTIRMAYLA VERDİM : BENİM KONUMU SANKİ KIVILCIMLI İŞLİYORMUŞÇASINA , KIVILCIMLININ AĞZINDAN İŞLEDİM . OTURUP TEKRAR TEKRAR TASHİH ETTİM .

“KONUYU , BİRKAÇ ARKADAŞIMA AÇTIM . H. A böyle aykırı – genel kanıya ters düşen taktiklerden haklı olarak çok çekiniyordu . Onun dışında gençler bu tür taktikleri , gelişmeyi görmek arzularıyla destekliyorlardı .

“Kıvılcımlı kutsallaştırılmıştı , onun adına böyle bir şey yapmak benim linç edilmeye bile bile boynumu uzatmam demekti . Fakat gelişim bizde hep böyle koç başıyla kapıları zorlamaktan geçebiliyordu . ben zaten kararımı vermiştim, karşımdakiler zaten ölüydüler  ve daha da öleceklerini çok iyi biliyordum . KİTAPLARI ARDI ARDINA YAYINLADIM .” (Sayfa 8)

3-“16 Aralık 2001 : Din – Komün – Çekirdek altı :

“Besbelliydi : bastığım bu kitaplar başıma bela olacaktı. Ama hep güvendiğim şuydu : yaptığım büyük bir iyilikti : böyle kitapları oturup kim her gün yazabiliyor ? Usta bile , kutsallaştırma prosesini bildiği halde çekirdek altı kanunları eline geçemedikçe , kutsallaştırma prosesini bir bütün olarak ele alamamıştı . Yaşasa elbette düşünce sistemi oraya gidiyordu .

“Komün Gücü de öyle : şu benim ünlü formülüm ortaya çıkamadıkça , USTA BİLE , KOMÜN GÜCÜNDEKİ SENTEZLERE ULAŞAMADI . Ve komünü hep sınıflı toplumlar ile güreşi açısından ele almayı geliştirebildi . Oysa gerçek çok daha muhteşem ve derinlerdeydi :

“ÖZENE BEZENE İKİ YIL ÇALIŞTIM : ONUN SATIR ARALARINDAKİ DİLİYLE , ONUN DÜŞÜNCE SİSTEMİYLE YAZDIM . Kendi yazılarımı çok daha kolay yazıyordum . bu iki kitabı , çok daha zor yazdım .

“Yine de ustanın kendi mantığı içinde benim ulaştığım mantığa bir miktar ulaşabilme olanağı vardı . Bu iki kitap ile onları denedim . BİRKAÇ YER HARİCİNDE , ONLARIN BANA AİT OLACAĞINI SEZEN OLAMAZDI . ÇÜNKÜ YAZILARIM VE KONUM ÇOK GÜÇLÜYDÜ . USTANIN ASLA ULAŞAMADIĞI BİR YERDEN ONUN KONUSUNU YAZIYORDUM . Okuyanların rüyaları bile o konulara ulaşamazdı . zaten kim konunun derinliklerine inebilmişti ki . benim teorimi kavrayabildikleri zaman bunu düşünebilirlerdi . Fakat o zaman da sadece onlara ve herkese bir iyilik yapmış olduğumu anlayacaklardı . VE BEN BUNU HİÇBİR ZAMAN İTİRAF ETMEYECEKTİM .” (Sayfa 9)

4-“Bu salaklar için neler yaptım . KIVILCIMLI ADINA BASTIĞIM EMEKLERİM . Hepsi domuz gibi biliyorlar . Ama kafaları almıyor ki . Okusunlar da ayıksınlar istiyorum . Yapamıyorlar .” (Sayfa 23)

5-“Ocak 21 . Usta adına yazdıklarım : Yaşamayan bilemez : ne günlerdi benim için : yaşamayı ölümle bilemek benim kendimce işlediğim bir komüncül sanatımdı . Hiçbir kurala saplanmazdım : iyilik yapmanın da kuralı mı olurmuş ; Neşecik , ve başkaları ETİK diye tutturmuşlar : iyilik yapamayan iyilik yapan eli ısırır ancak : Isırsınlar ; bende ne çok el var : ŞU KIVILCIMLI ADINA YAZDIĞIM KİTAPLARI USTA ADINA BASMASAYDIM NE OLURDU ? Hayır başka türlü yankı bulamadım o gün . O günü yaşamayan bilemez . Onu denemeliydim . Varolanların akıllarını duygularını deneyerek ilerliyorum . bilim deney demek . şimdi rahatım işte . Bunun bedelini de ödemeliydim . sabır etsem ne olurdu ? bekleyemezdim . çünkü ilerleyemezdim o zaman . tarihi biraz itelemeliydim . Hep öyle yapıyorum . sanki biraz daha dikkatli mi olsam ?

“Fikret , bir ara şöyle dedi : ben komün gücünü daha doğru buluyorum ; seninkiler ters gelmeye başladı . Anlaşılmıyor falan . KOMÜN GÜCÜNÜ DE BENİM YAZDIĞIMI BİR ÖĞRENSE . İşte acıklı halimiz bu . demek böyle karşıma gelecekler ileride . Olsun bir adım ilerliyorlar ya . Kıvılcımlıyı bana karşı çıkarıp adam olacaklar . çıkarsınlar ; şenlik olsun ; ben kuşatayım da.” (Sayfa 30)

6-“Bizim doktorcu geçinen salakçıkların dikkatini çekmek için ÖZELLİKLE SİKLUS LAFINI KULLANDIM . ki o uyuşmuş beyincikleri sarsılsın da ters yönden küfür ile zikr etsinler diye . Anladılar mı ?” (Sayfa 40)

7-“ALLAH PEYGAMBER KİTABI USTA ADINA YAZARKEN ,  onun mantığı içinde  onu bana doğru geliştirip  insanların mantığını bana kaydırmaya çalıştığımda ; bütün ayetleri tek tek etüt ettim : ne kadar çok benziyoruz ; büyük ibret . “ (Sayfa 41)

8-“Bak : Bilim ve Ütopya şubat ayında KIVILCIMLI ADINA YAZDIKLARIMI vermiş. (Sayfa 48)

9-“Apo bizim Allah Peygamberi okumuşmuş . Demir Apo dalkavuğu . Kitabın hemen kıvılcımlının olduğuna karar vermiş . Apoyu bu vesileyle övüyor . Türkiyede bir Kıvılcımlı bir de Apo çıkmış : orijinal teorisyenmiş .KİTABIN BANA AİT OLDUĞUNU BİR BİLSE NE DİYE YAZACAK ACABA ?” (Sayfa 51)

10-“13 Mart : Şu bizim Komün Gücü : cinayetlere peçe yapılmaya çalışılıyor.

“İbrahim telefon etti : Demir , Komün Gücünü okumuş , Kıvılcımlının tamamlanmamış eseri olarak selamlamış.

“… (Demir)Komün Gücünden hiçbir şey anlamamış . ORADA ÖZELLİKLE DÖNÜP DÖNÜP ANLATTIĞIM VE KIVILCIMLI ADINI KULLANARAK ÜZERİNE BASTIĞIM EN TEMEL ŞEY : Toplumun çekirdek altı kanunlarıydı . SADECE KULAĞI TERSTEN GÖSTEREREK İŞİ BİRAZ BENDEN ÇIKARIP , KIVILCIMLI YAŞASAYDI KENDİ MANTIĞIYLA BURAYA VARACAKMIŞÇASINA DOĞAL BİR HALE GETİRMİŞTİM . yazık : aradan iki yıl geçti.” (Sayfa 54-55)

11-“İbrahime sordum : yahu bu KİTAPLARI USTANIN ADINA YAYINLADIĞIMA neredeyse pişman oldum . ne dersin dedim ? Yok dedi , eğer kendi adına yayınlasaydın , bunlar ve benzerlerinde hiçbir yeni düşünce dosyası açamazdık ; hiç olmazsa şimdi böyle bayağı yoldan da olsa , yeni bir dosya açtılar gelişecekler ve başkalarını da etkileyecekler . Nasıl olsa zamanız var ; dönüp dolaşıp iş bize dönecektir.” (Sayfa 55)

12-“Memetçik öyle değil . Rıza ile ona İNSANLAŞMA kitabımı göndermiştim . Okumuş belli . Ve nihayet iki yıl sonra doğrudan birey olgusuna girmiş . BENİM KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH PEYGAMBER EMEKLERİMDEN yararlanmış. KIVILCIMLI ADINA BASTIĞIM BU EMEKLERİM , en acılı zamanımda geceli gündüzlü onların ağzına göre yazdıklarımdı . Yalnızlığım ve çaresizliğim henüz son bulmamıştı . Hadi dedim : bir de böyle bir taktik deneyeyim : KIVILCIMLI YAZMIŞ GİBİ ONUN AĞZINDAN ONLARA SESLENDİM . Belki okurlar , bir başlıkçıktan olsun biraz bir şey anlarlar . Hadi beni okusalar bile benim yoluma giremiyorlar . Bari Kıvılcımlı yoluna girerek bana ulaşabilirler . Öyle olacaktır sonunda ama ne zaman ? aradan tam iki buçuk yıl geçti . Bizimkiler hala uyanamadılar . Memetçik nihayet KIVILCIMLI‟ da BİREY meselesini aramış ve bulmuş : KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH –PEYGAMBER – KİTAP EMEKLERİMİZDEN ALINTILAR YAPMIŞ.” (Sayfa 63)

13-“Onlar kör ve duçar kaldılar . Eski bir tür olarak ölüyorlar . zavallılaşıyorlar . Buna dayanamadım . Onlara KOMÜN GÜCÜ – ALLAH PEYGAMBER KİTAP GİBİ ÇALIŞMALARIMLA yok canımla yardım ettim.” (Sayfa 62)

14-“Ama adım adım ilerliyorum . Şu son iki yıldır hiçbir gerilemem olmadı . Adım adım istikrarlıca ilerliyorum . KOMÜN GÜCÜ – ALLAH – P – K „TAN SONRA İŞLERİM AÇILDI . Doğum başladı.” (Sayfa 64)

15-“Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap ile yeni bir atak yaptım.

“Denklik Yasasını formüle edip demlenmeye bıraktım.” (Üçüncü bölüm sayfa 58)

Üç bölümü toplam 222 sayfa eden metin daha dikkatli incelenirse başka cümleler de bulunabilir belki. Bana göre bu itiraflar suçu yeterince kanıtlıyor. İlk yazımın sonunda olduğu gibi, burada da bundan sonra olabileceklerle ilgili tahminlerde bulunayım:

-Süleyman Şaşmaz ortalarda yok zaten. Olanları ve olacakları da çok fazla umursadığını sanmıyorum. Ama yakın çevresinde olup da ona suç ortaklığı edenler ya susmaya devam edecekler ya da iftiralara yönelecekler. En büyük ihtimalle de böyle bir metnin olmadığını, olamayacağını, sahte olduğunu öne sürecekler. Bunun için alıntılar yaptığım sayfaların fotoğraflarından bazılarını da bu yazının sonuna ekleyeceğim. Ayrıca; Şaşmaz’ın doğum tarihini, abisi ve kardeşinin isimlerini yazdım, inkar edilirse, yazıda geçen bütün yakın çevresinin, sırdaşlarının isimlerini de paylaşırım. Kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği ayrıntılar var metinde. Gerekirse onları da yazarım ama konum sahtekarlık. Ayrıntılara boğulmak istemem.

-Kıvılcımlı izleyicilerinden fazla bir beklentim yoktu ama bu kadar sessizlik de dayanılmaz artık. Kıvılcımlı izleyicileri bu kadar duyarsız olursa dışımızdaki sosyalist çevrelerden tepki beklemek de çok gerçekçi değil.

-Kitabı daha sonra yayımlayan ve benim “şu tartışma sonuçlanana kadar kitapları piyasaya sürmeyin” önerisinde bulunduğum iki yayınevine gelince: Derleniş yayınları, kendileri dışında kimsenin doğru bir şey yapamayacağına iman etmişçe kör davranıyor. Bu doğru değil. Konu Türkiye sosyalizminin ustası üzerinden yapılmış bir sahtekarlık iddiası. Daha iddiayı ortaya attığımda örneğin Mustafa Şahbaz benden bilgilenmek isteseydi, sadece ustama saygımdan paylaşırdım bildiklerimi.

-Sosyal İnsan Yayınları ise yayınevi olarak bir ağırlık taşımıyor artık. İlk yazımdan sonra görevlinin bana savurduğu küfür ve hakaretle yetinmeyip dedikodu ve yalanla bana saldırdılar. Küfür ve hakareti misliyle iade eder geçerdim ama tekrar edeyim konu ben değilim, ustamızın üzerinden yapılmış bir sahtekarlık. Süleyman ve çevresi susuşla geçiştirmeye çalışırken bu yayınevinin cansiperane bir şekilde savunup, üstelik küfür ve yalanla bana saldırması görevliye yakışsa da yayınevi sahibi H. Atahan’a yakışmadı. Böyle bir durumda benden bilgi istese yine ustamın hatırına paylaşırdım.

Sonuç olarak:    

İtirafları paylaştım. S. Şaşmaz ve yakın çevresi ustamızın adını kullanarak sahtekarlık yapmışlar. Bunu bütün yakın çevre biliyor. Yazıda Şaşmaz’ın kendisi yakın çevre ile ilgili çok şeyler paylaşıyor. Ayrıca daha uzak çevre denebilecek tüm tanınmış doktorcular için de ağır hakaretler de içeren değerlendirmeler yapıyor.

Tekrar edeyim. Kitapların içeriği şu anki konum değil. İçeriklerine katılan arkadaşlara bile sorayım: Bu sahtekarlık hiç içinizi acıtmıyor mu? Görüşleri doğrultusunda işkenceler gören, hapis yatan, kaçak yaşayan hatta ölenleri olduğu, Türkiye sosyalizminin önderi gördüğümüz birinin isminin gerekçesi ne olursa olsun böyle bir sahtekarlığa alet edilmesi içinizi hiç mi acıtmıyor?

Alıntıları paylaştım. Benim açımdan sorun kalmadı. Bu iki kitap (Allah Peygamber Kitap ile ilgili görüşlerimi ilk yazımda yazmıştım) Kıvılcımlı eserleri listesinden çıkarılmalı, satıştan çekilmelidir. Ben her mecrada, her alıntı yapana uyarılar yapmaya, bu eserlerin sahte isimle basıldığını ve Kıvılcımlı’ya ait olmadığını açıklamaya devam edeceğim.

Bu konuyu samimice tartışmak, sahtekarlığa karşı durmak gibi bir derdi olmayanlar benden metin falan istemesinler. İşte metin ortada, alıntılar ortada. İnanıp inanmamak size kalmış. Usta adına yapılmış bu cinayeti bile önemsememiş olanların bana güvenip güvenmemesinin hiçbir kıymeti yok.

Bu yazımı okuyan sevgili Türkiye sosyalistleri: Konu sizleri de ilgilendiriyor, sizler de konuya dahil olmalısınız bence. Kıvılcımlı hepimizin değeri.

Kıvılcımlı izleyicisi arkadaşlar; bu konuda susmaya, ya da çeşitli komplekslerle bana saldırmaya devam edenler: Konu ben değilim, konu Süleyman Şaşmaz ve yakın çevresinin Kıvılcımlı üzerinden yaptıkları sahtekarlık. Ya usta Kıvılcımlı’nın uğradığı bu haksızlığa karşı duracaksınız ya da istemeseniz de sahtekarların yanında yer alıp gizli Şaşmazcı olacaksınız.

Benim açımdan konu burada kapanıyor. Sahtekarlığı teşhir için elimden geleni yaptım ve ciddi mecralarda yapmaya devam edeceğim. Ucuz saldırılara kalkanlar umutlanmasınlar, onlar gizli ya da açık Şaşmazcı, Ben Kıvılcımlıcıyım.

Ahmet Kale

06.03.2025

Ekler:

Birinci yazım: Komün Gücü Ve Allah-Peygamber-Kitap Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum (01.03.2022)

İkinci yazım: Bir Kez Daha Komün Gücü Ve APK Üzerine (10.06.2022)

Alıntıları yaptığım bazı sayfaların fotoğrafları.

Komün Gücü Ve Allah-Peygamber-Kitap Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum

Yıllardır Hikmet Kıvılcımlı’nın eserlerini yayıma hazırlayan, yayımlayan, yayımına katkıda bulunan Ahmet Kale, Kıvılcımlı imzasıyla yayımlanan ‘Komün Gücü’ adlı kitabın Süleyman Şaşmaz tarafından yazıldığını öğrendiğini, bu bilginin gerekirse tanıklıklarla belgeleneceğini söylüyor ve bir sahtekârlığı ifşa ediyor. Kale’nin ‘Allah-Peygamber-Kitap’ adlı kitap hakkında ise görüşleri farklı. Öyle gözüküyor ki, Kıvılcımlı’nın çilesi daha bitmemiş…(Bilim ve Gelecek)

1999 ve 2000 yıllarında Bumerang ve Tarih Bilimi Yayınları tarafından Dr. Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla 2 kitap yayınlandı: 1999’da Allah Peygamber Kitap2000 yılında da Komün Gücü başlıklı kitaplar. Bu iki kitaptan özellikle Komün Gücü başlığı ile yayınlanan kitap Kıvılcımlı izleyicileri arasında tartışmalar yarattı. Genel kanı kitabın Kıvılcımlı’ya ait olmadığı, kitabı yayına hazırlayan ve önsözünü yazan Süleyman Şaşmaz tarafından yazılmış olabileceği idi. S. Şaşmaz ve çevresi de gizemli tavırlar takınarak bu kanıyı beslediler. Örneğin kendilerinden defalarca bu kitaplara esas olan metnin orijinali sorulduğunda “Emine Kıvılcımlı’dan Ahmet Cansızoğlu eliyle bize daktilo metin geldi, biz de o pelür kâğıtlardan bastık, metni de saklamadık, ne varsa basılı kitaplarda” diyerek kuşkuyu artırdılar. Buna rağmen kitaplar yayıldı, başka başka yayınevleri tarafından yeni baskıları yapıldı. Üzerlerine seminerler, paneller, youtube çekimleri yapıldı, tezlere konu oldu. Ancak bütün bu yayılmalara rağmen özellikle Komün Gücü kitabı üzerindeki kuşku ve tartışmalar süregeldi.
Uzatmadan bu yazının yazılmasının sebebine geleyim. Gerekçeleri ve içinde bulunduğumuz durumu yazının devamına bırakayım.
Kıvılcımlı’nın ölümünün 50. yılı dolayısıyla İstanbul’da olduğum günlerde eskiden S. Şaşmaz çevresinde olan kimi arkadaşlar ısrarla beni arayıp görüşmek istediler. Görüştük. Bana önce Kıvılcımlı’nın tanıtımındaki gayretlerim için takdirlerini belirttikten sonra “arkadaş sen bu Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap eserlerinin Kıvılcımlı’ya ait olduğuna emin misin ki özellikle Allah Peygamber Kitap için bu kadar gayretle tanıtım yapıyorsun?” diye sordular. Ben de onlara özellikle Komün Gücü ile ilgili kuşkularımın sürdüğünü ama Allah Peygamber Kitap için Allah’ın adları ile ilgili bölüm dışında bir kuşkum olmadığını söyledim. Görüşmemiz hem uzun sürdü hem de daha sonra birkaç kez daha görüştük. Özetle bana söylenenler şunlardı:
“Kitapların basıldığı yıllarda S. Şaşmaz çok güvendiği 5 kişiyi Bursa’da toplayıp onlara ‘Arkadaşlar birkaç yıldır görüşlerimizi yayacak kitaplar, broşürler yazıp durduk ama bir yaygınlık sağlayamadık. Ben yeni bir taktik geliştiriyorum, görüşlerimi iki kitapta toplayıp onları Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla yayınlamak istiyorum. Ben üslubu öyle güzel taklit ederim ki kimse anlamaz. Böylece Kıvılcımlı’yı okuyoruz diye beni okurlar ve görüşlerim yayılmış olur. Sizler de bunun tanıkları olacaksınız’ der. Bu taktiğe, katılanların bazıları cılız itirazlar getirse de sonunda taktik uygulanır ve kitaplar Kıvılcımlı imzasıyla basılır. Hatta Allah Peygamber Kitap için önce ‘İslam Tarihinin Maddesi’ ismi düşünülür ama baskı aşamasında şimdiki ismiyle basılır.”

Doğal olarak arkadaşlardan bu dediklerini belgelemelerini istedim. Arkadaşlar, bu konuda çok fazla tanıklığın olduğunu, o zaman yakın çevre olan 10-15 kişinin hepsinin bu konuyu bildiğini, kendilerinin ve bazı başka arkadaşların ulaşıldığı ve sorulduğu takdirde bu konuda tanıklık etmekten kaçınmayacaklarını söylediler. “S. Şaşmaz’ın o zamanki yakın çevresi biliniyor ve hepsi de yaşıyorlar. Kolaylıkla ulaşılıp tanıklıkları istenebilir. Kimileri hâlâ imanlı bir şekilde Şaşmaz’a bağlı davranabilir ama devrime ve Kıvılcımlı’ya karşı sorumluluk duygusu daha ağır basan arkadaşlar vardır ve bunlar tanıklığa da gerekirse belgelemeye de hazırlar” dediler.
Söz konusu olan kitaplardan Allah Peygamber Kitap için yazımın sonunda ayrı bir değerlendirme yapacağım. Öncelikle çok tartışılan Komün Gücü için yazayım.
Kitap 2000 yılında “2000 yılı armağanıdır, lütfen kabul buyurunuz” gibi ciddi olmayan bir cümleyle sunulur. S. Şaşmaz’ın yazdığı önsözde de “… Kıvılcımlı 30 yıl öncesinde iki binli yıllarda işimize yarayacak bir armağan gönderiyor bize…” denerek metnin yazılış tarihi olarak da 70 yılları işaret edilir.
Kitabın içindeki konulara, onların değerine ya da değersizliğine girmeyeceğim. Onlar ayrı bir inceleme ve tartışma konusu. Ancak yazarının itiraflarına göre eğer bu kitap öyle olmadığı halde Kıvılcımlı adına yayınlandıysa değeri falan kalmaz bence. Kıvılcımlı gibi bir sosyalizm ustasını böyle bir sahtekârlığa alet etmenin tartışılır ve bağışlanır bir yanı olamaz. Kendine ve tezlerine güvenmeyen birisi güvenlik ya da başka gerekçelerle mahlas dediğimiz takma isim kullanabilir elbette. Ama bunu tüm hayatı sosyalizm mücadelesi içinde geçmiş, sosyalizm literatürüne katkılarda bulunmuş bir ustanın adıyla yapmak ciddi bir sahtekârlıktır, ayrıca da ağır bir suçtur. Bunu yapan, bunun yapılmasına tanıklık edip 20 yılda hiç sesini çıkarmayan hatta 20 yıl sonra bile sorulduğunda sosyalizme ve Kıvılcımlı’ya değil de kerameti kendinden menkul birine bağlılık göstererek sahtekârlığı inkâr edenler de bu suçun ortaklarıdırlar.
Kitabı Kıvılcımlı’nın adıyla basma gerekçesi olarak, “şimdiye kadar yazdıklarımız bir yankı getirmedi, Kıvılcımlı imzasıyla yayınlarsak, millet onun diyerek benim görüşlerimi okur ve bana gelirler” denmiş. Ayrıca “ben üsluba hakimim öyle taklit ederim ki doktorcular bile anlayamaz” diye açıklanmış. Bu ikinci cümle el hak doğru. Aşağıda sıralayacağım örneklerde görüleceği gibi hepimiz, tüm camia ters köşe olmuşuz. Sahtekârlığı yeterince anlayamadığımız bir yana kendilerinin bir türlü yaygınlaştıramadığı bu metinleri yeniden yeniden basarak, tartışarak ekmeklerine yağ sürmüşüz.
Önce kendimin yanılgısından başlayayım örneklemeye. 2014 Kasım ayında Bilim ve Gelecek Kitaplığı yayınlarınca basılan Kıvılcımlı Külliyatı (Ayrıntılı Bibliyografya) kitabımda “Komün Gücü” kitabını tanıtırken art arda yığınla itiraz ve kuşku sıralamışım. Kitabın adından başlayarak, içindeki ve metne esas olan birçok kavramın (Siklus Temeli, Kişiler Çağı, Çekirdek Altı Toplumu, Kişilerin Parçalanışı vs.) Kıvılcımlı’nın hiçbir kitap ve yazısında geçmediğini belirlemişim. Hollanda’daki arşivde böyle metinlerin olmadığını söylemişim. Kitabı yayınlayanların tüm ısrarlara rağmen metnin aslı hakkında tutarlı bir şey söylemediklerini, o yıllarda ikisi de ölmüş olan Emine Kıvılcımlı ve Ahmet Cansızoğlu’nu tanık saymalarını eleştirmişim. Bunlar yayınlayanların dediği gibi dağınık notlardan oluşuyorsa, “Komün Gücü” gibi, sanki Kıvılcımlı’nın böyle tamamlanmış bir eseri varmış gibi iddialı bir isim yerine “Komün Toplumu Üzerine Notlar” gibi daha sade, iddiasız bir başlıkla ve olduğu gibi yayınlanması gerekirdi de demişim. Ancak bütün bu tespitlerimden sonra “Böyle bir araştırma ancak Kıvılcımlı çapında bir antika tarih araştırmacısı tarafından yapılabilirdi” demekten de geri durmamışım. Tam bir zokayı yutma hali. Bu yanılgının bilinçaltımdaki etkisiyle olsa gerek daha sonraları da Komün Gücü kitabı ile ilgili fazla tanıtıcı davranmamışım.
2000 yılındaki bu sahte imza ile yayınlanan kitabın 2. baskısı 2013 yılında Sosyal İnsan Yayınları tarafından yapıldı. Bu baskıya esas olan metni daha 2011 yılında o yayınevinin ortağı ve yöneticisi iken ben hazırlamıştım. Kitabın yayınevini notu bölümünü de yazmıştım ama yayınlanmasını iyice emin olana kadar geciktirmeye karar vermiştik. Yani o kitabın metni ve giriş notu benim hazırlığımdı. 2011 Ağustos ayında o yayınevinden ayrılmak zorunda kaldığımda yayına hazır biçimde masanın üstündeydi.
Sosyal İnsan Yayınları Aralık 2013’te yani benim ayrılmamdan 2 yıldan fazla bir süre sonra kitabı yayınladı. Önem verip benim hazırladığım metin mi diye bakmadım ama “Yayınevinin Notu” bölümü özensizliği anlamak için yeterliydi. Şöyle ki; tanıtım yazısı belli bir yere kadar aynı kalmış. Yukarda kendi kitabım için sıraladığım bütün itirazlar korunmuş, “… Komün Gücü’nü yayınlamadan önce eser üzerindeki kuşkuyu kaldırmak için olabildiğince özen gösterdik. Yayınlanmasına çok önem veriyor ve istiyor olmamıza rağmen; sırf bu nedenle -geçen süre içinde kuşkuları giderebilecek bir çözümü belki bulabiliriz düşüncesi ve ümidi ile- eserin basımını geciktirdik” dendikten hemen sonra “Yayınevi olarak, ‘Komün Gücü’ eserinin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya ait olduğuna inanıyoruz” (ben vurguladım)” derler. Kendileri kendilerine sormadıklarına göre biz onlara soralım: Kuşkularınızı kaldıracak ne gibi gelişmeler oldu ki böyle kesin bir hükme vardınız? Metinlerin aslı mı bulundu? Emine Kıvılcımlı ya da Ahmet Cansızoğlu’ndan kalmış ikna edici belgeler mi buldunuz? Bu soruların cevabı hiç kimse için yok tabi. Tam bir bilmediğini bilmeme ve kuru iddiayla bilgisizliği örtme hali.
Nihayet 2018 Nisan ayında Derleniş Yayınları da yeniden bastı Komün Gücü kitabını. Üstelik S. Şaşmaz’ın uydurduğu “Siklus Temeli” alt başlığını da kullanarak. Sunuş yazısında yukarda sıraladığımız kuşkuların kimi de paylaşıldıktan sonra, “Ve yine ne yazıktır ki, elimizde ‘Tarih Bilimi Kitapları’ tarafından yayınlanmış metnin dışında bir nüshası bulunmamaktadır” dendiğine göre aynı yanılgılara düşülmesi kaçınılmaz olmuştur. Yayınlayanlar önce Kıvılcımlı’nın Günlük Anılar’ından alıntılarla ustaların işlerini bitiremeden öldüklerine dair Kıvılcımlı’dan aktarmalar yaparlar ve bunlardan Kıvılcımlı ustanın kendisi için söylediği; “İşlerimden hemen hiçbirisi bitmedi. Kimin bitmiştir ki? İçten örnek bildiğim Marks-Engels neyi bitirebildiler?” cümlesine dayanarak şöyle hükümlendirirler bu kitabı yayınlamalarını: “Bu eseri de (Komün Gücü de) Hikmet Kıvılcımlı’nın o bitmemiş işlerinden biridir. Ne yazık ki gözden geçirme fırsatı bulamadığı çalışmalarındandır.” (Adı geçen sunuş yazısı s.13)

Burada da kesin hüküm var ama bilgi yok, belge yok. Orijinal metin bulunmamış, Hollanda’daki arşivde bu konuda bir belge yok, kimsenin itiraz edemeyeceği tanıklık da yok ama hüküm var “…bitmemiş işlerinden biridir” diye.
Yine bilindiği gibi yanılgılar sadece alıntı yaptığımız bu 3 yerle sınırlı değil. İrili ufaklı bütün doktorcular bu zokayı yutmuşuz. Nitekim S. Şaşmaz’ın kendi çevresine “D. Küçükaydın kitaplardan alıntı yapıyor, M. Özler konuşmalarında referans olarak kullanıyor” diyerek böbürlendiği de aktarılıyor.
Görüldüğü gibi sahtekârlık amacına ulaşmış durumda. Yazdığı birkaç kitapla 1996-2000 yılları arasında çok çok sınırlı bir çevre dışında bir yankı yaratamayan S. Şaşmaz, büyük bir cüretle ve ustanın ismine saygısızlıkla bu taktiği uygulamış ve 20 yılı aşkın bir zamandır da başarıyla uyutmuş hepimizi.

‘Allah – Peygamber – Kitap’ üzerine
Yukarda da yazdım, S. Şaşmaz Bursa’ya topladığı arkadaşlarına Komün Gücü ile beraber Allah-Peygamber-Kitap’ı da kendisinin yazdığını, bu kitaba önce “İslam Tarihinin Maddesi” ismini koymak istediğini ama sonradan böyle değiştirdiğini yayın faaliyeti sırasında en yakında olanlar söylüyorlar. Bu konuyu biraz açmamız gerek:
2011 yılı Mart ayında Sosyal İnsan Yayınları’nda, Kıvılcımlı’nın bazı yayınlanmış ve yayınlanmamış tarihle ilgili yazılarını Tarih Yazıları başlıklı bir kitapta derlemiştim. O kitaba aldığım yayınlanmamış yazılardan biri Kıvılcımlı’nın muhtemelen Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabına yazdığı ama kullanmadığı bir önsöz yazısıydı. O yazının bir yerinde şunları yazıyor:
“1938 Yavuz Davasında (Donanma Davası) gerek Osmanlı, gerek İslam Tarihinin Maddesi üzerine olan el yazmaları, gizli polisçe birer suç belgesi imişçe gasp edildi. Ve bir daha o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kur’an-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.” (Tarih Yazıları s.12. Ben vurguladım.)
Bu alıntıyı yaptıktan sonra ben de 2013 yılı Ekim ayında Bilim ve Gelecek Kitaplığı’yla bastığımız Allah-Peygamber-Kitap’ın tanıtım yazısında şunu demişim:
“‘Kuran-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi (abç), bağırta çağırta yok edildi’ derken, özellikle birinci cilt demesi dikkatimizi çekiyor. Elimizdeki kitap çok büyük bir olasılıkla kastettiği o birinci cildin dışında kalan kılıç artıkları.” (Allah-Peygamber-Kitap, s.7, Bilim ve Gelecek Kitaplığı)

Bugün de aynı düşüncedeyim.
Biraz daha ek yapayım konuya: Kıvılcımlı yurtdışına kaçmadan önce evinden 2 çuval kadar yazılarını Fuat-Latife Fegan çiftine emanet eder. Bu çuvallardaki yazıların akıbetini biliyoruz. Şimdi Hollanda’daki bir enstitünün arşivinde ve kullanımımıza hazır. O el yazmalarının ve diğer evrakların oralara gidişinin öyküsünü Latife Fegan’dan okuyoruz. Latife Fegan arşivin öyküsünü aktardığı yazısının bir yerinde; “Nitekim Ankara’dan Ünsal Gündoğan adlı bir arkadaş, nasıl elde ettiğini pek bilmediğimiz, içinde elyazmaları bulunan bir zarfı İsveç’te bize ulaştırmıştı. İki çuvala ilave edilmiş tek katkı budur.” diye yazıyor. Ben o zarfın (Zarf değil 2 çanta olduğu da söyleniyor) içindeki el yazmalarının nasıl elde edildiğini kaynağından yeni öğrendim. Bu yazıda bizi ilgilendirdiği kadarını paylaşıp, Allah-Peygamber-Kitap’a bağlayayım.
Feganlara emanet edilen 2 çuvaldan başka neredeyse bir o kadar da Kıvılcımlı’nın evinde kalmıştır. Bunlar Emine Kıvılcımlı’nın sorumluluğundadır. Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra ilk olarak TSİP’in yayınevi olan Tarih ve Devrim yayınları yöneticileri karargâh kurarlar Emine hanımın evine. Telif haklarını alıp epey kitap basarlar. Bir yıl sonra bu defa Orhan Aksungur ve ailesi girer devreye. Emine hanımı ikna edip TSİP’lilerin telif sözleşmesini iptal ettirip kendileri alırlar telif hakkını. 1975 yılında kurdukları “Vatan Partisi”ne kurucu da yaparlar Emine hanımı. Bu arada 31 Mart 1975’te 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulur. Hükümetin gerici faşist yapısından paniğe kapılan O. Aksungur, partisine ve yayınevine kilit vurdurup, Emine hanım dahil tüm parti yöneticilerini ve kendi aile efradını alıp Suriye’ye kaçarlar. Tabi Emine hanımın evindeki bütün Kıvılcımlı emeklerini de kendi zulalarına aktarırlar. Bu emekler 5 yıldan fazla ellerinde kalır. Oradaki yazıların sıkıyönetime kaptırılması, oradan kelle koltukta bir kısmının çıkarılıp F. Fegan’a ulaştırılması film senaryosu gibi bir öyküdür. Onu bırakalım şimdi. Kıvılcımlı’nın evinde kalan ve tamamı küçük boy 3 bavul kadar olduğu söylenen bu yazılar ve emekler 5-6 yıl bu grubun elinde kalmış yani. Orhan Aksungur “Vatan Partisi” ve Tarihsel Maddecilik yayınlarıyla cılız bir faaliyet yürütürler birkaç yıl ve bu grubun yayın işlerini de S. Şaşmaz idare etmektedir. Yani o el yazmalarının tamamına bakma şansı vardır o yıllarda. Oradan Kıvılcımlı’nın “İslam Tarihinin Maddesinin kılıç artıkları kaldı” dediği bölümü kendi zulasına almış olma ihtimali de yüksek kanımca.
1999 yılında Allah-Peygamber-Kitap’ı basarken önce adını “İslam Tarihinin Maddesi” koymaya kalkması da boşuna olmasa gerek. Kitabın içinin incelenmesi ayrı bir çaba konusu tabi. Ancak birbirinin kopyası gibi tamamı da “evrim ve determinizm içeren” Allah’ın isimleri bölümünün sığlığı ile Hz. İbrahim, Semitler, aşağı barbarlık, kurban geleneği gibi bölümlerin derinliği bize bazı ipuçları veriyor aslında.
Sonuç olarak benim kanaatim, Allah-Peygamber-Kitap, Şaşmaz’ın müdahalelerinin olduğu, Kıvılcımlı’nın “İslam Tarihinin Maddesi” çalışmasından kalan notlardır.

Neler olabilir?
Bu yazıyla 21-22 yıl önce yapılmış bir sahtekârlığı, işlenmiş bir ağır suçu anlatmaya çalıştım. Bu sahtekârlığı yapana ve bunu daha ilk gününden bilip de bugüne kadar gizleyip ortak olanlara ne desek, ne yapsak az. Kıvılcımlı ustanın ismini sahtekârlığa alet ederek ona yaşamı boyunca eziyet edenlerin saflarına katılmış oldular. Böylece de affedilmez ağır bir suç işlediler. Sahtekârlığı benimle paylaşan, gerekirse bu konuda tanıklık ederiz, bilgi ve belge de sağlarız diyen arkadaşlara şükran borçluyuz. Geç kalmış olsalar da doğru bir görev yaptılar.

Bundan sonra neler olabilir?
1) S. Şaşmaz ve yeminli müritleri bu konuyu külliyen inkâr edebilirler. O zaman iş, “bu konuda tanık, bilgi ve belge bulabiliriz” diyen arkadaşlara düşecektir. Ama buradan ilan etmekten çekinmeyelim; bu ifşa burada bitmeyecek, teşhir bitene kadar sürecektir.

2) S. Şaşmaz’a körü körüne bağlı olanlar, “işte bakın Şaşmaz nasıl büyük bir teorisyen. Kıvılcımlı’dan ayırt edilemiyor, hatta 21. yüzyılda ondan bile ileri bir teori oluşturmuş diyebilirler. Yani Şaşmaz ve taraftarları bu ifşayı kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Onlara Şaşmaz’ın bütün sıfatlarının en önüne “sahtekâr” ve “suçlu” ekinin geldiğini hatırlatır geçeriz.

3) Bu ifşamın şimdiye kadar adı geçen kitapları basan gruplarca nasıl karşılanacağı da önemli. Bakalım ne kadar ciddiye alacaklar. Burada sözüm Derleniş Yayınlarına tabi. Sosyal İnsan Yayınları artık cevap oluşturacak yapıda değil.

4) Sonuç olarak kitaplar 20 yıldır okur önünde ve en çok yayılmasını da yazan ve onun grubu değil, bizler yaptık. Dolayısıyla devrimci kamuoyunun tepkisi de önemli. Bu kitaplardan alıntılar yapılmış, araştırmalarda ve tezlerde yararlanılmış. Şimdi herkes bunların sahte imza ile yayınlandığını görmüş olacak.

5) Devrimci kamuoyunun da önemsemez ve umursamaz davranması söz konusu olabilir. En sonunda bu ifşa bir zamanlar S. Şaşmaz’ın yakın çevresinde olan bazı sorumlu arkadaşlar eliyle ve benim aracılığımla yapılıyor. İsteyen inanacak, teşhire katılacak ve bu türden sahtekârlıklara bir daha meydan vermemeye çalışacak ya da herkes kendi yordamınca davranacak.

Selam ve saygılarla…

01.03.2022

Bir Kez Daha Komün Gücü ve APK Üzerine

Tam 1,5 yıldır Kıvılcımlı’nın bütün kitaplarının tanıtımını “Kıvılcımlı Külliyatı” ana başlığı ile tek tek kitapları ele alarak yapmıştık. Gelecek yazımızda tüm bu tanıtımlar hakkında genel ve istatistiki bilgiler paylaşacağız.

Kıvılcımlı’nın eserlerine biraz aşina olan kişilerin hemen anlayabileceği gibi 2 kitaba tanıtımlarımızda yer vermedik. Bunlar 1999 yılında yayınlanan Allah-Peygamber-Kitap ve 2000 yılında yayınlanan Komün Gücü kitaplarıydı. Oysa ben her iki kitabı da 2014 yılında Bilim ve Gelecek Yayınlarından çıkan KIVILCIMLI KÜLLİYATI başlıklı kitabıma almış ve tanıtımlarını yapmıştım.

Ancak 2021 yılında bazı gelişmeler oldu. Bu iki kitabı Kıvılcımlı imzasıyla yayınlamış olan Süleyman Şaşmaz’ın eski çevresinden birileri benimle temas kurarak bazı bilgiler verdiler, tanıklar gösterdiler. Bu bilgilerde S. Şaşmaz’ın açıkça bu kitapları kendisinin yazdığı anlatılıyor ve teyit ediliyordu. Birkaç yönden daha doğrulattıktan sonra bu konunun benim bir yazımla ifşa edilmesine karar verdik.

Bilim ve Gelecek Dergisi’nin 2022 Mart ayı çıkan 215. sayısında “Komün Gücü ve Allah-Peygamber-Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum” başlıklı bir yazı benim imzamla yayınlandı. Bu yazıdaki iddia ve görüşleri burada tekrar yazmayacağım. İsteyenler şu linkten açıp okuyabilirler.

Ben bu yazımda dergideki yayından sonra olanları paylaşayım.

Yazımda bu iki kitabın S. Şaşmaz tarafından yazıldığı bizzat Şaşmaz’ın ağzından aktarılıyordu, tanıklı ve ispatlı olarak. Hatta bu konu inkar edilirse belgelemeye de hazır olunduğu yazılmıştı. Yazıyı okuyanlar bilir, okumayanlar da linkten açıp okuyunca göreceklerdir. Öncelikle tüm Kıvılcımlıcı ortamın – başta kendim olmak üzere – bu konuda nasıl yetersiz kaldığımızı da yazmıştım. Son 20 yılda Kıvılcımlı’nın yayınlanmış-yayınlanmamış eserleriyle en çok ilgilenenlerden biri olan ben kendi yanılgımı en başta yazmıştım. Daha sonra da bu kitapları basan 2 yayınevinin yanılgılarını yazıp, onlara bu tartışmalar sonuçlanıncaya kadar kitapları satıştan çekmelerini önermiştim.

Yazıyı uzatmamak için sonraki gelişmelere döneyim. O yazının sonundaki birkaç paragrafı alayım buraya:

“Bundan sonra neler olabilir?

1) S. Şaşmaz ve yeminli müritleri bu konuyu külliyen inkâr edebilirler. O zaman iş, “bu konuda tanık, bilgi ve belge bulabiliriz” diyen arkadaşlara düşecektir. Ama buradan ilan etmekten çekinmeyelim; bu ifşa burada bitmeyecek, teşhir bitene kadar sürecektir.

2) S. Şaşmaz’a körü körüne bağlı olanlar, “işte bakın Şaşmaz nasıl büyük bir teorisyen. Kıvılcımlı’dan ayırt edilemiyor, hatta 21. yüzyılda ondan bile ileri bir teori oluşturmuş diyebilirler. Yani Şaşmaz ve taraftarları bu ifşayı kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Onlara Şaşmaz’ın bütün sıfatlarının en önüne “sahtekâr” ve “suçlu” ekinin geldiğini hatırlatır geçeriz.

Öyle gözüküyor ki, Kıvılcımlı’nın çilesi daha bitmemiş…

3) Bu ifşamın şimdiye kadar adı geçen kitapları basan gruplarca nasıl karşılanacağı da önemli. Bakalım ne kadar ciddiye alacaklar. Burada sözüm Derleniş Yayınlarına tabi. Sosyal İnsan Yayınları artık cevap oluşturacak yapıda değil.

4) Sonuç olarak kitaplar 20 yıldır okur önünde ve en çok yayılmasını da yazan ve onun grubu değil, bizler yaptık. Dolayısıyla devrimci kamuoyunun tepkisi de önemli. Bu kitaplardan alıntılar yapılmış, araştırmalarda ve tezlerde yararlanılmış. Şimdi herkes bunların sahte imza ile yayınlandığını görmüş olacak.

5) Devrimci kamuoyunun da önemsemez ve umursamaz davranması söz konusu olabilir. En sonunda bu ifşa bir zamanlar S. Şaşmaz’ın yakın çevresinde olan bazı sorumlu arkadaşlar eliyle ve benim aracılığımla yapılıyor. İsteyen inanacak, teşhire katılacak ve bu türden sahtekârlıklara bir daha meydan vermemeye çalışacak ya da herkes kendi yordamınca davranacak.”

Evet, yazımızı bitirirken bunları maddelemişiz. Şimdi ilk yayının üzerinden 2,5 ay geçtikten sonra neler olmuş, onlara da yine maddeleyerek bakalım.

İlk iki maddeyi Süleyman Şaşmaz ve ona körü körüne bağlı kalan birkaç kişiye ayırmıştık. Onların ya inkar edeceklerini ya da bu kitapları Süleyman Şaşmaz’ın ne kadar büyük teorisyen olduğunun ispatıymış gibi savunacaklarını öngörmüştük. Yine yanıldık; duvar gibi susmayı tercih ettiler. Sanki bu yazı hiç yazılmamış, “sahtekar” ve “suçlu” denmemiş gibi yaptılar. Bunu bir tür ikrar (kabullenme) sayabiliriz.

Sonraki maddeyi, bu kitapları tekrar basan 2 yayınevine ayırmışız ve onlara eleştiri ve önerilerde bulunmuşuz. Bu iki yayınevinden Derleniş Yayınları, kendileri dışında yapılan her şeyi görmeme ya da küçümseme tavrıyla hiçbir tepki vermediler. Bakalım bu konu belgelendiği zaman ne diyecekler. Diğer yayınevi ise benim kurucularından olduğum ve 5,5 yıl yönetip 60 kadar kitap bastığım Sosyal İnsan Yayınları idi. Benim ayrılmamdan sonra 11 yılda basılan 2-3 kitaptan biriydi Komün Gücü. Üstelik yazımda değindiğim gibi metni gözden geçirerek yayına hazırlayan da bendim ama basmamıştık. Sosyal İnsan Yayınları için “artık cevap oluşturacak yapıda değil” demiştim. Orada yanılmadım işte. Yayınevinin asıl sahibi değil de satış görevlisi gibi dolaşan bir müptezel, sosyal medyada bana ağır hakaret ettiğini sandığı 2 cümle yazabildi. Böylece ne teorice ne de karakterce yetemeyeceği bir konuda “görevini” yapmış saydı kendini.

Daha sonraki maddelerde devrimci kamuoyunun duyarlılığına seslenmişiz. Çok umutlu olmadığımızı da belirterek tabi. Dergide yayınlanan yazıyı paylaşan, tartışmaya çalışan birkaç kişi dışında önemli bir tepki göremedik ne yazık ki. “Ben yayınlandığından beri bu kitabın Kıvılcımlı’ya ait olmadığını söylüyordum” deyip de tek satır yazı yazmayanları da biz ciddiye almadık.

