1 Mayıs vesilesiyle Kıvılcımlı ustanın az bilinen ve ilk olarak “Dergi Yazıları” derlememizin üçüncü cildinde yayımlanan “Bir Mayıs Nedir?” yazısını Fuat Fegan’ın notuyla birlikte paylaşıyoruz.
Yaşasın 1 Mayıs!
Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!
Ahmet Kale- Göksal Caner Malatya
“1969 yılı kaleme alındığı anlaşılan yazının sonu yok. Elyazması da aynı noktada bitiyor. Yalnız notlar daha sonraki yıllara kadar sürüp gidiyor. Bu haliyle, yazıda, 2. Enternasyonal’e dek olan işçi hareketleri tarihi özetlenmiş oluyor.” (26.01.1977 Fuat Fegan)
Modern medeniyet, yani KAPİTALİZM gözümüzde dünyaları kaplayan bir büyüklüktür. Nitelik bakımından bugün bütün insanlığı kaplamış görünmesi o muazzam izlenimi yaratıyor. Ancak 19. Yüzyıla dek Kapitalizmin NİCELİĞİ: gülünç denecek bir küçüklüktü. Çünkü Modern Medeniyet (Çağdaş Uygarlık!) tümüyle AVRUPA’da bile değil, Avrupa’nın BATI UCUNDA bir nokta gibiydi. Onun için, Roma ve İslam medeniyetlerine mirasçı olmuş Osmanlı Türkiye’sinin Ulu’ları, Batılı insana en üstün bulduğu günler bile, uzun süre “KEFERE” diye bıyık altından tiksinti ile karışık alaycı bir aşağılık diye küçümserdi.
Bugüne dek, manda batağından beter geriliğimizle böbürlenişimiz oradan kalmadır. Birkaç kilometre karelik sınırı içine kapanmış ilk Sümer kentinde ilk medeniyette olduğu gün de, bir gün geri kalan yeryüzünü kaplamış muazzam Barbar yığınları için, öyle küçücük ve önemsenemez gelmişti. Sonra o nokta, bir yağdanlısının inadı ve kaçınılmazlığı ile yayıldıkça dünyayı sardı. Şimdi, Medeniyetten yana olmayacak kişiye aklı başında insan gözüyle bakılamıyor.
1 Mayıs’ın oluşu ve doğuşu ile dünyayı kaplayışı, aşağı yukarı o Medeniyet serüvenine pek benzer. 1 Mayıs, Modern Kapitalizm adlı Medeniyet içinde, yeni bir Medeniyet biçimi olan Sosyalizmin yaratıcısı işçi sınıfı varlığından ve gücünden kaynak aldı. Tarihte bir Medeniyet kadar derin köklü, tutkun, sabırlı, önüne geçilemez oldu. Neden? Aşağı yukarı şu inanılmaz durumdan.
Kapitalizmin doğduğu, büyüdüğü BATI AVRUPA nedir? İngiltere Birleşik Krallığı Kapitalizme beşik olduğu: genişliği, Türkiye’nin birkaç vilayeti kadar (94 bin mil2) bir toprak. Kapitalizmin daha sonra kapladığı Fransa’yı, Almanya’yı, İtalya’yı, İspanya’yı İngiltere’ye katalım. Hepsi birden 711 bin mil2’yi geçmez. Bugün, Türkiye’den kopmuş Suudi Arabistan tek başına 618 bin küsur mil2. Hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkelerini içine alabilecek bir ülke… Avrupa bu. 5 büyük Avrupa Kapitalist Devletinin toprağı yeryüzünün 281’de biri bile güç oluyor.
Gelip görün ki Kapitalizm, o daracık yerdeki insanları Barbar Aşiretler çağından alıp, doğru modern Milletler kılığına acele soktu. Düşünelim: Arabistan yarımadası içine sıkıştırılmış sürüyle Avrupa Devletler mozaiğini. Tek İslam medeniyeti bile Arabistan’ın bütününe sığmamış, Dünyayı kaplamış. Kapitalizm denli yaman genişlikte YENİDEN ÜRETİM temelli bir Ekonomi ve Toplum, nasıl olur da Arabistan kadar daracık bir ülke içinde bile insanları, her aşiret ayrı MİLLETTİR diye paramparça edebilir? Etmiştir. Neredeyse, birkaç aşiret, bir Modern Millet adını ve kalıbını almıştır. Medeniyet, Yakın ve Uzak Doğu’da olduğu gibi, barbar aşiretleri Avrupa’da eritmeye vakit bulamadan, başka bir kalıba aktarıvermiştir. O yeni kalıplara MİLLET adı takılmıştır. Ve her MİLLET, birbirine su sızdırmaz ayrı cam kaplar gibi, insanları ayırmakla kalmamış, ayrıca birbirine “can düşmanı” durumuna da sokmuştur. Kapitalizm böyle istemiştir. Ve öyle de olmuştur.
