BİR MAYIS NEDİR?

1 Mayıs vesilesiyle Kıvılcımlı ustanın az bilinen ve ilk olarak “Dergi Yazıları” derlememizin üçüncü cildinde yayımlanan “Bir Mayıs Nedir?” yazısını Fuat Fegan’ın notuyla birlikte paylaşıyoruz.

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!      

Ahmet Kale- Göksal Caner Malatya

“1969 yılı kaleme alındığı anlaşılan yazının sonu yok. Elyazması da aynı noktada bitiyor. Yalnız notlar daha sonraki yıllara kadar sürüp gidiyor. Bu haliyle, yazıda, 2. Enternasyonal’e dek olan işçi hareketleri tarihi özetlenmiş oluyor.” (26.01.1977 Fuat Fegan)

Modern medeniyet, yani KAPİTALİZM gözümüzde dünyaları kaplayan bir büyüklüktür. Nitelik bakımından bugün bütün insanlığı kaplamış görünmesi o muazzam izlenimi yaratıyor. Ancak 19. Yüzyıla dek Kapitalizmin NİCELİĞİ: gülünç denecek bir küçüklüktü. Çünkü Modern Medeniyet (Çağdaş Uygarlık!) tümüyle AVRUPA’da bile değil, Avrupa’nın BATI UCUNDA bir nokta gibiydi. Onun için, Roma ve İslam medeniyetlerine mirasçı olmuş Osmanlı Türkiye’sinin Ulu’ları, Batılı insana en üstün bulduğu günler bile, uzun süre “KEFERE” diye bıyık altından tiksinti ile karışık alaycı bir aşağılık diye küçümserdi.

Bugüne dek, manda batağından beter geriliğimizle böbürlenişimiz oradan kalmadır. Birkaç kilometre karelik sınırı içine kapanmış ilk Sümer kentinde ilk medeniyette olduğu gün de, bir gün geri kalan yeryüzünü kaplamış muazzam Barbar yığınları için, öyle küçücük ve önemsenemez gelmişti. Sonra o nokta, bir yağdanlısının inadı ve kaçınılmazlığı ile yayıldıkça dünyayı sardı. Şimdi, Medeniyetten yana olmayacak kişiye aklı başında insan gözüyle bakılamıyor.

1 Mayıs’ın oluşu ve doğuşu ile dünyayı kaplayışı, aşağı yukarı o Medeniyet serüvenine pek benzer. 1 Mayıs, Modern Kapitalizm adlı Medeniyet içinde, yeni bir Medeniyet biçimi olan Sosyalizmin yaratıcısı işçi sınıfı varlığından ve gücünden kaynak aldı. Tarihte bir Medeniyet kadar derin köklü, tutkun, sabırlı, önüne geçilemez oldu. Neden? Aşağı yukarı şu inanılmaz durumdan.

Kapitalizmin doğduğu, büyüdüğü BATI AVRUPA nedir? İngiltere Birleşik Krallığı Kapitalizme beşik olduğu: genişliği, Türkiye’nin birkaç vilayeti kadar (94 bin mil2) bir toprak. Kapitalizmin daha sonra kapladığı Fransa’yı, Almanya’yı, İtalya’yı, İspanya’yı İngiltere’ye katalım. Hepsi birden 711 bin mil2’yi geçmez. Bugün, Türkiye’den kopmuş Suudi Arabistan tek başına 618 bin küsur mil2. Hemen hemen bütün Batı Avrupa ülkelerini içine alabilecek bir ülke… Avrupa bu. 5 büyük Avrupa Kapitalist Devletinin toprağı yeryüzünün 281’de biri bile güç oluyor.

Gelip görün ki Kapitalizm, o daracık yerdeki insanları Barbar Aşiretler çağından alıp, doğru modern Milletler kılığına acele soktu. Düşünelim: Arabistan yarımadası içine sıkıştırılmış sürüyle Avrupa Devletler mozaiğini. Tek İslam medeniyeti bile Arabistan’ın bütününe sığmamış, Dünyayı kaplamış. Kapitalizm denli yaman genişlikte YENİDEN ÜRETİM temelli bir Ekonomi ve Toplum, nasıl olur da Arabistan kadar daracık bir ülke içinde bile insanları, her aşiret ayrı MİLLETTİR diye paramparça edebilir? Etmiştir. Neredeyse, birkaç aşiret, bir Modern Millet adını ve kalıbını almıştır. Medeniyet, Yakın ve Uzak Doğu’da olduğu gibi, barbar aşiretleri Avrupa’da eritmeye vakit bulamadan, başka bir kalıba aktarıvermiştir. O yeni kalıplara MİLLET adı takılmıştır. Ve her MİLLET, birbirine su sızdırmaz ayrı cam kaplar gibi, insanları ayırmakla kalmamış, ayrıca birbirine “can düşmanı” durumuna da sokmuştur. Kapitalizm böyle istemiştir. Ve öyle de olmuştur.