SONUÇ OLARAK

Şimdiye kadar yayınlanmış bütün Kıvılcımlı kitaplarının orijinalleri hep ulaşılacak durumda. Yayınlanmış, yayınlanmamış bütün eserlerin orijinalleri Hollanda’daki arşivde ve herkesin artık dijital olarak da ulaşabileceği bir durumda. Mesela ben 2011 sonrasında yayınladığım 4-5 kitabın orijinallerini herkese sunabilirim. Ancak bu iki kitabın orijinalleri kimsede ve hiçbir yerde olmadığı gibi gören bilen de yok. 1999 ve 2000 yılında aniden çıkmışlar ortaya ve bütün ısrarlara rağmen orijinaller gösterilememiş. Şimdi ortada “bu kitapları ben yazdım, yıllardır yok sayılmanın intikamını da böylece almış oldum camiadan” gibi itirafları var Şaşmaz’ın. Bu durumda, ilgili herkesi bu konuyu tartışmaya ve sonuca götürmeye katkıda bulunmaya çağırıyorum.

Şaşmaz ve çevresinin bu konuyu susuşa getirerek sahtekarlığı gizlemeye çalışması beyhude bir çabadır. Şaşmazcıdan da daha Şaşmazcı durumuna düşmek pahasına konunun tartışılmasını önlemeye çalışan görevlilerin katkısı da konuyu kapatmaya yetmez. Eninde sonunda bu sahtekarlık belgelenecek ve doğruya ulaşılacaktır.

Devrimci kamuoyunun gündemine tekrar sunuyorum ve ısrarla devam edeceğim.

10.06.2022

Alıntıları yaptığım bazı sayfaların fotoğrafları.

PROVAKASYON

“Provakasyon” yazısı, eski yazı el yazması halinde arşivdeki Bergsonizm zarfının içinde bulunmuştu. 2008 yılı Şubat ayında Bergsonizm eserini Fuat Fegan’ın 70’li yıllarda kaydettiği mikrofişlerden yeni yazıya çevirtip kurucu ve yöneticisi olduğumuz Sosyal İnsan Yayınları’ndan yayımlamıştık. O zaman “Provakasyon” yazısını görmüş müydük hatırlamıyoruz. Ama yine o aylarda Ankara’daki Kıvılcımlı izleyicilerinden M. Kemal Gültekin bizi arayarak, kendisinin Hollanda’daki arşivden bazı dosyalar edindiğini, bunları çevirtmeye de çalıştığını ama yayınevi olarak bizim bu hizmeti daha iyi yapacağımızı düşündüğünden dosyaları bize vermek istediğini söyleyince gidip dosyaları almıştık. Dosyaların tamamı Ankara’da bir çeviri bürosuna verilmiş, bunlardan sadece “Provakasyon” makalesi çevrilebilmişti. Çevrilen bölümün ücretini yayınevi olarak karşılayıp, tüm dosyaları devralmıştık. O zamanki notlarımıza göre dosyaların listesi:

1. Provakasyon

2. Baba (edebi bir yazı), Çaltı mektupları, Eski bir mektup

3. Şeytana Kandil (Oyun denemesi)

4. Kör Döğüşü (Roman)

5. Topal (Roman)

Bunlardan “Provakasyon” çevrilmiş, diğerleri eski yazı halinde bize geçince çevrilen yazıyı nasıl değerlendiririz, hangi derlemede yararlanırız diye incelerken çevirinin epeyce bozuk ve acemice olduğunu gördük. Örneğin yazıda epey yerde geçen “Okhrana” (Çar’ın güvenlik örgütü) kelimesi her defasında “Ukrayna” diye çevrilmişti. Dolayısıyla o yıllarda kullanamadık.

Sonraki yıllarda, Kıvılcımlı Enstitüsü yöneticisiyken, çeviri metindeki bariz kelime yanlışlarını düzelterek Enstitü’nün sosyal medya sayfalarında ilk kez yayımladık. Amacımız, eksik de olsa bu önemli metnin kayda geçip ortaya çıkmasıydı.

Nihayet bu defa daha emin olduğumuz bir metin yayınlayabiliyoruz. Her zaman yardımımıza koşan genç arkadaşımız Cengiz, daha önceki çeviri metnini orijinal eski metinle karşılaştırarak güvenli bir yazıya kavuşturdu bizi. Kendisine teşekkürlerimizle yayımlıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

PROVAKASYON

İngiltere’de Fransız inkılabına karşı başvekil Pitt “Intelligence Service”i kurar. Bu teşkilat Makdonald’la Hindersunlarla muhaberatını kontrol eder. Ve uydurduğu bir “Zinovyef’in Mektubu” sayesinde Bonapart kabinesini düşürür. Teşkilatın Devonshire’deki okulunda şu dersler öğretilir: Mektup açma, yazı taklidi, eve girme, kasa kırma, birinden kurtulma.

Fransa’da Inteligence’in karşılığı, Birinci Enternasyonal’e karşı İkinci İmparatorluk zamanı kurulur. Emniyet Şefi Muavini Lagrange’ın dostu Florienne, III. Napolyona karşı “binocle” suikastını hazırlar. Tam planın icra edileceği gün kadın, Lagrange’den 90 bin Frank’ı alıp sırra kadem basar. Meğer her şeyi yapan polis imiş. 1928 yılı Fransız Partisinden para ve birtakım vesikaları alan Luken ansızın kaybolur. Bir zaman sonra 1932’de Cezayir Telsiz Direktörü olarak görünür.

Rusya’daki Çar entelijansı Okhrana’dır. Meşhur ajanlardan Zyev tam 20 yıl S.R. (Sosyalist İhtilalci) Partisinin icra komitesinde emniyetli üye sayılır. Çarın amcası Grandük Serj’e karşı, hem de muvaffak olan suikast gibi daha evvelce Nazır Plehve’ye karşı yapılan suikastı da o hazırlar. Bir zaman kendisinden şüphelenilince göz boyamak için II. Nikolay’a karşı bir suikast daha hazırlar. Degayef Okhrana’nın şefi Pudaikin’e karşı suikastı hazırlar. Bu suikasta iştirak eden pek maruf ihtilalci Pfarodorski senelerce müddet Narodnaya Volya gençliğine havari gibi gözükür. Başını getirene Çar 10 bin ruble mükafat vaad eder. Herif meğer Okhrana ajanı değil mi imiş? Ancak 25 yıl sonraya Sovyet ihtilali yapılınca belli olur. 1905 Rus ihtilalinin büyük peygamberi Pop Gapon mitralyöz ateşine rağmen “Babacığımız Çara” istida götürürken polis şefi Zubatof’la sıkı temastadır.

Sovyet inkılabından sonraları Okhrana’nın yerini Beyaz Muhafızlar alır. Finlandiya, Letonya, Estonya’da yüksek mevkileri işgal edenler bunların ajanları olur. Bombay polis müdürü, Rusya’dan muhaceret etmiş bir Leh’tir. Sovyet milislerine karşı yapılan suikastların kahramanları yani adamlarıdır: Lozan’da Varovski, Varşova’da Vaykav gibi Moskova’da Çek sefaretine mensup Vanek bir Sovyet memuruyla birlikte Mançurya’yı istila eden Japonların sefirine hizmet eder.

Yapılan istatistiğe göre tevkifatın yüzde 90’ı provokasyonla ve ancak yüzde 10’u tesadüf yahut ihtiyatsızlık yüzündendir. Provakasyonların başlıca tutunma sebepleri şöyle hülasa edilir:

1- Provokatörü “prestij” kırılmasın diye açığa vuramadan gizli hastalık gibi saklamak;

2- Tahkiki iki üç kişilik bir komisyona bırakmak;

3- Üyelerin birbirlerinden şüphe edememek santimantalizmi;

4- Demokrat memleketlerde legalizme aşırı güvenmek suretiyle açık kapı bırakmak;

5- Fraksiyon hırslarının sonucu, nasıl olsa provakasyonu önüne geçilmez bir şey sayarak ihmalcilik yapmak.

Provakasyonun harbden farkı: esir düşenlere işkence yapılmasından ibarettir.

Birinci Cihan Harbi’nden sonra provokasyon âlem-şümulleşip yamanlaştı. Faşizm demokratların Okhrana’dan ders almasıyla gelişti. Amerika’da 1931 güzü “üçüncü derece” sorgu usulü kabul edildi. Bunun manası: Hapishanede dayak atmak, sırtına iğne batırmak ve merdivenden aşağı atmaktır. Meşhur haydutlar daima polisin adamıdır. Amerika’da Al Kapone aylarca müddet yüksek polisle el ele çalışır. Çin’de haydut Kumkaslar polisle iş birliği halindedir.

Birinci Cihan Harbi’nden sonra provakasyonun yamanlaşmasını icap ettiren unsurlar şunlardır:

1- Hükümetler üç ile altı ayda bir tevkifat oldukça işlerin tecrübesiz adamlara düşmesinden faydalanırlardı. Bu “uzun vadeli” provakasyondu. Şimdi “unsur” feda ederek provakasyon kısa vadelileştirilir.

2- Eşitsizliğin beterleşmesi; bu “kısa vadeli” provakasyona geniş zemin hazırlar.

3- Harp ihtimali bahane yapılarak kanun üstü … demokratik ve anayasaya aykırı tehditlerle bütün inkılapçılar tespit olunur.

4- Harbden önceki provakasyonun hedefi: haber almaktı. Şimdi bizzat siyasi çizgiyi bozmağa bakılır.

5- Faşizm maddesi, provakasyona bedava gönüllü provakatörler yetiştirir.

6- Eskiden grevciyi ele vermek ayıptı. Şimdi sosyal demokrat şeflerin vazifeleri haline girdi. Eskiden satılmış amelelerle şedit mücadele adetti. (Adagrasahanzuhgen)

7- Harp, provakasyonun teknik imkanlarını teknikleştirdi:  … yahut zarflarına gizli yazı yazmak, ilan, reklam, aşk ve ifşaat resimlerinden faydalanmak gibi ispiyonluk işaretleri, Almanların “Harp kestaneleri” buradaki icatlardandır.

8- Provakatörlerin mektebi ameleciliği de öğretir. Japonlar hususi polis kurslarında Marksizm dersi okuturlar.

9- “Karanlık Oda”lar (Cabine noire) bütün şüpheli mektupların açılmasına yarar.

10- Provakasyon uğruna fişler tutulur. Lehistan’da böyle 20 bin fiş bulunur. Bütün münasebetler tespit olunur. Bunun Fransa’daki mukabili “B Karnesi”dir. Amerika’da yalnız Vilson 110 bin şüpheli dosyası ile karşılaşır. Bunlar[ın] içinden kendi yakın ahbaplarını çıkartır: Fakat polis beher fişten üçer nüsha ayırmıştır.

11- Evvelce bilinmeyen … polis enternasyonali doğmuştur. Bunun başında Avusturya Dışişleri Bakanı Fehalleco ile Prusya içişleri ve sosyal demokrat Severing bulunmaktadır. Polis enternasyonalinin hedefleri: İnkılap hareketine karşı edinilen tecrübeleri değiş tokuş etmek (Letonya’dan muhbirler ile Lehistan’da tevkifatlar yapmak) şef mübadelelerinde bulunmak. (İskenderiye’deki İngiliz polis şefi Atina siyasi polisini idare eder.) İngiliz ve Fransız mütehassıslarının dersini okuttukları korku okulu açık gibidir. Mesela Litvanya’nın siyaset adamı olan P. Leçka hem Lehistan hem yerli polisine bağlıdır. 1931 yılı Bükreş’te bütün gizli balkan polis şefleri toplandılar. Daima birbirlerine siyasi şef gönderme tecrübe edilecekti.

Bu çapa ulaşmış provakasyon teşebbüslerinin kullandıkları usulleri bir sözle hülasa etmek mümkündür: Hareket içinde sağlı sollu muhalefet yaratmak ve bundan faydalanmak.

1- Bilhassa teşkilattan atılanlar, provakasyonun başlıca malzemesidir. Fransa’da Sendika azınlıkları, Brezilya’da polisin kurduğu Trotskistler grubu bunlardandır. Trotski’nin “Hayatım” eserini Varşova’da siyasi polis bastırıp sattırır. Buradaki küfür ve ihbarlar pek işe yarar.

2- Parti tenkitlerine küfür ve mübalağa karıştırılır. Parti kurucularına dair dedikodular çıkarır. Böylelikle tecrübelilerin yerine tecrübesizleri getirmek provakasyona elverişlidir. Yetişkin gençleri ise türlü iftiralarla hareketten uzaklaştırır.

3- Kanaat farklarını ele geçirerek fraksiyonların teşekkülünü kışkırtır. Japonya’da, çoğu münevverlerden ibaret bir provakatör zümresi kendine “Japon Komünist Partisi’nin amele grubu” adını verir. Bir bahane ile yakayı ele verince bütün bildiği gizlilik münasebet ve bağlarını, mesul şefleri teslim eder. Arada “imparatorumuz Mikado, Avrupa’daki … benzemez” fikrini yayar. “Japon milletinin mesut hayatı”ndan dem vururlar. Ameleye Japon Komünist Partisi’nin “şube”si olduğu, fakat içtihatlarında serbest davrandığını “daha süratle yükselmek ve inkılap hareketine karışmak için” bu hürriyete lüzum bulunduğunu anlatır. Ve polisten gördüğü yardımla faaliyetine ferah ferah devam eder. Bu grubun çıkardığı Gizli Pekki (Kızıl Bayrak) Mecmuası “Japon Komünist Partisi Organı” başlığını taşır. Hazırladığı tezler ve yaptığı davet hitapları hep “Komünist Partisi” imzasıyla fabrikalara dağıtılarak inkılapçı unsurları avlamaya yarar. Yani adamlar Japon sol sosyal demokratlarının “Köylü Birliği” Kongresinde sahiden inkılapçı olan murahhasların onlarcasını polise ihbar ve teslim ederler. Avrupa ve Balkanlar’da bu oyun daha az açık oynanmaz. Sosyalist süsünü alan faşistler harp aleyhinde bulunan köylüleri tevkif işinde zağar hizmetini görürler. Balkanlarda bir inkılapçı şefi tevkif edenlere polis “Neye tuttun? Onun fraksiyonunda bulunanları tanıyoruz. Şimdi tam bu sırada kendisinin hapis edileceği belli”dir. Yunanistan’da bir toplantıdan çıkanların yalnız bir fraksiyonu tevkif edilir. Serbest kalanlara: sizin dostunuzuz, muhaliflerinizi tuttuk, müjdesini verirler. Macaristan’da bir gün Bela Kun aleyhine inkılapçı şiarlar altında şiddetli bir mücadele kopar. Meğer polisin işi imiş.

4- Bazılarına polis damgasını vurmak, provakasyonun başlıca hünerlerindendir. Hindistan’da ve Kore’de yıllarca süren fraksiyon ithamlarının başında bu geliyordu. İllegal hareketlerde sık sık “Parti polisidir” şayiası çıkarılır.

5- Legal teşekküllerde bu ithamın yerine programı biçimsizleştirmek, neşriyatı mesela anti-emperyalist yazı maskesi altında saptırmak vardır. Bu sayede partinin hatt-ı hareketi yanlış gösterilir, bozuk hareketlerle kitle arasında itibar ve nüfuz kırılır. … … anti-militarist davranmak bahanesiyle askerler aleyhe çevrilir.

6- … en parlak demagoji nakaratı millî ölçüde her harekette mutlaka “Moskova’nın parmağı”nı bulmaktır.

7- Başka çare kalmazsa hareketi terörizme sevk etmek oyununa başvurulur. Mesela 1919 yılında hafiye Blan katledildi. Mahkeme işi inceleyip derinleştirince öldürenin polis olduğu anlaşıldı. 1932 yılı Japonya’da bir darbe-i hükümet hazırlayan polis idi.

8- Verilen … bozmak da provakasyonun önemli marifetlerindendir. Mesela Yugoslavya’da, yapılmak istenen bir tezahürat, provakatörler tarafından başka başka yerlerde verilen randevularla suya düşürtülmüştür.

9- Merkezin kararlarını baltalamak: Yukarıki marifetin bir başka şeklidir. Provakasyon kendisine bir grup sıfatını verir. Yugoslavya’da o sıfatla bir parti memuru, elindeki traktları polise verir. Sorulunca: dağıtma emri almadım, cevabını verir.

10- Sendika ajanları vasıtasıyla hazırlıksız grevler kışkırtmak ve böylece işçileri bozgunla yıldırmak, bilhassa Amerika … provakasyonlardır.

11- Toplantıları zorluk ve silahla soysuzlaştırmak, provakasyonun satılmış kahramanlıklarındandır. Kalabalık içinde ilk kurşunu patlatmak, ameleler arasında boğuşma ve boğazlaşmalar kışkırtmak bilhassa kolayca fitil alan küçük burjuva ülkelerde görülür. İspanyol Anarko-sendikalistlerinin meşhur Puiskaliero’su provakasyon metodu [olarak] Latin Amerika’da dahi modadır.

12- Mahdut sayılı gösteriler tertipleyerek faal mücahitleri baskına uğratmak provakasyonun çok işine yarar.

13- Ev ve iş araştırması yapılırken, oraya gizlice sahte vesika veya silah yerleştirmek provakasyonun âdetidir.

14- İllegalite kaidelerine riayetsizlik, düşüncesiz ve ihtiyatsız tedbir gibi görünebilen provakasyonlardandır.

Provakasyonun şekillerine gelince doğrudan doğruya takip, akıllı polisin pek seyrek başvurduğu bir yoldur. Onu da ancak şu icaplara göre yapar:

1- Ya tevkifatın yapılacağına yakın işin esası malum olmakla beraber, bazı teferruatı tespit için,

2- Yahut asıl provakatörü gizlemek, ondan şüphe ettirmemek ve güya her şeyin takiple bulunduğu hissini vermek içindir.

3- Gözetme yeri şema yahut raporla tespit olunur. Bazı zamanda ziyaret yerlerine uğranır. Yahut toplantı yerlerinin karşısı ve yanları kira ile tutulur. O takdirde bile raporlar gizlilikle olur. Takip olunan başka isimde gösterilir.

Bunun dışında en çok kullanılan yol, provakatörler kullanmaktır.

1- Başta gelen provakatörler yarı bezirgan gezginci unsurlardır: Kır satıcısı, komisyoncu, çerçi, gazete bayii, arabacı, postacı, şoför, motorcu, zengin adamların … senatosu, … (Bir partinin siyasi bürosunda olanlar yarım saat sonra tutulurdu.)

2- Halk sınıfları arasında istimal [kullanma] şebekesini bilhassa: Avukat, profesör, mebus, belediye mensupları, esnaf, küçük tüccar, kapıcı, komisyoncu, fahişe, hatta çok defa (hele Amerika’da olduğu gibi) haydutların yüksek kat kaçakçıları, gazete muhabirleri, ev sahipleri.

3- Müstemleke ve geri memleketlerde açlık ve işsizlik herkesi birbirine düşürdüğünden karşılıklı provakasyonlar alır yürür. Babanın oğlunu casusladığı görülen şeylerdendir.

4- Samimiyet göstericiler: “Masumane” zorlamacıklarla politikadan himmet açtırırlar. Hele boyuna takip altında canı sıkılanların dost ihtiyaçları bu tuzağa kolayca düşebilir. Mesela Perekriakova, salonunda hususi toplantılar tertipleyerek buraya muhtelif temayüllü kimseleri toplar, söyletirdi.

5- Sempatizanlar, partiyle teması olanlar (Mesela davada müdafi avukatlar) hulul yolunu bulurlar.

6- “Siyasi kahveler”

7- “Dinleyiciler”: Yani olur olmaz yerde gevezelik edenlere kulak kabartanlar.

8- Muhacir ve mülteciler: O sıfatla suret-i haktan görünerek ve provakasyona atıp tutarak provakasyon yaparlar. (Bilhassa … Balkanlarda)

9- Kaçakçılar: Çok defa polisin maaşlısı olurlar.

10- Mitläufer denilen omuzdaşlar: Bilhassa Çin ve Cenubî Amerika’da pek çoktur.

11- İllegalitenin legal organlarına hulul yapanlar ya da doğrudan doğruya sızma yaparak illegaliteye dahil olanlar.

12- Hapishaneye adam ayartmak için adam sokarlar.

13- Şüpheli tiplerin sokuluşları bilhassa şu yolları güder:

a- Kendisiyle karşılaşmaları hazırladığı halde, hareketin aksaklıklarından göğüs geçirdiği samimiyetlerle bahis açarak veya dokundurarak sözde her şeyden bedbin görünmek. Sonra yapılan telkin üzerine ansızın canlanmış ve neşesine kavuşmuş mürid halleri.

b- Sokulmak istediğine akraba ve dostlar vasıtasıyla gülücükler sunmak.

c- Avının izzet-i nefsini okşamak için “Yalnız sana karşı itimadım kaldı” yollu kelimelerle işe burnunu sokmak. “Ben vazgeçtimdi, amma tabii sen varsın.” gibi patetizmler bu araya girer.

PROVAKATÖR TİPLERİNİN ÇEŞİTLERİ:

1- Tesadüfi (Okazyonal) tipler: Her nasılsa polisin eline düşer. Sorgu sırasında gevezeliğine kurban gider. O zaman kendisine kurtuluş çaresi olarak ufak hizmetçikler ısmarlanır. Bu hizmetler zuhurata göre de büyütülür. Bu tiplerin partiye döndükleri zaman hiçbir şeyi saklamadıkları da görülür. Polisin kendisine yüklediği vazifeyi ikrar yoluyla itimat kazanmaya kalkarlar. Polis eline düşenlerden hemen hiçbirini bu şekilde provakatörlüğe çağırmaktan çekinmez.

2- “Muhbir” (indicateur) tip çok defa doğrudan polisin emriyle işe başlar. Evvela kendi dairesinin çerçevesi içinde işler. Sonra en umumi şeylere kadar terfi yollu el atmalara kalkışır. Polisin adamı olduğunu belli etmemek için her şeyi yapar ve en soğuk kanlı inkılapçıları bile ikide bir korkak vaziyetinde gösterecek kabadayılıklardan çekinmez.

3- “Nazariyeci” provakatör çok defa doğrudan doğruya partili değildir. O, daha ziyade muharrirdir. Gazetecidir, münekkittir, âlimdir. Hareketi boğma usullerine dair polise raporlar sunar. Etrafında kurduğu hayranlar şebekesiyle şahsı hakkında … … çoktur. Mesela, Leh gazetecisi Brzosowski hatip veya büyük maharetli gençleri arar. Ayda yüz elli Rubleye mukabil Okhrana’ya (Gizli Çar polisine) siyasi vechesini verir.

4- “Siyasi” (Politikacı) provakatörler de fevkalade tehlikeli tiplerdir. Bunlar, bilhassa parti çizisini bozmak işinde üstadlardır. Maalesef en yaygın şekilde görülen provakatör tipleri bunlardan yetişir ve parti içinde “münevver ve mütefekkir insanlık” adına kaleyi içinden fetih işini pek becerirler.

PROVAKATÖR DEVŞİRME METODLARI

1- Siyasi Sanıklardan Devşirme: Birisi siyasi şüphe üzerine ele geçer. Ölüm, işkence tehdidi altında avlanır. Bu metotlar bilhassa geri (Çin, Balkan, Baltık, Çarlık gibi) ülkelerde revaçta olur. İşkence ile bir kere ağzından söz alınan kimse polisin kemendinden bir daha zor yakasını kurtarır. 1881 yılı Çar II. Aleksandr’a suikast hazırlayan bombacı Rysakov, 12 saat içinde her şeyi itiraf ederek bazı arkadaşlarını ele verdi. Gene II. Aleksandr’a suikastı yapan Karakozov üçüncü günü her şeyi söyledi. 1825 yılı I. Nikolay’a karşı komplo hazırlayan Dekabristlerin içinde Pestel’den maada hemen hepsi gerek sorgu, gerek mahkeme sıralarında berbat provakasyonlara düşmekten kurtulamadılar.

2- Sanığın Ailesine Fenalık Yoluyla Devşirme: Romanya’da ters neticeler de vermiştir. Ama hele karılar, güya kocaları uğruna çok defa temasta bulundukları kimseleri ele verirler.

3- Şantaj Yoluyla Devşirme: Herhangi bir kimseden hile veya zorla herhangi bir haberi kopartınca, artık arkası getirilir. Entelicans servis bilhassa sabıkalıları, kaçakçıları ve saireyi şantaj yoluyla ajan yapar.

4- Meşruten tahliye metodu ve ıslah-ı hâlden faydalanma yolu, siyasetle bir daha uğraşmayacağına imza almak provakasyon yolunu açan anahtarlarındandır.

5- Mülayemet göstermek, dostça acımalar çok defa işkenceden daha verimli provakasyon metotlarıdır. Bakarsınız polis bütün fikirlerde sizinle mutabıktır. Yahut her düşünceye hürmeti olan müthiş liberal bir demokrattır. Bu usulün üstadı Çar jandarmasının şeflerinden Zuhalav’dır. Siyasi avlarıyla günlerce, gecelerce sabahlara kadar siyasi meseleleri münakaşa ederdi. Çar I. Nikola Dekabristleri gözyaşları dökerek babaca kucaklayarak kendisine meftun bıraktı. Arkasından yeni tevkifat ve idamlar aldı yürüdü. Yumuşak usul bilhassa avın psikolojisine ve iç duygularına hitap etmeyi bilir. Hele gençlerle karşılıklı şahsı münakaşalar pek revaçlıdır. “Gerçi kanaatlerimiz birbirine zıt, amma belki temas noktaları vardır”, gibi girizgahlarla laf lafı açmak pek kolaydır. Finlandiya’da Kuakalla davasında, polis avına karşı: “Üste söylediğini söylememek hakkın da var.” ağzını kullanır. Gazete havadisleri etrafında sohbet açar ve hadsiz “felsefî münakaşa” yolundan çıkarlar bulur.

6- Aldatma: Gene bilhassa tecrübesiz toy ve gençlerde başlıca provakasyon yoludur. A) “İşte her şeyi biliyoruz. Bir iki noktacık kaldı. Gel, sana acıyoruz, ne kendine kıy, ne de arkadaşlarına…”  Emr-i vakileri atlatmalar için elde birdir.” Güya sanığın kendisine yahut ailesine karşı hususi bir merhamet gösterişi alır yürür. Başkalarına kuş uçurtulmazken onun ziyaretçisine göz yumulur. B) İşte ifade zabıtları herkesi bülbül gibi söyledi. En güvendiğin adamın imzası bu değil mi? Bak neler itiraf etti. Gözünle gör. Kendine acı.”

7- Kandırma ve Demagoji: Şahsi, milli, sınıfî fark ve izzet-i nefsî tezatlarını kullanma provakasyonu en sık rastlananlardandır. “Sen zekisin, bu adamlarla başın ateşe yanacak.”  “Öteki fraksiyon bak sizin için neler söylüyor, kime güveniyorsun? Onlar sizi sattılar.” Bilhassa kara amelelere tesir eden başlıca demagoji şudur: “Siz ameleler aptal gibi yatın. Hani ağalarınız? Kim bilir nerede keyif çatarlar. Sizi ufak para gibi çarçur eden kodamanlar gelsinler, meydanda yoklar. Siz işçiler o gibi maceraperestlerin oyununa kurban giden enayilersiniz” ve ilh…

Onun için provakasyona düşmemek isteyen: hiçbir vaade, hiçbir paniğe, hiçbir korkuya ve hiçbir maneviyat kırgınlığına kapılmaksızın, daima hazır ol ve metanette durmalıdır.

PROVAKASYONLARI MASKELEMELER:

1- Yıllarca hapiste yatmak: En kuvvetli maskelemelerdendir. Çok defa hapisten erken çıkma vaadi ile olur.

2- Yıllarca illegaliteye çalışmak: Nadiren polise tutulur yahut hiç ele geçmez, bir cıvadır provakatör.

3- Firar: adeta bir kahraman yaratır. Amma Okhrana pek muvaffakiyetli “firar”ları tavsiye etmez. Sözde “firar”da görülmeli.

4- İyi unsurlarla birlikte provakatör de tahliye edilirse hepsi birbirine pekala karıştırılabilir.

5- Bazen öyle vakalar olur ki, ortadaki provakasyon göze batar. O zaman bilinmeyen daha usta bir provakatörü gizlemek için az çok şüpheli birisi bir provakatör diye öne sürülür. Mühim bir provakatörü gizlemek için ehemmiyetsizi öne sürülür. Bu keşfi yapan başka bir ajan güya azab-ı vicdanî taslayarak mesleğini feda eder.

6- Görmezlikten Gelme: En yanıltıcı provakasyon maskesi budur. “Bilseler tutarlardı. Demek söylememiş” gibi kuru sözlere aldanmamalı. Çörçil, Alman casuslarını birkaç yıl evvelinden beri biliyor ve adım adım takip ediyordu. Tam zamanında bütün iplerle onları bağlayıverdi.

7- Provakatör hapishanede hücre arkadaşı olarak gizlenir. O da işkence görmüştür. Soruları arslan gibi karşılaşmıştır ve ilh…

8- Hapishanenin doktoru, hocası, pederi ve ilh. yerine göre mükemmel maskeler taşırlar. “Öyle iyi gardiyan”lar vardır ki ihtilattan men olanlar arasında mektup götürüp getirir!

9- Sade ve mütevazi bir hayat geçirmek her zaman temizlik delili değildir.

10- İyi mücahitlere provakasyon isnatları, provakasyon oyunlarındandır. Yugoslavya’da N. Alçomamic Cura Cakoviç katillerinden sonra, Çin sekreterinin katlinden sonra tutulanlar için “itiraf ettiler” şayiası çıkarıldı. Bilhassa demokrat memleketlerde sosyal faşistlerin başlıca provakasyon şekli budur.

11- Güdücüler arasında geniş tevkifat yapmak, merkez komitede boşalan yerlere provakatörler için yol açmış olur.

12- Güdücü ve idarecileri birdenbire tahliye usulü de teşkilatı daha iyi takip edebilmek yahut bir provakatörü maskelemek için yapılır.

13- Bir de provakatörce “diversion politique: Siyaset eğlencesi” usulleri vardır. Mesela: Tevfikatta organ tutulur: a) Provakatör muhabereye devam eder, b) İnkılapçı programlı teşkilat … hatta seçimlerde namzet listeleri, beyannameler ve … çıkarır.

İş yerinde provakasyon büsbütün kolaydır.

Bir gün ihtiyar penoloji amelesi (905 senesinden muharrirle) gel intihabında gel. Bana casus diyorlar, dedi. Yardım edecekler, dedi. Moskova Komitesi tutulmuş mutemet Roje gitmeye karar verir. (Bir … komisyonu tayin etmiş. Ben de şahit olsam, demeye) vaziyeti, itimadımı anlattım. Roje dehşetli içerler. Bu ilana kendisi de ameleye itimat eder. Hemen bir komisyon seçmek beni şahit çağıracak. Kızı, oğlu sürgünde bulunan bir ihtiyarın adına iyi sonra çağırılır. Masa başında 2 meçhul yoldaş, bir ihtiyar reis Jorj: Ölü gibi sarı ameleye sualler açar. Çık (amele sallanarak çıkar). Ben isticvabdayım: Az sonra şayia provakasyona karşı ilam. O sırada yeni teşekküller boyuna tutulunca ipler Romanof’a gelir. O da [suçu] ameleye yükler.

Palague Okhrana’daki adı. 10 yıl bol maaş alır. 914 gizli toplantı. Harp aleyhindedir. Romanof da Radoya bozgun, inkılaba hazırlandı! (Sonra her listeyi ve evsafı teslim eder. İnkılap: kurşun (kaçamadı.)

Malinovski, Paskrebukim 6.5

911 sonu Şenyaveski Üniversitesindeyim. Boyuna takip. Gece çıksam, şimdi mahşer. Derken biraderi hariçten gelir. Pragda Pan-Rus Konferansına Moskova mümessilini organizeye gelir. Bakteriyoloji Enstitüsünde Metalurjist Malinevski ile buluşturur. Biraderini seçim toplantısına zor bir grup Malinoskiyi konferansa göndermeye kararlı. Metalurji amelesi pek kültürlü, zeki, hatip, kendini empozeyi bilir, harlı, az profesyonel amma prestijli tip! Evvelce Petersburg Maden sendikası başkanı. Leh siyasi faaliyetinden dolayı tevkif ve nefyedildiğini söyler. Adı dillere destan: Müstakil halk terbiyunu, mükemmel amele, Moskova amele Körisi onu namzed kor. (Dördüncü dumada) Polis ve amele sayesinde (o anda endikatör)

910’dan beri Okhrana’da. Her teşkilatı ihbar eder. Sibirya’dan kaçan Stalin ve Sverdlov’u o ihbar (Ayda 520 ile 722 ruble “paşa, aldı, iktiza”lar hariç. Gençliğinde hırsızlıktan mahkummuş.

911- Biraderinden ecnebi adresler alarak Prag’a gider: İki gün sonra biraderi yol üzerinde tutulur ve 12 gün bir arenada organize ederler. Okhrana’ya gider. Biz budala mıyız, kaldırın bunu denince, zabıta söyler: Merak etmeyin, çeviremedikleriniz gelebilir. Hariçten menfadan gelin, serbestsiniz. (Gider, haber yapar.) Biraderine ziyaret: Mutlaka yakın provakatör var. Her şeyi biliyorlar. Nutukları boyuna bildirmek hatırında!

911-912 mütemadiyen batan yerine yenisi çıkan gazeteler. Tâbileri hep duma azası. 914 baharı Moskova’ya gelen Malino muharriri Hançerir, polis ile mutabık. Raboçi Trud’ı çıkaralım der. İstersem idaresini bana verecek. Kendisi Petersburg’a (Resmî tâbi‘i o. Ertesi gün lokantadan notere gidilecek.) Lokantada tavrı: Gazetede resmini görenlerin … keyfine pâyân yok. Kahkaha, yüksek ses, teklifsizlik! Arabada cebinden bir tarak çıkarır. Petersburg’ta her şey açık, bak. Bağırınca ihtiyat ile ben (bende mesuliyet yok diyen) muharrire takılır kahkaha. Siz yer altına alışmışsınız. İllegalden hoşlanmaz. Retemme’siz adam (Yoksa şüphelenmede). Şahsına infectice … ve gider. Muharrire gazeteyi hazırlatır, çıkarır.

Paskrebukin

Moskova komitesince seçilen muharrirler arasında. Ticaret müstahdemleri sendikasında polise fraksiyonunun illegal müstahdemi. 2 senedir tanır. Kalabalık amele mahallesi hastalık kasası müstahdemi. Bu sebeple birçok fabrika ameleleriyle teması mümkün. İrtibatlar boyuna koparken. Muharrir bunlar arkasında yüksek provakasyonlu komitesinin sınıfına yardım için Sibirya’dan firarla geleni tanır. Az sonra tutulurlar. Anlaşılan meşhurlar da ondan. 1 firariyi muharrir tanır. Az sonra Petersburg’a gidince, sokakta tutulur. Fakat Petersburg’ta tanındığı ondan. Hepsi de hastalanır, ölür. Tip: 30 yaşında iri yarı, hayli filoryan, üstadan-ı küldür. Atlet çatılı, kalın gövde, taşkın enerji. İşde: Muharrir karvenin doktoru ve siyasi müdür. 60 ruble ile şık giyinir. Pahalı kahvaltılar (Nereden para bulursun, deriz.) Havyar, jambon …), hiç bozulmadan: Sen münevversin, az masrafla [P.11] iyi geçinmeyi bilemezsin. (Kendisi mujik oğlu). Harp arefesinde gazete kapatır. Tutulan nesneleri dağıtmada yaman gayret gösterir. Hemen her nüsha müsadere edilir. Herkes tutulur. O kurnaz, beceriksizler edinerek o (tipi de becerikli.)

Malinovski

Bir gün gelir herkesi idareden memnun dostça tapeler. Ricası terziler sendikası merkezinde o teşkilat ve sair sendika polislerini topla, bir izahatım var, der. İtirafım polis her sendikada bayağı toplantıya mani. Terziler mahallesi daima göz hapsinde tutulanlar dernekleri olmayınca sendika kapanır. (Halbuki gizli işe çok yardımı var.) Cevap: Hiddet. Moskova teşkilatını ve beni de … sözlerle berbatlar. Netice: Muharrir gizli bir yerde toplantı yapılmasında ısrar eder. Puskrebukin de o fikirde. Ertesi günü Puskrebukin … Malinovski bir terzi amelesi sayesinde toplantıyı yaptırır. 20 kadar … kurşuncu, puzrus sendikanın efendileri tevkif edildiler. Malinovski mesuliyetli. Puskrebukin ceza alır, sendikaya girer, kurtulur.

Az sonra gazeteyi kapamaya gelirler. Puskrebukin’le muharrir patron odasında. Polisler tabii durdurmak için ya patronu alıp giderler. Muharrir hemen tahrir masasındaki evrakı imhaya gider. Puskrebukin engel olmaya bakar, ben giderim. Sen eve git. Muharrir başkası yerine kendini tehlikeye atmaya tercümandır(şüphe yok!) Derken ben sıyrılırım. … yok der. Sen olmamalısın ufak çocuğun var. (O serbest) Hususi merhametle söyler, pek samimi. O redaksiyona gider. Ertesi günü gelir redaksiyonu, polis görmüş. Her şeyi ima etmiş, dostça hani. Müstakil gazete yalanı. 1915-16 provokasyon şüphesi pek mühim arkadaşları uzaklaştırır. 917 İnkılabı: Mesalino- Romanof- Puskrebu: Kurşun!

[P.12]

(Bobroaskaia Gördüklerinden)

Birkaç Provakatör Maskesi

Kaplinski: 1922 yılı Petersburg Moskova, Harkon, Odesa gibi yerlerde Zubato işe girişir. Cemiyetler içine din adamları (poplar) ve profesörler sokar.

Ürgel (Lebansız) (Limore örlelde) mahkemeleri tehdit ederek ve ziyaret, kitap kolaylıkları ile dile getirir. Hatta Kapital’in birinci cildini verdiği olur. Sorgu sırasında hapiste değil, sigara kahve ikramlarında bulunur. K … lakin 1 sene hücrede tutulur. 1902 baharında Sibirya’ya doğduğu şehir sonra menfi kararı bekleyeceğine İskra ile temas olunduğunda bunda (Leh, Litvanya Yahudi S.D. lerine) müracaat eder. Duinsk’da Bund mümessili Kaplinski gizli makine tedariki, edebiyat ve insan kaçırma ile görevlenir. Artık, ihmal edilmiş karısını götürerek iki odaya yerleştirir. Kendisi çalışmasa 3-4 günde bir gelecek. 5 çocuğuna karısı terzilikle bakar. Hikaye: Tutulurlar. İdam tehdidine uğrar. Ağzından yoldaş adı kaçırır. Kocası kaçışı cehaletle izah eder. Sonra karısı taharrice serbest. Bu sefalet çekilir mi, der. Tipi: İri yarı, geniş, açık yüz. Limeli amele, kaba görünümlü, hayırhah gülümseyişli. Kuvvetle el sıkar. Güçlük: Partisinin Bielostok konferansından irtibatı muvakkaten kesilir. Para almadan kaç gün kalır. Kendisi çilingir. Oda köşesinde çalışırken partinin Harkof (Teşkilatı) … hastahane hayatı müstakil planı hakkında sorguya çekilir. Hiç şüphelenmez. Amma ailesi ihtiyatlı. Şahsı vermedim. Hele gidelim de bir iki gün sonra kaçakçılar şehrinde tehlikesizce Prusya’dan İsviçre’ye İskra’ya gelir. Bir taşla iki kuş vuracaktır. (Ona itimattan uzanan fantezi) 15 yıl binlerce, onlarca teşekkül … eder. 1917’de kayıp. 1922’de Samarada takma adla bulunur: Kurşun. Akabil, kalar, Ahrefran.

Zitamirski: 904: dönmek üzere Berlin’de hudut geçirenlerle temaslar yapar. 905 işleri müthiş tek sakin gören o. Berlin oturyanı. Berlin İskaristi. 904 ayrılığında polislerle kalır. “Sizden” benden sadık … gibidir. Fazla illeganisi: Takma yakası kulağa kadardır. Kravatı alacadır. Davranışları yavan. (bat: Kendisine süs yapan platepersün) Ala: P için, masrafı zengin familyasından (İstediği para gelirmiş.) Gidenler tutuluyor. Ama olur a (Beceriksizlerinden!) Okhrana Dosyasına danışırken bir keresinde polis şifreli mektubu bulunan birinin hududu geçtiğini bildiren ihbar. Mevkii iyi, bol para. Pasaportla gelerek rapor vermesi ve … 1905’den sonra 22… giden hariçte J. Jelene hulul eder. Nakliyeci, boyuna keşifler, 22 kişilik komisyonunda oyunbozan. 1909 mühim bir polisle birçok firardan sonra demire vurularak sevk edilir. Ayağında yaralar olur. Berbat bir öksürüğe yakalanır. Himaye tutulur. Yine kaçar. Paris’e ölü gibi gelir. (Sonunda) Paris’te kabine açmıştır. Hastayı alır. Yaralar frengidir. Kurtuluş yok, der, intihar eder, ölmez. Çabuk iyileşir. (Tecrübesiz, takatsizliğine verilir.)

8 yıl böyle. 911: Rusya’ya giderken ecnebi Çar ajansı ajanlarından birine gönderirken çektiği bir telgraf çekilince ancak 917’de tamamıyla belli olur. Hariçte olduğundan kurtulur.

[P.13]

Olga Nikolayevna Tuxiata

907 Moskova teşkilatı zorla illegalleşir. Cihaz … gizli bir şehir münevverlerdeki mesnetler mahvolur. Avukatlarla doktorların sempatisi bitmiş (mağlubiyet var çünkü.) Yarıda Karan muharririn karısı: literatür saklar ve adres verir. Katalanyadan onunla edebiyat sokulur. Bahajdan başlayıncaya kadar tevzi lazım. Ondan başka adamımız yok. … teklifi. Yazıhanesi her cins alâ kitap dolu. Kendisi gayet sevimlidir. Gösterilen itimada teşekkür eder. “Muhterem ihtiyar anası ile birlikte” gara gidecek. Her şey yolunda. Dağıtmakta da ister. Dağıtma ertesi gün ihtiyaten şüphe yok. 2 saat sonra Sit adrese gelir. Hemen tasnif ve sevk edilir. Gece jandarma arar, bulamaz. Kimse Olga’dan şüphelenmez. (Kendisini takip ettirdi, [acemi!] denir.) Muharrir tehlikeyi söyler. Cevap: “Merak etme ben sosyete kadınıyım, şüphelenmezler.” Hele de Karan muharrirle …”le meşgul. Muhiti de şüphelendirmez. Bununla beraber fedakarlığa hazırdır. Muharririn ve …  … sözü üzerine itimat. Senelerce. Dedikodu başlayınca meçhul bir yere gider: Okhrana’ya.

Putiata Ptrayeşa Romanov

907 Moskovanın eski departman fabrikaları bölgesinde Kolomna fabrikası merkezdir. Ne zaman geniş … …  konferansı olsa hep –işçi değil- Ciltçi Romanof delege gelir. (Adı Jorj’dur.) Tip: Ufarak, soluk, fitne fücur. Parti kararlarını tatbikte her güçlüğü yener, şüphe hiç edilmez. Görüntü: Mümessil ne dedi, proleter olmasın? Ormanda bir toplantı keşfedilir. Bir kısmı kaçar. Aralarında Romanof da var. 4 yıl geçer. Muharrir hapis ve sürgünden Moskova’ya dönünce 911 halk … …  koridorunda (Pemamski) Jorj’a rastlarken ama neden o kadar üst başsız değil. Tavırlar arandı. Mişvar akabil hariçle temasta her şeyi bilir. Capri Kutna mektebinde tahsilden gelmiş. Niçin için bir işçi getirmiş. (Ne ise profesyonel olmuş demek.) Kanaati: Gece derslerine tabii profesör için değil yoldaşlarla temasa geldiğini biliyorum, der. Kendisi Kooperatif konferanslarına yazılır. Üniversite bileti var. Bildiği birçok yoldaşı görebilir. Rolü köşeye çekip kulağına fısıldar. 22’nin mutemedi. (Literatür işinden ben muharrire) bütün Moskova’ya ben dağıtıyorum. Muntazam edebiyat getirir. Polise konferansında İvanovo Voznesenk hakkında malumat (Kendisi 22 mutemedi sıfatıyla hazır) Hafiyeler: Kasabada o Jorj’dan şüphelenmez. İhtiyatlı. Kimsenin evine gitmez. Her randevum üniversitede.

Bir gün ihtiyar (905 Teşrin-i evvel muharrirle beraber) metalurji işçisi …, intihar edeceğim. Bana casus diyorlar, der. (Yardım edeceğim, dedi). Moskova Komitesi tutulmuş mutemet Jorj’a gitmeye karar verir. (Bir anket komisyonu tayin etmiş. Ben de şahit olayım, demeye) vaziyeti, itimadımı anlattım. Jorj dehşetli içerler. Bu iftiraya kendisi de işçiye itimat eder. Hemen bir komisyon seçip beni şahit çağıracak. Kızı, oğlu sürgünde bulunan bir yaşlının evine epey sonra çağırılır. Masa başında 2 meçhul yoldaş, bir ihtiyar. Başkan: Jorj. Ölü gibi sarı işçiye sorular açar. Çık der. (İşçi sallanarak çıkar). Ben sorgudayım: Az sonra şayia, provakasyondur kararı ilam! O sırada yeni teşkilatlar boyuna tutulunca ipler Romanofa gelir. O da suçu işçiye yükler.

Pelagie Okhrana’daki adıdır. 10 yıl bol maaş alır. 914: gizli toplantı. Harp aleyhtarıdır. Romanof da Rado’ya bozgun, inkılabı hâzırlayın, der! Sonra her listeyi ve evsafı teslim eder. İnkılapta kaçamadı: kurşun.

[P.14]

Malinovski

911 sonu Şeynaveski Üniversitesindeyim. Boyuna takip görüyorum. Gece çıksam, peşimde mahşer. Derken biraderi Lenin’le hariçten gelir. Prag’da Pan-Rus Konferansına Moskova mümessilini organize etmeye gelir. Bakteriyoloji Enstitüsünde Metalurjist Malinovski ile buluşturur. Biraderini seçim toplantısı zor. Bir grup Malinovski’yi konferansa göndermeye kararlı. Metalurji işçisi pek kültürlü, zeki, hatip, kendini empoze etmeyi bilir, ateşli, az presonyefueux ama prestijli tip! Evvelce Petersburg Metalurji sendikası başkanı. Leh siyasi faaliyetinden dolayı tevkif ve sürgün edilirken söyler. Adı dillerde destan: Müstakil halk terbiyunu, mükemmel işçi, dördüncü Duma için Moskova İşçi Körisi onu aday gösterir. Polis ve işçi sayesinde o anda (endikatör).

