“Dört yıla yakındır Kıvılcımlı adıyla yapılan sahtekarlıkları “Komün Gücü Sahtekarlığı” başlıklı yazılarımla ifşa etmeye çalışıyorum. Bir yankı bulamamaktan yakındığım da yazılarıma yansıyor. Özellikle Kıvılcımlı izleyicilerinin ölümcül sessizliği can yakıcı boyutta. Bu konuda umutsuzluğum ve kırgınlığım artarak sürüyor.
Yazılarımda bu konunun sadece Kıvılcımlı izleyicisi olduklarını iddia edenlerin değil, tüm Türkiye sosyalistlerinin ve akademinin de sorunu olduğunu, bu sahtekarlık karşısında tavır almaları gerektiğini tekrarlayıp duruyorum.
Bu derin sessizlik ortamında nihayet akademiden namuslu bir ses geldi. Daha önce de Kıvılcımlı konusunda çalışmaları ve yazıları olan, 2022 yılında yayınladığımız “Dine ve Politikaya Dair Yazılar” kitabının çevrilmesi ve yayımlanmasına da önemli katkılar vermiş akademisyen arkadaşımız Güney Çeğin bu konuda bir yazı yolladı bize. Yazısını bu hafta yayımlıyoruz.”
Ahmet Kale
‘KIVILCIMLI MİRASI’NA DÖNÜK TUHAF BİR TARTIŞMASIZLIK HAKKINDA BİR TARTIŞMA
İnsanların çoğunda entelektüel vicdan eksiktir. Evet, böyle bir şeyi talep eden biri, en kalabalık bir şehirde çöldeymişçesine yalnız kalır gibi geliyor bana. Herkes size yabancı gözlerle bakıp arabasını ileri sürer, şu iyi; bu kötü derler; önemli saydıklarının önemsizliğini belli ettiğinizde kimsenin yüzü bile kızarmaz.- kimse size kızmaz, olsa olsa kuşkunuza gülerler. Diyeceğim şu: Büyük çoğunluk şuna ya da buna inanmayı; inandığı şeye göre yaşamayı, önceden bu inanç için ya da ona karşı en sağlam temelin bilincine varmaksızın; en azından sonradan bu temeli gösterme zahmetine girmeden böyle yaşamayı aşağılık bir şey saymaz.
(Nietzsche, Şen Bilim’den)
Yoksa “susuş kumkuması” halen Doktor’un yazgısı olmayı sürdürüyor mu?
Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşarken bizzat tecrübe ettiği kahredici sessizliği, polemos’a yeltenmeye gücü yetmeyenlerin ona dönük bel altı vuruşlarını, ölümünden sonraki aşikâr (politik ve akademik) ilgisizliği ve kimi cemaatsel yapılarla sınırlandırılmış Kıvılcımlı portresinin yetersizliğini gayet iyi biliyoruz. Zira Doktor bu ülkede her daim cüssesinin büyüklüğünün ceremesini çekmiş bir şahsiyettir ve ne yazık ki halen de çekmeye devam ediyor.
Bu kısa yazıda, ömrünü Kıvılcımlı külliyatının topyekûn takdimine hasretmiş Ahmet Kale’nin iddiaları üzerinden -nedendir bilinmez- bir türlü açılamayan tartışma hattına ilişkin birkaç kelam etmek istiyorum. Bunu yapma nedenim/motivasyonum, salt Hikmet Kıvılcımlı’ya duyduğum saygıyla doğrudan ilgili değil, asıl olarak Türkiye sosyalist solunun en devrimci şahsiyetlerinden birinin çarpık idrak edilişine dair kemikleşmiş hataların mükerrer hale gelmesiyle alakalı.