Ne var ki, gene o Kapitalizmin kendisi, her şeysindeki yordamı ile bir başka büyük çelişkiyi devletleştirmekten geri kalmamıştır. Her Kapitalist ülke (Milli Devlet) ekonomisi BÜYÜK SANAYİ sistemini doğurmuştur. CİHAN PAZARI’nı kurmuştur. Bu Kapitalist Ekonomi, değil Arabistan kadarcık bir Avrupa’ya, Dünyaya sığamaz eğilimdedir. O evrensel ekonominin CANLI GÜCÜ, insan gücü modern İŞÇİ SINIFI (proletarya) adını almıştır. Demek, her Medeniyet gibi, Kapitalizm de, daha doğarken İNSANLIK ölçüsünde: ister aşiret olsun, ister millet olsun, insanları darlığına parçalayıcı her sınırı aşındıracak maddi ve manevi, ekonomik ve sosyal evrensellik güçleri yaratmıştır. Ve her gün Tarihte hiç görülmemiş ölçülerde evrensel insancıllığı yaymaktadır. Üst sınıflarda KOZMOPOLİTLİK, alt sınıflarda ENTERNASYONALLİK adını alan eğilimler ve akımlar, kapitalizmin nasıl her gün biraz daha kendi yarattığı Millet sınırlarını gene kendisinin kimi moda yumuşaklığı ile kimi zor sertliği ile İNKAR ettiğini ortaya koyar.
Bu çelişkili genel gidişin temeli şudur: Kapitalizmle üretici güçler durmaksızın SOSYALLEŞİRken, üretim (mülkiyet) ilişkileri durmaksızın azalan kişiler elinde BİREYCİLLEŞİR. İktidardaki egemen sınıflar, ortalarından çatlayıp havaya uçmamak için başlıca iki çıkar yolu zorlarlar. Dışarıda (DIŞ Politika ilişkilerinde) her kapitalist Devlet öteki kapitalist Devletle can düşmanlığı güden bu can düşmanı Devletlerden her biri: bütün dünyayı ele geçirmek ister. Bu ideal isteği yerine gelse ne olur? Bütün insanlık bir Tek Millet haline gelir: Demek, Milletler mozaiği ortadan kalkar. Demek, ayrı ayrı Milletler idealini yaratan Kapitalizm, bu idealizmi bir an için gerçekleştirdiği gün, yeryüzünde milletlerin kökünü kendi eliyle kazımış olacaktır. Bugün Amerikan SÜPER-EMPERYALİZMİ, onun için, bir çeşit gizli enternasyonalizm anlamı taşıyan uluslararası Finans-Kapital Kozmopolitizmini sosyalizm ekzeması durumuna sokmuş bulunuyor.
Kapitalizmin İÇ Politikası daha başka türlü sonuçlar vermez. Ayrı ayrı her MİLLET içinde ortak ekonomili ve ortak alın yazılı milyonlarca insanın ağzına ortak sloganlara verilmiştir. Bunları en çok ciddiye alanları Halk yığınları olmuştur. “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik: Kapitalistin sömürü hürriyeti ve sömürü aleti olunca, her şeyden önce EŞİTLİK tersine döner ve KARDEŞLİK akrep gibi birbirini sokan akrabalığın düşman-kardeşliği biçimine girer. Politikada her gün örnekleri çoğalan sosyal adaletsizlikler, ekonomide büsbütün inanılmaz ölçülere varır.
Kapitalizm kadar dünyayı bir tek üretim sistemi ve bir tek Pazar durumuna sokan bir düzen, milyonlarca işçi ve küçükburjuva yığınlarını, hala Ortaçağ Barbar aşiretlerinden kalma kurullar ve kurumlarla bölerek güdüyordu. Bölük pörçük Milletlerin birbirlerine can düşmanı oluşları sayesinde Kapitalizm dünya ölçüsünde egemen bir sistem ve sömürü sağlıyordu. Barış zamanında, (bugün Alman kapitalizminin ucuz işeli olarak Türk işçilerini kullandığı gibi) Avrupa’nın şu ülke işçilerini, öteki ülke işçilerine karşı rakip olarak kullanıyor, böylece aynı sömürüye uğrayan işçi sınıfının bir bölümünü, öteki bölüğü ile çarpıştırarak kararı arttırıyordu. Yani, birbirine düşman edilmiş Avrupa milletlerinde barış: kapitalist sınıfların çıkarları uğruna işçi sınıfının toptan sömürülüşüne yarıyordu.