1910’dan beri Okhrana’dadır. Her teşkilatı ihbar eder. Sibirya’dan kaçan Stalin ve Sverdlof’u ihbar eden odur. Ayda 522 ile 722 ruble “paşa, aldı, iktiza”lar hariç. Gençliğinde hırsızlıktan mahkummuş.

1911- Biraderinden ecnebi adresler alarak Prag’a gider. İki gün sonra biraderi yol üzerinde tutulur. Adı araştırılır. 12 gün bir arenada organize ederler. Okhrana’ya gider. Biz budala mıyız, kaldırın bunu deyince, zabit söyleyince: Merak etmeyin, haber veremedikleriniz gelebilir. Hariçler menfadan gelsin, serbestsiniz. (Gider, haber yapar.) Biraderine ziyaret: Mutlaka yakın provakatör var. Her şeyi biliyorlar. Nutukları bunun yolladığı yıllarca kimin hatırına gelir!

1911-12 mütemadiyen batan yerine yenisi çıkan gazeteler. Tâbileri hep Duma üyesi. 1914 yazı Moskova’ya gelen Malino muharriri çağırır: polis ile mutabık. Raboçi Trud’u çıkaralım der. İstersem idaresini bana verecek. Kendisi Petersburg’ta (Resmî tâbi‘i o. Ertesi gün lokantadan notere gidilecek.) Lokantada tavrı: Gazetede resmini görenlerin gözüne baktıkça keyfine pâyân yok. Kahkaha, yüksek ses, teklifsizlikler. Arabada cebinden bir kravat çıkarır. Petersburg’ta her şey açık, bak der. Bağırması üzere ihtiyat dileyen ve (bende mesuliyet yok) diyen muharrire takılır, kahkaha atar. Siz yer altına alışmışsınız! İllegaliteden hoşlanmaz. Retemme’siz adam sayılıyor. Yoksa şüphe kimin aklına gelir. Şahsına infectice gibi görünür, o gider. Muharrire gazeteyi hazırlatır, çıkarır.

Poskrebukin

Moskova komitesince seçilen muharrirler arasındadır. Ticaret müstahdemleri sendikasında polis fraksiyonunun illegal üyesi müstahdem. 2 senedir çalışır. Kalabalık işçi mahallesinin hastalık kasası müstahdemi. Tavassutuyla birçok fabrika işçilerine temas mümkün olur. İrtibatlar boyuna kırılmakta. Muharrir bunları arkasında yüksek provakasyonlu komitesinin teşkilatına yardım için Sibirya’dan firarla geleni tanır. Az sonra tutulurlar. Anlaşılan afişte meşhur oldukları için ele geçtiler idi. 1 firariyi muharrir tanır. O da az sonra Petersburga gidince, sokakta tutulur. Petersburg’ta tanındığı için sanılır. Hepsini de enseletir, ölür. Tip: 30 yaşında iri yarı, çehre filoryan, üstadan-ı küldür. Atlet çatılı (vakur), kalın gövde. Hareketli, taşkın enerji. İşde: Muharrir kardenyar redaktörü ve siyasi müdürü. 60 ruble ile şık giyinir. Pahalı kahvaltılar (Nereden para bulursun, deriz.)

[P.15]

hiç bozulmadan, kavun, havyar, jambon, meyvedendir. Sen Türksün, az masrafla iyi geçinmeyi bilmezsin, der. Kendisi mujik oğludur. Harp arifesinde gazete kapatılır. Tutulan nesneleri dağıtmada yaman gayret gösterir. Hemen her nüsha müsadere edilir. Herkes tutulur. O kurnaz, beceriksizlerin önünde onun tipi de becerikli!

Malinovski

Gün gelir herkes işleri idareden memnun dostça tapeler durur. Ricası terziler sendikası merkezinde o teşkilat ve sair sendikası polislerini topla, bir izahatım var, der. İtiraz polis her sendikada bayağı toplantıya mani olurken hele terzilerde … daima gözcüsünü tutarlardı. Dernekten olmayınca sendika kapanır. (Halbuki gizli işe çok yardımı var.) Cevabı: Kızmak. Moskova teşkilatlarını ve beni de bizzat sizlerle berbat eder. Netice: Muharrir gizli bir yerde toplantı yapılmasında ısrar eder. Puskrebukin de o fikirde. Ertesi günü Puskrebukinin … Malinosvki bir terzi amele sayesinde toplantıyı yaptırmış. 20 kadar …  palomba, pozurus sendikalizm aktifleri tevkif edildiler. Malinovski mesuliyetlidir. Puskrebukin hiç ceza aldığından sendikaya girmez, kurtulur. Az sonra gazeteyi kapamaya gelirler. Puskrebukinle muharrir patron odasındalar. Polisler tabı durdurmak için ya patronu alıp giderler. Muharrir hemen yazı masasındaki evrakı imhaya gider. Puskrebukin engel olmaya bakar, ben giderim. Sen eve git. (O serbest). Hususi hararetiyle söylemiş, pek samimi. O redaktöre gider. Ertesi günü gelir. Prskisyon polisi görmemiş. Her şeyi imha etmiş, dostça hani. Müstakbel gazete yalanı. 1915-16 provokasyon şüphesi pek mühim arkadaşları uzaklaştırır. 1917-İnkılap: Mesalino- Romanof- Puskra Bukin: Kurşun!

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

EMPERYALİZMİN LOŞ GÜCÜ

Bu hafta Kıvılcımlı ustanın az yayınlanmış, az bilinen bir yazısını paylaşacağız. EMPERYALİZMİN LOŞ GÜCÜ (Finans Kapital Denilen Gizli Kuvvet).
Fuat Fegan’ın belirlemesine göre 1966 yılı Eylül ya da Ekim ayında yazılmış olan bu tamamlanmamış gibi görünen önemli yazı ilk olarak 1976 yılında o zamanki Tarihsel Maddecilik Yayınları tarafından broşür olarak yayımlanmış. Daha sonra kağıt baskısı yok. Dijital ortamda bazı yerlerde yayımlanmış. Dolayısıyla da çok fazla bilinen bir yazı olmamış. Broşür halinde basılmak üzere daha önce hazırladığımız bir kopyasını Fuat Fegan’ın notu ile birlikte sunuyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Emperyalizmin Loş Gücü
(Finans Kapital Denen Gizli Kuvvet)


Yarım kalmış bir etüde benziyor. Yazılış tarihi 1966 sonbaharı olmalı (bak: s.1, s.4, s,7, s.8, s.11)… 1966 21 Eylülünden olmasına imkan yok. 1967 de olamaz (s.1’deki “…1932 yılı… 34 yıl geçti…” ifadeleri). Demek 1966 Eylül sonu – Ekim – Kasım – Aralık aylarında, büyük ihtimalle 1966 Eylül sonu ya da Ekiminde yazılmıştır. (Fuat Fegan’ın 15.3.1977 tarihli notu.)

Emperyalizmin Loş Gücü
(Finans Kapital Denen Gizli Kuvvet)

Fransa’da kimsenin solcu sayamayacağı, herkesin Finans-Kapital içinde (kredi, banka, para işinde) yeterli bildiği B. Pierre Coste “Büyük Finans Piyasaları” eserinde 1932 yılı şöyle demişti: “Finans (maliye) meseleleri savaş sonundan beri (Birinci Cihan Savaşından beri) milletlerin hayatında gittikçe büyüyen bir önem kazandı. Sokaktaki adamın konuşmalarına ve hatta salon tartışmalarına çok kez konu oldu; Öyle iken kamu oyunun tümü için bu meselelerin henüz bir hayli az bilinir oldukları doğru sayılmalıdır. O bilmezlik (Cehalet), biraz bu işlerin – Gerçekte değilse bile görünüşte – karmaşık oluşundan ileri gelir; doğrucasına bakılırsa, bu meselelerde kamuoyunu aydınlatmaları gereken kimseler, kimi bilinçsizce, kimi hesaplıca kamuoyunun yolunu şaşırtmaktan hoşlanırlar.” (P. C. “La Lutte pour la Supermatie, ete.” 932, Paris, s. 7) Bu satırların yazılışından beri 34 yıl geçti. “Kamuoyunu aydınlatacak kişiler”, hele basın. Finans (para-banka) gizli oyunlarında milletin yolunu şaşırtmaktan daha az mı hoşlanıyorlar? “Spor gösterilerine yahut kanlı ihtiras cinayetlerine” (Keza, s. 8) her gün biraz daha aşırıca yer verilişi, Finans işlerini örtbas etmenin domuzuna bilinçli ve hesaplı bir oyun olduğunu ispatlar. 10 milyon, 30 milyon, 100 milyon, hatta 3 milyar insanın tek kalemde ceplerindeki paranın yansını bir gece yarısı, beş on kişi resmen çalıverir. “Enflasyon” denir geçilir. Bunu “Hırsız” yapsa, bütün dünya polisi ardına düşer. “Hırslı” devlet adamları yapınca, adı: rahmetli bizim Menderes’in bile ağzına düşen “Para değerini ayarlama”, “Enflasyon” olur! Ondan sonra, gelsin spor-toto, gelsin aşk ve hürriyet cinayetleri: Zavallı milletlerin kafatasları çorba tasına çevrilir. Kimse farkına varmaz yapılan “Finans ameliyatı”nın. “Böylece, yalnız işin içinde olanlarca (saiklerince) içyüzü bilinen hakiki facialar, kulislerde oynanır. Bu dramlar, milletlerin ekonomik hayatları üzerinde, hatta sosyal eğilimleri üzerinde yarattığı yankılar yoluyla ulusların alın yazısını etkiler.” (Keza, s. 8) diyor P. Coste.
İkinci Cihan Savaşından sonra Finans-Kapital kumarı büsbütün evrencil bir afet oldu. Kumarhanenin baş manocusu Amerika idi. Kumarın adına kimi “Yardım”, kimi “Doktrin” veya “Plan” denildi. Hepsinin başına Baş-Manocunun damgası vuruldu. Dış yardım: “Amerikan yardımı” idi; iç veya dış plân: “Marşal Plânı”; adı “Bâd’ı sabâ” gibi konulan doktrin: “Truman Doktrini” oldu. Aynı oyuna o denli ad, esrarlı harfler, vs. konuldu ki, Halk değil, “Kamuoyu” değil, benim diyen Üniversite bonzu işin içinden çıkıp, nelerin döndüğünü artık anlayamazdı. Çevirebildiğin kelli çevir siyasi partileri ve iktidarları, dilediğin sayın ulu kişiyi Devletin, Hükümetin başına getir. Hepsi senin Finans-Kapital “Lûgaz”ını [Lugaz (Lügaz), herhangi bir nesnenin ya da varlığın özellikleri anlatılarak yazılan manzum bilmeceler. A. Kale] çözemeyecek, Amerika’nın dümen suyundan istese yürüyememezlik edemeyecektir.. 27 Mayıs olsan, bir saatte zırhlı tümen ile İstanbul’u, Türkiye’yi fethettim bilen sayın Orhan Erkanlı gibi “Lâl” olup şöyle haykırmaktan kendini alamayacaksındır: [Metinde bu alıntı yok. A. Kale]

FİNANS-KAPİTAL TARİHİNİN “TEKERRÜRÜ”

Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Cihan Savaşından önce, Londra ve Paris Finans Kapitalistleri önünde, bizim Konyalı Hacı Ağanın Osmanlı Bankası önünde düştüğü durumda kalırdı. Birinci Cihan Savaşı, Amerikan Finans- Kapital softasının önüne gökten kanlı nimetlerle dolu bir “Maide’i Süleymaniye” (Hazreti Süleyman sofrası) gibi indi. Avrupa Emperyalizmi, her ne pahasına olursa olsun kendi kendisini yakıp yıktıkça, Amerikan malına susadı. Milyonlarca insanın kanı Amerikan kasalarına altın olup aktı. Kan ve altın yetmeyince, herkes Amerika’ya gırtlağına dek borçlandı. Amerika’nın papaz ruhlu hacıağaları milyonerleştiler. Savaş bitince, yenen-yenilen Avrupa emperyalisti Amerikan “Yardım”ına, “Plan”ına, “Doktrin”ine çanak açtı. Avrupa geri kalmış ülke değildi. Avrupa ülkelerinin Kapitalist sınıfları yarı-sömürgeliğe katlanamazlardı. Onları sömürmenin kestirme yolu: birbirleriyle gırtlaklaştırmaktı. Onun için Amerika, en çok, savaştan baygın düşmüş Almanya’yı diriltmek üzere «yardım» (kuvvet) şırıngaları yaptı. Hatta; bu yardımları, içlerinden avladığı İngiliz Finans-Kapitalistleri kanalından bile her alanda yaptırttı… Bir yandan tatlı su “Demokratı” ağızıyla Amerikan halkına “güven”, dünyaya “umut” yağdırırken, el altından faşizmi, Naziliği besleyip kışkırttı. Avrupalı Emperyalistlerin “Komonizm” fobilerini Hitler’le birlikte körüklediği’ için. Amerikan diplomasisinin bu “tavşana kaç, tazıya tut” politikası kolay tuttu. Avrupa’da, Asya’da bir yol Faşizm azgınlığı köşe başlarını tuttu mu, eski dünya Emperyalistlerinin boğaz boğaza geleceklerini bilmek için fal atmaya gerek yoktu. Prusya ağası kafalı Alman Finans-Kapitalinin -burnunun ucuyla yürüyen- “Habis ruhu”: Hitler serserisi, dünyayı “Bin yıllık Cermen barışı” altında sömürmek üzere İkinci Cihan Savaşını patlattı… Amerikan Emperyalizmine gün doğmuştu. Avrupa, ne pahasına olursa olsun, Amerikan malına yeniden susadı. Bu sefer milyonlarca değil, 10 milyonlarca insanın kanı Amerikan kasalarına altın olup aktı… Kan ve altın yetmeyince, gene herkes Amerika’ya gırtlağına dek borçlandı. Amerika’nın barış misyoneri maskeli milyonerleri, milyarderleştiler. Savaş bitince, yenen-yenilen Avrupa Emperyalisti Amerikan Finans Kapitalinin “Yardım-Plân-Doktrin” şartlarına boyun eğdi.

İçinde yaşadığımız günlerin olayları da hatırlatılmaya değmeyecek kadar gözler önündedir. Amerika, Birinci Cihan Savaşından sonraki “Tarihi Tekerrür ettirmek”te sakınca görmüyor. Gene 20 yıldır Cenevre de “Silahsızlanma” konuşmalarını, bitmez tükenmez Makyavelizmlerle savunurmuş gibi reklam yaparak sinsice baltalıyor. Gene sanki savaşta Fransa- İngiltere düşmanı imiş de, Almanya müttefiği imişçe enayi Cermenliğin Prusya kafalı Naziligini nasıl hortlatacağını bilemiyor. İkinci Cihan Savaşı sonrasının Birinci Cihan Savaşı sonrasından tek farkı, tek “Orijinalliği” şu: Avrupa Emperyalistçikleri, artık, kendilerini dev aynalarında görmenin gülünçlüğünü anlamışa benziyorlar. Aç Alman ve İtalyan kurtları, kendi başlarına ortalığa saldırmayı: ülkeleri Faşizm-Nazizim gibi açık Finans-Kapital ağıllarına çevirebilme gücünü kendilerinde göremiyorlar.

Bu sefer, Amerika: Finans-Kapital külhanbeyliğini kendisi yapmak zorunda kalıyor. Almanı, İtalyanı Amerika’nın savaşta güya müttefikleri olan Fransa ve İngiltere’den daha kuvvetli, gelişir hale getirdi. Ama Alman’ın yarısı öbür tarafa geçmişti. Ayrıca, Birinci Cihan savaşında yenilen Devletlûlar, olsa olsa Alman Kayzeri gibi tası tarağı toplayıp, yabancı bir ülkeye geçerler ve Bankalardaki «yatırım»larıyla ölünceye dek gül gibi yaşarlardı, ikinci Cihan Savaşında yenilenler, fare gibi yakalanıp asıldılar. Kişi olarak en köprü altı külhanbeyi dahi, bile bile Hitlerliği, Musoliniliği, Göringliği kolayca göze alamıyordu Bu yüzden, Amerika, parsayı toplamak için başkalarını oynatma “Doktrin”ini bir türlü uygulayamıyor.

Berlin’de özendiği yarayı işletme “Plânı”, Berlin Duvarı ile işlemez hale getirildi. Avrupa’da eşref saatin dolmadığını görünce. Uzakdoğu’da Kore çıbanını sıktı. Maksadı, başkalarını ateşin içine atıp, uzak Yeni-dünyasından yananlara petrol sıkmaktı. Başkalarının gönderdikleri asker sayısına bakılırsa, işi ciddiye almakta Türkiye’den daha çok ambale olan çıkmadı. Kore oyununda güzel “İŞ”ler yapıldı. Türkiye’de bile pamuk milyonerleri, D. P.’nin “nurlu istikbal”i parladı. Ancak, Amerikan ağzıyla «Boom» (dörtnala kalkmış ekonomik gelişme) çok sürmedi. Kızıl Çin terazinin öbür kefesine bütün ağırlığını koyunca, bizim Mehmetçik ile “Hür basın” bile, Kunuri’de kurdun ağzına nasıl itilip, nasıl yalnız bırakılarak harcandığımızı görmemezlikten gelemedi. “Boom” balonu, yalnız Demir kırat, Partiyi, tepesi üstü düşeceği yükseklere çıkarmakla kalmadı.

Amerikan Finans-Kapitali o “Mağrurâne ric’at”ı (Yunan Başkumandanı Anadolu’dan kaçarken öyle demişti), kabara kabara yüz geri etmeyi hazmedecek miydi? Eski Amerika Cumhurbaşkanı Alman asıllı müttefikler Başkumandanı Eisenhower, (kaplumbağa boynunu kabuğu içinden ancak şimdi çıkararak) Çin’e karşı atom bombasını kullanmak üzere kaç kez elinin varıp varıp geldiğini açıklıyor. “Şimdi Sovyetlere karşı var mısın?” diye soran gazetecilere, 19. 9. 1966 günü radyolarda, “Bu imkânsız!” karşılığını verdi. Oysa, Çin de atom bombası yaptı. Ancak, Kore savaşı, Amerikan ekonomisini bir yol yeniden savaş düzeni «Boom» una doğru ayarlamıştı. Uzakdoğu’da yığılan görülmedik azmanlıktaki Amerikan Silahlı Kuvvetleri bir işe yaramalı idi. Kızıl Çin Cinine çarpılmamak için. Kuzey Vietnam’ı tampon olarak araya kıstırmak hesabına yatılarak Güney Vietnam seçildi.

VİYETNAM PAZARI AMERİKAN HESABINI BOZDU

Amerika B.D.’nin evdeki hesabı Güney Vietnam pazarına uymadı. Amerika, Vietnam’a, Kore Savaşına sürükleyebildiği devletlerin onda birini daha sürükleyemedi. “Maymun gözünü açmışa benziyor”.. Kuzey Vietnam: Kızıl Çin’le Güney Vietnam arasında tampon olmak şöyle dursun, tramplen (atlama tahtası) olmaya itildi. Vietnam pirincinin pilavını, zerdesini bekleyen Amerikan Finans-Kapitali taşını ayıklamakta yalnız kaldı. Vietnam’a harcanan 40 milyar dolar (400 milyar Türk lirası: Türkiye pahalı devletinin otuz yılda toplayamayacağı kadar para) kimin sırtından çıkarılacak? Amerikan milyarderleri mülti milyarlar kazansın diye kimse kendini ateşe atmaya gönüllü görünmüyor. Amerika’yı Amerika yapan iç mekanizma: eski dünyanın tepişmelerine karışılmadığı için, daimi ordu denilen Timurlenk’in Fili ve militarist-bürokrat Devlet Asalağı tarafından boşu boşuna yutulacak-Verimsiz üretkenliği boğacak değerlerin ekonomiye yatırılması idi. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarına Amerika hep son dakikalarda, iki taraf birbirini iyice, kırıp yere serdiği vakit karışmıştı. Bu sonradan gelme kabadayılığın hedefi açıktı: silah patlamadan. Amerikan kanı akıtmadan cihangir olmak. Savaşta yenilen, nasıl olsa gırtlağına basılmak için ses çıkarmaksızın bekleyecekti. Hatta, Kızıl Ordu Berlin’e yaklaşırken açılan ikinci cephede olduğu gibi, yenik Alman Finans-Kapital’i, büyük Fatih çalımları ile karaya çıkan Amerikalıyı bir kurtarıcı gibi şehirler “Zaptetmeye” telefonla çağırdı… Yenenleri yorgun argın içlerinden avlamak, Amerika’nın rakipsiz ve itirazsız büyük hakem kılıcını evren Finans-Kapital’ine dayatmak için yasak savmaktı. İkinci Cihan Savaşı sonrası, Amerika’nın bu tatlı geleneğini, manda tezeği kadar iri ve taşınmaz, militarist ve bürokrat bir Amerikan Devleti ortaya atarak bombok etti. Vietnam savaşı o koca tezeğin üstüne tüy dikti.

SOSYALİZM-EMPERYALİZM ZITLIĞI

Şimdi Amerika, atom bombasını Kore savaşında Çin’e karşı ve 1945 yılı Sovyetlere karşı kullanamayışının yasını tutuyor. Ne kadar yas tutsa yeridir. Çünkü bugün gerek Sosyalist cephe, gerekse Amerika dışındaki emperyalistler, atı alıp Üsküdar’ı geçmiş bulunuyorlar. Sosyalist cephe ile Emperyalist cephe arasındaki sayı ve rakamla beliren münasebetlerin özeti, tarafların toprak ve nüfus büyüklüklerinde görülen değişmelerde pek iyi okunur. Dünyamız da 4 tip ülke var: 1- Sosyalist; 2- Emperyalist; 3- Tarafsız.., (denilen ve 1917 Devriminden ben bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, ne sosyalist, ne de emperyalist olabilen arafattaki ülkeler); 4- Sömürgeler. İkinci Cihan Savaşı başından (1939’dan) 1964 yılına değin bu 4 tip ülkelerin dünya toprakları ve nüfusu içinde tuttukları yüzdeler şöyledir:

Bu rakamlar, dünyamızın çeyrek yüzyıl (25 yıl) içinde nasıl baş döndürücü bir çabuklukla deri değiştirdiğini gösteriyor. İnsan gücü bakımından sosyalist ülkeler dört buçuk kat, yeni bağımsızlar 16,5 kat artarken, içlerinde emperyalistlerin bulunduğu sektörün nüfusu 3 kat azalıyor. (Üçte birine kadar düşüyor.) sömürgeler 33 kat azalıyor. (33 de birine düşüyor) 100 insan içinde: sömürge kölesi 33 kişi iken 1 kişiye düşüyor, yeni bağımsızlaşmış insan 2 iken 33 kişiye çıkıyor. “Tarafsızlar” adı verilen üçüncü cephenin insan sayısı (100 kişide 33 kişi), içinde “Emperyalist” cephe bulunan öteki ülkelerde yaşayan insan sayısı (gene 100 kişide 33 kişi) ile başa baş geliyor. Sosyalist cephe ise, insanlığın üçte birinden aşırı (100 kişide 35 kişi) oluyor. Bu durumu basit sayı değişikliği de saysak sonuç birdir. Bu kez, yüzdece sayı birikimi ister istemez diyalektik atlayışını yapmış, hiç de sessiz geçmeyen büyük bir sosyal Devrim getirmiştir. Üçe bölünmüş dünyamızın Tarihçe kısa süre için alınyazısı şudur: Emperyalist cephe mi “Yeni-Sömürgecilik” metotlarıyla tarafsızları kendisine yedek güç yapacak; yoksa Sosyalist cephe mi milli kurtuluşunu yapmış ülkeleri biçimcil siyasal bağımsızlıktan Sosyal Kurtuluş basamağına yükseltecek?

Amerika, bu uğurda, Güney Vietnam’da yarım milyona çıkaracağı istilâ ordularıyla savaşlar patlatıyor. Lâtin Amerika’da milyarlarca dolarla Pronunçiamentolu “ihtilaller” satın alıyor… Tüm Asya ve Afrika’da petrol kokan üs savaşları ile dolar kokan gericilik ayaklanmaları çıkartarak, Milli Kurtuluşları soysuzlaşmaya doğru sürüklemeye çabalıyor. Amerika, kendi hesabına yazık ki, Uzakdoğu’da bula bula Güney Kore kliğinin başı Pak Jög Hi’yi bulabildi. Yakındoğu’da bizim çöller sırtlanı Suud i Faysal’ı Emperyalizm havarisi yaptı. Adından başka “pak” yeri görülmeyen Pak Jög Hi, Güney Kore üs sömürgesinde «Pasifik Asyası Bölgeleri Balkanlar Konferansı» kurduruyor. Asya, Afrika, Lâtin Amerika’ya “Dostluk Misyon”ları gönderiyor. Asyalıları Asyalılarla kapıştırmak için duman perdeleri yayıyor. Güney Arabistan’ın petrol üs-sömürgelerinde kadillaklı Şeyhlerin en Amerikan agellisi Faysal, İslâmlık kadar sosyalist bir dini sosyalizme karşı kullanmak için, Türkiye’den Fas’a dek “Barış güvercini” kılığında “Müslüman Kardeşler” uçurtuyor. İslâmları İslâmlara Arabı Araba karşı dövüştürmek için duman perdeleri yayıyor. Sonuç? Ne Kore’nin Pak Hi’si, ne Vietnam’ın Kao Ki’si, ne Hicaz’ın Faysal’ı: Uzakdoğu’da Ho Şi Minh’i, Yakındoğu’da Nasır’ı Lâtin Amerika’ da Kastro’yu, Milli Sosyal Kurtuluş kahramanı olarak ulusların geniş yığınlarının gönlünde birer Mustafa Kemal olmaktan alıkoyamıyor, “İslâm Zirve Konferansı” uğruna, Faysal’ın kendisinden önce aynı hizmeti deneyen Burgibâ’ya sunduğu altın kılıç, hiçbir Amerikan uşağını petrol Napolyon’u yapamıyor. Tarafsızları, (Birleşik Milletler kertesinde Kapitalist eğilimli bir teşkilatın içinde bile) sosyalist cepheye hak vermeye itiyor. Birleşik Milletler Genel Asamblesinde Kore meselesi üzerine uydurulmuş “Gerçekleştirme Projesi” için verilen Amerika yanlısı oyları 1953 yılı % 91 iken, 1965 yılı % 52 ye düştü… Bütün bunlar, Asya, Afrika, Lâtin Amerika geniş yığınlarının sosyalist cepheye doğru dağların kayışı hızıyla yaklaştığını, Amerika’nın oyunu her gün biraz daha yitirdiğini açıklıyor. Günlük haberler bunlarla dolu.

Zorbalık, B. Amerika’nın en sadık petrol bekçisi İran Şahı’na bile artık Emperyalizme bel bağlamanın çıkmaza vardığını ispatlamaktan başka bir işe yaramıyor. İşte bir telgraf: “İran Şahının Polonya’ya yaptığı bir haftalık resmi ziyaretin sona ermesi üzerine yayınlanan İran-Polonya ortak bildirisinde iki ülke, Vietnam anlaşmazlığının 1954 tarihli Cenevre andlaşması esasına dayanılarak halli gerektiğini belirtmiştir.” Aynı günün ikinci telgrafı, Amerika’nın kendi içindeki çıkmazı açıklıyor: “Birleşik Amerika Temsilciler Meclisindeki cumhuriyetçi üyelerin konferansı” dolaysıyla yayınlanan raporda şöyle denilmektedir. “Birleşik Amerika, Kore Savaşından daha önemli olmaya başlayan bir çatışmada başlı başına çarpışan taraflardan biri olmuştur.” (yani Amerika başkalarına kan döktürüp kendi altın toplayamaz oldu. Böyle şey mi olur!). “Hükümetin belli başlı temsilcilerine göre, Başkan Johnson’un Vietnem’daki siyasetinin sonucu, ne bir zaferin, ne de memnunluk verici bir barışın ufukta görünmediği bir durumdur.” (21. 9. 1966 günü ajansları)

EMPERYALİSTLERİN EMPERYALİSTLERİ SÖMÜRGELEŞTİRMESİ

Amerikan Emperyalizmini asıl çileden çıkaran, şüphesiz, kendi cumhurbaşkanını kim vurduya getirmiş siyasal gansterliğinin dünyada yarattığı acı tepkilerden çok Finans-Kapital alanında karşılaştığı tepkilerdir. Amerika, şimdi, kendi kurduğu Emperyalist cephesinin içinde, kendi omuzdaşlarınca hançerlenmektedir. Bu, nedendir ve ne demeye gelir? İkinci Cihan Savaşı bitince Amerika, öteki emperyalistleri kendisine ortak etmeye tenezzül göstermedi. Nasıl NATO denilen emperyalistler arası teşkilatta Amerikan Generali Başkumandansa, tıpkı öyle Amerikan Finans-Kapitalinin başbuğ olduğu birtakım Finans Kapital kurulları yaptı. Güç, yetki ve karar Amerika’da idi. Öteki Emperyalistler, ancak kumandanın kurmayı gibi, danışman kişilerdi. Örneğin 1945 yılı Bretton Woods’ta “Gold Exchange Standart” (Altın Kambiyo Standardı) adıyla bir örgüt doğdu. Herkes kan dökerken, Amerika tefecilik yapıp, kârlı işler çevirdiği için yeryüzünün en sağlam parası Amerikan Doları idi. Savaş sonunda, herkesin boynu Amerika önünde eğikti. Herkes alışverişini Amerikan doları ile yapmak zorunda kaldı. “Yeniden yapılma yoluna girmiş bulunan Avrupa, Amerika önünde açık veriyordu, parasını pek cılız düşmekten kurtaramıyordu. Yalnız Amerika Birleşik Devletleri gerekli teçhizatı sunabiliyordu. Yalnız dolar genel güvenden yararlanabiliyordu. O yüzden o sırada kurulan sistem, doları (her kapıyı açan) anahtar para ve kurulan yapının merkez mihveri haline getirdi. Yalnız dolar altına bağlı idi… Doğu ülkeleri bir yana bırakılırsa, bütün ülkelerin paraları dolarla münasebetine göre belirlenmek zorundaydı. Bundan böyle merkez bankalarının ihtiyatları gibi, uluslararası ödemeler de dolarla yapılıyordu.” (Le Syst, Monet. İntern.: Rev. Afr., 16. 9. 1966, s. 19)

Böylece, bütün dünya Emperyalistleri de, geri ülkeler gibi, Amerikan dolarına haraç ödemeye başladı. Herkes, Uluslararası hesabını karşılamak için dolar alıyordu. Dolar bulmak için «Yalnız Amerika’nın ödeme balansında bir açık olması yahut Birleşik Devletlerce bir kredi açılması» (Keza) gerekti ki, «dünyanın para ihtiyacına olan ihtiyacı» karşılanabilsin. “Likidite” denilen akar para Amerika’nın insafına bağlıydı. “Uluslararası Likidite ihracı”, dünya ticaretinin gelişimi icaplarına göre değil. Amerikan ödeme balansının dalgalanış haline bağlı kalıyordu.» (Keza). Herkesin zararına, bir tek Amerika kazançlı çıkıyordu. Bu durum, eskilerin “Gayretullaha dokunur” dedikleri bir: “Emperyalistin emperyalisti soyguna uğratmasaydı.”

Amerikan soygununun temeli, Cihan savaşları ile inmeli ve yaralı düşen öteki Emperyalist ülkelere Amerikan Finans-Kapitalinin el atmasına dayanır. Başka deyimle, 19. yüzyıldaki mal ihracatı yerine 20. yüzyılda SERMAYE İHRACI geçmişti. Biliyoruz, mal, gümrük bentlerine çarptıkça yabancı pazarlarda sürümünü yitiriyordu. Malın geçemediği yerden (gümrükten), para bambaşka oyunlarla çok kolayca geçmenin yolunu buluyordu. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarına dek sermaye ihracı, daha çok sömürge ve geri kalmış ülkelere doğru akıyordu. “Dış yardım” adı altında maskelenmiş bulunan sermaye akımı en çok fakir topraklara girip yerleşiyor, sömürge ve yarı sömürgeleri gırtlağa dek borca boğup Finans-Kapital köleliğine boyun eğmek zorunda bırakıyordu. Şimdi sıra en ileri emperyalist ülkelere gelmişti. Avrupa’nın en ileri ülkelerine yabancı sermaye ihracının kaçınılmaz ve kârlı oluşu, Birinci Cihan Savaşından beri başlamıştı. “Amerikan yardımı” maskesi ile: Emperyalist bir ülkeden öteki emperyalist ülkeye Sermaye ihracı özellikle İkinci Cihan savaşından beri aldı yürüdü. Ayrıntıları, öteki emperyalist ülkeleri yarı-sömürgeleştirerek istilaya uğratışı ayrı bir inceleme konusudur. Bugün, Almanya başta gelmek üzere, İtalya, Fransa, İngiltere gibi sayılı emperyalist anavatanlarında Sermaye Piyasası ve şirket mekanizmaları yakından izlenecek olursa görülür ki: her birinin Amerikan Sermayesi ile içli-dışlı. “canciğer kuzu sarması” oluşu, şaşkınlık verecek kertede ilerlemiştir. Şimdi, yalnız geri ülkelere has imiş gibi ele alınıveren Yeni-Emperyalizm olayının asıl karakteristik temeli ve bunun Birleşmiş Milletler biçiminde siyasal üstyapılar kuruluşuna kapı açan gelişimleri: Hep o Emperyalistin emperyalisti sömürgeleştirme gidişinden kaynak almıştır.

İkinci Cihan Savaşından sonra dünyamızın en köklü ve karakteristik deri değiştirişi: Amerikan Finans-Kapitalinin, öbür ufak tefek Avrupa Emperyalistçiklerini (örneğin Felemenk, Belçika ve ilh.) diş kovuğunu bile doldurmaz leblebi tanesi gibi çerez etmesi yanında, asıl en ulu Emperyalist Finans-Kapitalini de uydu, uşak, köle etmesi, bütün emperyalist ülkeleri Amerikan sömürgeciliği için hazırlanmış Amerikan üsleri haline getirmesidir. Amerikan üslerinin altında yatan emperyalistler için en acı gerçek: Amerikan Finansı-Kapitalinin silahlı hegemonyası ve egemenliğidir. Bu ilginç değişiklik, hem en korkunç, hem en umut verici anlamlarla yüklüdür. Korkunçtur. Çünkü bir tek ve tüm gangsterleşmis Finans-Kapital, Amerikan Emperyalizmi, (Avrupa emperyalizminin de haince suç ortaklığını sağlayarak) sinsi sinsi bütün kapitalist dünyayı Anavatanı ile sömürgesiyle, yarı-sömürgesiyle, sözde “bağımsız” geri kalmış ülkesiyle zapt etmiştir. Fena mı? denecek, yeryüzünde tek devlet, tek millet, tek önder… bir evrencil Enternasyonalciliktir. Hitler’in yapamadığı “Bin yıllık” “Pax Germena”nın (German barışının) yerini «Pax Romana» ile barış gölü yapmıştı. Şimdi Amerika tüm dünyayı zapt ederek “pasifize” eder. (müsalemetçileştirir.) Bu, kapitalizmin farkına varmadan sosyalizme geçişini kolaylaştırmaz mı? Evet, korkunç Amerikan Fınans-Kapitalinin yeryüzünü emperyalistçe kaplayışı, milletler arasında hiçbir “milliyetçi” haya hissi bırakmaması: Her türlü 19. yüzyıl önyargılarını yıkıp temizlerken, insancıl birleşim engellerini de istemeyerek temizliyor. Bu, bir çeşit Sosyalizme yolları açış olarak umut verici gelişmelerin belgesidir. Böylece, insanlık için korkunç olan emperyalizm, Finans-Kapital için ölmeden önce en seri yayılışla soluk alma umududur: Ve kapitalizmin ölüm selâsını okuyan bu korkunç evrencillik ve milliyetlerin inkârı, insanlık için sosyalizmin ne denli yakın bulunduğunu açıklayan kıyamet alametleri olarak umut verici olur. Amerikan Emperyalizminin yaptığı, -benzetmek gibi olmasın- bizim evlere şenlik Devletçiliğimize, en iyimser umutlarla “YÖN” cülerimizin yaptıkları yorumu andırır. Elbet kapitalizm, nereden kalkarsa kalksın sosyalizme varmaktan başka çıkar yol gösteremiyor.

FİNANS-KAPİTALİN SOYSUZLAŞTIRMA PLÂNI

Ancak, emperyalizm geberen kapitalizm çağıdır diye, sosyalizm adına onu ülküleştirmek, Nazilikten başka pratik sonuç vermiyor. Çünkü Finans-Kapital eşkıyaların eşkıyası olmuştur artık. “Hür basın”ın toz duman koparttığı yaygaraları ortasında her gün okunan iki üç satırcık Finans-Kapital havadisi kimsenin gözüne çarpmasa bile, kimi olaylar ürkütücüdür. İşte onlardan harcıâlem bir örnek: Gazetenin cinayetler sütununda (!) Mafya denilen Amerika’nın Uluslararası gangster teşkilâtı her yıl, yalnız Amerika’da “50 milyar dolar” haraç alıyor. Bu rakam bize neyi söylüyor? Amerikan genel bütçesi için de Amerikan silahlı kuvvetlerine ayrılan yıllık bütçe de, ne fazla ne eksik, Mafya gangsterinin yıllık bütçesi kadar: tam 50 milyar dolardır. Demek, Amerika’da Mafya eşkıyası ile Silahlı kuvvetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin çeyrek yüzyılda toplayabildiği bütün paraları (500 milyar Türk lirası kadar parayı) her yıl ayrı ayrı harcamaktadırlar. Mafya kimdir? Amerikan Finans-Kapitalistlerinin içeride sivil savaş, vatandaş harbi yapmak üzere besledikleri eşkıya çetesidir. Bu gangsterliğin gerekince Kennedy gibi Amerikan Cumhurbaşkanlarını kim vurduya götürecek her aracı (bilimcil ölçülerle) kullanmasına şaşılır mı? Amerikan Finans-Kapitali, açık silahlı kuvvetlerinden çok (atom bombalarından çok; birinci derecede sakladığı gizli silahı gangsterliği kullanıyorsa, ondan hiç aşağı kalmayan, daha doğrusu onun gölgesinde yaydırdığı on büyük ikinci silâh olarak da keyif veren zehirleri kullanıyor. O ileri, müreffeh BATI MEDENlYETİ’nin genç kuşaklara hangi zehirli tatlı intiharları sunduğunu İstanbul sokakları bile, her yıl gittikçe daha aşırıca seyrediyor. Hazreti İsa kılıklı “turist” gençler, Ahırkapı’da, Bizans sur kovuklarında don paça esrar, afyon, morfin batakhaneleri kurdular. Bunlar, Finans-Kapital’in sosyalizmi önlemek için bütün bir gençliği hangi uçurumlara itmekten çekinmediğini ispatlayan “asi gençlik” döküntüleridir. Kızların pantolonlu kedi gezintileri, erkeklerin uzatılmış yağlı saç ve mini etek modaları, Finans Kapital Devletçiliğinin Demirperde ötelerine dek bulaştırmaya özendiği uyuşturucu emperyalizm başarılarıdır. “Cinai aşk” filmleri gibi, “Polis vakası” tuhaflıkları gibi bizim Süleyman beylerin ağızlarına dek olağanlığı kabul ettirilmiş bütün o ve benzeri olaylardan hiçbirisi aksi tesadüften ileri gelmez. Sunturlu Psikiyatri uzmanları, kişi ruhunda teleskopla ruh yıldızları keşfeden psikoloji profesörleri kültür alanını istedikleri kadar uzay araştırıcılığına benzetme çabası göstersinler. Hepsi, bilerek bilmeyerek, Finans-Kapital batağını altıncıl bilim yaldızlarıyla örtme görevlileridir. İnsan beyni kadar ulu yüceliş aygıtını Emperyalizm alçalışının boğucu gerizinde sarhoş etmek, Finans-Kapitalin en son moda Plân uzmanlığıdır. Ve hepsi birden, eğer işçi sınıfı emperyalizmin çanına ot tıkamazsa, kapitalist devletçilik yolundan, hatta sosyalizm söz ebelikleri duman perdesi altında insanlığı nerelere sürükleyebileceğini ispatlar. Bunlardan hiçbiri, bozuk düzenin kalbinde Finans-Kapital enfarktüsünü tedaviye çalışan hazakatli tabiplerin reçeteleri dışında doğmamıştır. Onun için, sık sık şöyle gazete havadisleri okunuyor: “20 yılda 16 lider öldürüldü” : Amman kralı – Birmanya başbakanı – İran başbakanı – Ürdün Kralı – Pakistan Başbakanı – Nikaragua Cumhurbaşkanı – Guatemala Cumhurbaşkanı – Irak kralı – Seylan başbakanı – Dominik Cumhurbaşkanı – Togo Cumhurbaşkanı – Güney Vietnam Cumhurbaşkanı – Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı – Nijerya Başbakanı – Güney Afrika Başbakanı… Ölümleri şüphe uyandırmadan göçürülmüşlerin (rahmetli Türkiye Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gibi «Koma» ya getirilenlerin veya adaletin pençesi ile götürülenlerin) sayısını ise ancak Finansı-Kapitalin Dolar Allah’ı bilir… Finans-Kapital böylesine enternasyonal «Temizlik» yapıyor! «New York (a.a.): Amerikan “Seventeen” mecmuası 19 ilâ 30 yaş arasında 1100 kişi ile yaptığı bir anket neticesinde bunlardan 55 inin marihuanadan başlayarak “LSD”ye kadar uyuşturucu madde ve ilaç kullandıklarını ortaya çıkarmıştır. Ankete cevap veren genç kadınlar, 15-17 yaş arasında bu maddelerden aldıklarını belirtmişlerdir. Bu uyuşturucu maddeleri ilk tecrübelerden sonra, onlardan vazgeçmenin imkânsız hale geldiğini ileri sürmüşlerdir.” Olay bu. Şimdi, Finans-Kapitalin bol uzmanlık-bahşişleri ile şımarttığı emperyalist bilginlerin aynı olayı çürütür görünürken nasıl propaganda ettiklerine bakın: “Bu arada bir bilgin, Marihuana kullanılması ile insanın dejenere olmayacağını ileri sürmüştür… Amerikan gıda ve ilaç idaresinden Doktor James Fox, Milli öğrenci birliğinin 250 temsilcisine hitaben yaptığı bir konuşmada: Marihuananın beyin Hücrelerine tesir etmediğini ve eroin iptilasına sebep olmadığı sonucuna vardığını… Fakat satışına izin verilmesinin iyi olmayacağını belirtmiştir…” (26.8.1966) Neresinden isterseniz okuyunuz. Amerikan Finans Kapitali, “Devletçiliğin” bütün yetkileri ile uyuşturucu maddelerin “Satışına izin” verilmemesini istiyor. Çünkü o yasak sayesinde, hem yalnız belden aşağı heyecanına göz yumulan gençlerde tecessüsü arttıracağını, hem de kaçak yoldan zehir satmanın kârı arttıracağını iyi biliyor. Yâni Finans Kapital kendisine kalsa daha bin yıl Sosyal bir ülkeye katıltmamak için kafadan gayrı müsellâh ettiği kendi Amerikan gençliğini dahi yavrusunu yiyen canavar hırsı ile, okşarmış gibi, bilimcil yalayışlarla öldürecektir.

Fuat Fegan’ın ikinci notu

ONBEŞLER

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu yazısı, 1932 yılında yazdığı YOL serisi kitaplarından “Parti’de Konaklar ve Konuklar” eserinden bir bölüm.

28 Ocak’ı 29’a bağlayan gece (1921) katledilen 15 komünist için 11 yıl sonra yazılmış, hamasetten ve yas yazılarından uzak bir değerlendirme. O zamanki TKP merkez yönetimine sunulan YOL eserinde Onbeşler hareketinden çıkarılacak olumlu ve olumsuz dersler irdelenir ve partinin mücadelesine anılarının ışık tutmasına çalışılır bu değerlendirmede.

Günümüz için de önemli dersler çıkarılabileceğini sandığımız bu eleştiri/değerlendirmeyi, bu devrimci şehitlerimizin 104. ölüm yıl dönümlerinde yayınlıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

ONBEŞLER

Mustafa Suphi ve yoldaşları, Marx’ın Paris komünarları için dediği gibi “göklere sıçrayan kahramanlık” timsalidirler. Tıpkı gene Paris komünarlarını kasıp kavuran sınırsız “saf çocukluk” niteliklerine kurban olup gittiler.

Paris Komünü’nde 1. Enternasyonal’in en ateşli yandaşları büyük etki göstermişlerdi. Fakat bu yandaşlar azınlıktaydılar. Çoğunluk hep ütopist (Blankici, Proudhoncu) küçük-burjuva sosyalistlerindeydi.

Mustafa Suphi ve yoldaşları da en büyük hızlannı, 1. Enternasyonal’in bütün devrimci geleneklerini yaşatan 3. Entemasyonal’den alıyorlardı. Ne yazık ki hareketlerine egemen olan taktik ve strateji ilkelerinde hem öznel, hem de nesnel koşullar yeterli derecede değildi. Leninist yöntemi ve taktiği uygulamadılar. Leninizm üslubundan yalnız “uçkun devrimcilik” (devrimci kanatlanış) aldılar, “yapkın devrimciliği” (Amerikanvari işçiliği) unuttular.

Onbeşlerde yeteri kadar devrimci hazırlık yoktu. Onbeşler, içinde devrim yaratmaya giriştikleri çevreyi devrimci mücadeleyle işlemiş değillerdi. Bu yüzden düşünceleri ne kadar enternasyonalci ve devrimci olursa olsun, yaptıkları nesnel olarak ve fatalman Blankici ya da Bakuninci bir hareket şeklinde kaldı. Yani anarşik hareketten ileriye geçemedi. Ve Türkiye’de Paris Komünü’nün bir minyatürü oldu.

Onbeşler hareketine neden anarşik diyorum ve Bakunin’le Mustafa Suphi arasında bir benzerlik görüyorum? Akıllardadır. 1848 Avrupa devrim sarsıntıları sırasında Marx ve yoldaşları Almanya içinde o zamanki sınıf ilişkilerine göre ve Fransız devriminden çıkmış derslerle, devrime varmak için uğraşarak başarılı olamadılar. Ve Avrupa’da yeni bir istikrarın başladığını sezerek, devrim açmanın şimdilik devrimci hazırlanmaya tercih edilemeyeceğini söylediler.