Akademik hayatımın ilk yıllarından itibaren Kıvılcımlı’ya dair okumalar yapıp, ona dair mütevazi denilebilecek kimi çalışmalar ortaya koydum. Vefa S. Öğütle ile beraber bir makale kaleme aldık[1], birkaç gazete yazısı yazdım ve son olarak (Ahmet Kale’nin teşvik ve yol göstericiliği ve Ömür Yazıcı Özdemir ile) Doktor’un Osmanlıca kaleme aldığı kimi metinleri dilimize çevirdik.[2] Tüm bunlar o devasa külliyatın hakkını veremeyecek derekesinde tabii ki!
Peki doğrudan çalışma konum olmasa da niçin Kıvılcımlı külliyatına mütevazi bir katkıda bulunma zarureti hissettim? Cevabı lafı dolandırmadan vereyim: Doktor, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde, Türkiye’deki yazgısına benzer şeyler yaşamış birisi olsaydı, muhtemelen hakkında sayısız inceleme, belgesel, tez ve polemik yapılmış epeyce meşhur bir politik figür olurdu; e öyleyse bizdeki bu çöl halini neye yormalı!
Bu anlaşılmaz, anlaşılmaz olduğu kadar utanç verici ahvalin ardındaki neden ve gerekçeler, Kıvılcımlı çalışan yazar ve bilim insanlarınca, yakın zamanlarda farklı savlarla ortaya konuldu. Burası bunları serimleme yeri değil, lakin benim açımdan en görünür olan şey, bir devrimci düşünürü okumaya ilişkin merceklerimizin bir hayli yavan oluşuyla ilişkili. Türkiye’deki entelektüel ve politik saha, nesnelci tefsir standartlarına müsait olmadığı gibi, husumet politikalarının inhisarında şekillendiğinden, binlerce sayfa analiz yapıp, bizatihi siyasetin yakıcı toprağında eylemiş dev bir simayı görmezlikten gelmeler bizi şaşırtmasa gerek. Ama şaşkınlığın da makul bir hududu olsa gerek! Gelgelelim daha da ilginci, elinizdeki yazının da konusu olan, Kıvılcımlı’nın Kıvılcımlı’ya ait olmayan metinler üzerinden okunmaya ve refere edilmeye devam ediyor olması. Ahmet Kale geçenlerde bir dizi yazısında yıllardır Kıvılcımlı’ya ait olduğu bilinen Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap adlı eserlerin başka birine ait olduğunu iddia etti.[3] Art arda yazılmış üç metinde Kale bu zikredilen çalışmaların bizzat başkasınca yazıldığını dedektif titizliğiyle ortaya koydu, hem de bizzat Kıvılcımlı adını kullanan kişinin kendi itirafları (otobiyografisi) üzerinden.
Şimdi bu açığa çıkarmanın bizim açımızdan kıymeti harbiyesi nedir? Kale’nin derdi açık: ‘entelektüel dürüstlük’ bir düşünürün mirasına ilişkin pervasızlığı hiçbir surette kaldırmaz. Etiketlemelerle, sessizlikle, önemsizleştirmelerle ya da tersinden ilahlaştırmalarla, sterilizasyonlarla, kutsamalarla müphem kılınan bir figür, kendisine ait olmayan eserler üzerinden iktibas ediliyorsa birilerinin buna karşı çıkması gerekir. Evet, durum sadece absürt değil, entelektüel veya bilimsel alanının dinamikleri uyarınca hassas yaklaşılması elzem bir mesele.
Her şeyden önce, yazı yazmak bir irade beyanıdır; yazarın dili, tarzı, fikirleri yalnızca ona aittir ve ölümle birlikte bu irade, artık kendini savunamaz hale gelir. Dolayısıyla bir başkasının onun sesini “canlandırması”, sahte bir yankıdan ibarettir. Bu tür bir edim, okuru yanıltma riski de taşır: Daha da önemlisi, yazarın yaşarken onaylamayacağı, belki de karşı çıkacağı görüşler, ölümünden sonra onun adına dile getirildiğinde ortaya çıkan metin yalnızca estetik bir sahtekârlık değil, aynı zamanda bir tür düşünsel gasp anlamına gelir. Yazarın mirasına saygı, onun fikirlerini yaşatmakla mümkündür; onun adına konuşmakla değil. Belleği yaşatmak, sesi taklit etmek değil, onu anlamak ve kendi adımıza düşünmeyi sürdürmektir.