SAVAŞ zamanı sömürü büsbütün trajedileşiyordu. Sanki ayrı ayrı kapitalist ülkelerde sömürülen insanların kendi aralarında paylaşamadıkları bir şey varmış gibi, savaşta çıkar arayan kapitalistler, geri hizmetlerinde savaşın kendi çıkarlarını rahatça kasalarına dolduruyorlar; cephelerde ise, gene her ülkenin çalışan sınıf ve tabakaları birbirlerine girip boğazlaşıyorlardı. Vaktiyle o denli kötülenen Ortaçağ derebeyliğinde, hiç değilse birbirleriyle çekişip çatışan Derebeyiler, çıkardıkları savaşlarda gene kendileri cephede ön safa geçip, birbirleriyle kozların paylaşmacasına kendileri savaşırlardı. Savaşta, o kadarcık olsun bir namusluca sertlik var idi. Beyler, savaş ilan edip geri çekilmiyorlar: öne, çalışan toprak esirlerini sürerek kendi hesaplarına kırdırmıyorlardı.
Kapitalizmde, Savaşın bu mertçe namusu sıfıra indirilmişti. Savaşı, her Milletin başına geçmiş Kapitalist sınıfları kışkırtıyorlardı. Sonra, kendileri savaşı istememiş gibi: “dostlar sefere, biz eve” diyerek, kendilerini işlerinin başına çekiyorlar, o güne dek sömürdükleri, fabrikalarda ve işyerlerinde sömürdükleri işçi sınıflarını ve çalışan halk yığınlarını ateşe sürüp, geride kapitalistleri bu yol da Savaş zengini ediyorlardı. Barış zamanı sömürülüp ezilen halk, savaş zamanı yaralanıp pir aşkına (daha doğrusu Kapitalizm çapulu uğruna) ölüyordu. Hani, vaktiyle savaşı açanlar da, yapanlar da derebeyilerdi ya, Kapitalistler Derebeyliği sözde kaldırınca; Beylik milletindir gibi piyazlarla, halkı beşlerin yerine (gerçekte kapitalistlerin yerine) savaşa sürüyorlardı. Halklar da, işin farkına varmaksızın, madem Millet demek biz demekmişiz, savaşı da biz sineye çekeceğiz, diyerek en kanlı ateşler ortasında, hırsla birbirlerine giriyorlardı.
İleri kapitalizmin Avrupa’ya getirdiği “MEDENİYET” bu idi. Bu çok saçma bir şeydi. Ama yedi bin yıllık sınıflı Toplumun insan hayatında ve kafasında, ruhunda bıraktığı gelenekleri ve görenekleri, nalıncı keseri gibi hep kendi yanına yontarak sömürmeyi bilen Kapitalizm açıkgözlüğü, o ilk bakışta en saçma olduğu görülen durumu, en akıllıca davranış gibi insanlara yutturmayı becermişti. Yedi bin yıl önceki ekonomi ve toplum yaşantısı içinden çıkamamış bulunan küçükburjuvazi bu yutturmacayı iliklerine dek benimseyip sindirmişti. Kapitalizm, lafta olsun “Hürriyeti, Adaleti, Eşitliği, Kardeşliği” ona bağışlamıştı ya, lafta bir gün beylik beylikti: Kıyamete dek gider, İşveren sınıfının kışkırttığı savaşlarda bire dek kırılırdı. Hele ara sıra burjuva kayırışı ile Bir memurluk veya subaylık maaşı alan devletli olma şansı da koklatılırsa, küçük burjuvazinin Kapitalizm uğruna beğenmeyeceği ölümlerden ölüm bulunamazdı. Çünkü başka çıkar yolu yoktu.
Ancak, işçi sınıfı küçük burjuva bataklığından fışkırmış, kökü boyuna o batakta kalan bir sosyal sınıf olmakla birlikte, gövdesi, filizi, yaprağı, çiçeği bataktan sıyrılmış en modern sınıftı. Yalnız kısa Savaş mahşeri içinde değil, uzun Barış günlerinde de her anlık yaşayışı ile Avrupa’da kapitalizmin yarattığı anormal çelişkileri ve çatışkıları sonuna dek görmezlikten gelemezdi. Hem işveren sınıfı “Akılcıl” (rasyonel) bir felsefe getirmemiş miydi? Her şey insanca aklın mihenk taşına vurulacaktı. E, şu her ağıza sakız edilmiş: “Hürriyet, Adalet, Eşitlik, Kardeşlik”, “Vatan”, “Millet” gibi güzel, kutsallığına dokunulmaz sözcüklerin anlamları akıl dışı mı bırakılmalıydı?