Bakunin ise, Fransa’da çevresine topladığı bir gönüllüler alayıyla Almanya’ya saldırmaya ve orada bu asker gücüyle devrim yapmaya kalkışmıştı.

Bakunin’in zamanına bakarak koşullar ne denli başka olursa olsun, Mustafa Suphi hareketi de özü itibarıyla bir Bakuninizmden ibaretti. Burjuva paşasının hilesine kanarak Bolşevik devriminin serbest bıraktığı tutsak Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye’de Bolşevizmi kurmaya yürüdü.

Oysa burjuvazi, ülke içinde Müdafaa-i Hukuk örgütüyle siyasal ağını kurmuştu. Burjuva ordusunun sadık bekçi kadrosuyla yürütme gücünü eline geçirmiş bulunuyordu. Siyasal ve askeri alanda bir ülke ölçüsünde örgütlenmiş olan kapitalist sınıfa karşı, Mustafa Suphi’nin oluşturduğu kadar ne idüğü belirsiz, ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen, küçük-burjuva unsurlardan derleşik bir alayla karşı koymak ütopizmin, hayalci kuruntuculuğun en yüksek derecesi değil midir? Ve buna Puçizm, Blankizm ya da Bakunizmden başka hangi kavram uygun düşürülebilir?

Mustafa Suphi bir anarşist miydi?

Bu noktada henüz elimizde yeterli belge yok. İleride bu nokta da işlenirse açıklaşır. Fakat her hareketi dediğiyle değil, ettiğiyle ölçmek kaçınılmazsa, Mustafa Suphi hareketini ütopik sosyalizmden ve Bakuninizmden ayırdetmek oldukça güçleşir.

Doğrusu, Rusya’da Bolşevik devrimin tarihçesini, yani salt siyasal Bolşevik devrimin akışını izlerken tam Mustafa Suphi hareketi gibi değil, fakat ona şöyle böyle benzer öyküler işitmiş olanlarımız çoktur. Fakat o zamanki siyasal Bolşevik devriminin bu kısmi ve ender görülen özelliklerini Onbeşler hareketine benzetmek, Bolşevizmin karacahili olmak ve deva bulmaz bir körlükle batağa saplanmak demektir.

Bolşevikler de, bazı yerlerde karşı-devrimi kızıl kuvvetlerle ezdikten sonra siyasal devrimi başardılar. Ama Mustafa Suphi hareketiyle Bolşevik hareketi karşılaştırmak için şu noktaları göz önünde tutmamız gerekir:

1- Karşı-devrim merkeziyle kopuşma: Bolşevikler barikata çıkmadan 7 ay önce Çar devrilmiş ve hapsedilmişti. Rusya’nın her iki başkenti, gerek Petersburg, gerek Moskova bir hamlede karşı-devrim yuvası olmaktan çıkmıştı. Pek çok önemli merkezler gibi, devrimci işçilerin elinde bulunuyordu. Ülkede fiilen egemen olan örgüt, ezici halk çoğunluğunu oluşturan sovyetlerdi.

Oysa Anadolu hareketi Müdafaa-i Hukuk adı altında bir burjuva ulusal örgütünün yönetimine girmişti. Ve taşra burjuvazisinin güdücüleri, Bolşevizme dört elle sarılmış görünmelerine karşın, hâlâ bakanları, muhafız alayları, polisleri, mülkiye ve ordu güçleri bulunan sultana toz kondurmuyorlardı. Mustafa Kemal Ferit Paşa kabinesine, padişahı efendisiyle doğrudan temasa izin vermediği için çatıyordu. Büyük Millet Meclisi halka, bağımsızlık mücadelesinin amacını “Halife’i Zîşan Essultanı” kurtarmaktan ibaret gibi gösteriyordu. Anadolu’da başlayan Kemalizm, kendisine, İstanbul’da tutsak düşmüş padişahın vekili, ondan izin almış onun adına hareket eden has yaveri süsünü veriyordu.

Demek, Rusya’da desantralizasyon son haddini bulmuş, bütün burjuva devlet aygıtının çark ve kayışları birbirinden çıkmış, darmadağınık olduğu halde, Türk burjuvazisi halkın herhangi bağımsız ve devrimci ayaklanışına yol açmamak, “vaziyeti tutmak” için sultanın dokunulmaz kutsal bir egemen makam olduğunu ve tüm ulusun o makama bekçi köpekliği yapmaktan başka görev ve onur tanımadığını sonuna dek ilân ediyordu.

2- Ordu: Rusya’da orduya asker sovyetleri işlemişti: Ordunun bir kısmı Bolşevik parolalarını benimsemişti ve gerici genelkurmayın değil, sovyetlerin komutası altındaydı. Ordunun geri kalan kısmıysa tarafsızlaştırılmıştı.

Türkiye’de ordu kadrosu halifenin İstanbul’dan atayıp gönderdiği müfettiş “yaver’i has” Mustafa Kemal’in emrinde olduğu gibi, burjuva savunmacılığına azmetmiş bir durumdaydı. “Kuvva-yı Milliye” denilen milis örgütünüyse, ordu kadrosu ilk fırsatta dağıtıp emrine almak için tetikte duruyordu.

3- Demokrasi: Rusya’da Çarlık devrildikten sonra tam 7 ay süren egemen devlet sistemi; burjuva demokrasisinin dünyada seyrek ve az görülür en yüksek kertesini tutmaya zorunlu olmuştu. Bu süre içinde halk kitlelerini kendi deneyimleriyle Bolşevik siyasetinin doğruluğuna ikna etmek olanaklıydı.

Türkiye’de Kemalizm, iliklerine kadar militarist bir disiplinle halkı her türlü demokratik hareket ve örgütten sistematik olarak soyutladı. Bir yanda halifeyi tutup karşı-devrimi körüklerken, ötede halktan gelen her girişim yeteneğini şiddetle boğdu.

4- Bolşevik hazırlık: Rusya’da Bolşevik Parti 15 yıldır ayaklanmadan, meclis ve dernek faaliyetlerine kadar binbir tür siyasal ve sosyal mücadeleyle pişkin bir örgüt ve güç yaratmıştı. Leninizmin “halkı deneyle ikna etme” taktiği, tüm geniş halk yığınlarını Bolşevizme sempatizan etmişti. Ve Bolşevikler devrim ve ayaklanma bayrağını kaldırdıkları gün -Haziran ayında %13 gibi azınlıkta kaldıkları- sovyetlerin içinde %51 oranında çoğunluğu elde etmiş bulunuyorlardı. Hattâ Kurucu Meclis’te büyük toprak sahipleriyle burjuvaların oranı %13 olduğu halde, Bolşevikler %25’diler.

Tek sözle, Türkiye’de bunların hiçbiri yoktu.

Bunların hiçbiri yokken, yani yönetim ve ordu militarist burjuvazinin elindeyken, en küçük bir örgütü henüz olmayan halk tabakaları adına, devrime bir tür ayaklanmaya girişmek, en sonunda Mustafa Suphilerin başlarına geldiği gibi kışkırtılan kara halkın cahil saldırıları önünde 15 kişicik kalıp, Karadeniz’in mavi ve hırçın dalgaları arasında baltayla doğranmayı göze almak değil midir?

Bu bir kahramanlık olabilir. Fakat Marksist kahramanlık, yalnızca ölmeyi değil, kitleden kopuşmayarak ölmeyi bilmektir. Onbeşler’in Türkiye devrimci hareket tarihindeki nesnel konumları, öldükleri için değil, ölmeyi bilmedikleri için, Rusya tarihindeki Bakuninizm olur. Ya da, eğer mutlaka yakın Bolşevik tarihinden bir örnek almak gerekirse, modern Bakuninizmin, yani Troçkizmin başarılı olmuş, yani sonu belli ve uğursuz sonuna kadar varmış bir şekildir.

Burada başka bir itiraz gelebilir: Onbeşler hemen ve yalnız devrim ve ayaklanma yapmak için değil, Anadolu’da beliren anti-emperyalist mücadeleyi tutmak için de geliyorlardı…

O zaman Mustafa Suphi ve yoldaşlarının karşısına Marksizm-Leninizmin şu görevi çıkıyordu: Başlayan ulusal harekette demokratik burjuva devrimini son kertesine vardırarak proletarya devrimini ve halk sovyetler iktidarını kurmak…

Yoksa, salt ulusal hareketi tutarak, ne olursa olsun burjuvazinin siyasi iktidarını güçlendirmek, elbet Marksist değil, Menşevik bir harekettir. O halde, yani demokratik burjuva devrimini proletarya devrimine çevirmek için, ülke dışında ipten kazıktan kurtulmuş bir alay herifle, burjuva paşalarının ikiyüzlüce ve kahpece vaadlerine çocuk gibi kanarak harekete geçmek yeterli midir?

En küçük bir siyasal örgüt, kitleyle en basit teması olmaksızın, Onbeşler hangi sosyal gücü temsil ederek ve o güce dayanarak burjuva gibi kancık ve zalim bir sınıfla el ele verebilirdi? Burjuvazi Onbeşler’in elini, onları Karadeniz’in dibine indirmek için tutmaz mıydı?

Onbeşler’in bozgun nedenlerini özetlemek için özellikle göze çarpan şu noktaları sonuç olarak çıkarabiliriz:

1- Dünya ölçüsünde devrimde salt dış yedek güçlere dayanmak: Proletarya devriminin stratejisinde özgüç her zaman işçilerdir. Fakat dünya devrimin bir bütün oluşu, tarihte öyle anlar yaratır ki, henüz derebeylik ve kapitalizm-öncesi ilişkilerden ileriye varamamış ülkelerde bile, yerli burjuvazi zayıf, emperyalizm uzak, proletarya diktatörlüğü yakın, halk ezici çoğunluktaysa, sovyetler devrimini başarmak ve doğru sosyalizme geçmek olanaklıdır.

Çin örneği Leninizme bunu da kaydettirdi. Ama Marksistler için göz önünde tutulacak şey daima az fakat öz bir işçi sınıfına sıkı sıkıya bağlı, bilinçli keşif kolu (öncü) kurmaktır. Bir ülkede böyle bir keşif kolu varsa, o zaman yakın proletarya diktatörlüğünün de yedek güç olarak yardımıyla, yerel koşullara uyarlanan bir sovyetler devrimine geniş halk yığınları çekilebilir.

Onbeşler için böyle bir parti yoktu. Onlar yalnız dış güçlere, proletarya diktatörlüğüne dayandılar. O zaman, değil sovyetler devrimi yapmak, hattâ demokratik burjuva devrimini geliştirmeye bile varamamaksızın paşaların tuzağında mahvoldular.

Pekâlâ biliyoruz, Türk burjuvazisi de o dış güce, yani proletarya diktatörlüğüne dayandı. Bolşeviklerden para, silah, asker ve her şey aldı. Fakat bu aldığı araçları Anadolu’da kurduğu siyasal, yönetsel ve askeri burjuva örgütlerinin çerçevesine tabi tuttu. Yani önce iç gücünü örgütledi. Her türlü bağımsız halk hareket ve örgütlerini yaşatmamak için ne gerekse her önlemi aldı. Ve ancak özel mülkiyeti güvence altına alarak Bolşevizme dayandı. O iki şeyi aynı zamanda başarmasaydı, Kemalizmin yerinde çoktan yeller eserdi.

2- Bir ülke ölçüsünde nesnel ve gerçekçi olmamak: Devrimci hareket ve taktik her şeyden önce soğukkanlılıkla saptanan sınıf ilişkileri üzerinde yürür. Sınıf ilişkileri demek, bir ülkede komşu ülkelerde ve bütün dünyadaki sınıfların güç ilişkileri demektir. Herhangi bir Marksist hareketin ayıklığı, bu nesnel durumu dupduru görerek ona uygun öznel hamleler hazırlamaktır.

Onbeşler harekete geldikleri zaman, dünyadaki sınıf ilişkileri şiddetle devrim lehineydi. Fakat bu ilişkilerin Türkiye’deki özelliklerini, yani Türkiye halkının devrimci eğilimlerini öldürmek isteyen etkenleri Mustafa Suphi ve yoldaşları dikkate alamadılar. Onbeşler salt kendi vicdanlarında buldukları devrimci ve ayaklanmacı kanatlanışın hızına uydular. Onların gözleri amaçlarının gücü ve ışığıyla kamaştı.

Onbeşler sınıf ilişkilerinin kendiliğindenci ve bazen kör doğa gücüne benzeyen eğilimlerini gerçekçice, oldukları gibi göremediler. O eğilimlere dayanarak, halk kitlelerinin derin çıkarlarını, devrimci yöntemlerle bilince çıkartarak dövüşemediler. Ve dövüşemeden öldüler.

3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti hiçe saymak: Komünist örgüt her şeyden önce devrimci ve altüstlükçü bir örgüt demektir. Dünyada hiçbir egemen sınıf, bıçağını çekmiş hasmın göğsüne saplamak üzere açıkça yürüyen mahkûm sınıf örgütüne “gel buyur, vur! Sen haklısın… Ben ölmeliyim…” demez.

Tersine öyle bir örgütü her zaman pusuya düşürmek için onu izler. Daha yakından ve açıktan açığa izlemek istediği legal sosyalist ve komünist partilere izin verdiği zaman bile amacı yalnızca tuzaktır.

Onun için Leninist örgüt ilkesi her şeyden önce siyasal keşif kolu mücadelesinde en güçlü gizlilikle olabildiğince geniş legal faaliyeti sentez halinde birleştirmektir. Modern savaşın en basit ve besbelli ilkesi düşmana hedef oluşturmama esası, Onbeşler için hiç yoktu.

Onbeşler topu tüfeğiyle başta bando mızıkasıyla Anadolu sovyetler hükümetini kurmaya geliyorlardı. Askerlikten anlayan paşalar için, bu kusursuz açık hedefi bir kurşunda devirmek bu yüzden çok kolay oldu.

Böylece zavallı Suphi “Ayasofya’nın kubbesinde uluslararası sosyalist iktidarın al bayrağını dalgalanır” göremeden saflığına, temizliğine ve mertliğine kurban gitti.

4- Örgüt yokluğu: Kendiliğinden anlaşılır. Onbeşler olgun bir proletarya örgütü anlamında örgüt değildi. Bir dalga, bir hücum kıtası, akıncı bir deli seldiler…

Geldiler ve geçtiler.

(YOL serisinin 3. Kitabı Partide Konaklar ve Konuklar’dan, s. 21-27)

TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Batı’nın sosyal bilimler alanında oynadığı bu ‘görmek istemeyen körlük’ rolü, sahici körlükten daha aşırıca görmezlikler yaratıyordu. Batı, Toynbee ayarında Entelijans Servis’in doğucul sosyalizm sektörünü yaratmıştı. O sektörde teorisyen geçinen burjuva ideologlarına rahatça at oynatacakları bomboş alanlar bırakılmıştı. Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz, pahalı, toptan perakende satmakla yetindi. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, sf. 12)

“Fransız Diyogene Dergisi’nde 1956 yılında yayınlanan, Arnold Toynbee’nin ‘Yapmaya Çalıştığım Şey’ yazısı üzerine Kıvılcımlı, Toynbee’nin diğer eserlerini de gözden geçirerek, aşağıdaki eleştiri yazısını yazarak, yayımlanmak üzere Diyogene Dergisi’ne gönderir. Türkçesini hiç bulamadığımız bu metnin Fransızcasını mikrofişlerde bulup, çevirisini yayınlıyoruz. (Sunuş Notu)

Bu hafta yayınladığımız yazı, Kıvılcımlı’nın Toynbee’nin tarih anlayışının eleştirisi olarak Sultanahmet cezaevinde yazıp Diyogene dergisine yolladığı, orijinali Fransızca olan bir metin. Bu metin ilk defa Mart 2011’de, o zaman ortak ve yöneticisi olduğumuz Sosyal İnsan Yayınları için derlediğimiz Tarih Yazıları kitabında yer aldı. Kıvılcımlı’nın bazısı yayımlanmış ve yayımlanmamış tarih yazılarından oluşan bu derlemede yer alan, TARİHİN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor) incelemesi, o yıllarda Ahmet Erdal Aksungur tarafından Türkçeye çevrildi. Ömer Ergun arkadaşımızın kontrolünden sonra yazı adı geçen kitaba yukardaki alıntı ve notla tarafımızdan eklendi.

Arşivdeki orijinal Fransızca metnin üzerine Fuat Fegan, Kıvılcımlı’nın eski yazı el yazısıyla bir notunu da eklemiş. O notu da sevgili Hamza Tığlay çevirdi. Diyogene dergisi yöneticisinin Kıvılcımlı’ya yazdığı cevap olan bu notu da bu yazının sonuna ekliyoruz.

“Bana atfen iletmiş olduğunuz A. Toynbee’nin eserine ve bu konu için neşrettiğimiz Diyojen nüshasına dair şerh ve izahlara canlı bir alaka ile muttalî oldum. 

Maalesef bu konuya tekrar dönmek bizim için imkansızdır ve tahrir komitesi, vasıflarını takdirle karşıladığı el yazınızı size geri göndermemi benden talep etti.

Dergimize karşı göstermek lütfunda bulunduğunuz ilgiye ve İngiliz tarihçisine ait görüşlerin sizde uyandırdığı polemik düşünceleri bize ulaştırmak hususundaki zahmetinize bir kere daha teşekkür ederim.

En mümtaz hislerimin ifadesine inanmanızı rica ederim bayım.”

Diyogene Dergisi’nde yayımlanmayan bu yazısından sonra Kıvılcımlı 1965 yılında yayınladığı, kendi Tarih Tezi’nin ana kitabı olan Tarih Devrim Sosyalizm kitabına Toynbee ile ilgili bir bölüm koyar. Fransa’ya yolladığı eleştiri yazısına benzemekle beraber, TARİHSEL DEVRİM ve SÖZDE DİNCİLİK başlıklı 4 kitap sayfası uzunluğundaki bu yazıda Toynbee’nin “Dincilik” yönünü de eleştirir. O bölümü de ekledik bu haftaki paylaşımımıza.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ

(Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Tarihi, geçmişte gerçekleştiği biçimiyle, aslında bulunan en canlı ilişkileri içinde, nasılsa öylece yeniden kurmak kendini dayatan çok büyük bir iştir. Onun genel ortak ruhu üzerine yalınkat bir fikir vermek için, bizim yayımlanmamış araştırma sonuçlarımız ile Mr. A. Toynbee’nin ciltler tutan çalışmalarının bazı noktalarını karşılaştırmayı tercih ediyoruz.

Mr. A. Toynbee, bir yandan «kendi yeni bilimi»nden söz ediyor (A .T. : «Ce que j’ai essayé de faire», p.12), öte yandan ise : « İnsanların işleri », « bilimsel kanunlara boyun eğmemektedir, (bilimsel kanunlara tabii değildir.)» şeklinde ahkâm çıkarıyor. «Mister» Toynbee için, her şey «Mystéres (Esrarengiz, sırlı, gizemli)»dir ve bu yüzden Tarihin bütün determinizmi tümüyle içinden çıkarılıp atılıyor. Oysa, fazla önyargılı düşünülmediği zaman, her şeyden önce insan olaylarında, Doğanın yürüyüşü ile Medeniyetlerin doğuşu arasında şaşırtıcı kertede paralel bir determinizm görmemek imkansızdır.

Medeniyetlerin zincirleme birbirini izleyişi, tıpkı géomorphogénique [yeryüzü yapısının şekillenmesi] dönemlerinde, tektonik kanunların etkisi altında yer kabuğunun géosynclinaux hareketlere uğradığı gibi gelişmiştir. En yüksek noktalarıyla kıtalar, en yüksek doruklarındaki Medeniyetlere ve okyanuslar ise, Tarihte bu Medeniyetlerin her defasında çevresini kuşatmış, her zaman çepeçevre sarmış Barbar yığınlarına[1] tamamen denk düşer. Tıpkı oldukça istikrarlı evrim dönemlerinde olduğu gibi, zaman zaman bütün dünya haritasını değiştiren devrimci kıyametler ile kesintiye uğradığı sırada da, yine her Medeniyet ile dünyanın geri kalanı arasında iç içe geçmiş, karşılıklı pek yakın bir etki ve tepki işleyişi vardır. Ve bunlar o kertede çok ve o kerte ısrarlıca kesin determine olmuş sebeplere ve sonuçlara boyun eğmektedirler ki, sonunda hep onun dramatik ahenkli gidişleri, hiç takılmadan şu meşhur «Tarihin Tekerrürü» ile karıştırmaya varılıyor!

Sonsuza savrulan tarihcil manichéismin en bulanık kaosuna baş aşağı dalmamak için, Mr.Toynbee’nin, dünya gerçekleri tarafından uzun zamandan beri bir yana atılmış, güya aktüel siyasi öğütlerini ve Tarihöncesi [Préhistoire] toplumlar üzerine çabalaya çabalaya meydana getirip ortaya döktüğü, son dönemdeki arkeolojik araştırmalar tarafından (Bak. Bay Robert Heine-Geldern’in değerli makalesi) kökten çürütülmüş bilgincil cevherlerini bir kenara bırakalım ve biz TARİH’te, deyimin gerçek anlamıyla: Medeniyetlerin Yazılı Tarihi’nde kalalım. 

Batı’nın Thucydide’inden[2] (ki Mr. A.T.’nin ilham aldığı) ve Doğu’nun İbni-Haldun’undan[3] (Mr. A.T. tarafından asla anlaşılmamış) beri bizim canlı romanımız: somut Tarih, kendisinin en devcil pratik ve teorik gerçekleşmesini yaptı. Ve özellikle XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri, üst üste yığılmış pek çok tarihcil belgeler, tarihcil bilgimizdeki bütün eksikleri, boşlukları yeterince dolduruyorlar; böylece, bizim eski metafizik varsayımlarımıza hiçbir varlık nedeni, sürü sürü sübjektif kurnazlıklarımıza hiçbir yer bırakmıyorlar.

Bugün, biz ne materyallerden, ne metottan yoksun değiliz. Tarihcil bilgimiz, yeni bir biçim kazanabilir ve kazanmalıdır; Nicelik bilimi (Engels’in “accumulation: Birikiş” bilimi) durumundan, Nitelik bilimi (Engels’in «classification: Sınıflama» bilimi) durumuna atlayış yapabilir ve yapmalıdır. Okullardan herhangi birinin klasik kitapları bile, pek kabaca tahrif edilmemiş oldukları zaman, bizim için yeterince malzemeler saklıyorlar; hiç değilse, sonuç olarak biricik olan ve aynı zamanda, 7.000 yıldan beri, o derece çok bağlanılan ve adına MEDENİYET denilen: peş peşe o muhteşem ve acımasız kalbin çarpıntılı kasılmaları tarafından, o kadar onurlandırılmış ve aşağılanmış, o kadar üst üste yığılmış ve parçalanmış Havva ve Adem’in çocuklarının alınyazısını birleştiren Evrensel Tarih’in bir sentezinin ortaya konmasına elverişlidirler.

MEDENİYETİN KÖKÜ

(De l’origine de la civilisation: Proche-Orient)

İtirazsız kabul edilen su götürmez bir gerçeklik var. Laik ve dinî mitolojilerden son arkeolojik kanıtlara kadar, bütün tarihcil kazanımlarımız, medeniyetin orijininin [aslının, kökeninin, başlangıcının] yeri ve zamanı üzerine hemen hemen aynı fikirdedirler: Yakın-Doğu.  «Kuşkusuz, İ.Ö. dördüncü binyılda Yakın-Doğu’da varolan şartlar içinde, Medeniyetin çimlenip filiz vermesi pratik olarak kaçınılmazdı.» (Robert Heine-Geldern: “Kadim Medeniyetlerin Kökü ve ilh…” , s.125)

Bu şartlar nelerdi? 

Bay R. H.-Geldern tarafından belirtilen iki eleman: “Ekilebilir graminees: Ekilebilir otlar, çimenler“ ve “sürekli değiş-tokuş: mübadele’’, Tarihöncesi insanlığının, otomatik bir biçimde, direk olarak «Tarih»e, imalı deyimle Medeniyete atlayışını açıklayamaz. Hatta bu elemanların rollerini bile daha iyi anlamak için, İnsanlık Tarihi’nin iki kutbunu: bir yandan jeofizik ortamı ve öte yandan sosyal ortamı, birbirine bağlı olarak ve bunu da soyut olarak değil, fakat aralarındaki karşılıklı ve sürekli ilişkileri içinde göz önüne getirmemiz gerekir. Medeniyetin doğabilmesi için, Doğa ve Toplum arasında, -deyim yerindeyse- karşılıklı bir «réceptivité: almaya elverişlilik» gerekecektir. Eğer kendi gelişme derecesi bakımından, bizzat kendi ilerlemesi için gerekli olan elamanları düzenleyip yoluna koyacak yetenekte bir toplum biçimi, aynı yerde ve aynı zamanda yok ise, en elverişli doğa tek başına hiçbir şey doğuramaz. Medeniyetin en göze çarpan belirgin karakteri, Toplumun iç ve düzenli bir fonksiyonu olarak Ticaretin kurumsallaşması ve bu görevin dayanağı bir tüccar sınıfın ortaya çıkması oldu. Para ve yazı, aynı ticari doğumdan dünyaya gelen iki ikiz kız kardeşten başka bir şey değildir. Bezirgânlar sınıfı ile ticaretin gerekliliği ve medeniyetin iyi bilinen bütün bu sosyal-politik üstyapısı, medeniyet öncesinde, İki büyük sosyal iş bölümünün temeli üzerinde yükseliyor.

Demek ki, ilkel toplum, medeniyet aşamasına ulaşmadan önce, bu iki büyük sosyal işbölümünden geçmek zorundaydı. Birincisi, göçebe ve yerleşik tribüler [oymaklar, boylar yahut kabileler, aşiretler] arasında bölünme: DIŞ DEĞİŞ TOKUŞLAR. İkincisi, genel olarak tarım ve endüstri, özel olarak bütün üretim dalları arasında bölünme: İÇ DEĞİŞ TOKUŞLAR. Birinci bölünme [işbölümü] sürülerin oluşumunu içine alır (Orta Barbarlık Konağı). İkinci bölünme [işbölümü] Demir’in keşfini içine alır ki, onun yardımıyla insan eli değmemiş bakire ormanları açıp yok etme olanağına (balta), tarlaları sürmeye ve ekmeye (saban), zenginlikleri, kıtaları, işgücü kölelerini fethetmeye (kılıç), ve ilh, ve ilh, ulaşılıyor. (Yukarı Barbarlık Konağı)… Ancak gerçek anlamıyla tarımın gelişmesinden sonra, (Toynbee tarafından küçümsenip aşağılanan) birbirlerini tanımayan, birbirinden ayrılmış üretmenlerin ürünlerinin değişimiyle yaşayabilen “yığın”dan, giderek farklılaşmış bir sosyal sınıf, özünde zorlayıcı bir aparey olan o güne dek görülmemiş DEVLET cihazını kurmaya ve elleri arasında tekelleştirmeye ulaşıyor!

Birinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, coğrafyaya olarak tarıma en elverişli bölgeler, subtropikal büyük ırmak boylarıdır: Amerika’da Missisipi, Çin’de Sarı ve Mavi, Hindistan’da Sind ve Ganj, Yakın-Doğu’da Chattel-Arap ve Nil ırmakları. Fakat tek başına subtropikal alüvyon, yalnız Çömlekçiliği kolaylaştırır (Aşağı Barbarlık Konağı), ki bu da ancak, eğer Ateş toplum olarak keşfedilmişse olasıdır (Vahşi durumdan Barbar duruma geçiş). Bunun en inandırıcı kanıtı Kolomb öncesi Amerika’da bulunan sosyal durumdur. Yeni-dünyanın hiçbir Kızılderili kabilesi hiçbir zaman Orta Barbarlık Konağından yukarı geçemedi. Niçin? Engels’in «Ailenin, ve ilh.. Kökenleri» eserinde onu gösterdiği gibi, Amerika’da -lama hariç-, Göçebe barbarlardan birinci büyük işbölümünün bilinçsiz gerçekleştiricilerini umulmadık kertede zenginleştiren, evcilleştirilebilir türden hayvanlar yoktu. Tam tersine, Orta Asya’nın steplerinde [bozkırlarında], özellikle Hazar Denizi ve Aral Denizi arasında, Amu-Derya, Sri-Derya vadilerinde bu çeşit hayvanlardan bol bol vardı.

İkinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, yalnızca Yakın-Doğu, Orta Barbarlık aşamasından yukarı aşamaya geçmek için önceden belirlenmiş gibi idi. Niçin Çin yahut Hindistan değil? Çünkü bu kara parçaları, Orta Asya’ya doğru, dünyanın en aşılamaz dağlarının ardında, neredeyse «hermétiquement clos: sımsıkıca kapalı» bulunmaktaydı. Buna karşılık, Orta Asya hemen hemen doğal olarak doğruca Yakın-Doğu’ya açılıyordu. Onun için, Pan-Babilon olmayı reddeden Bay R.H.-Geldern şunları belirtirken «Pan-Mısırcı» Sir Elliot Smith’den daha haklıdır:

«Bu ancak Uruk dönemi boyunca, yeni uyarıcı-canlılık verici unsurların tahta çıkışından dolayı olabilirdi. Demek ki, bu yüzden kesin bir sonuca götüren yola ilk girenin Mısır yahut Suriye değil, Babil olmasına ‘bir tarihcil kaza’ denebilir. Fakat iş Babil’de gerçekleşiyor ve dünyanın bütün öteki medeniyetleri, belli bir ölçüde, direk yahut dolaylı olarak, onunkinden türemiştir.» (R. H.-G: ibid, s.125).

Eklenecek tek şey şudur: bu «yeni canlılık verici, uyarıcı unsurlar» öyle şanslı ve tesadüfi «bir kaza»dan gelmiyorlar, fakat elverişlilikler ve üst üste birikmiş koşullarla aralarında birbirine bağlanmış, Tabiat’ın ve İnsan Tanrıların gözde sevgilisi olan kaçınılmaz olarak sınırları çizilmiş bu yerlerin belirlenmesi, inkâr edilemez kertede pek belli bir iktisadi-coğrafi determinizmden geliyorlar. Mazdeizmin ölümsüz Ateş’i (Petrol), Gökçül [Semavî] ilahi kudret olmadan önce, geçmişte sadece Yercil [Dünyevî] bir üretim aracından başka bir şey değildi ve Orta-Doğu’nun mitolojik ırmaklarının alüvyonlarını pişiren (Seramik) ve zekânın besleyici mallarını aydınlatan (Sürü) olarak, Yakın-Doğu’da toplumun üzerinde geliştiği üçlü maddeyi, üçlü-tabanı, bize göstermiştir:

Babil’in «proto-literer medeniyet»i, «Bir büyük tarihcil hareket veya tamı tamına, birinin diğerine zincirleme bağlandığı bütün bir hareketler serisi», «daha önceden gelmiş bütün bir dizi kültürlerin karşılıklı ilişkileri..» (R. H.-G.: İbid. s.124-125) sonucudur.

Birkaç yüzyıl içinde, Eridu’nun [Abu Sharia] avcı oymakları (Metal, İ.Ö. 4000), Uruk’un ikinci dönemine, yani Cemdet-nasr [Asurlular zamanı Kiş] dönemine geçmişti (Yerleşme ve Yazı, İ.Ö. 3900).

MEDENİYETİN EVRİMİ-GELİŞİMİ

(A L’EVOLUTİON)

Medenileşmiş hücre, artık bir defa oluştuktan sonra, içinde doğduğu alüvyonlarda boğulup gitmiyor. Hatta onun ilk izleri, kumlar altında kefenlenmiş [gömülmüş, saklanmış, görünmez hale gelmiş] olduğu zaman bile, Medeniyetin her zaman yeniden dirilen canı, -tıpkı kutsal tarihin Adem’i gibi-, dönemden döneme, yerden yere, karış karış dünyayı allak bullak edip kökten değiştirerek, birbiri ardından yenmek ve yenilmek için tehlikeli bir geziye başladı. Bu kısa aralıklı kopuk kopuk dönemlerden her biri, coğrafya bakımından belli bir sınır içinde tutulan kendine özgü bir [..m: Üç harfli bir kelime okunamadı.] durum alıyor, bu yüzden o dönemler insanlığın biricik tarihinde, ancak hayvan ve bitki türlerine benzer, her biri ötekilerden tamamen bağımsız olan bazı belli «türler» gibi görmeye varılıyor.

Kuşkusuz türlerin evrimi ile Antika Medeniyetlerin evrimi arasında inkâr edilemez bir andırış, benzerlik vardır. Onların orijiner [köklerinde var olan] kanunlarında, aynı zamanda hem birlik, hem de çeşitlilik hüküm sürer. Birlik: genel olarak hayatın, özel olarak toplumun [birliğidir]. Çeşitlilik: genel olarak türlerin, özel olarak medeniyetlerin [çeşitliliğidir].

Eğer olayların diyalektiğini ciddiye almazsak, gönüllü olarak aynı gelişmelerin sadece şu veya bu yüzüne kapılıp gideriz. Medeniyetlerin kendi «Şemaları»nın «Birliği» üzerine ya da «Çeşitliliği» üzerine tek taraflı ve söze dayanan tartışmalar, asla bitmek tükenmek bilmeyecek, asla kuruyup gitmeyecektir. Örneğin: «Bay Toynbee, tarih sahnesinde tamamen gelişmiş yirmi bir toplum veya medeniyet, onun yanında yaklaşık altı yüz elli kadar da üzerlerine veri sahibi olduğumuz oymak toplumları ayırt ediyor.» (Lewis Mumford : «Une étude de l’histoire», p.23).

«Tarihin sap şeklindeki bu şeması yerine, bizzat kendimiz ağaç şeklinde bir şema kuruyoruz, ve ilh…» (Arnold Toynbee : 1. c. p.12).

Derin bilginler arası tartışmalarda, Tarih’in «sapı» yahut «ağacı»nın keyfe bağlı olarak canımızın istediği gibi «bizzat kendimizin kuracağı» bir «şema» olmadığı, fakat «bizzat kendisinin» gelişen canlı bir gidiş olduğu ve bizim onu nasıl gerçekleşmişse tıpkı öylece sadakatle incelemek ve objektif olarak açıklamak zorunda bulunduğumuz, sistematik olarak unutuluyor. Tarihin otantik yürüyüşü, dümdüz bir hat çizmiyor, tam tersine, doruklar ve uçurumlar ile dönemcil eğriler çiziyor.

Her medeniyet bir yol gelişti mi, -tıpkı «tümevarım işleyişi» gibi- bağrında bizzat kendisine zıt bir başka medeniyet doğurtuyor. Peş peşe gelen bu iki medeniyet arasında kurulmuş maddi ve manevi ilişkiler, her şeyden önce Göçebe barbarların düzenli olarak araya girmesiyle gerçekleşmiş, bu arada, bir dizi bitmez tükenmez savaşlara yol açılmıştır.

Biri olmaksızın ötekisi var olamayan bu iki zıt Medeniyet, kısır-verimsiz bir «struggle for life» [“Yaşam mücadelesi”] içinde iki bağdaşmaz vuruşan hasım haline geliyorlar. Onların boşu boşuna boğazlaşmaları, onların «Gordion düğümü», Barbarların arkaik [eski tarz] kahramanlığından başka bir şey olmayan İskender’in hareketini[4] bekliyor. Bu barbarlar, elde kılıç, sırası gelen kendi medenileştirici rollerini yerine getirmek için Tarih’in saflarına atılıyorlar. «Çin Seddi» onların ağırlığı altında çöküyor. «Tufan» başlıyor. Eski medeniyetin muhteşem dorukları yıkılıyor. Uçurum açılıyor.. Fakat sonsuza kadar değil…

Bu dramatik son, bütün Antika Medeniyetlerin ortak alınyazısı; biz ona, çok yalın bir şekilde: modern Sosyal Devrim’lerin tersine TARİHCİL DEVRİM adını veriyoruz. Her çelişkide olduğu gibi iki terim kendi arasında her zaman pek yakın bir ilişkiyi kapsar; bu iki türden DEVRİMLERİN adlandırma karşıtlığı da, bizim gözümüzde, onların çok sıkı tarihcil iç ve karşılıklı bağımlılıklarını ve sosyal orijinlerinin ortaklıklarını maskelememelidir. Yoksa TARİHCİL Devrim, eğer deyim yerindeyse, “Ersatz”dır [bu deyim başka bir malın yerini alabilen mal için kullanılır]; SOSYAL Devrimin yerine aynı rolü oynayan bir başkasını koymaktan, yerine bir benzerini geçirmekten, onu bir benzeriyle yenilemekten başka bir şey değildir.

Bizzat DEVRİM, kendi tanımlaması ile, «EVET»ini içeren bir «HAYIR»dır. Ne TARİHCİL devrim, ne SOSYAL devrim mutlak son değildirler. Onlar birtakım başlangıçların başlangıçlarıdırlar. Her devrim, hangisi olursa olsun, bir insan probleminin sadece hoyratça bir çözümüdür. Sosyal Devrimde, bir sınıf, o güne dek egemen iken, yerini bir başka sınıfa bırakmak üzere ortadan yok oluyor. Tarihcil devrimde bu defa -eğer deyim yerindeyse- bir «ırk»[5] o güne dek egemen iken, eski medeniyete yabancı, bir başka ırk tarafından yeri doldurulmak üzere ortadan kayboluyor.

İki devrim olayında, kanlı alt üstlüğün belirleyici gücü, kaynağını her zaman medeni toplumun iç çelişkilerinden alır. İkisi arasında var olan tek fark şurada bulunur: Sosyal Devrimde çelişkilerin düğümü iç güçler tarafından çözülür, hâlbuki Tarihcil Devrimlerde keskin kılıç dışarıdan getirilmek zorundadır. Sosyal devrimler, Modern Çağa özgüdürler. Çünkü modern toplum, can alıcı çatışma ve anlaşmazlıklarını çözmek için, reel ve yeterli güçleri bizzat kendi organları içinde-ana karnında, bulabilmektedir. Fakat Tarihöncesi ve Modern Çağ arasında, ister istemez, İnsanlık ileri sıçrayışlarını başka bir biçimde, tükenmiş medeniyete sosyal olarak yabancı güçler tarafından gerçekleştirilmiş, şaşırtıcı TARİHCİL Devrimlerle yapmak zorundaydı.

Tarihcil Devrimlerin Derin Sebepleri Nelerdir?

Büyük medeniyetler arasında aracı olan, en üstün derecede barbar tüccarlar tarafından uydurulmuş, Tek-tanrılı dinler, bu evcilleştirilebilir hayvan çobanlarının ürünleri ve terbiye edilemez ruhların papazları, Tarihcil katasroflarda, asi medenilerin taşkınlıklarını cezalandıran, bir İlahi Fataliteden [ilahi alınyazısından: kaderden, uğursuzluktan] başka bir şey görmüyorlardı. Sosyolojinin dahi müjdecisi İbn-i Haldun, kendi değerli bilginler topluluğu tarafından dizginlenmiş doğulu tarihçilerle, «Devlet»lerin «doğal hayatı»nda kesintisiz tekrarlanmış medeniyetlerin ölüm sebebini veriyordu.

Bay A. Toynbee’nin söylediğine inanılırsa, tarih sahnesi yalnızca bir oyun masasıdır, onun üzerinde: «başlangıçta, elit, toplumun tüccar bölüğü, yığınları, zorla değil ama onların serbest rızalarıyla, peşinden sürükleme yeteneği gösterdi.» Bu Rousseau’cu «Sosyal Anlaşma» idili gerçek mi? Ve gerçekse niçin? Sanki burada, tesadüfen veya şans eseri «elit» kazanıyor. E, daha sonra: «Bir an geliyor, artık yığın elitin eğilimini takip etmez oluyor.»

Bu beklenmedik, umulmayan dik kafalılık nerden geliyor? Bilinmez. Her zaman tesadüfen veya bu anlaşılmaz dik kafalılığın mantık sonucu: «Yaratıcı azınlık zorlamaya-baskıya başvurmaya mecbur kalmış», «Toplum, biri egemen ve öteki ezilen, düşman sınıflara bölünmüş bulunuyor.» Yani, «zora başvurma», toplumun sınıflara bölünmesi ve yığınların direnişini doğuran egemen sınıfın son derecede azgın sömürüsünden dolayı değil, fakat saygıdeğer Bay Toynbee’ye göre tam tersi: Durgun yığınların belli sebebe dayanmaksızın ve düşüncesizce direnişi, «yaratıcı azınlık»ın «zora başvurmasını» haklı kılıyor ve «toplumun sınıflara bölünmesini» gerektiriyor! O halde: «Medeniyetin bağrında mukadder bir kıyamet -Breakdown- meydana geliyor ve ondan beri, artık kendisine meydan okumalara karşılık verme yeteneği olmayan medeniyet çaresi bulunmayan bir çöküş içine giriyor.» (Jeaques Madaule: «Une Interprétation Biologique et Mystique de l’Histoire»: «Tarih’in Biyolojik ve Mistik bir Yorumu», D. 13, s. 48).

Şeyleri «mukadder bir şekilde» tersine çevirip baş aşağı koyan bu görüş, düzinelerce ciltlerden derleme kıtıkla tıka basa doldurulmuş yüzyılımızın entellektüel sürmenajında, sırf tesadüfî bir izah değil, aynı zamanda dünyanın en emperyalist misyonerizmine kapılanmış bir dönek ve en spirtüalist emperyalizmin bir ex-süjesi tarafından, bilime karşı yapılan kinci bir «meydan okuma» değil midir?

Her şeyden önce, Mr. Toynbee’nin göze batan en aşikâr hatasının, iki çeşit insan devrimini birbirine karıştırma temeli üzerine oturduğunu apaçık görüyoruz. Tarihcil devrim ile Sosyal devrim arasındaki hiçbir farkı gizlemiyor. Buna karşılık, doğaüstü efsanelerin alacakaranlık bulutlarında Antika çağ ile Modern devirleri tamamen birbirine karıştırıyor. Bu yüzden, bize, başında saygıdeğer Papa Hazretlerinin ve Mr. Arnold Toynbee’nin ulu muammalarının ışığının bulunduğu, mükemmel bir din devri getireceğini söylediği Orta-Çağın yeniden bir dirilişini bekliyor. Bizi, kendi para-tarih mucizeleriyle bulutlara yükselterek, Antika çağın doğaüstü tekerrür delillerinin tehdidi altında Toynbeeci sihirli gerçek inanca hidayete çağıracak. (İşe bakın, kaprisli bir tesadüf ile isminin Türkçe anlamı şudur: TOY = Yeniyetme, NEBİ=Peygamber!)

Hâlbuki bir tek evrensel medeniyet altında kesin olarak birleşmiş gezegenimizde, medenileşmiş dünyamızı bir vuruşta istila edecek ve meşhur «Breakdown»u [Kıyamet-Tufan] yerine getirecek yetenekte bir «Dış Proletarya» (Barbarlar) «yığını» bulmak mümkün değildir. «İç Proletarya»ya gelince, o, yoksul durumuna rağmen, son derece duru bir bilinç ile kendi elleriyle kurduğu medeniyete yabancı ve düşman bir barbar yığını değildir.

Avrupa’nın Orta-Çağından beri, -Tarihte Medeniyetler kadar çok Orta Çağlar vardır-, «Breakdown»lar [«Tufan-Kıyamet»ler], artık mümkün değildir. Çünkü sanayi devrimi ve sınıflar ilişkisi ve bilincinin aydınlatılması sayesinde, sosyal devrim, sadece mümkün olmakla kalmadı, aynı zamanda kaçınılmaz bir gereklilik oldu. Diğer yandan, gerçek tarih bize, «zorlama»nın, duruma göre, somut bir medeniyetin bazen boğazlayıcısı [cellâdı], bazen doğurucusu [ebesi] olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Oldukça uzak olan Zagros ve Babil Barbarları arasındaki, Hixos ve Mısır Barbarları arasındaki ilişkiler üzerine tartışmaları bir yana bırakalım. Onların «nostrum denizi»nden, bizim denizimiz Akdeniz’e doğru, rol sıralarına göre, peş peşe tarih üzerine çullanmış, medeniyetimize en yakın-akraba olan, bize en yakın «elitler»i: Grekleri, Romalıları, Müslüman Arapları ele alalım. Birbiri ardından gelen bu medeniyetlerin doğuşları ve önceki kuşakları esnasında, onların «elitleri», bu son derece kahraman yüksek barbarlar, kesici İngres kemanlarını, zorlu-kılıçlarını oldukça kabaca-hoyratça çalmadılar mı?

Kuşkusuz, onların ilkel ve soylu-yüce barbar atılımlarında, içeride ve dışarıda yenilmiş olanlara, ister istemez, anlayışlarını belli bir ölçüde zorla benimsetmeleri, vardır. Fakat hangi güven ve hangi mekanizma ile verili bir toplumda, «bezirgân azınlık» geride kalan çoğunluğa zorla tahakküm edebilir?.. «Kapasite (Yetenek) ile» diyor Mr. Toynbee. E öyleyse, ufak ufak buharlaşan, gözden kaybolan «elit»in bu başlıca kapasitesi nerden geliyor? Burada bir defa daha, acaba mutlak surette sırf bireycil, her derde deva bir sübjektif psikoloji panaşı [limonata ve bira karışımı içki] ile yetinebilir miyiz?

Biz usulüne uygun olarak, tarihte medeniyetlerin doğuşunu hem oldukça somut, hem de genelleştirerek iki çeşide ayırıyoruz:

1- Antik SİTE içinde SPONTANE [KENDİLİĞİNDEN] veya “İNDUCTİON-TÜMEVARIM İLE“ doğan medeniyet;

2- Bir barbar akını üzerine SECONDAİRE [İKİNCİL] yahut «KUVVET-ZOR İLE» gelişmiş medeniyet.

Birinci durumda, bir bezirgân sınıf tarafından parçalanan ve şeytanca oynanan küçük üretim anarşisinin kışkırttığı mübadele ilişkileri, bir sınıfın egemenliğini hazırlayıp gerekli kılıyor, haklı gösteriyor ve güvence altına alıyordu. Hemen hemen kimsenin haberi olmadan, herkesten gizli olup biten olayları dayatarak ve yavaş yavaş Devlet’in bu müthiş [çok büyük-korkunç-dehşet saçan] politik apareyinin yaratılmasında payına düşeni vererek «elitler»in ekonomik-sosyal durumlarını sağlamlaştırıyordu. Bu Devlet apreyi ki, ancak çoğunluk «yığının» çıkarlarını savunmak için, içinde hiçbir spesifik [kendi türünde, çok özel, kendine özgü özellikler taşıyan] teşkilatın bulunmadığı bir toplumda yenilik yapabilirdi… Burada, «zorlama [dayatma-baskı]» (Devlet) kaçınılmaz, önüne geçilemez ekonomik, sosyal ve politik gerekliliklerin altında gizlenmiştir.