Ahmet Kale’nin titizlikle sayfa sayfa irdelediği (Kıvılcımlı adını kullanan kişinin otobiyografisindeki) itiraflar, Kıvılcımlı’nın eserleri üzerindeki tahrifatları (onun adıyla yazılan eserleri) gözler önüne sermekte. Peki ama bu nasıl mümkün olabiliyor? Bittabi onun eserleri üzerindeki tahrifat ve göz göre göre cinayet, karşısındakilerin (politik ve akademik) yokluğuyla malul değilse, bu nasıl mümkün olabiliyor? İzleyicilerinin dayanılmaz ve katlanılmaz sessizliği; Kıvılcımlı eserleri üzerinde tahrifata yeltenenlere bir cüret vermekte belki de. Zira politik yaşamda yok sayılmanın intikamını; örselenen, gayya kuyusuna atılan, yine ve daima susuş komplosuna maruz bırakılan Kıvılcımlı adıyla almak/edinmek başka türlü açıklanamaz. Bu tahrifatı ve dâhi cinayeti Kıvılcımlı adıyla Marksist bir taktik! ve tavır alış! olarak öne sürmek ise, katlanılmaz. Şayet böylesi bir katlanılmaz hali bizatihi izleyicileri de Kıvılcımlı’yı bir susuş kumkumasına maruz bırakarak var etmediyse?
Kişiler çağında! yok sayılmanın intikamını! (Kıvılcımlı adıyla) almak/edinmek, Kıvılcımcı kesimlerin (Kıvılcımlı adını kullanarak kitap yazan kişinin sözleriyle) zaten ölü ve daha da ölü tavırlarıyla mümkündür. Zira onlar, (onun söylemiyle) Kıvılcımlı’nın özene bezene ortaya koyduğu teorik çalışmalarını anlamaktan ve (yanlışları) ayıklamaktan mahrumdular. Üstelik iyilik yapmanın kuralı mı olurmuş! Etik diye tutturmuşlar! Başka türlü yankı bulamamaktan var olanların akıllarını, duygularını deneyerek Kıvılcımlı adıyla ilerletiyordu. Dahası uyuşan beyinlerin sarsılması amacıyla Kıvılcımlı’nın genelde kullanmadığı Siklus kelimesini de kullanarak!
Tüm bu açıklanamaz tuhaflığı Kıvılcımlı izleyicileri arasındaki politik kopuş ve ayrışıma bağlamak mümkün. Yazın dünyasının hayli çorak kaldığı Türkiye arazisinde Kıvılcımlı, dikkatleri celbetmekte ne de olsa. Fakat Kıvılcımlı’nın fikri esastaki verimli mirasının sosyalist sol muhitte izleyicileri arasındaki politik ayrımlarla kuşatıldığı ifade edilebilir. Tam bu noktada Türkiye akademiyasına ilişkin de birkaç kelam etmek lazım. Kıvılcımlı, başka türlü bir akademik sahada muadilleriyle (sözgelimi Gramsci) hakkındaki literatürün oldukça geliştirildiği bir dev sima olabilirdi ki; Cumhuriyet’in fikri çoraklığında Kıvılcımlı, bir vaha görüntüsü vermektedir. Ancak akademik bariyerler, barikatlar ve bariz engeller de Kıvılcımlı okumalarının önüne bir set çekmekte. Kıvılcımlı’nın akademik alanda süreğen bir biçimde itibarsızlaştırılmaya maruz bırakılması sadece onun yadırgatıcı, keyif kaçırıcı temsiliyetiyle açıklanamaz. Zira; sosyal bilimlerin (özelde sosyoloji disiplini) devletçi prakisisin kuramsal payandacısı olarak yapılandırılması ve müdahil bir kamusal pratiğin bileşenine bir türlü dönüştürülememesi de Kıvılcımlı okumalarına engel teşkil etmektedir. Nihai olarak, Kıvılcımlı çalışmalarının önündeki engel sadece bir politik ve akademik susuş komplosu değil; sosyal bilimlerin pozitivizmle malul tedrisatıdır da. Kıvılcımlı’yı algılayış ve kavrayış evvelinde bu hegemonik paradigmanın aşılabilmesiyle mümkün olabilir. Bu bir yana, akademilerin çok parçalı iktidar yapıları karşısında “göreli özerk yapısını” koruyamaması ve neoliberal tahakkümle yapılandırılması da alternatif araştırmaların yeteri ölçüde yer bulamamasındaki başka bir barikat. Akademi pratik-pragmatik bir bilgi üretmeyen, şu an ve hemen gerçekleştirilebilir olmayan tasarımlara rağbet göstermemektedir. Bu vakıa Kıvılcımlı araştırmalarının önündeki bariyerlerden bir diğeri. Ancak sorun tek başına onun yeteri ölçüde (ki bu da başlı başına bir problematik) yeni araştırmalara dahil edilmesi değil; bizatihi çalışmalarının tahrif edilmesi ve dahi onun adıyla eserlerin yayımlanması.