Üstünkörülüğü yutturmacaya çok elverişli olan burjuva “akılcıllığı” (rasyonalizmi) için: Barışta işçinin İşgücünü soymak, Savaşta (kapitalist çıkarları için savaşta) gene işçi sınıfının kefenini soymak olağan şeydi. İşçi sınıfı için bu durum ve tutum en akıl çatlatan bir saçmalıktı. Çünkü İşveren sınıfı, işçi sınıfını düpedüz işletip soymakla kalsa, belki kıyı köşe yaşama standardına eklenen kırıntılarla sömürü normal bir gelişme imiş gibi öne sürülebilirdi. Ama kapitalizm bir düzü gitmeyip, her 5-10 yılda bir kimi ekonomik bunalıma, (sıklık krizlere), kimi politik bunalıma (daha az sıklık olmayan isyan ve savaşlara) dökülmeden edemiyordu. Bu sakar ve aksak gidişin, ikide bir kızılca kıyametler koparışı, en sonturlu işveren akılcılarını ve en azgın kapitalist “Düzen” bekçilerini bile şaşkına çevirmişti. Bu korkunç şartlar altında “Topa et, Kıvanca et” olan işçi sınıfı ne yapacaktı?
19. yüzyılın başından ortalarına dek, Avrupa Milletleri içinde ya henüz iktidara gelememiş yahut geldiği İktidar yerini sağlama bağlayamamış bulunan işveren sınıfı bol bol isyanla oynuyordu. İktidara gelince, elini verdiği büyük Emlak sahipleri sınıfından Kapitalist sınıfı kolunu kurtaramıyordu. Kapitalist ihtilallerinin MOTORU halk (işçi ve köylü) idi. Egemen olan veya olmak isteyen İşveren sınıfı Emlak sahipleri sınıfı ile KÂR-İRAT paylaşmasında sıkışınca, eski huyunu depreştiriyordu: Emlak sahiplerinin Derebeyi arttığı Krallıklarına karşı ayaklanmak üzere Devrimin halk MOTORU’nu işletiyor, ikide bir halkı silahlandırıp sokağa döküyordu.
Özellikle Fransa’da patlayıp, bütün Batı dünyacılığını sarsan o sosyal depremlerde, burjuvazi İşçi sınıfını koçbaşı gibi kullanıyordu. Tümü İşçi sınıfının İşgücü sömürülerek derlenen sosyal ARTI-DEĞER’e “MİLLİ GELİR” adı verilmişti. Bütün kavga o Artı-değerden İşveren sınıfına düşen kâr ile Emlak sahipleri sınıfına düşen İRAT (RANT) paylarının ne kadar olacağı çevresinde dönüp dolaşıyordu. Böyleyken, hala “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik” bayrağı altında İşveren sınıfının perde ardından kışkırttığı isyanlarda en çok işçi sınıfı kanıyordu. Kumarbazlar (İşveren ve Ağa sınıfları) mana (Kâr-İrat) paylaşacağız diye dalaşırken, mahalleyi (başta İşçi sınıfını) yangına veriyorlardı. Bunun bir çaresi yok muydu?
İşçi Sınıfının emekleme çağıydı. Sosyal bilimin güzel çocukları ÜTOPYA’cı sosyalistler, bu derdin ilk nedenini bulamadıkları için, pek çok davalar yazdılar. Hastalığın ilacı çok, ilacı yoktu. Ancak insan zekasını işçi sınıfı açısından geliştirip işleten Marx-Engels Bilimcil Sosyalizmi kurunca problem kişi yakıştırmalarından kurtuldu. Yeni bilim, yeni sosyal gücün: İşçi sınıfının, proletaryanın yörüngesine oturdu. Bilim soyut insanla değil, somut sosyal sınıfla buluştu. 19. Yüzyılın birinci yarımına gelinmişti.
1848 SOSYAL DEVRİMLERİ gibi 1850 SOSYAL KARŞI-DEVRİMLERİ de, Batı Avrupa denilen küçücük toprak parçasını hallaç pamuğu gibi attı. O kargaşalıkta yeni bilim ile yeni sosyal güç arasındaki kaynaşma ve karşılıklı deneşme yoklamadan öteye geçemedi. Yoklayışları bilince çıkarmak, ister istemez bilime, Bilimcil Sosyalizme düştü. 28 Eylül 1864 günü Londra’nın Saint Martin’s Hall’ünde: Tarihin o zamana dek yazmadığı ayıklıkta bir olay geçti. Ayrı, düşman MİLLETLER diye Kapitalizmin paramparça ettiği Batı Avrupa ülkelerinin irili ufaklı: İngiliz, Fransız, alman, İtalyan, İsviçreli, Leh ve ilh… bütün uluslarından gelmiş delegeler, ilk: İŞÇİLERİN ULUSLAR ARASI ASSOSYASYONU (BİRİNCİ ENTERNASYONAL) işçi örgütünü kurdu. Enternasyonal’in bir “GENEL KONSEY”i seçildi.