İkinci durumda, zorlama-dayatma, Barbarların iki yüzü keskin kılıcı, olayların görünen yüzünde yerini alıyor. Fakat ekonomik ve sosyal kaçınılmaz gereklilikler, şeylerin tarihcil ruhunu daha az oluşturmuyorlar. Ancak, bu şartlar, özellikle ekonomik şartlar, görünür dayatmanın-zorlamanın altında pekiyi gizlenmiş bulunurlar. Bu görünüş altında, aynı bezirgân dürtüleri son derecede yumurtlayıcı bir rol oynuyor. Hiç değilse eşantiyon olarak, pek yayılmış tarihcil bir tavrı, Babil ve Mısır arasındaki Barbar Semitlerin, Uzak-Doğu ve Yakın-Doğu arasındaki Türk-Moğol’ların etki ve tepkilerini hatırlayalım.

Adem’den İbrahim’e kadar Yakın-Doğu’lu dinlerin kutsal ve ortak tarihi -Musa’ların, İsa’ların, Muhammed’lerin bilinen gerçek kaynakları- Göçebe Semitlerin ve onların kervan-toplumlarının, Antika çağın tarihcil ticaret yolları üzerinde, hücreleri bölüne bölüne hızla çoğalan Yakın-Doğulu medeniyetlerin iki kutbunu (gösterici ve sürükleyici): Mezopotamya ve Mısır’ı birbirine bağlayan sürekli savaş başarılarının bir hikâyesidir. Cengiz ve Timurleng, Uzak ve Yakın-Doğu’nun eski önemli medeniyetleri üzerine acımasızca atıldıkları zaman, acımasız kararlarının değişmez harekete geçirici sebebi, sadece Moğol tüccarlara karşı medeni yöneticilerin hainlikleri üzerine dayanıyordu. Onların istila yolları, kusursuz olarak adım adım aynı yönü, şu İpek Yolu’nu: Zagarosların, Hiksosların, Asurluların, Hititlerin, Sartların, Perslerin ve ilh, ve ilh, en azından 6 [altı] bin yıldan beri aralıksız Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya, üzerinde vızır vızır gidip geldiği, Yakın-Doğulu kervanların geleneksel büyük yolunu izliyordu. Timur, Smyrne’e hücum hazırlarken, Fransız kralına: «Dünya ancak Bezirgânlar sayesinde müreffeh ve medenidir (abadandır)» diye yazıyordu.

Bu olaylar ve binlerce daha başka örnekler, sosyo-ekonomik şartlar (Antika çağ için bezirgânlar) imdatlarına yetişmediği zaman, ne Mr. Toynbee’nin «kanı»sının, ne «elit»in zora başvurmasının, herhangi bir azınlığa hiçbir «kapasite» veremediğini tartışmasız bir biçimde belgeliyor.

Bununla birlikte, Mr. Toynbee için bir başka bilinmezlik yahut «muamma»: tarihin hangi ironisi ile aynı «elit», daha önce o kadar «yetenekli» iken, bir gün hangi talihsiz aksiliklerle «çaresi olmayan bir çöküş içine giriyor» ve «yeteneksiz» hale geliyor ve hatta ilk çağlarının uyuşukluğu içindeki «yığın» önünde suçlu hale dönüşüyor?

Mr.Toynbee, «Bencillik, budalalık veya metanet eksikliği ile» diyor (Cilt VI). Bir kere daha, soyut kişicil psikolojicik, tarih’in büyük kanunlarının yerine konuyor… boşu boşuna. Çünkü aynı adamlar veya onların yakın kuşakları, nasıl onmayacak kertede «egoist-bencil» iken başkalarını düşünen insanlar haline gelebildiler, lanetlenmiş bozguncu iken kendilerini «yaratıcı» insanlara dönüştürebildiler.. hiç nedensiz, ne objektif bir sebep, ne bir motif olmadan?

Mr. Toynbee’nin bizzat kendisi çöküşün sebebini budalalığa mal etmemeliydi. Çünkü o, tarihte, Grek bilgeleri tarafından bir imparatorluk birliğinin gerekliliği üzerine yapılmış, asla işitilmedik, dâhiyane öğütleri gibi, birçok olağanüstü akıllılık örneklerini sayıp döküyor. Bu örnekler, tarihin yürüyüşünde en namuslu bilinçli dâhileri kırıp döken ezici bir şeyler var olduğunu gösteriyor. Bu bir şeyler pençeleriyle doğal olarak kişilerin ruhlarını da biçimlendiriyorlar, fakat bu pençeleri bir uydurma-psikolojik laf ebeliği ile açıklayamayız.

Antika Medeniyetin «elit»i, tıpkı gösterdiğimiz gibi, «yürüyücü»den çok «yürütücü bezirgân» idi. O, malları fakat bizzat kendisinin üretmediği malları satmak için insan kervanının önünde yürüyordu. Bu durumda, kelimenin maddi anlamıyla «yaratıcı» değildi. Antika medeniyetlerin gerçek yaratışı, onların üretimi, esas olarak toprak üzerine dayanıyordu. Tarihöncesinin antik sitesinde, toprak, eşit yurttaşlar arasında, hakkaniyetle, eşit olarak bölünmüştü. Antika medeniyetin «Zwillingbruder» («İkiz-kardeş»)i -Bezirgân sermaye ve Tefeci sermaye- ancak bu hür ve eşit küçük üretmenleri borçlandırarak ve iflas ettirerek gelişebilirdi. Gidiş, henüz Yukarı Barbarlıkta başlamıştı, Medeniyet boyunca şeytani bir hal ve hız aldı.

İlkel para sermayesinin-kapitalinin gitgide büyüyerek birikimi sonsuza dek onun likit biçimi altında devam etmiyor. Toprak, geçmiş zamanın saf tarım toplumunun maddesini ve ruhunu seviyor, ısrarla kendisi üzerine insanları ve parayı ve şerefi çekiyor. Bu arada topraksız eski bezirgân ve tefeci, -tıpkı Romalı ve Osmanlı plepleri gibi- önce toprak sahibi, daha sonra büyük toprak ve mülk sahibi haline geliyor. Kendi politik-sosyal iktidarı ile birlikte, iflas etmiş küçük üreticilerin sınırsız ve amansızca mülklerini ellerinden alarak toprak sınırlarını genişletiyor. «Gırtlağına kadar» borçlanmış olanlar, borçlarını ödemek için, kendilerinde satacak canlı bedenlerinden başka şey bulamıyorlar, dürüstlüklerinin zoruyla kesip biçmeye ve tepe tepe kullanmaya elverişli köleler haline geliyorlardı.

«Elit»in refahı, «tırnağına dek» ve beynine dek silahsızlandırılmış «yığın»ın sürekli yoksulluğu ile ters orantılı olarak artıyor. Yoksullar ile onların zengin efendileri arasındaki gerilim, Site’ler arasında her zaman tüten düşmanlığı alevlendiriyor. Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışma, özel mülkiyet için ve özel mülkiyete karşı amansız mücadeleler, bir dizi iç ve dış savaşlar doğurarak, bütün kişicil ve sosyal ve Siteler arası durumları zehirliyor. Toplumda ve bilinçlerde, bir «kör dövüşü» şiddetlenip çığırından çıkıyor. Para, Tapınaklarda, antika çağın «uyduruk kutsallıklar»ı içinde üst üste yığılırken, «fetişleştirilmiş: putlaştırılmış» ve tanrılaştırılmış, (İlahileştirilmiş kadim herşey gibi), bütün erdemlerin lanetli ve kutsal sembolü haline geliyordu. Sermaye, her zaman daha dolaysız (yani likit olarak) geri dönerken ve toprağa geri dönmeksizin, Toprak ve Gökyüzü ve bütünüyle derebeyileşmiş toplumun canlı zenginliklerini taşlaştırıyor.

İşte böylece, Toprak; yeryüzünün en unutulmuş meselesi, Kadim Medeniyetlerinin bütün ululuklarının ve çöküşlerinin birinci temel problemi haline geldi.

İlkel komün insanının yüksek kaliteleri üzerine

Çökmekte olan böyle bir medeniyetin ölümü, doğal bir ölüm olamıyor fakat hemen hemen her zaman kaza eseri bir ölüm oluyordu. «Kaza», gene her zaman umut kırıcı bir tekdüzelikle çevre barbarlardan geliyor, onlar, iyice hak edilmiş olan vuruşu: Le coup de grâce [Öldürücü darbeyi] var gücüyle vuruyorlar.

Niçin? Çünkü her şeyden önce, Antika Toplum, bir geniş yeniden üretim biçimine sahip değildi, sanki bu geniş yeniden üretim biçimi, bütün evreleri içinde Modern Medeniyet içinmiş gibidir. O [Antika Toplumun basit-dar yeniden üretimi], çarçabuk, dış ve iç sarsıntılarla parçalanmış, dayanıksız bir üstyapı ile durgun ve hatta gerileyen bir ekonomi sunuyordu. Yetersiz bir maddi temel üzerine dayanan ve elle tutulur ileri bir senteze götüremeyen, belli belirsiz, köksüz ve korkudan titreyen bir üstyapının iç karartıcı labirentlerinde yolunu şaşırmış olan sınıflar savaşı, «fatalman: kaçınılmaz olarak» kısır ve bitkin, boğulmuş, hüzünlü bir hale geliyordu. Pratik ve ideolojik yürüyüşler, en dâhiyane emeller gibi en kahramanca girişimler, yığınlar için ne bilinçli ve sonuçlu bir hareket, ne duru ve yararlı bir ideal, Sosyal temellerin yokluğu yüzünden, rönesansta ve devrimci tierseta için veya çağdaş proletarya için mümkün olduğu şekilde sonuçlarına ulaşamıyorlardı.

Bu çökkün toplumun varlıkları çerçevesinde kendi otokton [yerli] güçleri tarafından hiçbir şey çözümlenemiyordu. Kimse, yerleşmiş bir bunalımı ve eli kulağında bir sosyal katasrofu, çaresiz alınyazısı saymaktan başka bir şey; ne yapabiliyor, ne isteyebiliyor, ne görebiliyor, hatta tasavvur bile edemiyordu. İşleri likide etmek [tasfiye etmek, yoluna koymak, çözümlemek] için, -çünkü insanlığın yürüyüşü, her çıkmazda ve doğal olarak kendi tarzında, her zaman bir likidasyon dayatıyor,-yeryüzünde ancak bir tek güç vardı: medeniyete yabancı ve dış güç olarak… çoğunluktaki barbar insanlık.

Gerçekte, barbarlar, özellikle göçebeler, bu likidasyon görevi için, hemen hemen belirlenip adanmış bir topluluk oluşturuyorlardı. Onlar medeniyetin eşiğine gelmişler ve hatta bazı noktalarda bu eşiği yapay olarak atlamışlardı. Aynı eşiği kesin olarak atlamak için, medeniyet cephesinden sadece bir işaret bekliyorlardı. Ve medeniyet kendi yanından bu zayıflığının işaretini, yabancı barbarları paralı askerler olarak ödünç alışıyla, çoktan vermişti; egemen sınıfın, (Mr.Toynbee’nin «elit»i) ne kendi adamlarına karşı, ne bizzat kendi kendine karşı artık hiçbir güveni kalmamıştı. Böylece, olayların gidişiyle, barbar: hatta medeniyete boyun eğdiği ve köle olduğu zaman bile, onun hayatı üzerinde, önce askeri daha sonra sosyal-politika bakımından, gitgide artan tehlikeli bir nüfuza-etkiye, kısaca önceki medeniyetin hayatı üzerinde sözünü dinletme gücüne, bilmeksizin sahip oldu.

Hiç şüphesiz, gerçekte barbar salt hoyrat bir güç değildir. O son derece enerjik kusursuz bir savaşçı idi. O demirden ve kandan destanının, taşkın kahramanlık çağını yaşıyordu. O katıksız fedakârlığa ve temiz şan ve şerefe âşık-tutkun, doğuştan-idealist idi. Ve aynı zamanda, o medeniyetin başlıca problemlerinin çözümüne son derece hayran olunacak kertede yanıtlar getiren başlıca iki eşsiz kaliteye-üstün karaktere sahipti: O; 1-Sınıfsız, 2-Toprak üzerinde özel-kişi mülkiyeti bilmeyen bir topluluktan[6] geliyordu.

SINIFSIZ demek onun toplumu içinde: Eşitsizliğin olmadığı, Korkunun olmadığı, Yalanın olmadığı, Haksızlığın olmadığı, Baskının olmadığı.. Bir Kandaş Komün toplumu demektir.

MÜLKİYETSİZ demek: Bütün zenginlikleri yalnız kendisi için sahiplenmeyi ve fethedilmiş toprakları kendi elleri arasında tekelleştirmeyi henüz bilmiyor demektir. Bütün toprağı ve zenginlikleri, son ganimet parçasına dek, gönüllü olarak, kendi adamları arasında ve hatta kendisine katılan fethedilmişleri arasında, hiçbir art niyet taşımadan, hayranlık uyandırıcı bir hak güderlik-dürüstlük-adalet ile dağıtıyor. İşte, safahat ve asalaklıkla soysuzlaşmış, hayâsızca veya sinsice mal mülk yığmış doymak bilmeyen açgözlü medeni efendiler üzerinde barbarların maddi ve manevi eşsiz üstünlükleri… İlkel Komun insanlarının yüksek kalitesi üzerinde, bütün eski tarihçiler ve objektif modern etnograflar şaşılacak derecede bir mahcubiyet ile hemfikirdirler.

İşte bu insanlar can çekişen medeniyet üzerine atılıyorlar. Medeniyeti paramparça ediyorlar (Mr. Toynbee’nin Breakdown’u). Onun tozunu savuruyorlar. Her yerde ve herkes için hükmünü yürüten bu kanun, hâlâ hem de daha çok medenileşmiş milletlerde bile ağır basan savaş kanunudur, ne istiyorsunuz? Böylece, çağdaşları tarafından inanıldığı gibi «örneği olmayan» değil, tasvir edilemez bir kaos önünde kalınır. Bu, genel olarak medeniyetin asla kesin sonunu getirmeyen, tam tersine… İslamiyet’in «Kıyamet»lerinden (Dünyanın son altüstlüğü) sadece biridir. Toplumun toptan bir geri çekilmesidir bu. Homo sapiens tarafından bir başka bölgede daha dev bir başka adım atmak için, dünyanın sırası gelmiş yerinde, geriye doğru atılmış dev bir adımdır…

Kıyamet, -Breakdown-, katasrof, bize barbar madalyonunun yalnızca olumsuz yüzünü, bütün klasik sübjektivist tarihçileri şaşkına çeviren dehşet verici-korkunç çehresini gösteriyor. Biz onun öteki yüzünü çevirelim: Barbar, şunu bir daha tekrar edelim, aşkın-sevginin manevî anlamında hemen ateş alabilir-kolay tutuşur ve büyük ölçüde patlayıcı bir idealisttir. O, birey-kişinin (Çıkar) korunmasının, komün-topluluğun (Aşk) korunmasını yüz kademe geriden izlediği bir toplumdan geliyor. Gücün aşkı (aşağılık, bayağı, değersiz olan zayıflıklardan, gevşekliklerden iğrenme-tiksinme-nefret), Sadeliğin- basitliğin-saflığın aşkı (Gordion düğümlerini çabuk ve kararlı bir biçimde kesip atmak), Dünyevî aşk (ömrün, yaşın, çağın, zamanın, devirin çarpıcı, içe işleyen, şaşırtıcı idilleri), Semavî aşk (ilk gelen dinlerden herhangi birine hemencecik inanıp.. Yığın olarak katılma), Hayat aşkı (hepsi için kendinden geçmiş, meraklı ve hayranlık içinde coşkun atılış), Ölüm için aşk (Hiç için şehitlik), Eğer denilebilirse, kısaca aşk için aşk. Açgözlülük ve fedakârlık, fanatizm ve tolerans gibi barbardaki bu çeşit benzer bütün psiko-moral [ruhcul-manevi] çelişkiler; gerçek olmayanların hesaba alınması ile bilinçaltına atılmış, yapay kusurlar (bireycil dürtüler) değil, fakat tam tersine; tıpkı orijinal yaratılışların enerji kaynağı gibi doğum durumunda ona bırakılmış yaratılıştan gelen erdemler (toplumcul içgüdülerdir).

Barbar, insanlığın çocukluk ve kahramanlık çağının gönül yüceliğini kendinde taşır. O, kolayca inanır ve en boş inançları için gene daha da kolayca ölür. Topraklar üzerinde bir o yana, bir bu yana gider gelir, başıboş dolaşır; kendisi için değil, fakat mutlak tanrı, sonsuz adalet adına ve en üstün derecede yüceleştirilmiş iyimser bir altrüizm [başkalarını düşünen özgecilik] için. O, Türklerin «Alp»ı ya da «ilb»i, Arapların “Gâzi”si, Batının “Şövalye”si.. Gülünçlüğe katlanmayan ölümsüz Don Kişot‘dur. Savaşını kazandığı zaman, genelde alışıldığı gibi tanrı olmak için şişinmez, kasılmaz. Fakat bütün kutsallar, ermişler önünde sofuca saygı ve sevgiyle eğilir. Eski sömürücüler tarafından değeri düşürülen toprakları ve Aksak Timur’un, Yıldırım Bayezid’in Timurtaş Paşası’nın hazineleri önünde dediği gibi, «boşuna» biriktirilmiş, onu büyük hayrete düşüren değerleri yeniden paylaştırıyor. Bizzat kendisi kaçınılmaz bir derebeyi haline gelmeden önce, eski medeniyetin çalışmayı sevmeyen tembel asalak derebeyleri tarafından tıkanmış, kendi çağının ticaret yollarını açıyor. Görünüşte kendisinin yıkıcı aygıtlarını ve şimşekler çaktıran askeri güçlerini ilerletmek için, gerçekte anonim bezirgânların sonsuz kervanları için krallara yaraşır-eşsiz yeni yollar inşa ediyor. Bunlar cehennemcil-korkunç problemler için umulmadık bir yalınlıkta çözümler ve Tarihcil çıkmaz için bir çare, bir çıkış yoludurlar. Yeni devir başlıyor.

Dinler ve tarihçilerin çoğunluğu tarafından mistifiye edilen, TARİHCİL DEVRİMLER’in somut ve unutulmaz görünüşü kısaca böyledir. Mr. A. Toynbee, bu sansasyonel [heyecan verici, hayret uyandıran] olayları görememezlik edemeyecekti. Fakat önce o, sadece onun olumsuz yanlarına ve pek hüzün verici karamsarlıklarına bakıyor; fakat orada durmuyor, Tarihcil Devrimin bu olumsuz yanlarını alarak, bunları genelleştiriyor. Daha sonra; bir toplumun katasrofik kaosu, belki uzun, fakat esas itibariyle yalnız tarihin spesifik [kendine has olayları ve kendine özgü karakteriyle farklı türden, özel] bir dönemi için gerçek ve mümkün iken ve [Mr. Toynbee] ne Tarihöncesinde, ne Modern çağda, asla yetkisi dışına çıkamaz iken, haddini aşarak insanla ilgili sonsuz tarihin bütünü için ve daha da ileri giderek modern çağ için de bu olumsuzlukları genelleştiriyor.

Bizim modern çağımızın, XIV. Yüzyıldan beri, milletler ve dünya çapında en kanlı vahşi savaşlara rağmen, artık bir daha Breakdown (Tarihsel Devrim)e ihtiyacı yoktur. Bunun nedeni basittir. XIV. Yüzyıldan beri, hepimizin olan toplumumuz, medenileşmiş olan ve olmayan insanların sayılamayacak kadar çok deneyimleri ile hazırlanmış bir platform üzerinde kuluçkaya yattı ve beş kıta insanlığının aktif yahut pasif katkıları sayesinde, Avrupa’da, kusursuz çiçeklenip açılışını buldu; böylece gitgide genişleyen bir yeniden üretim temelinde modern üretim biçimini gerçekleştirebildi. Bunun sonucu olarak, sınıfların ilişkileri, insan ilişkilerinin cisimleşmesi, modern şeyler ve düşünceler, gitgide daha basit ve açık ve anlaşılması daha mümkün hale geldi.

Toplumun sağlam ve yaşanabilir geçerli temellerine oranla görece bilinç sahibi olmaları, en anarşik [paramparça olup karmakarışık dağılmış] toplumcul pazılların [resim parçalarının] sentezleştirilmesine izin verdi.

Böylece, insanlığın çoğunluğu, «yığın» alınyazısının ve şeylerin az çok bilincine vardığından beri, inanılmayacak şekilde doğaüstü uğursuz bir fatalite altında, ruhunda ve bedeninde ölünceye kadar boyun eğeceğine, bütün Gordion düğümlerine kendi medenileşmesine has özellikleriyle inandırıcı bir çözüm istedi ve arayabildi ve bulabildi. 1748’de, 1789’da, 1848’de ve ilh. patlamalar yaptı ve yine günden güne bir yüzyıldan beri eskimiş, zamanı geçmiş bir toplum biçiminin kabuklarını patlattı. Son medeniyetimizi bütünüyle paramparça etmek yerine, İnsanlık çoğunluğunun gerisinde gözlere kül serpen gösterişli «meydan okumalar» yapmak yerine; Modern toplumumuzun ilerlemiş güçleri daha alçakgönüllüce, gösterişe kaçmadan ve daha gerçeklere uygun bir şekilde, kendi «meydan okumalarını» yapıyorlar. Yalnız tembel-asalak ve yararsız-gereksiz aynı zamanda katlanılamaz hale gelmiş bir «azınlığa» karşı değil; donmuş ve boğucu ilişkilere karşı, abuk sabuk yahut saçma sapan fikirlere karşı da; kendi politik partileri ile duru planlarını ve elle tutulur somut programlarını belirtiyorlar; Mr.Toynbee’ler tarafından son derece küçümsenmelerine ve tepkilerine rağmen «yığın», gerekli ve kaçınılmaz değişiklikleri yaparak, payına düşeni yerine getirmesiyle, çöken «elitler»i arızaya uğratıyorlar ; duyulmadık bilinçli yahut bilinçsiz fatalistlere «Breakdowncu» zevkleri vermemek için SOSYAL DEVRİMİ gerçekleştiriyorlar.

TARİHCİL DEVRİMLER çağı yaklaşık 5000 yıl sürdü. Dileyelim ki, SOSYAL DEVRİMLER çağı da 500 yıldan fazla sürmesin ve yarım bilinçlilik devri yerini modern insana yaraşır, daha onurlu ve bilincinin tam olduğu bir çağa bıraksın.

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

TARİHSEL DEVRİM VE SÖZDE DİNCİLİK

Mister Toynbee’ye gelelim. Gobineau, içine gömüldüğü derebeylik kalıntısı Donkişotluk şatosunun kalın duvarları arasından, 1877 yılı yayınlanan Morgan’ın “Ancient Society, or Researches in the Lines of Human Progress from Savagery through Barbarism to Civilization” (Kadim Toplum) eserini belki görememiştir, diyelim. (Engels’in “L’Origine etc.” eseri de Gobineau öldükten 2 yıl sonra çıktı). Bay Toynbee içimizde yaşıyor, 20. yüzyılda: Tarihöncesi bilimi, “Mısır’daki sağır Sultan’a bile varlığını işittirmiştir. Türkiye’de bile Toynbee: “Dünyanın en tanınmış Tarihçisi”, diye alkışlanan bir “bilgin”dir. Kendisi Tarihsel Devrimlere “Breakdown: Alaşağı ediliş” adını koymuştur. Ayrıca: “Hem yeni çıkmış, hem köhne olan modern Batı tasavvuru [düşünce tarzı], Çin’e veya Hint’e hiç yer vermez; hatta Rusya’ya yahut Amerika’ya bile şöyle böyle yer verir” diyerek, İngiliz vatandaşlığına küsmüş, “İnteligent-service” (İngiliz casusluğu) kanalından Amerikan Uyrukluğuna geçmiş bir profesördür.

Milyonlarca nüsha basılan onlarca iri ciltlik yazılarında: “Mascience nouvelle: Benim yeni bilimim” dediği buluşlarına şöyle başlar:

“Tarihle tüm Sosyal bilimleri, insancıl işlerin biricik anlaşılışı içinde eritmeye muhtacız. “(Arnold Toynbee, Bir Tarih Etüdü)

“Benim ‘Bir Tarih Etüdü için ilk notlarımı hazırlamaya başladığımdan beri 27 yıldan fazla geçti. Ve ben şu olayın bilincine vardım ki, o yıllar zarfında görüşüm kılığını değiştirmiştir. Ben ilerledikçe, din bir yol daha benim Evren tablomun merkezini tutmaya gelmiştir.” (A. Toynbee, age.)

Ruh hekimi, karşısındaki kişide ilkin bulunmayan sofuluk duygularının yaşlandıkça artmasına “kılık değiştirmek” değil “Mistik hezeyan” teşhisini koyar. Fakat Bay Toynbee ruh hastası değil, Müslümanca deyimi ile birden “Hidâyete ermiş”tir. Ve dinlerden din beğenmeye bulaşır [soyunur], der ki:

“Bununla birlikte ben, yetiştirilmiş bulunduğum dinsel görüşlere dönmüş değilim. YAHUDİ (Judaik) dinlerinden (Musa, İsa, Muhammed dinleri. Yakındoğu dinleri demek istiyor) farklı olarak Hint dinleri tekelci değildir. Varlığın esrarına başka ulaşma yolları bulunabileceğini kabul ederler… İşte kitabımın son dört cildi bu açıdan bakılarak kaleme alınmıştır.” (A. Toynbee, age, s. 14)

O “Başka bakımlar” sırasına Tarihsel Maddecilik de girer sanmayın. Tarih bilimi, Firavunlar çağının “okkültizm’i, [gizliciliği], tarikat şeyhlerinin “istihareye yatma”sı gibi bir şey olmuştur. “Son eseri ile şöhretini bir kat daha arttırmış” (Bü. Dü., agy.) olan bilgin herkesi rahat rahat imana çağırır:

“Her birimiz için bir evren esrarına ulaşmanın en kolay yolu, şüphesiz kendi ata dinidir. Ama bu, her kişi için başka başka olan dinlerin sundukları ulaşma (tasavvuftaki ‘Vuslat”) yollarını hesaba katmamak anlamına gelmez. İnsanın kendi dini kadar, öteki dinlerin de içlerinden geçebilmekte kazanılacak çok şeyi vardır ve kaybedilecek hiçbir şeyi yoktur.” (A. Toynbee, age., s. 15)

Böylece Bay Toynbee [dini] bütün bir Enternasyonaldir. Karl Marks’ın: “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz! Zincirlerinizden başka yitirecek bir şeyiniz yoktur” çığlığı gibi “Bütün dünya dinlileri birleşiniz” parolası!.. Tarih ve Toplum bilimlerinde, 1848’den beri, Batı Kültürü “Zirve”leri, böylesine “Zırva”laşmışlardır. Tarihin can alacak yer ve yönlerini duman perdesi altında yitirmek için, nasıl en birbirini çürüten kıyamet gibi fikir ve olay kargaşalığı yığdıklarına en şaheser örnek Toynbee’nin 10 koca ciltlik “Bir Tarih Etüdü”dür. Biz burada konumuzu en çok ilgilendiren iki noktada birkaç örnek verelim:

1- Tarihte Determinizmi Maskelemek: Toynbee, Toplum hareketini hiçbir maddi sebebe dayanmaz göstermek için. Tarihin geçirdiği çağları özel kanunlara uymuş ayrı birer Toplum biçimi saymaz. Vico’nun en olumsuz yanını taklit eder: Tarihi bir “tekerrür” sayar. Toynbee’ye göre, Tarih ve Tarihöncesi yahut Medeniyet ve Barbarlık. Tarihöncesinde: Vahşet ve Barbarlık, Tarihte: Antika Tarih ve Modern Tarih, Toplumun ayrı maddi gelişim çağları değil, hepsi bir arada, manevi tecellilerdir.

Barbarlık: “Işıkla karanlığın birbirine karıştığı bir bölgedir”: Medeniyet: “Boşuna tekerrürler”dir. (A. Toynbee, Diyogene, 1956, 13. s. 50)

Öne sürdüğü “Yeni Tarih anlayışı”:

“Olayların bir tek sırayla zaman içindeki hikâyesi olarak değil, fakat birçok paralel olay serileri arasında gözetilecek kıyaslamaların ve geri geri gidişlerin (“recurrence”ların) incelenimi olmalıdır.” (A. Toynbee, age., s. 54)

Vico’nun, zamanı için bir yenilik olan “Kıyaslama metodu”nu böylece bozarak sağ cebine koyduktan sonra, sol cebine de Marks’ın “Proletarya” sözcüğünü yerleştirir. Toynbee için “proletarya”: modern kapitalizmin ücretli İşçi Sınıfı değildir. Köle, toprakbent gibi bütün Toplum biçimlerindeki alt sınıflar “İç proletaryadırlar. Barbarlar da, “Dış proletarya”dırlar. Bu bilimsel el çabukluklarıyla:

“Toynbee bütün gücünü kullanarak iki nokta üzerinde ısrar eder: 1- Medeniyetler birçokturlar, asıllarından beri birçok kaldılar, nitekim Mısır Medeniyeti ile Sümer Medeniyeti muasırdırlar [çağdaştırlar]; 2- Medeniyetler arasında herhangi bir hiyerarşi kurulamaz.” (A. Toynbee, age., s, 43)

En son arkeoloji buluşları: Mısır’ın, Sümer Medeniyeti’nden sonra Irak’tan etkilenerek geliştiğini ispat durumundadır. Bütün en eski gelenekler (Oziris Efsanesi gibi) bu gerçekliği anlatırlar. Fakat Toynbee, bu olayları herkesin bilmediğinden yararlanarak, medeniyetler arasındaki ana oğul ilişkilerini örtbas etmeye çalışır. O zaman bütün Tarih: “boş bir tekerrür” olur.

2- Tarihte üretici güçlerin rolünü maskelemek: Vico’nun bir “Corsi-Riscorsi”, Marks’ın “Tez-Antitez” anlayışları vardır. Toynbee o görüşleri de iki cebine yerleştirerek, bütün Tarih olaylarının gidişinde, ne olduklarını açıklamaktan kaçarak: bir “Défi” (kışkırtma, meydan okuma!) bir de “Repons” (karşılık, cevap verme) diye iki mistik zıt davranış keşfeder. Tarih, ne ekonomik güçlerin, ne insan yığınlarının yarattığı bir gidiş değil, bir “Azınlık Elite”in (bir avuç gözde kişinin) “Kışkırtma”lara “karşılık” vermelerinin eseridir.

“Onun düalizmi (ikiciliği): yaratıcı azınlık ile désincarné (etsiz, cansız, maddesiz!) ruh, pasif ve âtıl beden demek olan proletarya arasındaki zıtlıkta kendisini belli eder.” (A. Toynbee, age)

Onun için Tarihsel Devrimler: üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki zıtlaşmalardan, değil, bir avuç gözde “Elite”in gevşemesinden ileri gelir;

“Elit, toplumun yürüyen parçasıdır, insan yığınlarını peşinden sürüklemekte başarı göstermiştir. [Nasıl? Burada Bergson’un “Mimelisme” (1- Canlıların çevrelerine benzer hale gelmesi, 2- Davranış ve hareketlerin makine gibi taklidi, -Y.N.) lafı, araya karışır. Yığın. Eliti taklit ederek sürüklenir! H. K.] “Bir an gelir ki yığın, elitin verdiği hızı takip etmez olur. Bu sefer, o zamana dek yalnız ikna yoluyla hareket etmiş olan yaratıcı azınlık, baskıya başvurmak zorunda kalır. (Neden ikna yolu sökmez? Asıl problem bu, ona çözüm aranacak yerde, o örtbas edilir H. K.) Bu durumda toplum, hasım sınıflara bölünmüş olur. (Ondan önce; köle-efendi, toprakbent-derebeyi sınıfları yok, baskı yok, hepsi: yığın elite kanmadığı için ortaya çıkar. H. K.) O zaman, medeniyetin sinesinde bir kopuşma (rupturne) oluşur. Toplum artık kendisine teklif edilen defi’lere (meydan okuyuşlara) karşılık verecek kabiliyette değildir. (Niçin? İşte öyle. Durup dururken! H. K.) Onun için, medeniyet deva bulmaz bir dekadansa (çöküntüye) uğrar.” (A. Toynbee, age, s. 48)

“Barbar dünya ile medeni dünya arasındaki dostça (ilk doğan medeniyet. Barbarları kırıp köle ederken: Dostça!) ilişkilerin yerine hasımca ilişkiler geçer. Ve Barbar, medeniyetin bütünlüğünü tehdit etmekte iç proletarya biçimine girer. Öyle bir an gelir ki, medeniyetin içinde ancak savaşçı yokluğundan ötürü savaşmalar sona erer. Medeniyetin bölündüğü askerci devletlerden birisi, bütün ötekiler üzerine kararlıca üstün gelir. (Bu üstünlük de. “Elit: gözde” gericilerin ihanet ve el altından çağrıları ile değil, kendiliğinden olur!) Böylece ortaya çıkan “Evrensel Devlet” de bir yol başlamış bulunan “husumet”leri arttırınca, Din ortaya çıkarak: iç proletarya ile dış proletaryayı birleştirir ve yeni medeniyeti doğurur.” (A. Toynbee, age, s. 50-51)

İşte 20. yüzyıl ortasında Mister Toynbee’nin ünlü “Tarih Felsefesi” budur. On cildinden şu cevher özet ve sonuçlar çıkar:

“Bir toplumdaki güdücü azınlık: egoizma, budalalık, sebatsızlık, metanetsizlik yüzünden bir defi’ye (meydan okuyuşa) karşılık vermeyi bilemedi mi, çökmeye başlar. O toplumun proletaryası, kendini kurtarmak için, yeni tip bir toplum yaratır. Bu, medeniyetin müzmin başarısızlıklarına ilaç bulmaya çalışan yeni bir Kilisedir. “(A. Toynbee, “Bir Tarih Etüdü”, s. 28)

“Yaratıcı (Tanrı) bir kurtarıcı rolünü oynamaya çağrılarak yardıma koşar, çünkü o Toplum tepki göstermeyi bilememiştir, çünkü yaratıcı olmaktan çıkmış bulunan ve en sonunda artık egemen olmaktan başka bir şey olmayan azınlığı, birtakım güçlükler ezmiştir.

“Yeryüzünün cihat açmış Kilisesinde hizmet gören asker (papaz) biliyor ki, bu dünya onun kendi evi değil, ruhani bir savaşma meydanıdır.” (A. Toynbee, age, c. VII, s. 177)

Tarih biliminde miyiz, Papazlar kongresinde mi?

Tarihin gidişi üzerinde hiçbir kanun iddiası bulunmayan modern basit Tarihçilerden sonra, iki tip etüt şekli daha vardır: 1- Modern Uzman tipi, 2- Modern Tarih Filozofu tipi.” (Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyal İnsan Yayınları, s. 37-40)


[1] Bu yazıda geçen “Barbar” ve “Barbarlık” deyimlerinin ne olduğunu günümüzde iyice müzminleşen “entellektüel sürmenaj” yüzünden bir daha hatırlatmak gerekiyor:

“Yunancada ‘BARBAROS’ sözcüğü ‘YABANCI’ anlamına gelir. (Bizim ünlü Barbaros da, kimi Frenkçe bilenlerin yakıştırdıkları gibi ‘Kızıl sakal’ değil, yabancı demektir.) Sokrates, der ki: ‘Ispartalılara Helenlerden, çok kere de barbarlardan altın, gümüş akıyor.’ Buradaki ‘Barbarlar’ Perslerdir. Sokrates ‘Barbar’ dediği Perslerin medeniyetlerini övmek için şunu göze batırır: ‘Ispartalıların zenginliği Helenlerinkine göre büyükse, Perslerinkine göre hiçtir.’ (Eflatun: Alkibyades, s.48-49).

Demek, Yunanlılar kendilerinden çok zengin ve üstün bir ‘medeniyetin’ insanlarına ‘Barbar’ diyorlardı. Bu kitapta kullandığımız ‘Barbar’ sözcüğünün ‘Yabancı’ anlamıyla hiçbir ilişiği yoktur.

Bugün Batılılar, beğenmedikleri uluslara sövmek için ‘Barbar’ diyorlar. Bu kitapta öyle pejoratif (kötüleyici) anlama gelecek ‘Barbar’ sözcüğü de akıldan geçemez.

‘Barbar’ sırf bilimsel sosyal anlamda kullanılabilir. Amerikalı Morgan, Medeniyetten önceki Toplumda iki sosyal çağ ayırır: Birincisi VAHŞET, ikincisi BARBARLIK çağıdır. Yeryüzünde ilk Medeniyet doğarken Vahşet çağını yaşayan toplum kalmamıştır. Bütün dünyayı kaplayan insanlar: (Aşağı-Orta-Yukarı) olmak üzere üç konağa ayrılan BARBAR toplumlardır.

Bizim bu kitapta söylediğimiz Barbarlık, Medeniyetten önce insanlığın geçirdiği o hayat biçimidir. İnsan olarak Barbar, Medeniden çok üstündür: çünkü yalan, korku ve eşitsizlik bilmez. Medeni: birbirinden ödü kopan, eşitlik bilmeyen, yalansız konuşmayan insandır. Bu bakımdan Tarihte bir ulusa Barbar denirken, insan olarak onu, Medenilerden çok üstün karakterli buluyoruz. Ve göreceğiz, gerçekte de Medeniler her zaman Barbarlardan çok daha gaddar, zalim, müstebit, alçak, yırtıcı, yıkıcı insanlardır. İlkel de olsa Sosyalist bir toplum olan Barbarlığın insanı ise yiğit, cömert, toleranslı; Frenklerin Şövalye, Arapların Gaazi, Türklerin Alp dedikleri temiz ülkücü kişilerdendir. Bunu böyle bilelim. Yanlış anlaşılmasın.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Tarih Devrim Sosyalizm) (Çevirenin notu.)

[2] Thucydide: M.Ö. 460-395 arasında yaşadı. Grek tarihçisi. “l’Histoire de la guerre du Péloponnèse” adlı eserin yazarıdır. Bilimsel ciddiyetle olayları anlattı ve olayların derin nedenleriyle ilgilendi. “Temiz gerçekçi Herodot metodu” ile yazdığı eserinde, Herodot’tan farklı olarak yaptığı şey, ekonomik ve sosyal olaylara gerçek değerini ve önemini vermeye çalışmasıdır. (Çevirenin Notu.)

[3] İbni Haldun: Tunus 1332 – Kahire 1406. Kadim çağda Arap dünyasının yetiştirdiği en önemli Tarihçi ve filozoflardan biridir. Tek sözcükle İbni Haldun, “İslâm Medeniyetinin Aristotalisi” ve Modern Sosyolojinin “müjdecisi” olan büyük bir düşünürdür. (Çevirenin Notu.)

[4] «Nœud de Gordien»: «Gordion düğümü» ve İskender tarzı çözüm, kördüğüm olmuş, çözümü müzminleşmiş bir sorunu, bir kılıç darbesiyle kesip atacak kertede yalın bir güç ve metotla, pratik ve köklü bir şekilde çözmek. (Çevirenin notu.)

[5] Burada «Irk», -doğal olarak söylemek bile gerekmez,- sürüp giden ve kusursuz sayılan faşist bir tabu değil, fakat tamamen tarihcil bir coğrafik-sosyal realite’dir. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın notu.)

[6] Burada «communauté: topluluk» olarak anılan gerçeklik İlkel Sosyalist Toplum’dur: «İlkel Sosyalist Toplumda bir tek insan yoktu ki, KAN teşkilatı dışında kalsın. Kan teşkilatı içinde yaşayan her kişi ise, hiç kimsece köle edilemez idi. Onun için, KAN örgütünden dışarıya atılmak (Batı Ortaçağında aforoz edilmek, bizim Alevilikte boykota uğramak) ölümden beter sayılırdı.»

«KAN TEŞKİLATI» ise: «İlk insanlar sınıflara bölünmeden önce ‘KAN’ denilen örgütlere ayrılırlardı. O KAN bir tek Aşiret içinde herkesi içine alan kan kardeşlerin belli sayıda örgütüdür. Türkçedeki damar KANI da, ilk beylere verilen HAN adı da, o İlkel Sosyalist insan örgütü olan KAN’dan gelir.» (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Türkiye Halkının Teşkilatlandırılması-Halk Savaşının Planları.)

Tarihöncesi ve Tarihte “Barbar” olarak bilinen SINIFSIZ TOPLUM İNSANI yüzbinlerce yıl, Sınıflı Toplum pisliklerini HİÇ BİLMEDEN, eşitsizlik ve sömürünün, haksızlık ve baskının, yalan ve korkunun olmadığı; her insanın iliklerine dek eşit ve hür, dişinden tırnağına dek örgütlü ve silahlı, hak güder ve dürüst olduğu bir KANDAŞ TOPLUM içinde yaşamıştır. (Çevirenin Notu)

DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU

2024 yılının Eylül ayında uzunca bir çalışma sonucu hazırladığımız Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Dergi Yazıları’nı 3 cilt halinde yayımlamıştık. Bu çalışmanın sunuş yazısında da “Bulabildiğimiz bütün yazıları almaya çalıştık” demiştik. 45-46 yıla yayılan yüzlerce dergi yazısı olduğunu göz önüne alırsak, bulamadıklarımız ya da ulaşamadıklarımızın olması olağandı. Gözümüzden kaçan, ulaşamadığımız bazı yazıların da gerçek araştırmacılar ve samimi dostlarca tamamlanacağını düşünüyorduk. Açık söylemek gerekirse; Kıvılcımlı izleyicisiyiz diyenlerden bir beklentimiz kalmamıştı. Alıp okuduklarından bile emin değiliz.
Bu konudaki ilk katkı, dostumuz TÜSTAV üyesi Bülent Erdem’den geldi. B. Erdem, incelemek için ulaştığı Kerim Sadi özel kütüphanesinde onun 1966 yılında sadece 2 sayı çıkardığı OLAY Dergisi’nin Aralık 1966 tarihli sayısında Kerim Sadi’nin Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile yaptığı bir röportajın resmini çekip yolladı bize. Ropörtajı yapanın bizzat Kerim Sadi olduğu, kendisinin derginin kenarına yazdığı nottan anlaşılmış. Bütün çabaları için Bülent Erdem’e çok teşekkür ederiz.
10.11.1966 tarihli bu röportajın başlığı, DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU. Konusu ise, o tarihlerde Türkiye İşçi Partisi yönetiminin, TİP’e eski sosyalistlerin “sızmasını” önlemek için aldıkları tedbirler ve bu konudaki söylemleri. Röportajda geçmiyor ama o zamanki TİP yönetiminin bu “sızmaları” önlemek için aldıkları tedbir, bu eski ve sicilli komünistlerin partiye üye başvurularının ancak genel merkeze yapılacağı kararıdır. Böylece il ve ilçelere başvurup partiye sızmalarının önüne geçilecektir. M. Ali Aybar’ın söyleminde bu insanlardan “tehlike” olarak bahsedilmesi vahimdir. Nitekim Nihat Sargın da anılarında bu kararı nasıl çabalarla uygulamaya çalıştıklarından bahsetmiştir.
Bu dergi röportajını hem resim olarak, hem de yazılmış olarak paylaşıyoruz. Böylece hem yeni yayımlamış olduğumuz kitaba ek bir katkı sağlamış, hem de bu çok az bilinen belgeyi okuyucuya sunmuş oluyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

SORU: Bay Mehmedali Aybar, İşçi Partisinin Ankara İl Kongresinde “Eski Sosyalistler”den yakınmış. Onların “Maziye mal olmuş” bulunduklarını “Tehlike” olduklarını ve “Partiyi içinden çökertmek” istediklerini söylemiş. Ne dersiniz?

KARŞILIK: Söylediklerinin aslı elimde yok. Sahiden böyle şeyler yazdıysa, bu seferlik ağır konuşmayayım ama yanılıyor. “Eskiler”, gerinin zâlimi bir ortalıkta: DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞ’tırlar. Başlıca 3 prensip koydular:

1- Antiemperyalizm + Antifeodalizm

2- İkinci kuvayımillîyecilik (Millî Kurtuluş)

3- Türkiye işçi sınıfının öncülüğü.

Bugün birinci prensip bütün Türkiye solcularının parolasıdır. İkinci prensibi Yön’cüler, Üçüncü prensibi TİP’çiler kendilerine MAL EDİYORLAR. Mal etsinler diye konulmuştu o prensipler. Yeter ki içtenlikle ve ezberlemece mal etmesinler. O prensipleri kendilerine mal edenler parti savunucusu oluyorlar da, o prensipleri koyanlar ve uğrunda kelle koyanlar nasıl “Partiyi içinden çökertmek” isterler? Anlaşılmıyor.

“Eskiler”in en son teklifleri de başlıca şu üç uygulama metodu oldu:

1- Kişisel dedikodu esnaflığı yerine İŞSEL OTOKRİTİK

2- Kürsü Sosyalizmi yerine (HALK) yığınlarımıza İNMEK

3- Yeter zaman bulamayan üye eksiği yerine İŞÇİ – KÖYLÜ GÖNÜLLÜLERİ.

Teorik prensipler gibi pratik metodlar da herkese yazılı ve basılı olarak 30 yıldan beri sunulmuş bulunuyor. Bunlar kimin için “tehlikeli”dir? Gene anlaşılmıyor.

SORU: Bu anlaşılmamak problemin çok karışık olduğunu mu gösteriyor?

KARŞILIK: Hayır. Anlaşılmayan Mehmet Ali Beyin sözleridir. Yoksa problem aşırıca apaçıktır. “Eskiler” böyle niceleriyle karşılaştıkları için, B. Mehmet Ali’lerin daha “Leb” derlerken, “Leblebi” demek istediklerini pek iyi biliyorlar. B. Mehmet Ali gibi “Yeniler” en az yüzyıl eskidirler. Yayınladığımız: “KARL MARX’IN ÖZEL DÜNYASI” kitabında “LASSALLE” ayırımını azıcık okuyunuz. Kendilerini “Yeni” sananların bir yanda yukarıki prensipleri sık sık tekrarlamakla birlikte, neden Türkiye’mizin tükenmez BİSMARKİZM çağında bocaladıklarını kolayca anlarsınız.