Kıvılcımlı adıyla ideolojik payandalarını gerçekleştirmek isteği; Kıvılcımlı gibi dev bir simanın büyüklüğüne delalet ise de bir düşünsel acziyetin de ifadesi değil midir? Zira bu tahrifatlar ve yanlışlar Kıvılcımlı’yla veyahut Kıvılcımlı’ya karşı ama Kıvılcımlısız bir Türkiye sol tarihinin imkansızlığının ikrarı ve ilanı değil midir?
“Bir analoji”: Antik dinsel metinler bağlamında, Hikmet Kıvılcımlı’nın başına gelen şey, belki de ‘pseudepigrapha’ olarak adlandırılan ve yazarın kimliğini gizli tutarak metnini ünlü bir kişiye atfetmesi olarak tanımlanabilecek eylemle de ilişkilendirilebilir: Genellikle kilise külliyatında görülen bu eylem en başta kutsal kişilerin hedef olduğu bir talan biçimidir. İlham perilerinin başkalarının gırtlağıyla konuştukları Pseudepigrapha sahteciliği, ironik biçimde “kutsallar” içindir. Doktor açısından bakıldığında ise hem “meczub-ı ilâhi” olarak okunmaması hem de müsaade edildiğinde sadece icat edilen rotada “okunması” gereken bir “kutsal”. Türkiye’deki siyasi kampların hiçbirinin düşünce çekmecesine sığdıramadığı Kıvılcımlı’nın, aslında tarih-yazımını manipüle edebilecek kalibrede bir saklı-müfredat olduğunun üstü kapalı bir ifadesi olarak da değerlendirebiliriz bunu. Hakkı teslim edilmeyecek kadar talan edilmiş, tac-ı devlet tedarikçisi olacak kadar da yükseltilmiş bir Doktor.
Son olarak şunu ekleyerek yazıyı bitirelim: Varsayalım ki, Kıvılcımlı’ya ait olduğu iddia edilen iki çalışma hakikaten Doktor’a ait olsun ve Kale’nin işaret ettiği şahıs da bu iki çalışmayı (sonradan yazdığı otobiyografisinde) kendine temellük etmiş olsun. O zaman Doktor’un politik tilmizlerinden tutun Türkiye solu tarihi çalışan onca insanın bu mesele üzerine gitmemesi nasıl bir ihmalkarlıktır! Ve dahi burada tilmizlik nasıl bir hâleti ruhiyeye tekabül etmektedir!
[1] https://dergipark.org.tr/tr/pub/talid/issue/43493/531263
[2] https://www.amazon.com.tr/Dine-ve-Politikaya-Dair-Yazılar/dp/6055888750
[3] En etraflı tartışma şurada: https://aynahaber.org/yazarlar/ahmet-kale/komun-gucu-sahtekarligi-uzerine-3-yazim/890/