Bu, gelişigüzel bir heves miydi? Katılanların bir avuç ülkücü oluşlarına bakılırsa, öyle gözüküyordu. Topuyla, tüfeğiyle mermer saraylara, çelik kalelere yerleşmiş Kapitalizm karşısında kaç kişi, nerelere sığınmışlardı? Avrupa’nın SOSYAL problemlerinde ve çözümlerinde en ileri öncü ülke Fransa idi. Fransa’da, ENTERNASYONAL kurulduktan beş ay sonra, 8 Ocak 1965 günü (Paris, 44 rue des Gravillers’de) kurulan ilk Fransız Enternasyonal şubesi merkezi: 4 metre uzun, 3 metre geniş, poyraza açık bir yer katı odacığı idi. Tek penceresinin baktığı çamurlu ard avlu, leş kokan bir süprüntülüktü. İçindeki eşyalar mı? Yoldaş Tolain’in evinden getirdiği kırık bir saç soba. Yoldaş Fribourg’un üzerinde dekoratörlük zanaatini yaptığı ak ağaçtan bir eski masa, iki tane de ilişilecek tabure. Ancak neden sonra bu taburelerin yanına, bit pazarından seçilmiş 4 “fantezi koltuk” zor katılabilecekti…
İşte, tüm Avrupa iktidarlarını “Komünizm hayaleti geliyor!” diye 19. Yüzyıl boyu tir tir titreten, 20. Yüzyıl boyu sözcüğünü ağzına alanın kellesi uçurulacak diye dehşetlere büründürülen ENTERNASYONAL İŞÇİLER Derneği, maddece bu idi. Anlamca, İnsanlığın en büyük alınyazısını en basit çözümüne kavuşturuyordu. Kapitalizmin Avrupa yolundan bütün insanlığa getirdiği paramparça ULUSLAR kargaşalığı illetini, inanılmaz kertede basitin basiti tek ilaçla: İşçi Sınıfının ULUSLARARASI davranışı ile tedavi ediyordu. 20 yıldır, hastalığın kökünü Tarihcil Maddecilik görüşü ile bulmuştu. Bu kökü yolacak insan gerekti. Bu insan: İŞÇİ SINIFI’ndan başkası olamazdı. Çünkü yalnız, o sınıf, modern üretici güçlerin canlı bilincini elinde tutuyordu. Eziliyor, soyuluyordu. Ama Tarihte ilk defa, kendi kurtuluşunu ancak tüm insanlığın kurtuluşu içinde bulmak zorunda kalan bir küme insandı. “İşçiler kurtulsun, geri kalanın, altta kalanın canı çıksın” diyemezdi. Kendisini de, sosyal sınıf olarak yok etmedikçe, insanlıkla birlikte işçi sınıfına rahat soluk almak yoktu.
Bilimcil Sosyalizm, 20 yıldan beri bu önüne geçilmez yalın kat gerçeği yakalayıp, her yanı ve bütün çelişkileri ile işlemişti. Şimdi bu teoriyi pratiğine vurmak, düşünceyi sahibine vermek gerekiyordu. Düşüncenin de, davranışın da asıl güçlü sahibi İşçi sınıfı denilen genç devdi. Bu dev çocuk saflığı ile henüz gözlerini dünyaya açıyordu. Bütün sosyal hastalıkların iyileşmişi için, Proletaryanın gözünü açması, ayıkması tek şarttı. Yalnız o bilinç belirtildiği ve iyi belletildiği gün, her iş normal yoluna girecekti. “Yapışılacak bu tek halka, tüm zinciri ardından sürükleyecekti.” Halka ENTERNASYONAL idi.
Enternasyonal’in Manifest’i ile Tüzüğü, 20 yıllık emekçisi olan Karl Marx’ın kaleminden çıktı. Hani, o çuvallar dolusu avukat şişirmecesi Tüzük ve Programların kulakları çınlasın. Marx’ın yazdığı Enternasyonal Manifest: bugünkü küçük boy bir kitapçığın 1 tek sahifesi, 11 maddecikten Kuruluş Tüzüğü ise gene ancak 2 sayfacık yer tutuyordu. Bugün dünyaları kaplamış görünen Manifest’in ana düşüncesi şu sözlerde toplanmıştı:
“Göründüğüne göre,
“İşçilerin kurtuluşu, İşçilerin kendi eserleri olmalıdır. Ve işçilerin çabaları, yeni imtiyazlar kurmaya eğilmemeli, herkes için eşit haklar ve görevler yerleştirmeye ve her türlü sınıf tahakkümünü yok etmeye eğilmelidir” diye başlıyordu Manifest ve Tüzük.