“Yeniler”in çoğu kitap çocuklarıdırlar. Bir şey okumuşturlar: Büyük işçi partilerinde zaman zaman sağ uca da sol uca da vurmak vardır. Biz de büyük partici olmak için onu yapacağız, demek isterler. Bir yol, gerçekten büyük sosyalistler sağa vururken Solu kullanmışlar, Sola vururken sağı kollamışlardır. Ondan sonra, hiçbir vakit prensip ve metot ortaklığı bulunanları sağ veya sol göstermeye kalkmamışlar, dağıtmanın yerine derlemeyi başarmışlardır. Bu genel kural bir yana, Türkiye’miz, o kitapların yazdığı ülkeler değildir. Türkiye’de 40 yıldır bütün kanunlar hep hem Sağa hem Sola vurmak bahanesi altında çıkarılmıştır. 141-142, Ceza Kanunu maddeleri gibi.

Mehmet Ali Bey Avukattır. Bir kerecik olsun 141-142’nin faşistlere uygulandığını işitmiş midir? Eskilerin “Vatan Partisi” dâvâsına avukat Mehmed Ali Bey tam 2 yıl devam etti. Bu davada 141-142’ye girecek bir tek olay gördü mü? Ceza Kanunu hep öyle uygulandı ve uygulanıyor. Vurmadı burjuvazi sağına. Şimdi ortanın Soluna duvar örerken bile: Ortanın Sağındakilere daha genişçe yer bırakmak için bunu yapıyor. Neden? Çünkü Türkiye, kitabın-Yabancı kitabın!-yazmadığı ülkedir: Eskilerin “TÜRKİYEDE KAPİTALİZM” kitabının 5’inci sayfasında ise yazılıdır: “Özel sermayemiz. Batı Sanayiinin prosper kalkınmasını hiçbir zaman yaratmadan ultramodern oldu: Tekelci Finans-Kapital emrine girdi. “Onun için:” Bir yandan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; öte yanda millet önündeki zaafını telafi etmek için, Uluslararası YABANCI FİNANS KAPİTALE KUL KÖLE OLMAK ZORUNDA KALDI.» Mehmet Ali Beyin yakındığı CIA onun için Türkiye’de bu denli elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.

Buna karşılık Mehmet Ali Bey ne yapıyor? Önce kanunların yasak etmediği adı geçen kitapları aforoz ediyor. Bugün artık “Sol Papa” Sayın İnönü. “Sosyalizm Papalığı” Yön’de İşçi Partisine Vatikan uğur getirir mi? İnanmıyoruz. Türkiye’nin binde 999 kişisi için Milli Birlik peynir ekmek kadar ihtiyaç iken: 27 Mayısçılar ile 22 Şubatçılar çıngarı kime yaradı? CIA’ya. Mehmet Ali Bey CIA’ya karşı: “Yiğit olduğumuz kadar akıllı ve tedbirli olmak da zorundayız” buyuruyor. En “akıllı tedbir” olarak da, tam CIA gölgesinde İnönü Paşa, Demirel Beyle kol kola “Sulh Taarruzu” yaparlarken, Mehmet Ali Bey: “Eskiler avına” çıkıyor.

SORU: İşçi Partisine yazılıyor musunuz?

KARŞILIK: İşçi Partisine biz ezelden yazılmışız, evlât… Kâtiplerin defterlerinde silinsek bile… O bizim alın yazımız…

SORU: Ama B. Mehmet Ali Ankara mesajında: “Hevesleri kursaklarında kalacak” demiş.

KARŞILIK: O kursak felsefesi. Heves kolayca ele geçirilecek şeye özentidir. Eskiler için İşçi Partisi anlayışına kolay külah yapmadır ne özentidir: Yedisinden yetmişine dek kendilerini adadıkları bir yaşayıştır. Bu yaşayışı işkence zindan, ölüm onların elinden alamamış: Kapıkulu ekipleri mi alacak? Küçük burjuva tupesi.

SORU: B. Mehmet Ali, Ankara yazısından 2 gün önce İstanbul söylevinde “Her ne etiket altında olursa olsun” Parti dışındaki sosyalist iddialara bakılmamasını bildirmişti. Bu sosyalist olan partiye girer, demek değil miydi?

KARŞILIK: İşçi Partisi elbet disiplin partisidir. Ancak dünyaya kulakları tıkamak partisi değildir; Hitler usulü Sosyalist kitapları yasak etme partisi değildir; hele burjuva yasaklarının siperi ardında horozlanıp kursak felsefesi yapmak partisi hiç değildir.

Bir yanda prensiplerini savunduğum kimseleri, kanun el verse de partiye soksam yanda, parti dışı bıraktıklarımı partinin iyiliği için olsa da söyletmem denir ise, bu davranışın adına disiplin demezler. Osmanlı kesim Düzencilerinin dekadan çiftlik paşası teorisi denir. “Bu çiftlik” “Bil irs vel istihkak” benim kursağımdan geçecek. Kulum olmayanın kılını kıpırdatmam! “Ve de zorlu sosyalistim.”…

Yağma mı var? Eskiler durup dururlarken boyuna destekledikleri işçi partisi içinde neden ikide bir çıngar koptuğu şimdi anlaşılıyor. CIA düşmanlığı ile övünebilmek için illâki eskilerle hiç yoktan mız çıkarılırsa böyle olur.

SORU: Yön Dergisi TİP büyük kongresinin Malatya’ya götürülmesini TİP güdücülerinin kaçışı sayıyor. O fikirde misiniz?

KARŞILIK: Yöncüler kendilerine baksınlar. İşçi sınıfımızı anlamamakla “Kendileri muhtac’ı himmet bir dede”dirler.

Küçük kişi gerekçeleri ne olursa olsun, TİP’in Doğu illerini önemsemesi en gerekli davranışlarından biri olur. Yeter ki ANTIFEODALİZM çabası da, “Antiemperyalizm” gibi genel söylevlerde soyutlaştırılmış bir formül olarak yozlaştırılmasın.

Özet: Her ülkede sosyal hareket, kendi tarihine saygı gösterdiği ölçüde sağlam temellere oturur. Şarkta her zıpçıktı hükümdar: Tarihi kendisiyle başlatmak istemiştir. Onun için de batmıştır. Ancak bir düşünce ve davranış getiren İslâm Tarihi Muhammedin göçüyle Hıristiyan tarihi İsa’nın doğumuyla başlamış ve yaşamıştır. En seçkin EDEBİYAT, Gılgamış destanı, kendisi yaşamış ama insanlar onu bir daha yaşayamamıştırlar. Yaşanacak düşünceli davranışlara özenelim.

Röportaj tarihi: 10.11.1966

Dr. HİKMET KIVILCIMLI ve NAZIM HİKMET’İN CEZAEVİ İLİŞKİLERİNE NAZIM’DAN İKİ ÖRNEK: “ZEYL” ve “ORASI”

Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Nazım Hikmet’in ilişkileri hep tartışmalı olmuştur. Bu iki partili birbirlerini eleştirmekle beraber, gerektiğinde övmekten de geri kalmamışlardır. Kıvılcımlı’nın Nazım Hikmet’le ilgili eleştiri ve değerlendirmelerini daha çok Günlük Anılar diye kitaplaşan, kaçış sürecindeki günlüklerinde buluyoruz. Onlar oradan detaylıca okunabilir.

Nazım Hikmet’in Kıvılcımlı ile ilgili değerlendirmeleri şiirlerine ve mektuplarına dağılmış durumdadır. Eşine ve Kemal Tahir’e yazdığı mektuplarda sık sık Kıvılcımlı’dan söz eder. Ayrıca Memleketimden İnsan Manzaraları gibi şiir kitaplarında da vardır Kıvılcımlı.

Biz burada iki önemli değinisini alacağız Nazım Hikmet’in. Birincisi Şeyh Bedreddin Destanı kitabının sonuna eklediği Zeyl yazısı, ikincisi ise yine Nazım Hikmet’in yayınlanmamış, Sultanahmet cezaevindeki insanları ve ilişkileri anlattığı Orası başlıklı roman taslağından Emin Karaca’nın derlediği bir bölüm.

İlk yazı olan Zeyl (ek)de adı geçen Ahmed’in Kıvılcımlı olabileceği ilk olarak değerli hoca Necmi Erdoğan tarafından söylenmişti bize. Necmi Erdoğan, Yordam Yayınları tarafından yeniden basılan Osmanlı Tarihinin Maddesi kitabına uzun inceleme-önsözünü yazarken dikkatini çekmiş, bize de hatırlatmıştı.

İkinci olarak da İstanbul Medeniyet Üniversitesi’nde “Ernst Bloch ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da Sosyalizm, Din, Tarih ve Kültür Tartışmaları Üzerine Mukayeseli Bir İnceleme” başlıklı doktora tezi yazan kıymetli arkadaşımız Barış Aydın da bu konuya dikkatimizi çekmişti.

Aşağıya Nazım Hikmet’in, Şeyh Bedreddin Destanı kitabına sonradan eklediğini söylediği Zeyl bölümünü olduğu gibi alıyoruz. Bizce de orada tanımlanan Ahmed kişiliği Kıvılcımlı’dan başkası değildir.

“SİMAVNE KADISI OĞLU ŞEYH BEDREDDİN DESTANI’NA ZEYL

MİLLÎ GURUR

“SİMAVNE KADISI OĞLU BEDREDDİN DESTANI” risalemin dördüncü formasının makina tashihlerini sabahleyin matbaada yaptıktan sonra eve gelmiş, bu destanı yazmak için kullandığım notları, bir hapishanede geceleri doldurulmuş hatıra defterimi gözden geçiriyordum.

Artık son forması da baskı makinası altında gidip gelmeğe başlayan risaleme bir kelime bile ilâve edemeyeceğimi biliyordum. Fakat bana bir şeyler unuttum gibi geliyordu. Bana öyle geliyordu ki, tek bir satır yazı yazdım; fakat bu satırın sonuna nokta koymasını unuttum.

Vakit öğleye yakındı. Şafakla beraber çalkalanmağa başlayan lodos, ağır bulutların üstüne boşanmasıyla durulmuştu. Çok geçmeden yağmur da dindi. Gökyüzünün karanlığı yol yol yarıldı. Ağır perdeleri birdenbire düşen bir pencere gibi hava açıldı.

Ve ben, hapishane gecelerinde doldurulmuş bir hatıra defterinde “Destan”ımın sonuna koymasını unuttuğum noktayı arayıp dururken Süleymaniye’yi gördüm.

Açılan öğle güneşinin altında Sinan’ın Süleymaniye’si bulutlara yaslanmış bir dağ gibiydi.

Evimin penceresiyle Süleymaniye’nin arası en aşağı bir saattir. Fakat ben onu elimi uzatsam dokunacakmışım gibi yakın görüyordum. Bu, belki, Süleymaniye’yi en küçük girinti ve çıkıntısına kadar ezbere, gözüm kapalı bile görebilmeğe alıştığım içindir.

Rüzgâr, deniz, endamlı ince kemerleri üstünde nasıl durabildiğine şaşılan eski bir taş köprü, «Çarşambayı sel aldı» türküsü, bir yağlığın kenarındaki «oya», bütün bunlar nasıl, ne kadar bir Cami değilse, bütün bunların Cami olmakla ne kadar alakaları yoksa bence Süleymaniye de öyle ve o kadar Cami değildir; minarelerinde beş vakit ezan okunmasına ve hasırlarına alın ve diz sürülmesine rağmen Süleymaniye’nin de camilikle o kadar alakası yoktur.

Süleymaniye, benim için, Türk HALK dehasının; şeriat ve softa karanlığından kurtulmuş; hesaba, maddeye, hesapla maddenin ahengine dayanan en muazzam verimlerinden biridir. Sinan’ın evi, maddenin ve aydınlığın mabedidir. Ben ne zaman Sinan’ın Süleymaniye’sini hatırlasam Türk emekçisinin yaratıcılığına olan inancım artar. Kendimi feraha çıkmış hissederim.

İşte bu sefer de, büyük bir Türk halk hareketi için yazdığım bir risalede unuttuğumu sandığım son noktayı ararken Süleymaniye’mizi, biraz önce yağan yağmurla yıkanmış, açan güneşin altında pırıl pırıl görünce aradığımı birdenbire buldum. Ferahladım. Bulduğumu hatıra defterimin son sayfalarında okudum. Ve anladım ki “Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin Destanı” isimli risaleme; belki on satırlık, belki on sayfalık bir zeyl yazmak mecburiyetindeyim.

Mevzuu bahis risalemin sonunda “AHMED’İN HİKÂYESİ” diye bir fasıl vardır. Bulduğum ve hatıra defterimde okuduğum ve risaleme zeyl olarak yazmak mecburiyetini duyduğum «nokta» bana Ahmed bu hikâyeyi anlattıktan sonra onunla yapmış olduğum bir konuşmadır.

Bu konuşmayı olduğu gibi aşağı geçiriyorum:

 “Dışarıda çiseleyen yağmura, koğuşun terli çimentosuna ve yirmi sekiz insanına Ahmed hikâyesini anlatıp bitirmişti. Ben:

— Ahmed, demiştim, bana öyle geliyor ki sen Bedreddin hareketinden biraz da millî bir gurur duyuyorsun.

Sesime tuhaf bir eda vererek söylediğim bu cümlenin içinde, Ahmed, “millî gurur” terkibini birdenbire bir kamçı gibi eline almış, onu suratımda şaklatmış ve demişti ki:

— Evet, biraz da millî bir gurur duyuyorum. Tarihinde Bedreddin hareketi gibi bir destan söyleyebilmiş her milletin şuurlu proleteri bundan millî bir gurur duyar. Evet, Bedreddin hareketi aynı zamanda benim millî gururumdur. Millî gurur! Sözlerden ürkme! İki kelimenin yan yana gelişi seni korkutmasın. Lenin’i hatırla. Hangimiz Lenin kadar beynelmilelci olduğumuzu iddia edebiliriz? Lenin, yirminci asırda beynelmilel proletaryanın, dünya emekçi kitlelerinin, beynelmilel proleter demokrasisinin en büyük beynelmilelci rehberi, 1914 senesinde “Sosyal Demokrat”ın 35. numarasında ne yazmıştı?

Eğer Ahmed, “Lenin filânca mesele hakkında ne yazmıştı?” demiş olsaydı, herhalde aramızda böyle bir sorgunun cevabını verenler bulunurdu. Fakat “Sosyal-Demokrat”ın 35. numarası diye konulan mesele hepimizi şaşırttı. Ve hiçbirimiz 35.  numarada neler yazılmış olduğunu hatırlayamadık. Ahmed bu şaşkınlığımız karşısında gülümsedi. — Zaten o en derin acıdan en büyük sevince kadar bütün duygularını hep bu meşhur gülümseyişiyle ifade eder — ve aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu:

«… Biz şuurlu Rus proleterleri millî şuur duygusuna yabancı mıyız? Elbette hayır! Biz dilimizi ve yurdumuzu severiz, onun emekçi kütlelerini (yani nüfusunun 9/10’unu) şuurlu bir demokrat ve sosyalist yaşayışına yükseltebilmek için herkesten çok çalışan biziz. Çar cellâtlarının, asilzadelerin ve kapitalistlerin bizim güzel yurdumuzu nasıl ezdiklerini, onu nasıl sefil kıldıklarını görmek herkesten çok bize ıstırap verir. Ve bu zulümlere bizim muhitimizde, Rusların muhitinde de karşı konulmuş olması; bu muhitin Radişçev’i, Dekabristleri, 70 senelerinin inkilâpçılarını ortaya çıkarmış bulunması; Rus amelesinin 1905 senesinde muazzam bir kitle fırkası yaratması; aynı zamanda Rus mujiğinin demokratlaşarak büyük toprak sahiplerini ve papazları defetmeğe başlaması bizim göğsümüzü kabartır…

«… Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz (doluyuz). Çünkü Rus milleti de inkikâpçı bir sınıf yaratabildi. Rus milleti, de beşeriyete yalnız büyük katliâmların, sıra sıra darağaçlarının, sürgünlerin, büyük açlıkların, çarlara, pomeşçiklere, kapitalistlere zilletle boyun eğişlerinin numunelerini göstermekle kalmadı; hürriyet ve sosyalizm uğrunda büyük kavgalara girişebilmek istidadında olduğunu da ispat etti.

«Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı kendi esir mazimizden nefret ediyoruz. Bizim esir mazimizde pomeşçiklerle asilzadeler Macaristan’ın, Lehistan’ın, İran’ın, Çin’in hürriyetini boğmak için mujikleri muharebeye sürüklemişlerdi. Biz millî gurur duygusuyla meşbuuz ve bilhassa bundan dolayı bugünkü esir halimizden; aynı pomeşçiklerin kapitalistlerle uyuşarak Lehistan ve Ukrayna’yı ezmek, İran’da ve Çin’deki demokratik hareketi boğmak, millî haysiyetimizi berbat eden Romanof’lar, Bogrinski’ler, Purişkeviç’ler çetesini kuvvetlendirmek için bizi harbe sürüklemek istemelerinden nefret ediyoruz. Hiç kimse esir doğmuş olduğundan dolayı kabahatli değildir. Fakat esaretini haklı bulan, onu yaldızlayan (meselâ Lehistan’ın, Ukrayna’nın v.s.’nin ezilmesine Rusların «vatan müdafaası» adını veren) esir, yeryüzünün en aşağılık mahlûkudur.»[1]

Lenin’den bu satırları bir solukta okuduktan sonra Ahmed birdenbire susmuş, nefes almış ve yine o meşhur gülümseyişiyle

— Evet, demişti, bizim muhitimiz de Bedreddin’i, Börklüce Mustafa’yı, Torlak Kemâl’i, onların bayrağı altında dövüşen Aydınlı ve Deliormanlı köylüleri yaratabildiği için, ben şuurlu Türk proleteri, millî bir gurur duyuyorum. Millî bir gurur duyuyorum, çünkü derebeylik tarihinde bile bu milletin emekçi kütleleri (yani nüfusunun 9/10’u) Sakızlı Rum gemiciyi ve Yahudi esnafını kardeş bilen bir hareket doğurabilmiştir. Çünkü unutmayın ki «başka milletleri ezen bir millet hür olamaz.»

«Simavne Kadısı Oğlu Bedreddin Destanı» isimli risaleme bir önsöz yazmak istemiştim. Bedreddin hareketinin doğuş ve ölüşündeki sosyal-ekonomik şartlar ve sebepleri tetkik edeyim, Bedreddin’in materyalizmiyle Spinoza’nın materyalizmi arasında bir mukayese yapayım, demiştim. Olmadı. Buna karşılık risalemin zeyline kısa bir «sonsöz» yazdım. Şöyle ki:

Bana Ahmed:

— Senden bir «Bedreddin destanı» isteriz, demişti.

Ben, benden istenenin ancak bir karalamasını becerebildim. Daha iyisini de yapmağa çalışacağım. Fakat tıpkı benim gibi Ahmed’in dostu, arkadaşı, kardeşi olduğunu söyleyenler, benden istenen sizden de istenendir.

Ahmed’e, Bedreddin hareketini bütün azametiyle tetkik eden kalın ilim kitapları, Karaburun ve Deliorman yiğitlerini, etleri, kemikleri, kafaları ve yürekleriyle oldukları gibi diriltecek romanlar,

Ne ah edin dostlar, ne ağlayın!

Dünü bugüne

bugünü yarına bağlayın!

diyen şiirler, boyaları kahraman tablolar lâzım.”

Görüldüğü gibi yazıda Ahmed için “… aşağı yukarı bütün Lenin külliyatının ana fikirlerini sayfaları ve satırlarıyla taşıyan hafızasından bize şu cümleleri okudu” diyor Nazım Hikmet. Bunu tamamlamak için de diğer yazı olan Orası başlıklıtaslak romanından Emin Karaca aktarımına geçelim:

“ORASI”

12 Ocak 2021’de kaybettiğimiz değerli gazeteci yazar Emin Karaca, 17/10/2008 tarihli Radikal Gazetesi Kitap ekinde yazdığı bir yazıda, Nazım Hikmet’in o zaman henüz yayımlanmamış olan ORASI isimli bir romanını inceler. Roman, Sultanahmet Cezaevindeki hükümlüleri tanıtıp, aralarındaki ilişkileri temel almaktadır. Emin Karaca yazısında, cezaevindeki komünist tutuklu ve hükümlüleri konu eder. Yazıda Kıvılcımlı’nın ve diğer hükümlülerin cezaevi yaşamından bir bölüm Nazım Hikmet’in kaleminden aktarılıyor. İlgili bölümü aynen alalım:

“Ve sekiz komünist”; Selami, Mehmet oğlu Mehmet, Cemal Mahir, Tornacı Aziz, Saatçi Kerim, Ressam Halim, Mimar Ali ve Nuri, “bayram yerinden dönen çocukların sevinçli mahzunluğuyla, ellerinde paketler ve kese kaatları avluyu geçerek Localar’a” girerler…

Günümüzde de sosyalistlerin, devrimcilerin, komünistlerin hapishanelerde “komün” (Nâzım Hikmet eski yılların deyimiyle “Komuna” diye yazıyor) olarak, yani yiyecek, içecek ve giyeceklerini ortaklaşa kullanarak yaşadıkları bilinir. 1938 yılının sonbaharında da, Sultanahmet Cezaevi’ndeki 8 komünist “komün” hayatı yaşıyorlar.

“Komuna’nın o ay reisliğine seçilen Mimar Ali gelen erzağı, paraları ve cıgaraları teslim aldı. Komuna’nın aşçılığını yapan Tornacı Aziz erzakları, fasulya, patates, pirinç ve şekeri mutfağa, 3 numaralı locaya yerleştirdi. Cıgaralar derhal taksim olundu. Adam başına birer buçuk paket düştü.”

Komün’de düzenli toplantılar olur, eğitim çalışması yapılır.

Burada da sekiz komünist haftalık toplantıya geçerler.

Altı numaralı locada toplanmışlardır. Bir kısmı kerevete bir kısmı gaz tenekelerinin üzerine oturmuştur.

‘Mimar Ali’ Doktor Hikmet Kıvılcımlı değil mi?

Burada çok belirgin olarak “Mimar Ali” çıkar karşımıza:

“Reis Mimar Ali elindeki kalemi kerevetin tahtasına vurdu. Sonra uzun, kumral, dalgalı saçlarını kemikli alnında arkaya doğru sıvazlayarak:

– İçtimaı açıyorum yoldaşlar, dedi.”

“Mimar Ali” Doktor Hikmet Kıvılcımlı’dan başkası değildir. Donanma Davası’nın 29 Ağustos 1938 günkü karar duruşmasında 15 yıl ağır hapse mahkum edilmiştir. Burada Nâzım Hikmet, Hikmet Kıvılcımlı’nın mesleğini “mimar” olarak gösterirken, aynı zamanda “doktor” kelimesiyle bir sesdeşlik de yaratmıştır. “Ali” ise Kıvılcımlı’nın göbek adıdır. Kendi kaleminden biyografisinden öğreniyoruz bu gerçeği:

“Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey, Posta-Telgraf Müdürü iken, eşi Münire Hanım’dan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor. Bir gece, Bektaşi tekkesi türbesinde yatan Ali Baba, sandukasından fırlayarak Seher teyzesinin rüyasına giriyor. Çocuğun iyileşmesi isteniyorsa Ali adıyla adlandırılması, o zaman Hazreti Ali gibi ‘kılıcı kuvvetli’ olacağını, yoksa öleceğini bildiriyor. Hikmet ‘Ali’ oluyor.”

İlerleyen satırlarda Nâzım Hikmet, “Mimar Ali”nin fiziğini de betimliyor: “Ayaklarını altına topladı, çok uzun gövdesini öne eğerek…” Başlarda işaret ettiğimiz gibi, Doktor Hikmet Kıvılcımlı, Nâzım Hikmet’in kendisi gibi çok uzun boylu, uzun gövdeli bir insandı.

“Komün” toplantısının bir gündemi (ruzname) var.

“Mimar Ali” okuyor:

“1-Geçen haftanın masrafı, bakayası, bu haftanın geliri ve yemek listesi

2- Ders programlarında tadilat yapılması teklifi.

3- Haftalık dahili ve harici vukuat ve politikanın tahlili.

4- Enternasyonal Marşı’nın tercümesinde bir satırın tashihi.

5- Cari meseleler.”

‘Komün’ toplantısında tartışma…

“Mimar Ali” yani Doktor Hikmet Kıvılcımlı, toplantıyı şu sözlerle açıyor:

“Bir bakıma göre hapishane genç yoldaşlar için nazari (teorik) bilgilerini inkişaf ettirdikleri (geliştirdikleri) bir mektep ve bilgili yoldaşlar için de eser vermek fırsatıdır.”

Nâzım Hikmet, Mimar Ali’nin böylesi topluluk önünde konuşmaya “mukaddemesiz” giremediğine işaret ediyor, Selami’nin Ressam Halim’in kulağına, Ali Yoldaş’ın kendisine çatacağını fısıldadığını söylüyor. Gerçekten de Selami’nin öngörüsü çıkıyor. “Mukaddeme”sinden sonra sadede gelen Mimar Ali, şunları söylüyor:

“Yoldaşlara ders verilirken bol ve geniş malzeme kullanmak lazım. Halbuki bir aydır dikkat ediyorum Halim Yoldaş, Siyasi İktisat dersinde arkadaşlara kitap tavsiye etmiyor. Bu hususta benim neşrettiğim kitaplardan pekala istifade edilmesi kabilken ve bu benim kitapları içeri sokmak gayet kolayken Halim Yoldaş bunu teklif dahi etmemiştir. Halim Yoldaş’ın bu çeşit hareketi hatalıdır. Tashih edilmelidir.”

“Mimar Ali”nin; “benim neşrettiğim kitaplardan”, “benim kitapları” derken, 1935-1938 yılları arasında “Marksizm Bibliyoteği” adı altında telif-tercüme kitaplar yayımlayan Hikmet Kıvılcımlı olduğu açıkça ortaya çıkıyor.

“Mimar Ali” tarafından eleştirilmesi üzerine söz isteyen “Ressam Halim”, yani Nâzım Hikmet şu yanıtı veriyor:

“Arkadaşlara kitap tavsiye etmiyor değilim. Dışardan lazım olan kitapları getirtiyorum. Kendileri size bunu söylerler. Ali Yoldaş’ın yazdığı ve tercüme ettiği broşürlere gelince, lisanlarının ve muhtevalarının ağırlığı yüzünden şimdilik bunlardan istifade edeceğimizi sanmıyorum.”

“Ressam Halim”in yani Nâzım Hikmet’in, hacimleri yüzünden “broşür” olarak adlandırdığı, Ali Yoldaş’ın yani Hikmet Kıvılcımlı’nın “Marksizm Bibliyoteği”nden yayınladığı telif ve tercüme kitaplar şunlar:

* Karl Marx, Gündelikçi İş ile Sermaye (Dilçevirgeni: Hikmet Kıvılcım)

* Edebiyat-ı Cedide’nin Otopsisi No:1, Sentetik Otopsi (Yazan: Hikmet Kıvılcım)

* V.İ.Lenin, Karl Marx’ın Hayatı, Felsefesi, Sosyolojisi (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Türkiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı (Hikmet Kıvılcım)

* İnkılapçı Münevver Nedir? Hanri Barbüs (Hikmet Kıvılcım)

* Marksizm Kalpazanları Kimlerdir? Tip No 1: Kerim Sadi (Hikmet Kıvılcım)

* V.İ.Lenin, Karl Marx’ın Ekonomi Politiği, Sosyalizmi, Taktiği (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Emperyalizm Geberen Kapitalizm, (Hikmet Kıvılcım)

* Demokrasi, Türkiye Ekonomi Politikası (Hikmet Kıvılcım)

* Karl Marx, Kapital, 8 fasikül, (Çeviren: Hikmet Kıvılcım)

* Marx-Engels Hayatları (Hikmet Kıvılcım)

(Not: Soyadı “Kıvılcım”da bir yanlışlık yok. Soyadı kanununa göre kendisine, Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi’nin yayın organı Iskra’nın motamo karşılığı olan “Kıvılcım”ı almış, 1940’lardan itibaren “lı” ekleyerek “Kıvılcımlı” olarak kullanmıştır.)

Bundan sonra, “Orası” romanında Nâzım Hikmet’in kaleminden, uzun yıllar “Ressam Halim”le yani kendisiyle, “Mimar Ali” yani Hikmet Kıvılcımlı arasında; romanın yazıldığı tarihe kadar süregelen daha sonra da süregidecek olan bitmez tükenmez anlaşmazlığın çözümlenmesini okuyoruz:

“Ressam Halim’le Mimar Ali arasında nazari (teorik) görüş, taktik meselelerini telakki ediş ayrılığı yoktu. Bunu ikisi de biliyordu. Fakat ikisi de vakit vakit böyle bir ayrılığın vehmine düşmek ihtiyacındaydılar. Birbirlerinin değerini, içlerinden, kendi kendilerine takdir ediyorlardı. Fakat hemen hemen her toplantıda, ilk hücum Mimar Ali’den gelmek şartıyla en ufak bahanelerle çekişiyorlardı. Mimar Ali Rus Bolşevik Fırkası’nın tarihindeki kavgaları gayet iyi biliyor ve bunları, ille, Türkiye şeraitinde (koşullarında) de görmek, bu kavgalardan sapıklığı olmayan biricik insan gibi çıkmak istiyordu. Kavgada faal ve kavgaya bağlı, ona yardım edici bir unsur olarak mimarlığını kullanamadığı için (doktorluğunu yapamadığını demek istiyor. E.K.) mesleğinden vazgeçmişti. Fakat mesleği (yani doktorluk. E.K.) ona şemacılık itiyadını (alışkanlığını) bırakmıştı. Bunda samimiydi. Ve samimi olduğu içindir ki, herhangi bir sahada sivrilen bir arkadaşın bir gün, Bolşevik Fırkası tarihinde, filanca zaman, falancanın yaptığı inhirafa (sapmaya) düşebileceğinden titizleniyor, sinirleniyordu. Ve kendisinin yani Mimar Ali’nin sonuna kadar sapmayacak ve Bolşeviklerden falanca gibi keskin işler görecek bir komünist olduğuna yüzde yüz iman ettiği için kendisinin en akla gelmez, en kurnaz yollarla ikinci plana atılmak, kendisiyle alttan alta mücadele edilmek istendiğini vehmederek bunu ilerideki inhirafların (sapmaların) ilk alametleri sayıyordu.

Bundan dolayı günün birinde Menşevizme, Ekonomizme, Troçkizme, Buharinizme sapabilir diye, şimdiye kadar her fırsatta, hele en uzaktan kendini alakadar edebilecek meseleler olursa, insafsızca, Ressam Halim’e hücum etmiş, onun hiçbir resmini (Burada “şiirini” demek istiyor. E.K.) -bunların çoğundan hoşlandığı, hatta bir tanesinin fotoğrafını (yani Nâzım Hikmet’in yayımlanmış bir şiirini. E.K.) evine astığı halde- resmen beğenmemişti.”

Bundan sonra “Komün” toplantısı, gündemin dördüncü maddesini, yani “Enternasyonal Marşı’nın tercümesinde bir satırın tashihi”ni ele alıyor. Epeyce tartıştıktan sonra, önceki; ”Bu kavga son kavgamız, vur, atıl, sıçra, yık!” yerine “Bu kavga en sonuncu kavgamızdır artık!” denilmesi kararına varıyorlar.

Komün”ün toplantısı sona eriyor:

“Reis içtimaı kapadı. Her seferki gibi Enternasyonal söylemek için ayağa kalktılar. Mehmet oğlu Mehmet’e (yani Bastoncu Fevzi’ye. E.K.) koltuk değneklerini verdiler. Kerevetin üstünde değneklerine dayanarak dikildi. Sesi kalındı. Enternasyonal Marşı’nı Anadolu yayla havaları gibi uzata uzata, sıcak ve kederli söylüyordu.”

Bu vesileyle Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Nazım Hikmet ve Emin Karaca’nın devrimci anıları önünde saygıyla eğiliyoruz.

Ahmet Kale- Göksal Caner Malatya


[1] Lenin Külliyatı, baskı 1935, cild 18, sayfa 80, 81, 82, 83’de (Rusların millî gururu) isimli makaleyle — ki bu makale 1914 senesinde «Sosyal Demokrat»ın 35’inci numarasında çıkmıştır — Ahmed’in o gün bize hafızasından okuyup derhal tercüme ettiği satırları bilâhara karşılaştırdım. Ahmed ezbere okuyup tercüme ettiği parçaların yalnız cümle kuruluşlarında bazı değişiklikler yapmış. Fikirde hiçbir hata olmadığı için ben Ahmed’in tercümesini aynen aldım.

AYILANLAR/AYLAKLAR

Uzun cezaevi yıllarında Kıvılcımlı çeşitli yazı denemeleri de yapmıştır. Romanlar, uzun hikayeler, oyunlar, skeçler kaleme almıştır. Bu yazmalar da arşivde yayımlanma sıralarını bekliyorlar. Ustamızın bu denemelerini de zaman zaman yayımlayarak tanıtılmalarına çalışacağız.

Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü’ndeki 336 numaralı dosyasında yer alan bu skeç metnine Kasım 1957 tarihi atılmıştır.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Sağda iki ranza, solda bir.. Araları boş. Sol ranza ile kapı arasında linyit kömürü yanan odun sobası var. Pencere önüne düşen sağ ranzanın üstünde ulemâdan Himmet efendi, altında halk şairi Lâmi yatıyor. Sol ranzanın üstünde gülle gibi her yuvarlanışı gürültülü, düştüğü yeri çökerten süvari zâbiti Meram bey.. Altında: Denizli’den o hafta gelmiş iki yeni mahpus: İnce bıyıklı, uzunca boylu şöför Âlem ile, parşömen yüzlü şöför muavini Fehmi… Böyle bir kalın duvarlı, tavanı potrelli, penceresi demir parmaklıklı ve telli hapishane odası.. Fehmi, eli daracık köylü keten pantolonunun cebinde volta vururken sordu:

– Zoppayı yakaam mı? (Sobayı yakayım mı?)

Süvari zâbiti yusyuvarlak yüzüyle kalın kalın seslendi:

– Haa… Yak!.. Ama, dur!.. O.. kibrit şurada: Yak! Al!

Süvari zâbitinin, ordu alışkanlığı ile söylediği: “Yak”, “Dur”, “Al” gibi emir siygaları keskin kışla kumandalarını andırıyordu. Zâbit yatağının üstünde oturmuş, yüksekten, başıyle, elleriyle habire işaret ediyordu:

– Şimdi.. Bana bak!

Parşömen renkli yüzü bu emir ve kumanda sağanağından doğma şaşkınlıkla ne yapacağını bilemiyen Fehmi’yi, zabit, güdümlü mermi gibi uzaktan idare ediyor ve çocuğun en ufak hareketini önceden tâyin ediyordu. Bir insana bir işi yapması söylenirdi. O insan işini yaparken artık bildiğine bırakılır, şayet yanlış yaparsa, o zaman düzeltilirdi. Süvari zâbiti için ise mühim olan, herhangi bir işin yapılması değil, birine emir ve kumanda etmekti. İş buyurmasiyle, o işi yapacak adam güzelce itaat ediyor ve robot gibi her hareketini süvari zâbitinden gelen bu emirlere uyduruyorsa: mesele kalmazdı. Onun için, emir çokluğu önünde kılını kıpırdatamaz hale gelen şöför muavini, çukurlarında yanan hummalı gözlerini süvari zâbitine dikmiş, iradesini kaybetmişti. Süvari zâbiti devam etti:

– Haa!.. Şu tahtaları topla!.. Otur!

Çocuk söylenenleri yaptı. Zâbit gürledi:

– İçinde ne var?

Fehmi acıklı bir çehre ile dudağını düşürdü:

– Neyin içinde?

Zâbit yumruğunu kalın borulara doğru uzattı:

– Sobanın içinde ne var?

Çocuk, çömeldiği yerden eğilerek baktı. Zâbit devam etti:

– Aç şu kapağını, sobanın!

– Açtım.

– Bak bakalım içinde ne var?

– Odun var.

– İyi.. Biraz kıymık koy!

Fehmi, her söyleneni yerine getirdiği halde, süvari zâbitinin müdahaleleri durmadan devam etti:

– Haa!.. Şu tahta parçasını da at! Çok fazla atma! Dur! Olmadı… Öyle değil… Kömürü ne tarafa koydun? Tam ortasına gelecek. Hayır!.. Acele etme! Bir kere tahtalardan bir yuva yap! Tamam… Aralarına bir avuç talaş koy!.. Dur!.. Otur demedik. Yarım avuç yeter.. Haydi şimdi. Bana bak!.. Talaşlar sıkışık olmasın!.. Biraz gevşet!.. Tamam. O tenekenin arkasına bak! Oradaki gazete parçasını al. Yırt! Yarısını gene teneke ardına bırak! Öbür yarısını dür! Yani, şöyle kıvırarak bük.. Haa!.. Şimdi, kibrit kutusunu cebinden çıkar.. Kutuyu aç! Haa!.. İçinden bir kibrit al! Kutunun kenarına kibritin ucunu sürt! Tamam… Yanmadı mı? İyi.. Nemlenmiş demek… Bir kibrit daha çıkar. Dur!..

Nihayet Fehmi’nin sabrı ve itaati çatlamak istedi:

– Yakmayacak mıyız?

– Yakacaksın. Bana bak!.. Yak! Ama, önce kibriti yak!.. Haa!.. Şimdi kibritin aleviyle bükülü kâğıdı tutuştur! Dur!

Fehmi gene anlamak istedi:

– Sobaya sokmıyacak mıyız?

Süvari zâbiti, siyaha boyanmış asker kaputundan çevirme kalın süvari yeleğini düğmeliyerek tekrarladı:

– Sok! Ama, dikkatli ol! Yavaş!.. Talaşları yere düşürme!.. Haa!.. Dur! Çek elini şimdi, çek!.. Sobanın kapağını ört… Dur! Hemen üfleme! Söndürürsün… Bir kere alev alsın.

Fehmi, alev yerine dumanların çıktığını göstererek danıştı:

– E.. Bunu üflemezsek yanmıyacak.

Süvari zâbiti kızmakla beraber, duman gözlerine kadar gelmeye başlayınca, başkasından gelen teklifi kabul etmeğe katlandı:

– Peki. Üfle! Ama, dur! Öyle birden değil.. Önce yavaştan üfle… Haa! Gördün mü?

Fehmi nihayet işini bitirdiğini sanarak doğruldu. Ayağa kalkarak, aferin bekliyen bakışlarla nefes aldı.

Süvari zâbiti yeniden emirlerine başladı:

– Şimdi, o kaşığı al eline bakalım!

– Aldım.

– Yıka!

– Yıkarım.

– Ama.. Dur! Şu maşrapayı al.. Bak orada, tenekede su var mı?

Çocuk, elbiselerin asıldığı duvar dibindeki tenekeye göz attı:

– Var.

– Capçakla su al.. O suyla kaşığı yıka!

Fehmi kaşığı, süprüntü tenekesi üstünde hafifçe yıkar. Döner:

– Kaşığı yıkadım…

– Âla!.. Şimdi, koy şu tencerenin üstüne!

Soba üstünde kapağı örtülü bakır tencereyi gösterdi. Fehmi söyleneni yapar.

– Koydum.

– Haa!.. Ama, dur!.. Öyle değil. Yanlış koydun, şöyle çevir.. Haa!.. Artık tamam.

Kaşığın sapı boru tarafına geleceğine, yana doğru çekilmiştir.

– Şimdi, dur!.. Bak bakalım soba yanıyor mu?

Fehmi eğildi, doğruldu:

– Yanıyor.

– İyi.. Şimdi, şu dolabın kapağını aç!

– Açtım.

– Bak içinde tuz şişesi var.

– Bu mu?

– Değil.. O şeker kavanozu. Ötekisi tuz.

– Ne yapayım tuzu?

– Al. Çıkar. Koy masanın üstüne. Tamam! Al şimdi kaşıkla biraz tuz..

Fehmi, masanın çekmesiz gözünde aranır. Süvari zâbiti seslenir:

– Başka ne arıyorsun? Tencerenin üstündeki kaşıkla al tuzu… Haa! Aç kapağını tencerenin. Sokuver kaşığı çorbanın içine…

Fehmi söyleneni yapar.

– Soktun mu?

– Evet.

– Şimdi bir çalkayıver kaşığı!

Çocuk yeniden kaşığı maşrapadaki suyla yıkar:

– Oldu da bitti..

– Yıkadın mı?

– Yıkadım.

– Koy dolabın içine!

Fehmi kaşığı dolaba yerleştirdikten sonra gene sobaya döner. Tiril keten pantolonuyla üşümektedir. Zâbite sorar:

– Bunu karıştırırım değil mi?

– Niye?

– İyice yansın diye.

– Bırak şimdi. Yanmıyor mu ya?

Fehmi aşağıya dikkat eder. Hemen üstünde yattığı battaniyenin altından kocaman bir gazete çıkarır. Zâbit seslenir:

– Dur! Ne yapacaksın onu?

– Soba sönmeğe başlamış.

– O kâğıt.. Gazete değil mi? Bugünkü mü? Okumadan yakılır mı yahu?

– Okuduktu, zabahleyin.

– Öyle ise kâğıdı şöyle tut.. Şimdi.. Odun attın mı?

Fehmi pek çok fazla odun attım mânasına uzun bir:

– Ööööö!

çeker. Zabit razı olur.

– Güzel… Şimdi dürt altını bakalım: fıkır fıkır kaynat çorbayı.

Çocuk elindeki gazeteyi ve başka ne kadar kâğıt bulabilirse hepsini tekrar sobaya doldurur. Üfler. Soba harlar. Kömür tenekesini sobaya yaklaştırır. Zâbit hemen atılır:

– Ne yapıyorsun?

Fehmi ürkerek, fikir yürütür:

– Kömürü az gibi geliyor, bana.

– Dur, hele alev alsın bir kere odunlar.

– Haa?

– Odunlar iyice yansın. Bak soba daha kırmızılaşmamış. Görmüyor musun?

Fehmi suçlu düşmemek için hazırlandı:

– Yanarken.. Şimdi durdu.

– Gördün mü ya? Alev kuvvetlensin bir kere. Bekle. Alev yavaş. Onun için şimdi atma kömürü.

Fehmi yeniden bulduğu talaşları, tahta parçalarını doldurdu sobaya. Alev saçı kızartmaya başlayınca, biraz kömür attı. Gelip ranzasına oturdu. Yüzbaşı seslendi:

– Fehmi! Yanmış, değil mi?

– Yanıyor.

– Bir bak bakalım.. Çok fazla attınsa susar kerata.

Çocuk kalktı. Heyecanla haber verdi:

– Alevliii!..

Tahta iskemleyi sobaya yaklaştırıp oturdu. Islıkla o gün sabahtan beri söylediği şarkıya başladı:

– Ben seni severim candan.. Bakışların çok yandan… Amanın yavrum aman!

Süvari zâbiti, eliyle başı üstünden geçen soba borusunu yokladı:

– Borular kor gibi!

Fehmi cesaretle ….. teklifini yaptı:

– Atam mı bir iki kömür daha?

– Dur şimdi… İyice kızsın o zaman.

Zâbit apar topar yerinden çimentoya atladı. Geniş lastiklerini ayağına geçirdi. Çorbayı dikkatle kontroldan geçirdi:

– Haa! İyi… Yalnız, dur.

Parmağıyla Fehmi’ye ve sobaya işaret etti:

– Yakın oturma!..

Üşümesi hâlâ geçmemiş olan çocuk aç kara gözlerini büzdü. Sobaya yakın oturmamanın hikmetini anlıyamamıştı. Zabit izah etti:

– Odun sobasının ateşi şeydir.. başkadır.

Fehmi başını salladı:

– Tatlıdır değil mi?

Süvari zâbiti fırça kaşlarını çattı:

– Bu yakıcı ateştir.

….. [Dedi] ve ellerini büyük hatip jestleriyle havada oynatarak helâya gitti. O gidince halk şâiri Lami yavaşça deliğinden başını çıkardı. Yüzünde kaplumbağa buruşukları yaparak yavaşça söylendi:

– Demek, yakıcı olmayan ateş te varmış?

Ulemâdan Himmet efendi, zâbiti müradederek:

– Abdülhamid’in istibdat ateşi içi yakar, dışı yakmaz meselâ..

dedi. Gülüşmeler kısa kesildi. Süvari zâbitinin odada bulunmayışı, bir nevi istirahat ve gevşeme getirmişti. Fehmi kendi başına kalma fırsatından faydalanarak hemen kömür tenekesine yapıştı. Artık sobaya istediği kadar kömür doldurabilirdi. Lakin, daha ilk küreği doldurmağa vakit bulamadan, zâbit Meram odaya damladı:

– Ne o? Dur! Ne yapıyorsun?

Fehmi suçüstü yakalanmıştı. Kekeledi:

– Biraz kömür atalım dedik.

Meram oldu bitti önünde idi. Hiç değilse, ateşi ayarlamalıydı. Ters ters homurdandı:

– Çok büyükleri atma!..

Fehmi emirle sevindi:

– Peki, hep ufakları atarım.

Meram tekrar etti:

– Çok büyükleri atma!.. Onlar yanmaz çünkü.

Kürek doldurulmuş sobaya boşaltılıyordu. Süvari zâbiti gürledi:

– Dur!

Fehmi’nin yüzü acıklı hal almıştı.

– Hep küçüklerini atıyorum?!

– Her tarafa atma!

– Neresine atayım?

– Alev en çok nereden çıkıyor?

– Her yerden çıkıyor.

– Olmaz! En çok bir yerinden çıkıyordur.

– Peki.. Şuradan çıkıyor her hal..

– İşte o tarafa at!

Fehmi, her şeyin kendisinden danışılacağını belli ettiği için Meram beyi lâfa tuttu:

– Toz gibi de bi kömür …… O da bundan mı?

Linyit parçalarını gösteriyordu. Meram bey tasdik etti:

– Bundan.

– Bunun tenekesini mi iki buçuk liraya veriyorlar acep?

– Her halde..

– E bu taş toprak dolu.

– Kendisi taş kömürü zaten.. Daha ucuz değildir…

Meram karşılıklı konuşmayı sevmezdi:

– Lâfı uzatma.

diye çıkıştı ve tencereyi gösterdi:

– Bak.. Daha kaynamıyor mu?