Bugün, en azgın faşist Mussolini’den aktarılan biçimi, en gerici Şark ağası kafasıyla yetmez görülüp, kat kat ağır katkılarla sahneye çıkarılan Ceza Kanunları’nın 141 ve 142. Ünlü maddeleri bile Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ”ne karşı çıkan hükmünü savunur görünmeksizin öne sürülemeyeceğini, bir hak savunması yapamayacağını anlamak zorunda kalmıştır. İnsanlık 105 yılda böylesine yol almıştır. En domuzuna soygunculuk bile, 105 yıl önce Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ YASAK!” prensibini yalancıktan da olsa benimsemiş görünmedikçe, hiç kimsenin, en geri milletlerin en cahil halklarının bile önüne “KANUN” adını takınarak çıkamıyor. Bilimcil Sosyalizm Enternasyonalinin Manifest-Tüzük’ü, öylesine ileriyi gören, geleceğe kesinlikle egemen olan büyük ve karşı konulamaz prensiplerle yola çıkmıştır. Ve şöyle yürür:
“İşçinin, çalışma araçlarını, yani yaşama kaynaklarını ellerinde tutanların ekonomi boyundurukları altına girmiş bulunması, çalışanın siyaset, maneviyat ve maddece kul oluşunun birinci nedenidir.”
Dolayısıyla da,
“Bundan ötürü, araçtan başka bir şey olmayan her türlü politika hareketinin bağlı bulunduğu büyük amaç, çalışanların ekonomice kurtuluşlarıdır.
“Şimdiye dek yapılmış bütün çabaların başarısızlığa uğraması, hep her ülkede çeşitli mesleklerden işçiler arasında dayanışma yokluğundan ve çeşitli kıtalardan işçiler arasında kardeşçe birlik yokluğundan ileri gelmektedir.
“Emeğin kurtuluşu, ne mahalli (bölgesel), ne milli (ulusal) değil sosyal bir problem olduğundan, o kurtuluş, modern yaşayışın var olduğu bütün ülkeleri kucağına alır ve çözümü için bütün ülkelerin teorice ve pratikçe yardımlaşmalarını gerektirir.”
Çok dikkat edelim. Bilimcil sosyalizm 1864 yılı hemen bütün ana doktrinini büyük kitaplarının ayrıntıları içinde vermiştir. Marx-Engels: “Biz teorice buyuracağız. Herkes boyun kırıp uygulayacak” demiyorlar. Sadece yolu gösteriyorlar. Problemin “ÇÖZÜMÜ” için gerek “TEORİ” gerekse “PRATİK” alanlarında “BÜTÜN ÜLKELERİN YARDIMLAŞMALARINI” gerekli buluyorlar. Yani, kimi ezeli kılkuyrukların ikide bir demeye getirdikleri gibi, Teori yahut Pratik yalnız: Fransa, İngiltere, şimdi de Amerika gibi “İleri Batı” ülkelerinde yahut Rusya, Çin, şimdi de Vietnam gibi Büyük Doğu ülkelerinde doğmuş kimselerin imtiyazındadır ve ancak oralarda “Tahsil”, “Etüt” edilebilir, oraların patentini taşıyamayan kimsenin teori ve pratikte gık demek ne haddine demiyor Marx-Engels. Geri veya İleri, Doğu veya batı “Bütün ülkelerin” insanları, eğer insansalar “sosyal problemler” uğrunda düşünce ve davranışlarıyla Marx’a ve Engels’e dahi “YARDIM” edebilirler!
Yeter ki, yığınların hareketinden kopulmasın. Emperyalizmin, yeryüzünü iki evli bir köy kadar küçülterek birleştirdiği 20. Yüzyılda değil, 1969 yılı değil, 19. Yüzyılda, 1864 yılı: İşçi hareketi, tüm insanlık hareketi olmuştur. Bu oluş 1864 yılı bütün çizileriyle belirmiştir. Tek engel, kapitalizmin, ayrı ayrı maskara çiftliklere böldüğü küçücük Avrupa ülkelerinde, İşveren sınıfının uydurup kaydırdığı (şimdi ise nasıl silip kaldıracağını düşündüğü) dar sınırlardır. Marx veya Engels yahut Enternasyonal değil, İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi: burjuva dar kafalılığı ve dar sınırlılığı içinde işçileri hapsolmaktan kurtarma eğilimindedir.
“En sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin işçileri arasında yeniden ortaya çıkan hareket, yeni umutlar doğurarak, eski yanlışlıklara yeniden düşülmemesi için muhteşem bir ihtar yaparak, işçileri henüz birbirinden tecrit edilmiş duran çabalarını hemen derleştirip kaynaştırmaya iter.”
İnsan her işini önce kafasında planlaştırır, sonra uygular. Enternasyonal, modern kapitalizmin alt bilinç alaca karanlığına çıkardığı sosyal gelişimi üst bilince çıkarmanın ilk planı ve uygulaması idi. İster istemez YUKARIDAN, yani: Bilimden, Bilinçten gelen ışığın İşçi sınıfı içine indirilişi oldu. 5 yıl ardarda her Eylül ayı toplanan KONGRE’ler, çok az sayıda üyeler, sayılamayacak kadar çok güçlükler içinde yol aldılar ve yol açtılar.