Fehmi iki parmağıyla bakır kapağı açtı. Parmakları yanıyordu. Meram bey bağırdı:

– Bırak şunu!.. Kapat, kaynasın…

Burun tıkanıklığını gidermek üzere bir iki defa pıfkırdı. Altı adımlık odanın ranzalar arası asfaltında geniş, ………. adımlarını açtı, yumuşak topuklarını güm güm yere vurarak ileri geri voltaya başladı. Ansızın:

– İndir onu artık.. İndir onu artık!

dedi. Fehmi anlamıştı. Soba üstünde ısınan tencereyi kaptığı gibi masa üstüne kaldırdı. Meram bey düşünceliydi. Teneke azmanı bıçağı aldı. Paçavra bağlı sapı ile sobanın üst kapağını hem döndürüyor, hem akıl veriyordu:

– Çok atmamak lâzım. Kömürü çok atarsan soba yanmaz!

Bıçağı masaya attı. Masa üstünde duran ıslak havluyu aldı. Soba ardına düşen karşı duvara astı. Çekme siz gözden sahanı çıkardı. Ekmeği kesti. Çaydanlığı ve teneke maşrapayı Fehmi’ye uzattı:

– Şunları yıka da getir!

Çocuk alıp gitti. Meram bey olduğu yere çömeldi. Acele kalkacak trene yetişmek ister gibi lokmaları birbiri ardından ağzına sokuyor, çiğnemeden yutmağa çalışıyordu. Fehmi geldi. Elindeki çaydanlığı sobaya doğru götürecek oldu. Meram bey, lokmalar boğazını tıkadığı için ses çıkaramıyor, boğulacakmışça işaret üstüne işaret ederek çaydanlığı gösteriyordu. Nihayet, bir yutkunma ile sıkıntıdan kurtuldu:

– Çok dolu olmasın!

Fehmi çaydanlığın kapağını açıp içini gösterdi. “Çok dolu” değildi. Meram emretti:

– İyi. Koy sobanın üstüne!

Fehmi çaydanlığı sobanın, maşrapayı masanın üstüne bıraktı. Meram bey, arada ayrı iki lokmayla daha ağzını tıkamıştı. Konuşacak hali yoktu. Sağ yumruğunu sıkıp, işaret parmağıyle bir teneke maşrapayı, bir de sobayı gösteriyordu. Maşrapa da soba üstüne konuldu. Meram bey rahatlıyarak, bir lokma daha atıştırdı. Döndü. Hem lokmasını çiğniyor, hem başiyle açık duran pencereye işaret ediyordu. Bu işaretin “kapat” mânasına geldiği belliydi. Fehmi koştu. Bu sefer pencerenin kapanması idare edilmeğe başlandı:

– Haa.. Altından tutma.. Ortasından tut! Çıkar kendine doğru! Yavaşça.. Biraz daha it… Yeter! Çok örttün. Camı az geri çek.. Dur! Tamam…

Son yutkunma üzerine Meram beyin karnı doymuştu bile. Yerinden kalktı. Masa üstünde duran bardağı aldı. Desti iki adım ötesinde, kapı önüne konmuştu. Fehmi’ye sordu:

– Su var mı?

Fehmi koşup destiyi salladı:

– Yok.

– Hiç mi yok?

Fehmi destiyi aldı. Doldurmağa gitti. Meram bey asker bozması gocuğunu soyundu. Kollarını sıvadı. Pehlivan salınışı ile gene altı yedi adımlık odada süvari tâlimine koyuldu. Vaz geçti. Çömeldi. Reçel tenekesini tahta kaşıkla kazıverdi. Fehmi destiyi getirdi. Bardağı doldurup Meram beye uzattı. Meram bey teşekkür makamında azarladı:

– Yavaş dökülmesin!

Bardağı dikip lâkır lâkır içti. Dudak şapırdatarak derin bir “Oh!”la geri uzattı. Sonra reçel tenekesiyle tabağı gösterdi:

– Şunları bir çalkala!

Fehmi derhal yapıştı tabaklara, götürdü. Temizleyip getirdi. Masa üstüne bırakmak üzereydi. Meram bey onu da gözünden kaçırmadı:

– Ters koyma!.. Hayır, oraya değil.. Şuraya, haa!..

Paketinden çıkardığı sigarayı üç parmağı arasında silkeliyerek:

– Kibrit var mı, kibrit?

Fehmi fukara çocuk güdüsüyle sobanın kızıl ateş kesilmiş saçını götürdü:

– Şuradan yanar o.

– Yanar mı? Yok canım. Saçmalama!

Lâkin Fehmi sözünü ispat etti. Yakaladığı bir gazete parçasını, kızıl saça dokundurmasıyle, tutuşturması bir oldu. Meram bey memnun olmuştu. Sert bir:

– Aferin!

çekti. Karnını doyurmuş, sigarasını tellendiriyordu. Acaba, parşömen yüzlü bir deri bir kemik oğlancağız ne âlemde? Birden bire aklına gelmişti bu cihet:

– Sen acıktın mı?

Fehmi, önüne bakmakla yetindi. Ne zaman tamamıyle doymuştu ki biçare. Meram bey:

– Haa! yaptı, şu fasulyadan yiyeceksin!.. Sen nohut yedin mi hiç?

– Nohut mu?

Hapishane idaresi berbat kokulu bir kap yemek veriyordu. Meram bey onu müradediyordu:

– Yaptılar hani.. O nohudu.

– Yemedim.

– Al şu ekmeği.. Biraz Sana yağı da var.

Fehmi ekmekle tahta iskemleye oturdu. Yemeğe başladı. Meram bey hem dolaşıyor, hem söyleniyordu:

– Ben soba başında dursam.. Hasta olurum.

Ansızın hatırlıyarak Fehmi’ye seslendi:

– Bana bak!.. O küçüklerden biraz at!

Çocuk, çiğnemesine devam ederek fırladı. Sobayı doldurmak, âdeta kendisini bahtiyar etmektedir. Hemen kürekle tenekeden kömürleri sobaya aktarmaya girişti. Lâkin Meram bey kartal bakışlariyle başı ucundadır:

– O kadar çok değil canım… Haa! Tamamdır… Al şu maşayı. Ört kapağını sobanın.

Bütün söylenenleri yapan Fehmi kapları toparladı:

– Ben şunları …… [yıkayayım] birez.

– Güzel yıka ama!

Kaplar yıkanmış geldi. Meram bey hepsine dikkatle baktı bu müthiş bir bakış ve müthiş bir dikkatti. Yerinden kalktı. Sobanın başına sokuldu. Son bir ikramda bulunmak istiyordu. Fehmi’ye bir kadeh rakı ısmarlar gibi, kömür tenekesiyle sobadaki çaydanlığı gösterdi:

– At bir tane daha da kaynasın!

Fehmi sevinçle küreğe sarıldı. Meram bey:

– Tutma onu!

Fehmi:

– Neden?

Meram:

– Çutur çutur çatlar.

Fehmi inanmamıştı:

– Çatlak değil mi?

Ve ortalıkta ne kadar kâğıt bulursa hepsini toparladı. Meram bey telaşla bağırdı:

– Ne yaptın? Kırmak dökmek yok.

Fehmi büyük bir eski gazeteyi ortasından ikiye böldü. Sobaya attı. Kâğıdın birden harlamasına güldü. Meram bey ona hayretler içinde bakakalmıştı!

Çaydanlık indirilip demlendirildi. Meram bey Himmet efendiye sordu:

– Efendi, çay?

Himmet efendi bardağını uzattı:

– Fena olmaz.

Meram bey somurttu:

– Amma da bardak ha!

– Himmet efendi kös dinlemişti:

– Beis yok. Ben kendim kâfi derecede mikrobum. Ayrıca mikrop bana dokunmaz.

– Onu demek istemedim.

– Öyle ise özür dilerim.

Meram bey halk şâirine döndü:

– Lâmi çay?

Lâmi kalktı. Pijaması üstüne gömleği sarkmıştı. Bardağı masaya götürdü. Meram bey:

– Kömür tükendi.

dedi. Halk şâiri, Fehmi çocuktan daha az ateş taraftarı değildi:

– Ama çok yakmıyoruz ki sobayı.

dedi. Süvari zâbiti derhal köpürdü:

– Ne sobası? Biz idare etmesini bilmiyoruz.

Lâmi yumuşakça düzeltmeğe çalıştı:

– Az gelmiş olmasın kömür.

Zâbit kabul etmedi:

– Ne azı? Her günkü kadar geldi. Bize kömür mü dayanır!

Halk şâiri çayını doldurmuştu. Kömürleri dirhemle harcatan Meram bey değil miydi? O halde.. O halde kömürün idare edilmediğini kabul etse, süvari zâbitini “idaresizlik”le itham etmiş olabilirdi. Kabahati başka yere havale etti:

– Kış ta yaman bu sene..

Meram bey bu fikre daha çok tutuldu:

– Ne kışı? Her sene başka türlü mü?

Lâmi uzlaşmanın yolunu arıyordu:

– Geçen yıl bu ay bu kadar yapmış mıydı?

Süvari zâbiti hücuma hazırlandı:

– Yapmadı mı?

– Herhalde bu sene kış erken geldi. Görülmüş kış değil.

Meram bey şiddetle:

– Ne erkeni be? Sen unutmuşsan bana ne?

Halk şâiri kendi kendine söylenir gibi tekrarladı:

– Ne bileyim. Bana öyle geliyor ki bu sene kış fazla.

Süvari zâbiti, kendisine bu derece karşı konulmasına pek

öfkelenmişti:

– Peki, peki.. Kes artık! Sen şimdi sabaha kadar iddia edersin. Zaten ben söylemiyecektim ya! Unuttum. Seninle konuşulur mu? Kim ne derse, hemen onun aksini öne sürmek âdetin! Ben, böyle inatçı herif görmedim!

Lâmi artık bu hücum önünde alınmamazlık edemedi:

– Yahu, feha bir şey demedik.

– Daha ne söyliyeceksin?

– Allah, Allah!.. Hep kendi fikrin doğru.

– Ne kendi fikri? Senin fikirlerin mi daha doğrudur?

– Canım, olur ya: hiç mi kimse itiraz etmiyecek?

Meram bey köpürerek bardağını masaya vurdu:

– Senin huyun itiraz. İllâ ters konuşmak. Can çıkar huy çıkmaz. Bende kabahat ki sana cevap veriyorum.

Lâmi, kızarıp bozararak ranzadaki yatağına bağdaş kurdu. Boynunu eğdi:

– Peki sen emredeceksin…

Meram bey işaretle onun sözünü kesti:

– Sen de ne olursa olsun karşılık vereceksin!

Lâmi, bitkin bir tevekkülle:

– Hayır. Biz itaat edeceğiz!

dedi.

Ulemâdan Himmet efendi, dayanamıyarak işi şakaya boğuveren kahkahayı bastı:

– Müstebit.. Abdülhamit… Yanlış koymuşlar süvari zâbitinin adını, Meram değil Abdülhamit olmalı imiş.

Halk şâiri bu desteklerden canlandı:

– Canını seveyim ben Abdülhamid’in. Kendisine suikast yapanı bile affetmiş.. Bizim Meram bey nerede? İnsana ağız açtırtmıyor.

Himmet efendi devam etti:

– Öyleyse, Meram bey “IV.Murat” yahut Kuyucu Murat Paşa!

Lâmi tasdik etti:

– Vallahi öyle: İtiraz edenin boynunu uçuracak.

Lakin, yıldırımlanan süvari bakışlarından korunmak için yorganı başına çekip yatağa uzandı. Meram bey üstündeki ranza yatağına hiddetle fırladı. Lâmi, yorgan altından sesleniyordu:

– Her sabah uyanınca, bari aşağıdan, üstümüzdeki efendimize: “Mağrur olma pâdişahım, senden büyük Allah var!” diye bağıralım biz kulları! O sadece emir buyursun.

Himmet efendi tatlıya bağladı:

– Elbette emredecek. O süvari zâbitidir.

Meram bey, gene zayıf tarafına dokunulmuş bir insan insafı ile, dizleri üstünde hazır ol vaziyetine girdi. Ve generaline tekmil haberini veren zâbit edasıyle saymağa başladı:

– Onbeşinci süvari alayı, ikinci kısım, birinci bölük, 3. takım kumandanı!..

Sonra haberini, …….. takımına verdiği resmi tâzim kumandasıyla bitirdi:

– Ol!

“BİR MEKTUP”A CEVABIM

17.12.2023 tarihinde İsveç’te yaşayan arkadaşımız Sebüktay Kaan’dan bir e-mektup aldım. “Ahmet, ekte bir mektubun var” başlıklı, aslı bir sayfadan birkaç satır fazla, ekleriyle 9 sayfalık bir metin. Metinde 2023 Ekim ayında kolektif bir çalışmayla ortaya çıkardığımız Kıvılcımlı ustamızın yazılarından hazırlanan “DİNE ve POLİTİKAYA DAİR YAZILAR” kitabıyla ilgili bana yönelik uyarı, eleştiri ve ithamlar var. Neden ithamlar dediğimi açıklayacağım.

Öncelikle çalışmalarımı ve yazdıklarımı, söylediklerimi ciddiye alıp uyarı ve eleştirilerde bulunma çabası için arkadaşıma teşekkür etmeliyim. Keşke uyarı ve eleştiri ile kalsaydı, başım gözüm üstüne derdim.

Arkadaşım yazısının son cümlesinde bir not eklemiş. Diyor ki: “Not: Bu mektubu, bilgilenme hakları olduğu düşüncesiyle kimi arkadaşlara da ileteceğim.” Buna şaşırdım. Çünkü ilerde cevaplayacağım, hiç de hak etmediğim ithamlar var. “Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir. Onun kendisinin çevirdiklerini nasıl ’’Ben çevirttim’’ dersin!.. Değer mi!.. Ne yazık!” deniyor mektupta. Daha önceki bir yerde de uyarısına rağmen hem de “gözünün içine baka baka” bu tavrımda devam etmişim. “Niye buna tenezzül ediyor”muşum gibi. Bu ithamlar ve onlara vereceğim cevaplar hiç de şahsi ya da kısıtlı bir çevrenin bilmesi gereken şeyler değil. A. Kale ustasını rencide edecek tavırlara girmeye tenezzül ediyorsa, bunları bilmesi gereken “kimi arkadaşlar” değil herkestir. O “kimi arkadaşların ne gibi ayrıcalığı olabilir ki? Bu düşüncemden dolayı ben mektubu da cevaplarımı da hem kendi bloğumda, hem de sosyal medyada ulaşabileceğim her yerde paylaşırım. Abdestimden kuşkum yok çünkü. Ayrıca bu durumu vesile sayarak şimdiye kadar yaptığım görevler ve bundan sonrası için bir rapor da vermiş olayım okuyanlara.

Şimdi bana çok ağır gelen bu ithamlara bakalım. Kıvılcımlı’nın kendi çevirdiği yazısını, “ben çevirttim” diyerek onu rencide etmek. Gerçekten ağır bir sahtekarlık ve suç. Tabii ki gerçek olsaydı. Uzaklara gitmeden mektubun içinden cevaplayayım. Ortalardaki bir paragrafta benden şu alıntı yapılıyor: “3- Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar) diye yazmışsın.” Evet “DİNE ve POLİTİKAYA DAİR YAZILAR” kitabına yazdığım 2 paragrafçık teşekkür notunda öyle yazmıştım. “DAHA ÖNCE ÇEVİRTİLİP YAYINLANMIŞTI” demişim. “BEN ÇEVİRTTİM, YAYINLADIM” dememişim. Bunu örnekleyeyim de: 2011 yılı Mart ayında Sosyal İnsan yayınları için derleyip yayınladığım TARİH YAZILARI içinde Cennet Nedir? yazısını da yayınlamıştık. Yazının girişine yazdığım kısa notu aynen alıyorum buraya:

“ Tarih Bilimi Yayınları tarafından broşür biçiminde ilk defa yayınlanan Cennet Nedir? daha sonra Diyalektik Yayınlarınca yapılan bir derlemede de yer aldı. Bilim ve Gelecek Dergisi’nde de yayınlanmış olan bu yazıyı derlememize alırken, içinde geçen ayet metinlerini ve isimlerini düzelttik.”(Tarih Yazıları, s. 201) Burayı biraz daha açayım:

Tarih Bilimi S. Şaşmaz çevresinin yayınevidir ve o broşürü 1982 yılında yayınlamışlar. Ben o zamanlar siyasi kaçaktım ve o broşürü yaklaşık 25 yıl sonra gördüm. Diyalektik Yayınları sevgili rahmetli Hüseyin Budak arkadaşımızın gayretidir ve andığım derlemeyi 90’lı yılların başında yapıp yayınlamıştır. Nihayet yakından tanıdığımız Bilim ve Gelecek Dergisi de 2006 Ocak ayında 23. Sayısında aynı yazıyı yayınlamış. Benim de yazıdan haberim bu dergi yayınından sonra olmuştu.

“Allah Önce Kadındı” metni için de bir şeyler yazılmış. Mektubun tamamını ekte koyacağım için okumak isteyenler oraya bakabilir. 2008 yılında “BERGSONİZM” kitabını çevirtip (evet o kitabı ücret ödeyerek çevirtmiştik. Daha sonraki çevrilen bütün kitap ve makaleler gönüllü çevirildiği için onlara çevirttik bile diyemeyiz. Bütün onur çeviren arkadaşlarındır) yayınladıktan sonra Hegel ve Allah Önce Kadındı metinlerini aynı arkadaşa çevirmek üzere verdik. O zamanki kaynağımız F. Fegan’ın yaptırmış olduğu mikrofişlerdi ve okunması çok zordu. Bir süre sonra çeviri için verdiğimiz Şeyda Oğuz arkadaşımız –ki daha sonra pek çok gönüllü katkılarını esirgemedi, minnet borçluyuz- metinden ancak küçük bir makale çıkarabildim diye “Bir Anahan Tomris” başlıklı yazıyı verdi bize. Biz de onu 2009 Mart ayında yayınladığımız KADIN SOSYAL SINIFIMIZ kitabına ekledik. O zaman eski yazıdan mı çevirdi, yeni harflerden mi dedi üzerinden 16 yıl geçtiği için hatırlamam mümkün değil. Şeyda arkadaşımız sağ ve ulaşılabilir halde ama o hatırlar mı onu da bilemem. O zamanki yazışmalarımızı da bulamadım.

Şunu da belirtmeliyim ki; Sebüktay’ın mektubuna eklediği notların en sondan ikincisinde Fuat Fegan’ın hazırladığı Yurt Dışı Kataloğu kastedilerek; “Katalog’da Cennet yazılarına ilişkin bilgi” başlığıyla verilen kısa bir liste var. O listenin 4. Satırında  “Cennet Nedir? diye başlayan el yazmaları (12 sayfa eski yazı), hemen altındaki satırda da “Allah Önce Kadındı başlığını taşıyan el yazmaları (15 sayfa eski ve yeni yazı karışık)” yazıyor. Yeni yazıya aktarılanların ne kadarını Kıvılcımlı yapmıştı, ne kadarını sonra çevirenler yaptı ben bilemem. Ama bu iki yazı için de hiçbir zaman, hiçbir yerde BEN ÇEVİRTTİM demedim. ÇEVİRTİLMİŞ dedim. Bu durumda Sebüktay’ın eleştirisi değil, nedenini bilmediğim bir önyargıya dayalı ithamı söz konusu olmalı.

Konuyu burada kesebilirdim ama o kısa mektupta, hazır yazmaya başlamışken değinmeden geçemeyeceğim bazı şeyler de var. Kısa kısa onlara da değineyim:

Kitap Panel’den bir gün önce elime geçti ve kitaptaki notunu okudum. Korktuğum -bütün ön alma çabalarıma rağmen- başıma gelmişti, hatta daha da fazlasıyla. Fena bozulmama rağmen arkadaşlara ’’hayır, Panel’in tadını kaçırmayacağım.’’ dedim. Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın. “

Evet, ekte sunduğum mektuptan aldım bunları. Sebüktay benim notumu okuyunca fena bozulmuş, ama panelin tadını kaçırmamak için orada susmuş. Panelin tadı kaçmadı belki ama benim tadım fena halde kaçmıştı. Panel öncesi yaptığımız, panelin sistemi üzerine yaptığımız kısa toplantıda Ender Helvacıoğlu ve moderatörlük yapacak olan genç kadın arkadaşımız Kübra’nın önünde beni azarlayacak kadar ses yükseltilmesi beni de “panelin tadı kaçmasın” noktasına getirmişti ama ben de sabrettim. Panel çıkışında yakın bir iki arkadaşıma “bir daha Sebüktay’ın olduğu hiçbir toplantıda konuşmacı da seyirci de olmam” demiştim. Bunu belirtip geçeyim. Şu cümlelere bakar mısınız? “Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın.“  Valla Allah korumuş yine de. İyi ki yan yanaymışız da gözünün içine baka baka söylememişim. Yoksa maazallah… Bu ne kibir ya. Sen bir şey dedin diye kimsenin kendi sözü olmamalı mı. Ya şu cümleye ne demeli? “Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!” Allah Allah, nasıl bir özür dilesem ki? Mesela şunu mu desem yoksa? 1986 yılından beri yaklaşık 40 yıldır bu metinlerin elinde olduğunu söylüyorsun. Bu süre içinde 40 satır yayınlamamışken, 20 yıldır tüm yaşamını vakfederek on binlerce sayfa yayınlanmışı yeniden yayınlama, bu sürede hiç yayınlanmamış yüzlerce sayfayı da yayınlama gayreti göstermiş birine, sana göre bir açık bulunca bu kadar üstenci davranışa başvurma mülteciliğin şanından mı acaba diye mi sorsam?

Uzun yıllardır ben ve ait olduğum gelenek sana samimice destek olduk, bunu biliyorsun. İyi kötü bir çaba gösteriyordun.” Bu cümle de mektuptan. Şu “iyi kötü bir çaba gösteriyordun” kelimelerindeki “iyi kötü” alicenaplığa teşekkür edeyim. Sebüktay’dan bu güne kadar şu son mektuba kadar çabalarımla ilgili iyi ya da kötü hiçbir değerlendirme görmediğim için bu kadarına sevineyim. Geçeyim cümlenin ilk bölümüne:

Uzun yıllardır Sebüktay ve içinde olduğu gelenek SODAP bana samimice destek olmuşlar. Sağ olsunlar tabi. Kimsenin samimiyetini sorgulayamam ama benim samimiyetimi sorgulamak da kimsenin haddi olmamalı.

Destek olup olmadıklarına bakarız ama kendine doktorcu diyen gruplar içinde uzun yıllardır en iyi ilişkide olduğum grup SODAP’tır, bu doğru. Bundan sonra da bu ilişkilerin iyi biçimde sürmemesi ve gelişmemesi için bir neden yok. Bu mektuptaki moral bozucu ifadelerin de SODAP’ın değil Sebüktay’ın kendi iradesi olduğunu var sayıyorum. Değilse arkadaşlar da görüşlerini iletirler, ben buradayım. Ancak iyi ilişki içinde olmak başka, destek olmak başkadır. Buna da bakalım:

Benim şimdiye kadar gösterdiğim “iyi kötü çabalar”ı iki başlıkta toplayabiliriz: Bunlardan birincisi 2003 sonrası aralıksız biçimde sürdürdüğüm yayıncılıktır. İkincisi ise benim çok önemsediğim Kıvılcımlı Enstitüsü kuruluşu ve çalışmalarıdır.

Önce Kıvılcımlı Enstitüsü’ne bakalım. 2015 Haziran ayında çok geniş ve nitelikli bir heyetle kuruluşu yaptık. Kuruluş öncesi şahsen ve de yazılı olarak SODAP ve TÖP’e birlikte kurma ve yürütme çağrısı yapmıştık. SODAP çağrımıza cevap bile vermedi. TÖP ise “bakarız, düşünürüz” dedikten sonra dönmedi..

Kuruluştan sonraki 2,5 yılda Enstitü gerçek bir araştırma kurumu gibi çalıştı. Bunları saymayacağım I. Olağan Genel Kurul Raporunda ayrıntılarıyla var. Özetçe Enstitü’yü, maddi yetersizlik, kadrosuzluk ve sağlık gerekçeleriyle SODAP’a devredinceye kadar herhangi bir ilgi ve destek görmedik. Genel kurulumuza katılan SODAP temsilcisi arkadaşımızın “yeterince ilgi ve destek göstermedikleri” konulu konuşması tutanaklardadır.

Enstitü’yü devrettikten sonraki yıllar boyunca da SODAP’la karşılıklı saygıya dayanan ilişkimiz sürdü ve sürecek ama kimin kime destek olduğu konusunda açık olmak lazım. Vicdanlı ve objektif bakan her SODAP’lı da benim Enstitü’ye daha çok destek olduğumu söyleyecektir. Bu Enstitü’nün üstlendiği panel ve toplantılarda da böyledir, Kıvılcımlı’nın ölümünün 50. Yılındaki anma programlarında da böyledir. Enstitü faaliyetleri dışındaki bütün TV programları, panel ve söyleşilerde de ben Enstitü’yü öne çıkarır, ismimin yanına “Kıvılcımlı Enstitüsü Kurucusu” yazdırırım.

Enstitü kuruluşunda ve çalışmalarında destek almadığım açık. Bunu SODAP’ın öncelik vermemesine bağlarım ancak, samimiyetini sorgulayamam. Samimi bulmasam, bütün yönetimin devri için çalışmazdım, sonrasında da herkesten çok destek olmaya çalışmazdım.

Gelelim diğer yöne; yani yayıncılık çabalarıma. 2006-2011 yılları arasında Sosyal İnsan Yayınları’nın kurucu ortağı ve yöneticisi olarak Kıvılcımlı ustamızın daha önce yayınlanmış 54, yayınlanmamış 1(Bergsonizm) ve 2 adet yazılarından benim derlediğim (Gençliğe Yazılar ve Tarih Yazıları) toplam 57 kitabını ve önemli yazılarından oluşturduğumuz 8 broşürünü yayınladım. Bu yayınlar sırasında SODAP’ın ve Sebüktay’ın herhangi bir desteğini hatırlamıyorum. Haklarını yemiş olmamak için yazayım; Kasım 2008’de Bilgi Üniversitesi Dolapdere Kampüsü’nde yapılan Kıvılcımlı Sempozyumuna külliyatı tanıtmak üzere SODAP tarafından konuşmacı olarak çağrıldım ve sempozyum fuayesinde bizden indirimli alınan kitaplar satıldı. Bunu destek sayabiliriz.

2009 Ekim ayında Kıvılcımlı’nın 38. Ölüm yıldönümünde yayınevimizin girişimiyle başlatılmış “Sosyalistlerin Ortak Kıvılcımlı Anması” yaklaşık 3 ay kadar süren hazırlık toplantıları çok iyi gitmesine rağmen, son haftaya kadar çok olumlu katkılar sunan ve benim de çok iyi ilişkim olan SODAP’ın anmaya bir hafta kala yayınevimizi “ulusalcı” ilan ederek ortak anmadan çekilmesi de destekten sayılmasa gerek.

2011 yılında Sosyal İnsan Yayınları’ndan ayrılmamdan sonra da tamamıyla şahsi gayretim ve kişisel ilişkilerimle Kıvılcımlı eserlerini ve yazılarını yayınlamaya devam ettim. 2012’de o zaman kurmuş olduğumuz Kıvılcımlı Okumaları Grubundaki arkadaşların katkılarıyla Kıvılcımlı’nın dava ve hayat arkadaşı “Fatma Nudiye Yalçı’nın Hayatı ve Eserleri” kitabını çıkardık. 2014 yılında epey uzun bir çaba sonucu yazabildiğim “KIVILCIMLI KÜLLİYATI (Ayrıntılı Bibliyografya)”, 2017’de Dipnot Yayınları’nın talebi üzerine benim hazırladığım “HİKMET KIVILCIMLI KİTABI” yayınlandı. Arada 2016 Ekim ayında Ustanın “HAPİSHANENİN İÇ YÜZÜ (Cezaevi Etüdü)” yayınlandı. Bu kitabın yeni yazıya aktarılması, Osmanlıca kursundan genç arkadaşım Cengiz Yolcu tarafından gönüllüce yapıldı. 2018 Mayıs ayında hem Kıvılcımlı’nın yurt dışına kaçışının perde arkası denebilecek olan yazışmaların derlendiği “OA DOSYASI”, hem de Fatma Nudiye Yalçı’nın Sosyete ve Teknik kitabında andığı Kıvılcımlı’nın “TARİHİ MATERYALİZM” kitapları gönüllü arkadaşların maddi katkılarıyla yayınlandı ve bir kısmı Enstitü’ye bağış olarak verildi. Bu son 3 kitabın yayınlanmasını üstlenen Sorun Yayınları’na da minnettarız. Nihayet 2021 yılında uzun yıllar üzerinde çalıştığımız, Hamza Tığlay ve Şebnem Oğuz’un gönüllü çevirileri ve Nota Bene Yayınlarının finansmanı da üstlenerek bastığı “HEGEL ve FELSEFE NOTLARI” kitabı Kıvılcımlı ustanın 50. Ölüm yıl dönümüne yetiştirilip yayınlandı. Buraya kadar yazdıklarımda SODAP’ın da başka herhangi bir doktorcu grubun da katkısı yoktur, desteği yoktur. Sevgi, saygı ve iyi ilişkilerin varlığı başka tabi. Katkı ve destek daha çok Kıvılcımlı’ya saygı duyan ama hiç Kıvılcımlıcı olmayan güzel insanlardan geldi. Hepsine teşekkürler.

Buraya bir ek yapayım. Sosyal İnsan Yayınları ile bastığımız kitap ve broşürlerin hiçbirinin künyesinde benim adım yoktur. 57 kitap 8 broşür hazırladım, yayınladım ama hiçbirine yayıncı olarak da derleyen olarak da adımı koymadım, bunu önemsemedim. Çünkü onların hemen hepsi Kıvılcımlı’nın sağlığında ya da ölümünden sonra yayınlanmış metinlerdi, biliniyorlardı. Ancak 2011 sonrası yayınladığım kitap ve yazılar daha önce yayınlanmamış yeni ya da eski yazı metinlerdi. Bilinmiyor ilk defa yayınlanıyorlardı. Bu metinleri ilk defa yayınlayan biri olarak sorumluluğu üstlendiğimi belirtmek üzere hepsine adımı da koydum, sadece “yayına hazırlayan” olarak. Bir metni ilk defa yayınlamanın gururu ile birlikte sorumluluğu da vardır. Yapılan varsa yanlışların da kimin tarafından yapılmış olduğunun bilinmesi gerektiğini düşünüyorum.

Bu kadar yazışmaya neden olan son kitaba gelirsek; evet bu kitapta SODAP’ın önemli bir maddi katkısı oldu. Basılan kitabın önemli bir bölümü indirimli olarak SODAP tarafından peşin olarak alınmasaydı bu kadar kolay basılamazdı kitap. Bu katkıları için Sebüktay’a da SODAP bütünlüğüne de teşekkür etmeyi hiç ihmal etmedim.

Bu yazının daha başlarında “Ayrıca bu durumu vesile sayarak şimdiye kadar yaptığım görevler ve bundan sonrası için bir rapor da vermiş olayım okuyanlara” demiştim. Bence yazıyı okuyacak olanlar bu bilgilendirmeyi hak ediyorlar. Bundan sonra yapacaklarımı da en sona bırakayım.

Sebüktay’ın bana böyle bir mektup yazarak Kıvılcımlı ve eserleri hakkında gösterdiği duyarlılığa saygı duymak isterim tabi. Ama istemesem de aklıma gelen bazı şeyler var. Mesela 2020 sonlarında yayınlanan bir “Anı” kitabında Kıvılcımlı ölümünden 49 yıl sonra kendini savunamayacak, suçlamaları cevaplayamayacak bir durumdayken “tacizci” ilan edildiğinde de aynı duyarlılığı gösterip, “hoop sen Kıvılcımlı’yı rencide ediyorsun” diyebilseydi. Mesela 2022 Mart ayında Bilim ve Gelecek Dergisi’nde yayınladığım uzun bir yazıyla Süleyman Şaşmaz’ın Komün Gücü sahtekarlığını teşhir ettiğimde bunu ciddiye alıp benimle birlikte bu sahtekarlığa tavır alsaydı. Mesela kendisinin ve grubunun maddi katkı yapmadığı, benim bin bir imkansızlık içinde dişimle, tırnağımla oradan buradan katkılar alarak yaptığım yayınlara, katıldığım programlara eleştirel de olsa katkılar koyabilseydi. Mesela 40 yıldır ellerinde olan arşivden bazı şeyleri yayınlayarak yayılmasına daha çok katkıda bulunabilseydi vs.

Sonuç olarak böyle bir yazıyla kendimi ifade etme fırsatı çıkardığı için gene de teşekkür borçluyum arkadaşıma. Ben arşivin uzmanı değilim. “O da kimmiş” diyenlere de, arkamdan küfrederek gezenlere de aldırmadan ustama ve işçi sınıfına karşı görevlerimi yapmaya devam edeceğim elbette.

Bundan sonrası için bugüne kadar olanlardan sonuçlar çıkararak yürüyeceğim. Artık gruplara “Kıvılcımlı’nın eserlerini yayınlamama katkıda bulunun, yaymaya çalışalım” demek istemiyorum. Bugüne kadar dediklerimden hiçbir sonuç alamadım çünkü. Ama dışardan katkı almadan da kitap basmak mümkün olmuyor. O yüzden bundan sonra ne olursa olsun basılı kitap için uğraşmayacağım. Gerek halen derlenebilecek Kıvılcımlı kitaplarından oluşturabileceğim kitapları, mesela Kıvılcımlı’nın dergilerdeki yazıları gibi, gerekse Kıvılcımlı üzerine yazmayı sürdürdüğüm, mesela Kıvılcımlı’nın Ayrıntılı Biyografisi (Biyografi için iki yayınevinin “basarız” sözü var, istisna olabilir) ve Kıvılcımlı’nın Davaları ve Savunmaları gibi kitapları e-kitap formatında internette paylaşacağım. Böylece hem maddi sorun ortadan kalkar, hem de katkıda bulunanlara minnet borcu çok olmaz.

Son söz olarak şunları diyeyim: Uzun yıllardır Kıvılcımlı yayıncılığına benim kadar konsantre olup emek veren başka biri olmadı. Keşke olsaydı. Yıllar yılı “bu eserleri yayınlama konusunu gruplar üstü bir hale getirelim, her grup katılsın ben de gönüllü çalışayım” dedim durdum, kimseye dinletemedim. Artık onu da demiyorum. Ama yukarda özellikle ayrıntılandırmaya çalıştığım yoğun bir emek var. Adanmış yıllar, yıpranmış bir sağlık var. Bütün bu bedellerle yığınla daha önce yayınlanmamış eser ve yazı ortaya çıkarılmış. Tabii ki her üretimin eksikleri ve kasıtlı olmayan yanlışları olabilir. Bunlar eleştirilir, düzeltilir.

Ayrıca, yazımı sonlandırmadan önce bir hususu özellikle ve tekrar belirtmeliyim. Ben SODAP ile hep karşılıklı sevgi ve saygı ilişkisi içinde bulundum ve bulunacağım. Birbirimize karşı eleştirilerimiz de oldu, olacak da tabi. Karşılıklı saygı kadar, geliştirici, düzeltici eleştiri de aynı yolda olmanın gereklerindendir. SODAP kendi yolunda bir mücadele yürütüyor, benim tercihim yaptıklarımdır. İçlerinde olmasam da mücadelelerine saygı duyarım. Sebüktay mektubunda her ne kadar “ben ve içinde olduğum gelenek” diyerek bana olan tavrını grubuna da mal etmeye çalışmışsa da ben öyle görmüyorum. Bir siyasi grup daha ilerletici, daha düzgün eleştiri ve uyarılar yapar. Kişiler kendi kibirlerine gruplarını da ortak etmemeli bence. SODAP’ın bana bir eleştirisi ya da desteği olacaksa bunu şimdiye kadar olduğu gibi saygılıca ve direk bizim iletişim kanallarımızdan yapar. Böyle yandan çarklı şeyler beklemem onlardan.

Ama şimdi ben başka nasıl düzelteyim “Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir.” Suçlamasını? “Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!” diyen Sebüktay’a yaptığım “saygısızlığı”?

Sanki şahsi savunmaymış gibi olan bu yazı ile zamanlarını aldığım tüm arkadaşlarıma ve bu yazıyı okuyanlara selam ve saygılar.

Elimden bu kadarı geldi. İşlerime devam edeceğim…

Ahmet Kale 02.01.2024

Ekler: Sebüktay’ın Mektubu

           Benim kitaba yazdığım not

Ahmet Merhaba.

Bu mektubu sana epey önce yazmam gerekiyordu ama uzadı.

Kitap yayınlanmazdan önce sanıyorum dergide (Bilim ve Gelecek) çıkan bir yazıdan kaynaklı huzursuz  oldum ve sana kısa bir mesaj attım sen de mesaj yazmak yerine aramak istedin ve telefonla konuştuk.  Allah Önce Kadındı yazısıyla birlikte, kitabı oluşturan diğer yazıların bulunduğu dosyanın bana Latife Fegan tarafından ISSU’dan getirtilerek iletildiğini söyledim. Ve özellikle de Allah Önce Kadındı yazısının hikayesini sana detaylıca anlattım.

Ender’in senden kitaba bir not yazman için ısrar ettiğini(!) söyledin. Telefonu kapattığımızda  çok huzurlu değildim ve bunun üzerine bir ’’ön alma’’ olur düşüncesiyle Karşı Mahalle’ye konuyla ilgili ayrıntılıca yazdım. https://www.karsimahalle.org/2023/10/06/allah-once-kadindi-kivilcimlinin-dine-ve-politikaya-dair-yazilari-uzerine

Kitap Panel’den bir gün önce elime geçti ve kitaptaki notunu okudum. Korktuğum -bütün ön alma çabalarıma rağmen- başıma gelmişti, hatta daha da fazlasıyla. Fena bozulmama rağmen arkadaşlara ’’hayır, Panel’in tadını kaçrmayacağım.’’ dedim. Bütün bunlara rağmen Panel’de de (gözümün içine baka baka diyemiyorum çünkü aynı masada yan yana konuşmacıydık) aynı şeyleri tekrarladın.

  1. Önce, o ’’okunamayan’’ dediğin Allah Önce Kadındı yazısı: Yazı, üç beş satır eski  yazı not dışında yeni Türkçedir, Kıvılcımlı’nın kendi el yazısıyladır ve rahatça okunabilir durumdadır. (Resim ekte.) Yazı arşivde on yıllardır, bende 40 (kırk) yıldır var. Ayrıca ben yazıyı 2011’de  Bilim ve Gelecek dergisine de göndermiştim. Akibetini  bilmiyordum ama Panelde Ender H. yazının ellerine geçtiğini söyledi. Hatta panel bitiminde bana yazının hala ellerinde olduğunu da söyledi. Yazı yıllardır da ISSU’da daha kaliteli, dijitalize edilmiş olarak var. (Resim ekte)
  2. ’’Sayfalar dolusu dosyadan ancak ’Bir Anahan Tomris’ başlıklı kısa bir bölümü yeni harfelere aktarabilmiş(tik)’’ diye yazmışsın. Bahsettiğin sayfalar ki yazının büyük bölümünü oluşturuyor- yine Kıvılcımlı’nın kendisi tarafından ve kendi elyazısıyla yeni Türkçeye aktarılmış. (Resimler ekte) Yayınladığın da zaten o bölüm. Geri kalan bir iki sayfa da Kitabı yayına hazırlayan Ömür Yazıcı Özdemir ve Güney Çeğin tarafından yeni Türkçeye aktarılmış. (Kendileri de bu konuda zaten kitapta titiz bir döküm vermişler. Resim ekte)
  3. ’’Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar) diye yazmışsın.Kitapta yer alan Cennet başlıklı yazıların tamamı Kıvılcımlı zamanında daktilo edilmiş ve birer nüshası, Arşiv ISSU’ya teslim edilmeden 1986’da kopyaladığım kendi arşivimde de var. (Resimler ekte) Yani Cennet yazılarını da sen çevirtmedin, Kıvılcımlı kendisi çevirdi. Bu bilgi Fuat Fegan’ın yayınladığı Arşiv Kataloğu’nda da yer alıyor. (Resim ekte)

Benim bu yazdıklarımla Ömür ve Güney Hocaların kitapta verdikleri döküm, bire bir örtüşüyor ama senin yazdıklarınla onların yazdıkları arasında -ne talihsizlik ki aynı kitapta yer alıyorlar- çok  kötü bir uyumsuzluk var. Uymayan/gerçek olmayan ne yazık ki senin yazdıkların. Ve bu üstelik bir HATA değil! Bile bile, uyarılarıma ve bilgilendirmelerime rağmen yaptın. Niye buna tenezzül ediyorsun ki Ahmet?!

Uzun yıllardır ben ve ait olduğum gelenek sana samimice destek olduk, bunu biliyorsun. İyi kötü bir çaba gösteriyordun. Birbirimizi de tanımıyor değiliz. Elli yıla yaklaşan bir ’’Doktorculuğumuz’’, arkadaşlığımız, hukukumuz var. Haydi beni/bizi geç! Rencide ettiğin Kıvılcımlı’nın hatırasıdır!.. Kıvılcımlı’nın emekleridir. Onun kendisinin  çevirdiklerini nasıl ’’Ben çevirttim’’ dersin!.. Değer mi!.. Ne yazık! Üzüldüğümü bilmeni isterim. Selamlar.

Not: Bu mektubu, bilgilenme hakları olduğu düşüncesiyle kimi arkadaşlara da ileteceğim.

Sebüktay Kaan – 17/12 – 2023

EKLER

Allah Önce Kadındı – İlk sayfa (Kitapta 19. Sayfa)

Anahan Tomris – İlk Sayfa (Kitapta 33. Sayfa)

Cennet Yazıları – 4 Başlık (Kitapta 49. Sayfadan  başlayarak)

Yurtdışı Kataloğu (Fuat Fegan tarafından düzenlenmiştir)

Katalog’da Cennet yazılarına ilişkin bilgi

Kitapta, Ömür Yazıcı Özdemir ve Güney Çeğin tarafından verilen döküm

BENİM KİTABA YAZDIĞIM KISA NOT

Allah Önce Kadındı metni çok uzun yıllar önce elime geçmişti. Sosyal İnsan Yayınları ile ilgili anılarımı anlattığım kitapta da bahsetmiştim bu metinden. O zamanki nüshaları okumak pek zor olmuştu. Sayfalar dolusu dosyadan ancak “Bir Anahan: Tomris” başlıklı kısa bir bölümü yeni harflere aktartabilmiş, o metni de 2009 Mart ayında yayınladığımız Kadın Sosyal Sınıfımız kitabına almıştık. Yıllarca temiz, okunabilir bir nüsha edinmeye çalışmıştım. Nihayet 2021 yılında İsveç’te yaşayan dostumuz, arkadaşımız Sebüktay Kaan elindeki okunabilir durumdaki nüshayı bize ulaştırdı ve yayınlama projemiz somutlanır oldu. Bu konudaki teşvik ve desteği için Sebüktay Kaan’a teşekkür ederiz.

Kitaptaki metinlerden bir kısmı daha önce çevirtilip yayınlanmıştı (ör: Cennet başlıklı yazılar). Allah Önce Kadındı başlıklı metnin de bazı sayfaları yeni harflere aktarılıp daktilo edilmişti. Diğer yazılar (Barbarlıktan Medeniyete Geçiş, Medeniyette Mısır Mı Önce Irak Mı? Kentin Kuruluşu İnsanın İlahlaştırılma Proseleri) tamamıyla eski yazı haldeydiler. Yeni harflere aktarımı yapan Ömür Yazıcı Özdemir hoca kitaptaki tüm metinleri de yeniden gözden geçirdi ve Güney Çeğin hocanın da katkılarıyla yayına hazırlandı kitabımız. Katkıları için her iki hocaya da minnettarız.

BALKAN YOLCULUĞUNDA KIVILCIMLI’NIN NEFES İZLERİ

Geçenlerde ARNAVUTLUK’TA NELER OLDU? Başlığıyla Balkan gezimin Arnavutluk bölümünden bazı izlenimlerimi, orada o günlerde olan protestoları da eksene alarak yazmıştım. Gezi boyunca beni en çok heyecanlandıran şey, gezdiğim yerlerde Kıvılcımlı’nın ayak ve nefes izlerinin olmasıydı. Gezimizin başlangıcından itibaren, daha önce defalarca okuduğum, iki defa baskıya hazırlamış olduğum, Kıvılcımlı’nın Türkiye’den kaçtıktan sonraki günlüklerinden oluşan “GÜNLÜK ANILAR” kitabının “Yugoslavya: Yolculuğun Sonu” başlıklı bölümü zihnimin derinliklerinden ortaya çıkıp, ete kemiğe değilse bile, mekana bürünüyordu.

Kıvılcımlı, Günlük Anılar’da ayrıntılarını okuyabileceğiniz “kaçış” serüveninin bir bölümü de benim gezdiğim yerlerde geçmişti. 42 yıl sonra onun yaşamının son haftalarını geçirdiği topraklarda, şehirlerdeydim. Dolayısıyla gezim Kıvılcımlı’nın çileli son hafta anılarıyla geçti desem yeridir.

Arnavutluk’ta yaşayan kardeşten ileri kadim dostum ve onun yakınları kendilerini ziyaret etmem için bana bilet yolladıklarında aklımda bir Balkan gezisi yoktu. Tiran ve çevresini gezer, hayatımda ilk kez Türkiye dışında bir hafta geçiririm diye düşünmüştüm. Ama her şeyin en iyisini yapmaya alışkın insan iyisi dostumun bana sürprizi oldu seyahat. Gittiğim gün bana, 3 gün yakın Balkan ülkelerini gezmek üzere plan yaptığını söyleyince sevindim elbette. Balkanlar Kıvılcımlı’nın hem doğduğu, hem de öldüğü yerlerdi. Benim için özel anlamı olacaktı bu gezinin. Zaten dostum da bunu bilerek yapmıştı gezi planımızı sanırım.

Şöyle başlamışım gezi notlarıma:

Bu notları Struga’da göl kenarında bir kahvaltı salonunda yazıyorum. Sabah 05’te uyanıp yola çıktık Tiran’dan. Hedefimiz 3 gün içinde Makedonya, Kosova ve Karadağ’ı görüp, ters taraftan Arnavutluk’a geri dönmekti. Virajlı ve kötü yollardan, Elbasan ve Libraj kentlerini geçtik. Sabah ve boş mideli olmama rağmen, virajlardan midem bulandı. Bu yüzden doya doya seyredemesem de Balkan Dağlarının güzelliği büyüleyiciydi.