1870 yılı, Kapitalizmin uluslararası dengesiz gelişimi, Alman Burjuvazisi ile Fransız Burjuvazisine, kopardıkları kanlı savaşla yeniden her iki ülkenin işçi sınıflarını ve halklarını birbirlerine kırdırma fırsatını verdi. Ancak Tarihin diyalektiği, evdeki pazarı çarşıya uydurmadı. O saçma kızılca kıyameti koparan kapitalizmin başına silahlanan Paris halkı gereken çorabı örmeye girişti. Tarihte çalışan yığınların en büyük sıçraması: PARİS KOMUNASI kendiliğinden doğdu. Fransız-Alman kapitalistleriyle ağaları birbirleriyle dalaşırlarken, kendi efendilerinin o dillerinden hiç düşürmedikleri Vatana ve Millete el altından nasıl ihanet ettiklerini yakalayan Parisli çalışkanlar, modern çağın ilk SOSYAL Halk Devletini kurdular.
Bu beklenmedik ayaklanmada Enternasyonal’in hiçbir rolü olmadı. Yalnız, ateş içinde bulunan kimi Enternasyonal üyeleri, kendi eğilimleriyle halkın gidişine katıldılar. Güçlü ve bilinçli bir siyasi sınıf teşkilatı bulunmadığı için, Paris Kamuculuğu, -Marx’ın deyimiyle- “Göklere saldıran… saf çocuk” ülkücülüğüne kurban gitti. Kapitalistler önlerine geleni kurşuna dizerken, onlar üç buçuk burjuvanın ve ağanın silahlı saldırısını affetti. Kapitalist sırtlanların Versaille’da rahat rahat memleketi aldatıp kışkırtmalarına omuz silkti. Halkın çapulcu olmadığını göstermek için, vurguncuların bankadaki milyonlarına dokunmadı. Devrimciler insanlıkta, cömertlikte, feragatte, alicenaplıkta, toleransta, demokratlıkta peygamberleri utandıracak iyilikler ve yücelikler saçtılar.
Versaille sırtlanlarının bitleri kanlanınca, o doğruluk, güzellik, iyilik ülkücülerinin yufka yürekliliklerine verdikleri karşılık yanan oldu: 641’i 7-13 yaşında çocuk, 1058’i kadın olmak üzere 38.568 kişiyi bir günde zindana attılar. 35 bin insanı öldürdüler Fransız sanayinin on yıllarca gerilemesine sebep olacak denli yüzbinlerce becerili işçiyi, sırf işçi oldukları ve işçiler Paris’te çoğunlukla bulundukları için sürdüler… Sonra da, hiç sıkılmadan döndüler: bütün yaptıkları cinayetleri haklı çıkarmak için Paris halkının ayaklanışını Birinci Enternasyonal’e suç diye kullandılar.
Bozgun ortadaydı. Osmanlı “Hüda göstermesin bir yerde âsâr’ı izmihlâl” demiş: dostlar yağmacılıkta düşmanları geçer. İşçi sınıfının ezilişi, bütün küçükburjuva ve derebeyi artığı devrimcileri paniğe uğrattı. Anarşistinden (Bakunin) casusuna dek bir provakasyon ustası, İşçi sınıfının biricik uluslararası örgütünü sarsmakta yarışa kalktı. O yüzden, 1872 Lahey Kongresi Birinci ENTERNASYONAL’ın sonu oldu.
İşçi Sınıfının “Kardeşçe Birliği” on yıl daha gecikti. Ne var ki, İşçi sınıfının kendisi ayakta idi. Kapitalizm kendi Toplumunu kökünden yok etmedikçe, İşçi sınıfını yok edemezdi. Sınıfın insancıl ışığı da yanmıştı. Aydınlık bilince işleyince zorla yok edilemezdi. Edilemedi. Tam tersine, yığınların içinde indi. Birikti. Ve bu yol, Bilinç artık AŞAĞIDAN, modern İşçi sınıfının bağrından kopup yukarılara yüceldi.
1888 yılı “FRANSA İŞÇİ SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI FEDERASYONU”nun III. Milli Kongresi 28 Ekim’den 4 Kasım’a dek Bordeaux ilinin Bouscat Belediyesinde toplanmıştı. 8 saat işgünü, asgari ücret tespiti, iş kazalarından patronun sorumlu olması, çocuğa, yaşlıya, kadına toplumun bakması, enternasyonal yasağının kalkması, uluslararası mevzuat konulması üzerine Jean Dormoy bir teklif yaptı. Kongre yapılan teklifi şu bildiriyle kabul etti:
“Şimdiye dek kamu iktidarları tek tek yapılmış dileklerimize aldırış etmek şöyle dursun, alay ederek karşı koyuyorlar. Öyle ise, teker teker davranışları bırakıp dileklerimizi yeni, kolektif, genel ve daha dayatıcı biçimde sunmamız gerekiyor.
“Bu hep birden yapılacak harekete daha büyük bir güç verebilmek için, bütün sendika eylemlerini, -başka dileklerimizden vazgeçmemekle birlikte- en genel ve en önemli olan sayısı belli dilekler üzerinde yoğunlaştırmak yerinde olur.”
Bu uğurda:
“10 Şubat günü bütün Fransa sendikaları ve kooperatif grupları şu dilekler için valiliklere, kaymakamlıklara, belediye başkanlıklarına delegeler göndereceklerdir: Günde 8 saat iş, her yerin normal hayat pahasına uygun asgari ücret istiyoruz.
“29 Şubat günü işçi milletinin gösterisiyle birlikte, dileklerin karşılıklarını almaya gidilecektir.”
Kongre’nin ertesinde Milli Federasyon üye sendikalara şu açıklayıcı genelgeyi yolladı:
“Yöneticilerimizden kimi gerçek reformlar elde etmemiz için biricik umut… işçi sınıfının hep birden dayanışmayla dileklerini onlara dayatmasına bağlıdır. Hükümetler ve kanun koyanlar, proleterlerin dolayışız çıkarlarına pek az ilgi duyuyorlar. Ve nasipsizlerin şikâyetlerine kulaklarını sağır ediyorlar. Çünkü yoksul işçilerin teker teker yaptıkları dilekler, onların huzurları için o denli ürkütücü ve tehlikeli gelmiyor. Ancak, emin olalım ki, kamu iktidarı yanında, yurdun bir ucundan öbür ucuna dek hep bir zamanda ve enerjiyle etki yapmaya alışık bir işçi milletiyle karşı karşıya geldikleri zaman, efendilerimiz biraz daha derin düşünmek zorunda kalacaklar ve artık omuz silkip karşılık vermenin yetmediğini göreceklerdir.
“Efendilerinin karşısına, yani sosyal reformların anahtarını ellerinde tutanların karşısına şu işçiler milletinin oybirliği ile dikilip bir tek uçsuz bucaksız sesle yaşama haklarını, medeniyetin iyiliklerine ve rahatlıklarına erişme haklarını isteyişlerindeki dayatıcı, egemen ve dayanılmaz gücü kim, nasıl anlamazlıktan gelebilir?”
Genelgenin burasına gelince, büyük problemler açmış küçücük Batı Avrupa’nın paramparça edilmiş milletlerarası “ENTERNASYONAL” bütünlüğü ansızın bir örnek olumlulukla beliriyordu.
“Önümüzde ayrıca büyük İngiliz ve Amerikan işçi hareketlerinin örnekleri duruyor. Oralarda yüzbinlerce işçi, aynı günün aynı saatinde: daha önce kongrelerince uygun görülüp kararlaştırılmış davranışı hep birden ve elifi elifine yerine getiriyorlar.
“Fransa’da, 10 Şubat toplulukla hareketi, işçilerin bu yolda yapacakları görülmedik bir girişim olacaktır. Bu denemenin kendini dayatıcı olması ve mantıksal sonuçlu olması için, işçi teşkilatlarının oybirliği ile değilse bile, muazzam çoğunluğu ile ona katılması gerekir.”
Görüyoruz. Yapılan girişim artık 24 yıl önceki ENTERNASYONAL gibi bir avuç ülkücünün öne düştüğü AYDIN BİLİNCİ değildi. Modern işçi sınıfının, egemen efendilerin kanlı provakasyonları önünde bile, şaşırmadığı ve tarihcil görevine doğru saf bağladığı ortadaydı. İşçi sınıfı evrensel rolüne uygun, ağırbaşlı, önüne geçilmez insancıl yığınıyla YÜRÜYÜŞ yapıyordu. 10 Şubat 1889 günü Fransa’nın en büyük 50 sanayi şehrinde sendika delegeleri hep birden sözleştikleri gibi dileklerini ve ağırlıklarını yetkililerin önüne önlerine koydular. Yurttaşlık hak ve görevlerini yerine getiriyorlar, milletleri orman kanunlarıyla güden efendilerden işçi kanunları ve insan kanunları istiyorlardı. Henüz 1 Mayıs’ın adı duyulmamıştı.
Dört ay sonra (Temmuz 1889) SOSYALİST ENTERNASYONAL’in Birinci Kongresi toplandı. Bu Kongre’ye FRANSA SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI MİLLİ FEDERASYONU’nun sekreteri Raymond Lavigne şu teklifi sundu:
“Belirli tarihte büyük bir ENTERNASYONAL gösteri örgütlenecektir. Öyle ki, bütün ülkelerin tüm şehirlerinde hep birden, uygun görülecek aynı günde, işçileri kamu iktidarlarını işgününü 8 saate indirmek ve Paris ENTERNASYONAL KONGRESİ’nin öteki kararlarını uygulamak zorunda bırakacaklardı.