“Yol boyu Enver Hoca döneminde yapılmış önemli yapılara rastlıyorduk. İlkel yöntemlerle yapılmış olmaları belli olmasına rağmen hala tren yolunu taşıyan görkemli viyadükler gördük mesela. Issız yerlerde, 80-100 metre yükseklikte ve hala sapasağlamlar. Geçtiğimiz şehirlerde irili ufaklı sanayi tesisleri gördük. Hemen hemen tamamı boş, çalışmıyor.

 Ufak ufak parçalara bölünmüş eskinin sosyalist Balkan ülkeleri. Tümünde çok belirgin, hatta sokaklara taşan bir ABD hayranlığı ve egemenliği var. Gezdiğim tüm yerlerde çok açık bir Türkiye ve AKP hayranlığı, Çalık holding ve Gülen cemaati etkinliği gördüm. Öyle ki bu şer odaklarının etkinliği Türkiye’den daha fazla buralarda. Geçmişi, geçmiş sosyalist dönemi reddetmenin de ötesinde yok sayıyorlar adeta. Devam edeyim notlarıma:

STRUGA

Kısa bir yolculuktan sonra Arnavutluk-Makedonya sınırına vardık. Burası eski Yugoslavya-Arnavutluk sınırı. Arada vize falan yok, pasaportları damgalatıp geçtik. Oysa 42 yıl önce aynı sınırdan Kıvılcımlı ve arkadaşı, ağır kanser kanamalarına, yaşına ve geçmişine bakılmadan geri püskürtülmüştü Enver Hoca yönetimince.” Günlük Anılar”dan aktarayım:

“27.7.1971 (Salı)

Haydi bakalım Enver Hoca “Sürtük Yahudi”ler (kendimizi ‘Juif Errant’a benzetiyorum) geliyorlar. Bakalım sen ne göstereceksin?” (Sayfa 231)

Enver Hoca’nın ne gösterdiğini de anlatıyor acı acı:

29.7.1971 (Perşembe)

“Öldürdü bizi Struga sınırında Arnavut karakol kumandanının sağ kolunun sağ omuzu üstünden başı ile bir hizada sıkılan yumruk selamı. Yumruk, ona bakılırsa tepemize indi ama “Rot Front” (Kızıl Cephe) yumruğunun bir çeşidi değil miydi? Helal olsundu.

“Söylemiştiler. Her rastladığımız epey ürkerek anlatmıştı. “Vize”siz kimse Arnavut toprağına basamıyordu. Vize bile, ilaç gibi damla hesabı, şu kadar gün olarak tartılıp veriliyordu. Yugoslav sınır karakolunun komutanı da söylemeye çalışmıştı. Dinletemedi bize. Yürüdük. Ortası ak kuşaklı asfalt yolu (Yugoslav yolunu) sonuna dek yürüdük. Bitince, az pürtüklüce beton-çakıl Arnavutluk yolundan, tığ gibi genç, sevimli ama kuşkulu nöbetçi, sağ eli kabza ve tetik yerinde, sol eli namluda, kayıştan boyuna asılı Rus biçimi otomatik tüfeği ile yolumuzu kesti. Arnavut toprağında bir adım yer bile yabancı ayağa çiğnetilmiyordu. Daha sade giyimli, aynı yaşta komutan geldi. Daha nazik ve sevimliydi. Bize mi öyle geliyordu? Yugoslavya’da herkes sevimliydi. Onu tabii buluyorduk. Keskin Arnavut’un Rus asker giysili gençleri, kendilerinden başkasına inanmamaya alıştırılmışlardı.

“Kırları yeşil, dağları yemyeşil bu güneşli ortamda Arnavut delikanlılarının silahlı ve tetikte kuş uçurtmaz halleri, insana askercilik hevesli çocukların, kendi kendilerine dramatize ettikleri bir oyunu andırıyordu. Gülemezdiniz. Kızardı Arnavut polisinin kafası. Gülümsüyorduk onların gergin bacakları üstünde hemen ateş etmeye hazır dik ve düşman duruşlarına. Genç komutan da, hele ‘A’yı [A. Birlikte kaçtıkları Ahmet Camuşçuoğlu] bayıltan’ yumruk selamı ile gülümsedi: Pasolarımızı aldı. Baktı. Vize yok. Olmaz. Geçemezsiniz. “Tarzanca” ile karışık anlatmaya çalıştık. ‘Tirana’ya, Enver Hoca’ya bir sorun’. Komutancık, olduğumuz yerde beklememizi işaret ederek, Karakola döndü. Al damalı ve düz kara çifte bavullarımız beton yolun üstünde ve kızgın Arnavut güneşinin altında yanyana duruyorlar.

“Şöyle yol dışı kıyıya çekildik. Meyilli toprağının bir iki karış boyunda ılık otları üstüne yan geldik. ‘Bıraksalar burada geceyi geçirebiliriz’. Otlar sıcak, yumuşak. Böcekler canlı canlı işlerine bakıyorlar. Hava, ortalık, ağaçlar, her şey güzel. Ya şu Arnavut çocuklarının pek yakışan askercilik oyunlarını dramatize edişleri ne? O da kendi dekoru içinde ‘çirkin’ değil. Hepsi hoşumuza gidiyor.

“Bekliyoruz. A söyleniyor:

“-İki Sosyalist Devlet sınırında… şuna bak.”

“Evet, ‘ikisi de Sosyalist’ olmakta birbirinden aşağı kalmamak için yarıştılar. İkisi de… Yalnız ikisi mi? Üçü, beşi, onu…her kaçsa?

“Sosyalist Devletlerin hepsi de, Burjuvazi’nin çizdiği “milli” sınırlar ardına sığınmışlar. Kimi birbirine yan bakıyor. Kimi göz göze geliyor. Kimi can cana… Ama hepsi, en irisinden en ufağına dek hepsi ötekinden ayrı. Yalnız ayrı mı? Birinden tek kişi ötekinin yurduna izinsiz adım atsa kurşunla karşılanıyor. Yazık. Kapitalizmin yarattığı ortam ve kurallar, insanoğluna halâ biricik ve dapdaracık yeryüzünü büsbütün dar getiriyor. (Günlük Anılar, s. 232-233)

Kıvılcımlı’nın püskürtüldüğü ama bizim kolayca geçtiğimiz sınır şehri Struga’dayız. Notlarım:

Göl manzaralı bir restoranda kahvaltı yapıyoruz. Saat. Sabah 8.30. Struga’da bizi karşılayan bir dostumuzun ikramı bu kahvaltı. Ohrid gölünde avlanmasına izin verilen Payk koron veya Belvica denilen bir balıktan yapılmış nefis bir çorba ile başlıyor kahvaltımız. Adetmiş. Ohrid gölünde olup da avlanmasına izin verilmeyen kıymetli bir balık da varmış. Çorbasını içtiğimiz balık, kışın kırmızı, yazın siyah benekleri olan çok temiz bir balıkmış. Zaten Ohrid gölü de temizlik ve şeffaflık bakımından dünyanın önde gelen göllerindenmiş. Çorbadan sonra Kaşkaval ve tulum peyniri, iri yeşil zeytin ve süzme yoğurttan oluşan güzel kahvaltılıkları da yedik. En son, ısrar üzerine bir tür krep olan Palaçinka’yı da tattık.

“Struga 60-70 bin nüfuslu, düzenli sokakların, bakımlı, bahçeli evlerin olduğu bir şehir. Ortasından Ohrid gölünün sularını Adriyatik denizine taşıyan Drina İzi (Kara Drina) nehri geçiyor. Nehrin Arnavutluk tarafında kalan tarafında Hristiyan Makedonlar, karşı tarafta ise Müslüman Arnavutlar yaşıyor. “

Ohrid’e geçip, gölü bir de o taraftan seyredeceğiz ama önce Günlük Anılar’dan Kıvılcımlı’nın Struga izlenimlerini aktarayım.

“26.7.1971 (Pazartesi) STRUGA

 “195 Frankla Paris’ten “Beograd”a [Belgrad] dün indik. 195 dinara Niş-Skopje üstünden vardığımız Ohrid gölü kıyısında 2 (biri lüks) otelli, 2 dinara 2 Taze Börek’li Struga’nın 20 dinarlık susuz, pis helalı otel odasında yalnızım. Yolda kanama korkunçtu. Uyuyunca hafifledi. Ne dayanıklı makineymişim? Artık ‘Berlinliler’i de unuttum. Paris’te kalamazdık: Pas’lar… Bizi yeryüzünde belki hapsetmeyecek tek ülke: Enver Hoca’nın ‘Tiran’ına yarın gireceğiz…Struga’da akşamın gelişine kuşlar telaşlanıyor. Serçelerin sesleri altında Marşvari bir radyo havası, daha altında koca gölün iki oteli bağlayan köprüsü altından uzun temiz kanala köpüren çağlayancığı mırıldanıyor. Gideyim bari onu seyredeyim. ‘A’ bir börek getirdi, yitti… Sulara bakacağım. 5 kat merdiven. ‘Bu Dünya’ gibi insan da ölmedikçe böyle. Sabahleyin: ‘Şu burjuvaziye bak. Rahat gebermeme bile müsaade etmiyor!’ demiştim. Ya bizim ‘Berlin’li’ kahramanlar? Gene aklıma geldiklerine içim tiksiniyor. Hadi çıkayım azıcık.

“Saat 8. Gördüm Struga’nın gezi ve eğlence yerini. Hepsi iki susuz otelin arasında akan su bolluğu ve ucu görünmeyen Ohrid Gölü bitişiğinde. Aşağı Barbarlık çağının balıkçılık züppeleri, sırça sulardaki temiz balıkcağızları rahatsız ediyorlar. Eski köprünün yapma çağlayancığı gölün durgun sularından fazlasını parmaklarından geçirerek modern beton köprüye ve ötesine, pembe kesme taşlı sahan kenarı gibi yatkın temiz iki yanlı rıhtım boyu, ağaçlar ve çiçeklikler arasından kuzeyde görünmez yerlere bol bol, akıtıyor. Bitişik otelde: ‘Vadanema’: Su yok (Klozetler korkunç)… Çağlayancığın ötesi, yüzünde bir kıl bile kıpırdamayan Ohrid Gölü. Kıyısı sığ. Az içeride küçük saz adacığı. Kıyı ile sazlık arasında da düşünen böcek gibi ufak, mavi, yeşil kayıkçıklar, birer kazığa bağlanmışlar. Suların gölden taşarca akışının rahatlık veren sesini dinliyorlar. Solda geniş iri kumlu plaj. Yüksek loş ağaçlı derin koruluğu turist çadırları ve otoları kaplamış. Deniz gölde birkaç kişi yüzüyor. Plajda yüzenlerin ailesi koruluk sınırına kumlar üstüne oturmuş. Bir genç kız çırılçıplak bebeği iki kalçasından başı üstünde havaya kaldırırken ‘Dobre’(doğru) durmasını söylüyor. Bebek yeni doğmuş tostombul. İsa’yı kutlayan melekler gibi havada. Beni görünce: ‘Dede’ diyor. Gülümsüyorum. Ağlama başlıyor.(G. Anılar, s.229-230)

Struga bölümünü kapatmadan, Kıvılcımlı ile birlikte yurtdışına kaçıp, son nefesine kadar yanında olan A. Camuşçuolğlu’nun (yakında tamamını yayınlayacağım) “KURUCU DERLENİŞ KOMİTESİNE RAPOR” başlıklı yazısından da o günlerle ilgili bölümü aktarayım:

Yugoslavya ile kapısı olan Struga’ya hareket ettik. Birkaç gün Struga’da kaldık. 27-7-1971 Arnavutluk’un hudut kapısındayız. Bizi karşılayan ve sol yumruğunu kaldırıp selamlayan genç subaya derdimizi anlattık. Bizi Tiran’a göndermesini, orada merkez komiteyle görüşeceğimizi söyledik. Tiran’a telefon açtı. Bir saat kadar Arnavutluk ve Yugoslav hududunun arasında bekledik. Gelen cevap Belgrad’ın Arnavutluk konsolosluğuna müracaat oldu. Daha önce biz pasaportların sahte olduğunu söylemiştik. Burada da devlet karşımıza dikilmişti. Arnavutluk’tan gelen bir Yugoslav tankerine binip Struga’ya döndük. Aynı gün Makedonya Cumhuriyeti başkenti olan Üsküp’e hareket ettik. Bir iki gün dinlenmek ve düşünmek istiyordu Hoca. “ (Adı geçen rapor)

Struga’dan çok yakında olan Ohrid turistik kentine geçtik. Oradan da notlar almışım ama bu yazımızın teması “Kıvılcımlı’nın Ayak İzleri” olduğundan, sadece onun da kaldığı, geçtiği ve yazdığı yerlerdeki izlenimleri alıp, Kıvılcımlı’nın yazdıklarıyla bütünleştirmeye çalışıyorum. Doğal olarak aynı sırayı izlememişiz. Ben kendi notlarımdan hareketle yazıyorum. Bu yüzden Kıvılcımlı’nın ziyaret sırası ve anılardaki sayfa numaraları karışık oluyor. Mesela biz Ohrid’den Resne üzerinden Manastır (Bitola)’a geçtik. Sonra Üsküp’e yollandık. Anılara göre Kıvılcımlı Struga’dan direk Üsküp’e yollanmış. Üsküp’ten Manastır ve Resne’ye geçmiş. Biz onun yolunu tersten katetmişiz yani.

Bizim güzergaha ve notlarıma döneyim:

RESNE ve BİTOLA (Manastır)

Ohrid’den Bitola yoluna çıktık. Bitola Osmanlı’nın Manastır’ı. Hani Mustafa Kemal’in Askeri Rüşdiyesini bitirdiği kent. Dağ yoluna çıktık. Olağanüstü görüntüler içinde gidiyoruz. Yeşilden sarıya, sarıdan turuncuya, giderek kırmızıya dönen yapraklarla ağaçlar muhteşem görüntüler oluşturuyorlar.

“Yükseklerde yol alırken çeşitli kasabalardan, köylerden geçiyoruz. Bir ara yemyeşil, bütün evleri geniş elma bahçeleriyle kaplı, çevresi de sanki elma ormanı gibi küçük bir şehre geliyoruz. Ya tabelayı görmedik, ya da Kiril alfabesinden dolayı anlayamadık. Ama sürekli burası ne güzel yer deyip duruyoruz. Şehre girerken ve şehrin sokaklarında adım başı elma satanlar var. Küfelere doldurdukları elmaları satıyorlar. Elmalar uzaktan bile çok çekici. İhtiyar bir satıcının önünde durup alıyoruz. Elmalar 3 çeşit bizim satıcıda. Çok da iriler. Her çeşitten 2’şer olmak üzere 6 tane seçiyorum 2 kiloyu geçiyor. İhtiyar satıcı, çok alıcı olduğumuzu görünce kilosu 1 Euro diyor. Çevredeki gençler gülüyorlar ihtiyarın kurnazlığına. Kazıklandığımızı biliyoruz ama gülerek alıyoruz elmaları da. Şehrin evleri bahçe içinde ve tek ya da iki katlı ama bir yapı var ki neredeyse Selimiye Kışlası gibi. Şaşırıp geçiyoruz yanından. Şehirden çıkmadan arabamıza yakıt almak için durduğumuzda, görevli benim tipime bakıp Türkçe konuşmaya başlıyor. İlk sorum, bu şehrin adı ne? Oluyor. RESNE lafını duyunca çok şaşırıyorum. Pişman oluyoruz şehre daha çok zaman ayırmadığımıza. Böylece o büyük yapı da İttihatçı gerilla Resneli Niyazi’nin gösterişli konağı oluyor. Benzinlikteyken etrafa daha dikkatli bakıyorum. Şehrin iki tarafı neredeyse geçit vermez görünen sarp dağlar. Soruyorum benzinciye: -Resneli Niyazi’nin geyiğiyle birlikte at koşturduğu dağlar, şu soldakiler mi, sağdakiler mi? Nedense bozuluyor adam. –Bizim Niyazi Bey eşkıya mı ki dağlarda dolaşsın! Diye çıkışıyor. Arkadaşımın da Tiran’da oturduğunu duyunca: -Zaten Niyazi Bey’i sizin Durres limanında vurdulardı. Diyor.”

Bizim Resne anılarımız böyle cılız. Oradan da Manastır’a geçtik. Şehri dolaştık, yolda konuşmalarımızı duyan bir İstanbullu sahip çıkıp işyerinde bize demlenmiş çay ikram etti falan. Manastır’da da burada anacak önemli bir şeyimiz yok. Bir de Kıvılcımlı’nın yazdıklarına bakalım:

22.8.1971 (Pazar)

“ÅumoΛe” [Bitole: Manastır] 3 gündür, ortası kızıl yıldızlı mavi, ak, kızıl ve yanında kendisi kızıl, ortasında boş sarı yıldızlı veya köşesinde içine orak-çekiç oturmuş gene sarı yıldızlı bayraklarla donatılı. Cuma, Osmanlı’nın Müslüman tatil günü olarak köylüler pazarı idi. Bir buçuk kilo ferik elması, birkaç kilo güvem eriği, şeftali, küçük armut satan küçük, nine, dede, milli kılıklı kadın, erkek, geniş semerli katır, eşek, kağnı ile kasabada alışverişe gelmiş köylülerin, belki Acem yaylasından, belki Ganj yahut Yang -Tse- Kıyang vadilerinden Batı Avrupa içlerine dek uzanmış, nalla mıh arasında yaşamalarını sürdüren ezeli köylücüklerin pazarı idi. Cumartesi gecesi, anlaşılan, her komşu kasaba ve merkezden gelmiş veya çağrılmış konuklarla kalabalıklaşmıştışehir. Sinema ile Tiyatro arası, asfaltı Beyoğlu’nun aksine, kaplamış olan akşam gezgincilerinin sıklığından ve çokluğundan belli…

“Öyle azgın (sistit [mesane iltihabı] arazlı) dediğim bir kriz içindeyim ki, soluk aldırmıyor. Her on, hatta beş dakikada bir kıvranarak,200 metre uzaktaki alafranga -olmaz olaydı- W.C.’ye sallana tutuna koşuyorum. En ‘önemsiz’, en ‘ayıp’ yerimin içine beş altı insafsız matkap sokulmuş. Düğmelerine görülmeyen sessiz eller basmış. Elektrik motorunun dilsiz inadıyla dönüyorlar, deliyorlar, işliyorlar, parçalıyorlar her yerimi. Ve ben gık diyemedim. İkide bir karyolamın acaip sathı mailine [eğimine] oturup bir yol düşecek olan, dönen başımı dirseklerim dizlerimde avuçlarım içine alıyorum.

“Dün iyi insanlar yatalaklığıma acımış olmalılar. Lüks Mercedes’le lokantadan aldılar. ‘Meşeli, dağlar meşeli-İçine sarhoş düşeli’ türküsünü çağıran yemyeşil yollardan, kartpostalların ‘İsviçre’de’ göstermeye alıştırdıkları göle gittik [Manastır civarındaki dağlarda, Bolu civarındaki Yedigöller’e benzer harika bir göller bölgesi olduğunu bize de söylediler]. Gitarlı beceriksiz delikanlılar, erkencecik “fam fatal” dedikleri yaman kadınlığı yakıştıran ve kırıştıran aşırı olgun kızcağızlar, çıplaklar… Daha açık lüks gazinoda “orijinal limonad”ı karıştırırken, alt karnımı zonklatan vuruşlararttı, azıttı. Safi kan. Artık bütün mesaneyi kaplamış olmalı kanser. Gençler o güzelim göle don paça girdiler. Plajın ağaç gölgesi altına çömeldim. Bir kırmızı sürat motoru, gösteriş sevenlere suda kayak yaptırıyor. Bayılacağım. Başım dönüyor. Belli etmiyorum.

Dönüşte Niyazi Bey’in Resne’sinden bir kavun karpuz aldık. Geyiği ve saç sakalıyla tarihe ansızın karışan ‘Hürriyet’ kahramanının “Saray”ı önünde az durduk.

“Özenmiş Makedonyalı Osmanlı subaycığı. İlkin Makedonya Komitecilerine özenmiş. Ona diyecek yok. Dağlar nefis ormanlık. Temmuz sıcağında batıya düşen göl, tatlı, serin. ‘Kapetan’ Sandaski Makedonyalı’dır da, Kolağası Niyazi Resne başka yerli midir?

Almış takımını. ‘Ferman Padişahın, dağlar bizimdir’ demiş. Güzel özeniş, güzel ölüm. Elin ayağın tutarken beynine kurşunun nereden girdiğini bilemeden uzanıp ‘ebedi istirahat’ine dalmak, ölümlerin en konforlusu. İmrenilir. Niyazi Bey’in imrenemediğim özenişi, “Resne” ağaçlıkları ve geniş Manastır yolu üzerine oturttuğu, burada “Saray” adı verilen villası. Geyikli arslanın içinin içinde bu yatarmış. ‘Ya ölüm, ya Hürriyet!’. Ölmeyince, o saat kavuştuğu ‘Hürriyet’i, bu ‘Saray’ biçiminde görmüş. Saf dağlıymış belli. Tatlı Resne tepesinin göle doğru düzlüğüne Dolmabahçe Sarayı’nın ufacık bir karikatürünü yaptırmış. Çatısına da, Osmanlı Paşaları’nın Erenköy semtlerindeki köşklerinin yarı tahta, yarı teneke “Cihannüma” [çatı odası ya da taraçası] larından iki tanesini oturtmuş. Kim bilir 1908 Makedon ve Arnavutları, bu İstanbul melezi yapı önünde nasıl apışıp kalmışlardır?

“Ben imrenemedim. Nedir o teneke ve tahta eskisi her yerinde kopuk, döküntülü Cihannüma (Evren görür) sipsivri cumbacıklar. Nedir o üst katı süsleyen Panteon mermer sütunlarını, duvarcı ustasına dayanıksız kireç yığınlarıyla taklit, ama kötü taklit ettiriş. Yarı yolda kalan alçıdan dökmeye benzer sütunlar ak ak. Aralarındaki duvarlar açık toz pembe… Pencerelerini hatırlayamıyorum. Şimdi Resne Belediyelilerinin günde kaç saat ve kaç öğün çıktıkları,köylü, kasabalı yurttaşların iş günlerinde bekleştikleri merdivenlere bakamadım. Yazık be Niyazi Bey! Hayâl evinde bu piç üslûplu, Makedon, ‘kanı bozuk” irice çift katlı yapıyı mı yüceltmiştin? Acep içine girip şöylece bir kurulman ve yeşil giyinik çevre dağlara, mavi setentiliyon eteklikli karşı göle doğru genişçe soluman nasip oldumuydu? Yoksa bütün politika rezilliklerini şeref madalyası olarak yaldızlayıp, sağlı sollu en modern cücelere dek armağan etmiş çökkün Bizans Osmanlı ortamında, politika gerizini ün kaşığı ile atıştırmakta seni rakip görenlerin bir çelmesi yahut “fedai kurşunu” ile dünyana doyamadan boğulup gittin mi? Çıt yok.

Haydut çeşmesinde koca karpuzu o şeker katılmışca ama bıktırmayan tatlı, buz gibi serin gürgenli, dağ suyunun akıp giden dört beşoluğundan birisi altına koyduk. Çeşme Osmanlı armalıymış. Yıkıp betonlamışlar. Ardına düşen koyu ağaçlarla gölgelenmiş, az meyilli çimenler üstüne yeşil kareli battaniye serilmiş. Uzandık. Pembe etli, kızıl çekirdekli karpuzun yalnız göbeğinden zorla bir avuç yemek cesaretini gösterebildim. Karşı ağaçlıklar altına bağlı delişmen Makedon sahibinin üç kilo elma, bir buçuk kilo ağaç çileği satarak para yapmasını sabırla bekleyen semerli kıratçık bize bakıyordu. Karpuzun kabukları onun. “Verin yahu, atı bekletmeyin” dedim. İri, gevşek dudaklarından kabuk sularını akıta akıta yedi. Her marka otoların kapılarından demet demet irili ufaklı, nedense hep kız çocukları fırlıyorlar. Su içiyorlar, su döküyorlar…

Geçtiğimiz yerlerde en küçük çocuğundan yaşlı nine dedelere dek yüzüne bakılmayacak insan yok.

“Bu güzel yerlerde çirkin insan bulunur mu?

“Ağaçlı yol ÅumoΛe [Bitole: Manastır]’ye girerken, gene yerlilerin ‘Akademi’ dedikleri yapı önünden geçtik. ‘Mustafa’nın ‘Kemal’ olduğu ‘Manastır Rüştiye’i Askeriyye’i şahane’si. Biraderbey, Urfa’dan sürülüp Yanya’da Müftülük etmiş baba dedemin, hem Yanya, hem Manastır Askeri Rüştiye’lerini yaptırıp açış törenlerine katıldığını anlatmıştı. Müftülük nerede? Askeri yapıları inşa ettiriş nerede? Anlamadım. Yoksa, bir başka akrabamın bir gün Taksim Talimhane apartmanında ansızın benimle tanış çıkıp, niçin dede mirasını aramadığımı sorduğu ‘Milyoner Müftü’ efendi yükünü bu işlerle mi yapmıştı?

“Bu uzun çağrışım ve alt karnımın çılgın kasap bıçağıyla doğranışı ortasında, piknik Demirel’in plaka taktığı, Atatürk’ü okutmuş‘Askeri Akademi’yi görmek dahi isteyemem. O, Niyazi Bey’in ‘Saray’ından daha ciddi ve sağlam bir çift kat ön bölüm ile arkada tek kat ortası avlu küçükçe bir yapıydı. Belki Osmanlı çağından kalma sarı badanası ile, askerlerin “Haki renk”lerine asorti düşüyor

ÜSKÜP/MAKEDONYA

Manastır’dan sonraki durağımız Üsküp oldu. Hava karardıktan sonra vardığımız için bir otelde yerimizi ayırtıp Üsküp gecesine karıştık.

Üsküp (Makedonlar Skopje diyorlar) eski Yugoslavya’nın da önemli şehirlerinden biri. Şimdi Makedonya Cumhuriyetinin Başkenti. Son derece canlı bir şehir. Bütün resmi kurumlarla, müze, sanat merkezi gibi kurumlar bir merkezde toplanmışlar. Otelde aldığım notlar şöyle:

Üsküp canlı bir şehir. Şehrin merkezinde yapılan alan düzenlemesini hayranlıkla izledik. Görmeden anlatmak zor olduğu için sabah resimlemeye karar verdik. Ancak geceki ışıklandırılmış halinin de görmeye değer olduğunu söylemeliyim. Alan Antik Yunan stiline benzetilerek restore edilmiş binalarla ve devasa heykellerle dolu. Bütün şehrin ve bu alanın ortasından Vardar Nehri geçiyor. Nehrin üzerinde kısa aralıklarla köprüler var ama biri eski bir taş köprü, diğerleri yeni. Nehir çok dingin ve temiz akıyordu biz varken. Alanın, çevre bina ve heykellerin seyri çok hoştu.

“Sabah kahvaltı sonrası hemen akşam gördüklerimizi resimlemeye koştuk. Heykeller gerçekten de devasa boyutlarda. Ülkenin gerçek kurucusu saydıkları II. Philip heykeli kaidesi ile birlikte 30 metreyi buluyordu. Diğer heykeller de yaklaşık boyutlarda. Binaların dış cepheleri yıkılarak eski Makedon stiline göre yeniden yapılıyor. Bakanlıklar ve müzeler, opera ve tiyatro binaları bu stilde onarılıp kullanıma açılmışlar. Birçok binada da restorasyon sürüyordu.

“Üsküp oldukça ilgimi çekti. Gezdiğimiz her yerde, yazının başında da dediğimiz gibi sosyalist dönemi yok sayma ve izlerini silme Makedonya ve Üsküp’te de var. Gezdiğim her yerde sosyalizmin izlerini arayıp durdum. Enver Hoca’da olduğu gibi Tito döneminde de devasa viyadükler, aşılmaz kayalara açılmış tüneller gördüm. Tito evleri diye sıra sıra mütevazi ama hâlâ sağlam ve kullanılan bloklar var. Buradaki yüzlerce heykel ve stellerin içinde Tito’nun yüzünü aradım durdum. Tito hem Balkan coğrafyasında yaşayan her ırk ve dinden insanı barış içinde sosyalizme taşımış, hem de  Laz İsmail gibi zalimlerin etkisiyle Sofya ve Doğu Berlin’den kanser kanamalarına bakılmadan kovulmuş, Arnavutluk sınırına bile yaklaştırılmamış devrimci ustam Dr. Hikmet Kıvılcımlı’yı ülkesine alıp, tedavisiyle ilgilenilmesini sağlamıştı.

Heykel dolu bir parkı gezerken, birden topluluk içinde Tito’nun gençlik (partizan komutanı olduğu dönemler olmalı) halini andıran bir heykel gördük. Emin olmak için yoldan geçen orta yaşlı birine sorduk ‘şu heykeldeki adam Tito mu’ diye. Adam heykelin çevresinde dolaştıktan sonra, ‘Anlayamadım, kaidede bir şey yazmıyor’ deyince şaşırmadım nedense. Yılmayıp daha yaşlı birine sorduk. Adam tereddütsüz teyit etti. Hemen resmini birkaç defa daha çektik.

Bunları yazmışım orada. Günlük Anılar’daki Üsküp notlarına bakmadan önce Ahmet Camuşçuoğlu’nun adı geçen “RAPOR”unda bakalım  neler var:

Yolda[Arnavutluk’a alınmayıp dönerken] Hoca’ya Türkiye’ye dönmemizi teklif ettim. İlk önce olumlu karşılar gibi oldu. Sonra Paris’e geri dönmeyi, hudutta pasaportları imha etmeyi ve polise teslim olmayı kararlaştırdık. Üsküp’te Hoca fikrini değiştirdi. Yugoslav K.P’ye başvurmamızı söyledi. Ben bunu tepkiyle karşıladım. Herhangi bir Komünist Partisine başvurmaktansa hele Yugoslav Komünist Partisi’ne kendimi Vardar nehrine atarım dedim. Hoca biraz kızdı. Sabah 06’da kalktı, giyinip gitti. Saat 9 gibi geldi. Partiye gittiğini, herşeyi olduğu gibi anlattığını, beni de yarın gelip alacaklarını, bütün olanları dümdüz anlat dedi. İtiraz etmedim. Terslikler yakamızı bir türlü bırakmıyordu. Bizim hakkımızda karar verecek merkez komitenin tatilde olduğunu söylediler.

“12-13 gün Üsküp’de kaldık. İlk günler Hoca yemek yiyebiliyordu. Sonradan 3-5 adım yürür yürümez başı döner oldu. Sonra bizi ne düşündüler bilmiyoruz, manastıra gönderdiler. On gün kadar manastırda kaldık. Bu süre içinde bir dediğimizi iki etmediler. Birden Hoca’nın kanaması arttı. Safi kan işer oldu. Üsküp hastanesine özel bir otoyla bizi getirdiler. Hastanenin en iyi odasını bize tahsis ettiler. Makedon K.P Merkez Komitesinden 4 kişi gelip Hoca’yı ziyaret edip gönlünü aldılar. 7 gün o hastanede kaldık. Hastane baştabibi direkt alakadar oluyordu Hoca’yla. Üsküp’te bir şey yapamayacaklarını anlayınca Belgrad’a göndermek mecburiyetinde kaldılar. (Rapordan)

Günlük Anılar ve onun bir tür “kaçışın perde arkası” denebilecek olan Ahmet Camuşçuoğlu’nun raporu okunduğunda, gerek kendilerine TKP adını takanların, gerekse onların etkisiyle insanlık dışı bir biçimde Kıvılcımlı’yı emperyalist dünyanın kucağına atmakta sakınca görmeyen ülkelerin tavrı ve bunun sonucu çekilen çileler görülüyor. Bu durumda Tito’nun, Makedon komünistlerinin enternasyonalizmleri bir yana, iNSAN tavırları bile göz yaşartıcı.

Şimdi bir de Kıvılcımlı’nın anılarında bakalım Üsküp günlerine:

“ A sabah, akşam, gece gündüz, her gün, her saat: Paytağa kaçan ince gergin, az (O bayn) [O-Beine: Çarpık bacak (Almanca)] dedikleri, içeriye kavisli bacakları üstünde, yerde yitirdiği şeyleri ararca  başını eğerek, boynunu bükerek, ansızın, hiç konuşmaksızın fırlar, çıkar gider oda kapısından. Sürter, sürter. Üsküp gözüne Türkiye’nin bir kasabası kadar bile görünmüyor. Gezmedik, dolanmadık yerini bırakmadı Murad Hüdavendigâr’ın karnından Milâş Kaploviç hançerini yiyerek hayatıyla ödediği Kosova ülkesi Başkentinin.

“Kimi, adı Türkçe’den kalma “Bitpazarı”na uğruyor. Müslüman Türkler’in, sokaklarında açık gerizler akan teneke mahallesi gecekondularnı izliyor. Kimi, pratik arkeolojiye çocukluğundan beri doyuramadığı açlığı ile belki ilk Grek Megaryen taşları çağından beri kat kat işlenmiş kale duvarlarını inceleyip, kalınlıyor. Kimi, ondan başka kimseciklerin uğramadığı ovaya bakan dağ tepelerine çıkıyor. Kendisini görür görmez çil yavrusu biçimi darmadağın kaçışan keklik palazlarından bir taneciğini olsun beslemek üzere tutmak için yakalamaya çalışıyor. Küçük, mavi kaplı banka defterciğinin (Türkiye’den son anı nesnenin) yırtık sayfaları arasında biri uzunca, öteki kısa iki ebem kuşağı renkli keklik tüyü ile dönüyor.

“Her seferinde, kapıdan on beşlik bir şarapnel mermisi gibi girer girmez patlar:

“- Valla, hocam, ben bu memlekette..Tüüüü! Deli olacağım yani. Anlatsam, aklın almaz. Valla aklım almıyor. Bu ne bu, yahu! Tüüüüü! Tümcedeki ‘Tü’lerin -ki pek sıktırlar- ‘ü’lerini ne denli çok uzatabilirse, ‘A’, o denli inanılmaz, insanı isyan ettirici şeyler gördüğünü anlatmış olur.

“ A’yı, gözlerini aça, belirte en çok çileden çıkartan, ardarda beş on “Tüü!” salvosu ateş ettiren olay: Makedonya’da insanların ‘seks’i, kapı arkasında, tavan arasına gizleyecekleri, saklı, ayıp bir suç olarak işleyecekleri yerde, ‘sokağa dökmeleri’dir.

“İlk geldiğimiz akşam, bavullarla köprüyü geçer geçmez, otel arayacağız. Ben de şaşırdım. Bütün caddeler tıklım tıklım. Yalnız yaya kaldırımlarda olsa, ne iyi. Arabalara geçecek yer kalmamış. İkişer, üçer, beşer (en çok beşer) kişilik gruplar. Yan yana, hatta üst üste yığılmışlar parkelere. Ne yapıyorlar? Hiç. Duruyorlar. Ara sıra birbirlerine de bakıyorlarsa da, en çok kendi grupları  içinde halvet olmuşlar. Susuşları bir konuşma, konuşmaları ayrı susuş.

“Bekleşiyorlar. Neyi?

“ A’ sert sert, söverce burnundan püskürttü:

“- Müşteri bekliyorlar, valla hocam!

“Onları, ayaküstü birbirlerine kızlı erkekli sokulmuş ve uzaklaşmış, kaos içinde çekişip itişen atomlar gibi, ömründe ilk kez görür görmez. ‘A’ damgasını vurdu:

“- Valla billa hocam, bunlar seks alışverişinde! Ben başka bir şey bilmem. Gören göz, kılavuz istemez.

“- Fuhuş yasak, hocam. Her yerde seks alınıp satılıyor.

“Sonra otel lokantasında gördüklerimiz de ona hak verdirtti. Onun bu tedirginliğini bir de kendi gözümle görüp anlamak istiyordum. Ama ayakta duracak halim yok. Ya su sökme sıkıştırırsa. Yolda kepaze olmak var. Bir kombinezon düşündüm. Akşam yemeğine inmeden büyük hacetimi (Makedonya’da çıkan Türkçe ‘Birlik’ gazetesinde ‘Etkinliğimi’) bitireceğim. Bahçede akşam zıkkımlanmamız kaç dakika sürer? En çok 1 saat. Uğrarım küçük hacet için lokantadaki yere. Köprüye dek gidip gelmesi ne sürecek? Görürüm bir daha alıcı gözü ile şu bizim oğlanı çıldırtan açık hava seks pazarını.

“Dediğimi, zor kötek, yerine getirdim. Sen misin? Bir uçakta, çok yüksek uçulurken öyle olmuştum, bir de bu akşam. Bayılacağım. Bayılamıyorum. Yürüyorum. Can benden çıkmış, dört adım gerimden geliyor yahut önümden gidiyor. Nedir bu hal? Görmez olaydık seks pazarını. İlk akşamki denli mahşer kalabalık değillerdi.

“- Bu saat dağılıyorlar, hocam!

“Saat 9’da dağılıyorlarsa, demek bu bir gençlerin randevusuz genel buluşmaları. Yaşlı, benden başka tek insana rastlamadım aralarında. Orta yaşlı tek tük kişi bile acele geçip gidiyor. Gençler, dünyanın en aykırı bitnik kılıklarını birbirlerine sergiliyorlar. Birbirleriyle kol kola, bele, omuza el atmalar var. Öpüşmeye rastlamadık.  Dönüşte, kimi yaya kaldırım üstü inşaat korkuluklarına sinmiş çiftler oluyor. Mahremce bir düğümü çözmeye çalışıyorlar. Düğüm belki ileride seks olacak. Oracıkta iki gencin birbirine çekinmeden sokuluşu, belki pazarlığı geçiyor. O sıra el ele değenini seçemedik. ‘A’ bile bir ara, derince soludu:

“- 14-15 yaşında çocuklar. Bunlarda para da yoktur ki birbirlerini satın alsınlar. En çok bir lokantada yemeğe götürsünler.

“Ancak, bizim lokantada ben, belli profesyonel açık “konsomatris”lerden başka böyle gençlere hiç rastlamadım. Evelisi gün bir çifte rastlamıştık. Sülün gibiydiler. Şıklıkları imrenç. Çok güzel şeyler bu Makedon kerataları. İki abulâbut yağlı delikanlıyı masada saklanmış buldular. Gittiler. Olur. Pek aydınlanamadım. Muhakkak burada seks, serbestliğin son kertesinde. İyi mi, kötü mü? Şimdilik seksibir mesele olmaktan çıkarmışlar. Bizlerse, mesele olmayan seksi sevgi yerine koymamaya alışmışız. (Günlük Anılar, s. 337-338)

Bu arada Günlük Anılar’da önemli bir yer tutan, “Parti Anılarım/ Kim Suçlamış” bölümünün sonunda (Üsküp, Mareşal Tito Bulvarı Bristol Oteli No. 9  5-8-71 Perşembe, saat 18.30) yazıyor. Hocamız, kendisine en çok acı veren, ihanetleri sergilemek zorunda kaldığı bölümü Üsküp’te yazmış.

PRİŞTİNA/KOSOVA

Osmanlı İmparatorluğu Makedonyası’nın Priştine kasabasında Hüseyin Bey Posta-Telgraf müdürü iken, eşi Münire hanımdan Hikmet doğuyor. Kosova vilayetinin İştip kazasında hastalanıyor…”

Kıvılcımlı, “kendi kaleminden hayatı” başlığıyla ancak birkaç sayfa yazıp bıraktığı yazıya böyle başlıyor.

Bugünkü haritalara ya da siyasal bölünmelere bakarsak ifade hatalı gibi. Priştina Makedonya’da değil, Kosova’da bir kent. Hem de başkent. Doğal olarak 20. Yüzyılın ilk yıllarında kasaba olabilir. İştip ise, Kosova’nın değil, Makedonya’nın bir vilayeti. O zamanlar kaza olabilir tabi. İfadede böyle bir terslik var. O zamanlar Makedonya’nın Kosova diye bir vilayeti varmış. Ve Kıvılcımlı’nın babası Hüseyin Bey, Priştina’nın posta müdürü iken Hikmet doğmuş. Ancak, İştip’te hastalanıyor dediğine de bakarsak, ya aile İştip’li, babanın görevinden dolayı Priştina’da doğmuş, ya da akraba ilişkilerinden dolayı İştip’te bulunup orda hastalanmış. Her halükarda Makedonya doğumlu. Balkan bozgunu ile dağılan ailenin mutlaka bir kısım yakınları kalmıştır oralarda. Acaba biliyorlar mıdır bu kadar önemli bir devrimcinin yakınları olduğunu? Biliyorlar mıdır dönüp dolaşıp, istemeden de olsa doğduğu topraklara dönüp acılar içinde öldüğünü?

Kıvılcımlı “ölüm yolculuğu”, ya da kendi deyimiyle “…yolculuğun sonu” diyeceğimiz son haftalarda Priştina’ya veya İştip’e uğramamış. Bu konuda bir notu da yok dolayısıyla. Ama ben Priştina’da kalıp bir kısım notlar tutmuştum. Onları da aktarayım:

Üsküp’ten Kosova’ya, ikinci büyük kent olan Prizren üzerinden girdik. Prizren, Kosova’lı Arnavutlar ve Sırplar arasındaki çatışmadan fazla etkilenmemiş bir şehir. Bizim Manisa’nın Spil dağı gibi bir dağ yükseliyor hemen şehrin içinden. Şar dağı. Bölgenin çok lezzetli et ve süt ürünleri bu dağ köylerinden geliyormuş. Şehrin içinden de Akdere isimli nehir akıyor. Düzenli ve güzel bir şehir. Ancak adım başı Birleşmiş Milletler askeri görülüyor. Sanki sokak güvenliği onlarda gibi. Kosova ABD ve Türkiye etkisinin en çok görüldüğü yer. TC başbakanı Erdoğan’ın duvar boyu afişi orda da çıktı karşımıza. Kosova’daki seçimlerde Demokratik Türk Birliği partisinin seçim mitingine katılıp destek vermiş Erdoğan. Afiş o mitingden kalma. Kosova’yı arka bahçe gibi görüyor Türkiye sermayesi ve siyasallaşmış tarikatlar. Prizren Arnavut Birliği adlı ırkçı örgütün merkezi ziyaretgah gibi olmuş. Kosova’nın diğer yerlerinde olduğu gibi Prizren’de de Kosova Kurtuluş Ordusu (UÇK) çok etkinmiş.

Prizren’den akşam vakti Priştina’ya geçtik. Burası da Prizren gibi canlı ve hareketli. Şehri akşam gezmeye çıktığımızda, Manastır’da olduğu gibi konuşmalarımızdan anlayıp, bir Priştina Türkü sahip çıkıyor bize. Epey sohbet edip bilgileniyoruz. En önemli bilgi, Sırplarla savaşta Kosovalıların silahlı gücü olan UÇK’lıların, şimdi köşeleri hem idari hem de mali yönden tutmuş oldukları. İstedikleri mülke el koyuyorlar diyor ve bize UÇK’lılar tarafından el konulmuş olan birkaç bina gösteriyor dostumuz. “Silah onlarda çünkü, kimse onlara engel olamıyor” diye de ekliyor.

Priştina’da benim için en çarpıcı görüntüye şehrin merkezindeki bir pastanede rastlıyoruz. Yerel tatlı olan Trilece yemek için girdiğimiz pastanenin adı Fellini. Tatlıları ısmarlayıp oturunca, neredeyse duvar boyu bir resim görüyoruz. Resimde kocaman bir pasta var. Pasta Kosova haritası biçiminde yapılmış. Lacivert zemin üzerine sarı AB yıldızlarından oluşan bayrak. Bayrak görünüşlü pastanın tam ortasında eski ABD başkanı Bill Clinton’un sırıtan bir resmi. Pastanın başında bir kalabalık, herkes sırıtıyor. Sırıtkanlardan Clinton kocaman bir bıçakla pastayı kesiyor. “Biz sizi böyle dilim dilim yeriz” modunda sırıtışı. Diğerleri ise o zamanki Kosova başbakanı ve şürekası. Onlar da “emperyalizme canımız feda. Siz bizleri görün de ülkemizi istediğiniz gibi yiyin” hain sırıtışlarıyla alkışlıyorlar Clinton’u. Bana göre Balkanların bölünme amacını ve bugünkü durumu en iyi özetleyen tablo bu.

3-5 günlük bir gezinin çağrışımları bunlar. Kıvılcımlı’nın fiziki çilesi bitti artık ama anısı ve eserlerinin yeterince anlaşılıp değerlendirildiği söylenemez. Onu ölüme sürükleyenlerden ve zihniyetlerinden hesap sorulamadı henüz. Üstelik sağdan soldan olduğu gibi “içerden” de yıpratılmaya devam ediliyor günümüzde. Görüşleri çarpıtılıyor, anısı ve izleri silinmeye çalışılıyor. Olmadı kendi kapitalist ve külah kapıcı ilişkilerinin içine hapsetmeye çalışıyor kimileri Kıvılcımlı’yı. Son yolculuğundaki fiziki ve moral açıdan çilesi şimdilerde manevi şahsiyetine ve eserlerine yöneliyor. Bununla birlikte, onun anısını ve eserlerini işçi sınıfına ve tüm insanlığa taşıma gayreti içinde olanlar da var.

Başta da söylediğim gibi, bu büyük devrimcinin anısı hep yanımda oldu Balkan gezisinde. Bir kez daha yaşadım onunla birlikte tüm acıları. Dünyanın en büyük ama en az anlaşılan, en az değerlendirilen, en çok ihanete uğratılmış ama insanlığa ve marksizme katkıları erişilmez boyutta olan devrimcisinin direnci karşısında bir kez daha sarsıldım.

Kıvılcımlı’nın sadece balkanlardaki değil, yaşamı boyunca olduğu her yerdeki anısını ve izlerini takip etmek, onun kapsamlı ve öğretici bir biyografisini oluşturmak da gerekiyor. Bir süredir GELECEK gazetesinde yayınlamakta olduğum Kıvılcımlı Külliyatı’nın tek tek tanıtılması girişimi bu çabanın bir adımı olarak değerlendirilebilir.(Bu yazıları bir yıl kadar sonra toparlayıp, KIVILCIMLI KÜLLİYATI –Ayrıntılı Bibliyografya- başlığıyla kitaplaştırdım.) Onun Anısını ve eserlerini yaşatmak tüm Türkiye sosyalistlerinin görevidir. Sadece izleyicilerin (onların da bir bölümünün) gayretleri yeterli olmayacaktır. Herkesi bu göreve katkıda bulunmaya çağırarak bitiriyorum yazımı.                                                                                         15.12.2013