Ne var ki, gene o Kapitalizmin kendisi, her şeysindeki yordamı ile bir başka büyük çelişkiyi devletleştirmekten geri kalmamıştır. Her Kapitalist ülke (Milli Devlet) ekonomisi BÜYÜK SANAYİ sistemini doğurmuştur. CİHAN PAZARI’nı kurmuştur. Bu Kapitalist Ekonomi, değil Arabistan kadarcık bir Avrupa’ya, Dünyaya sığamaz eğilimdedir. O evrensel ekonominin CANLI GÜCÜ, insan gücü modern İŞÇİ SINIFI (proletarya) adını almıştır. Demek, her Medeniyet gibi, Kapitalizm de, daha doğarken İNSANLIK ölçüsünde: ister aşiret olsun, ister millet olsun, insanları darlığına parçalayıcı her sınırı aşındıracak maddi ve manevi, ekonomik ve sosyal evrensellik güçleri yaratmıştır. Ve her gün Tarihte hiç görülmemiş ölçülerde evrensel insancıllığı yaymaktadır. Üst sınıflarda KOZMOPOLİTLİK, alt sınıflarda ENTERNASYONALLİK adını alan eğilimler ve akımlar, kapitalizmin nasıl her gün biraz daha kendi yarattığı Millet sınırlarını gene kendisinin kimi moda yumuşaklığı ile kimi zor sertliği ile İNKAR ettiğini ortaya koyar.

Bu çelişkili genel gidişin temeli şudur: Kapitalizmle üretici güçler durmaksızın SOSYALLEŞİRken, üretim (mülkiyet) ilişkileri durmaksızın azalan kişiler elinde BİREYCİLLEŞİR. İktidardaki egemen sınıflar, ortalarından çatlayıp havaya uçmamak için başlıca iki çıkar yolu zorlarlar. Dışarıda (DIŞ Politika ilişkilerinde) her kapitalist Devlet öteki kapitalist Devletle can düşmanlığı güden bu can düşmanı Devletlerden her biri: bütün dünyayı ele geçirmek ister. Bu ideal isteği yerine gelse ne olur? Bütün insanlık bir Tek Millet haline gelir: Demek, Milletler mozaiği ortadan kalkar. Demek, ayrı ayrı Milletler idealini yaratan Kapitalizm, bu idealizmi bir an için gerçekleştirdiği gün, yeryüzünde milletlerin kökünü kendi eliyle kazımış olacaktır. Bugün Amerikan SÜPER-EMPERYALİZMİ, onun için, bir çeşit gizli enternasyonalizm anlamı taşıyan uluslararası Finans-Kapital Kozmopolitizmini sosyalizm ekzeması durumuna sokmuş bulunuyor.

Kapitalizmin İÇ Politikası daha başka türlü sonuçlar vermez. Ayrı ayrı her MİLLET içinde ortak ekonomili ve ortak alın yazılı milyonlarca insanın ağzına ortak sloganlara verilmiştir. Bunları en çok ciddiye alanları Halk yığınları olmuştur. “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik: Kapitalistin sömürü hürriyeti ve sömürü aleti olunca, her şeyden önce EŞİTLİK tersine döner ve KARDEŞLİK akrep gibi birbirini sokan akrabalığın düşman-kardeşliği biçimine girer. Politikada her gün örnekleri çoğalan sosyal adaletsizlikler, ekonomide büsbütün inanılmaz ölçülere varır.

Kapitalizm kadar dünyayı bir tek üretim sistemi ve bir tek Pazar durumuna sokan bir düzen, milyonlarca işçi ve küçükburjuva yığınlarını, hala Ortaçağ Barbar aşiretlerinden kalma kurullar ve kurumlarla bölerek güdüyordu. Bölük pörçük Milletlerin birbirlerine can düşmanı oluşları sayesinde Kapitalizm dünya ölçüsünde egemen bir sistem ve sömürü sağlıyordu. Barış zamanında, (bugün Alman kapitalizminin ucuz işeli olarak Türk işçilerini kullandığı gibi) Avrupa’nın şu ülke işçilerini, öteki ülke işçilerine karşı rakip olarak kullanıyor, böylece aynı sömürüye uğrayan işçi sınıfının bir bölümünü, öteki bölüğü ile çarpıştırarak kararı arttırıyordu. Yani, birbirine düşman edilmiş Avrupa milletlerinde barış: kapitalist sınıfların çıkarları uğruna işçi sınıfının toptan sömürülüşüne yarıyordu.

SAVAŞ zamanı sömürü büsbütün trajedileşiyordu. Sanki ayrı ayrı kapitalist ülkelerde sömürülen insanların kendi aralarında paylaşamadıkları bir şey varmış gibi, savaşta çıkar arayan kapitalistler, geri hizmetlerinde savaşın kendi çıkarlarını rahatça kasalarına dolduruyorlar; cephelerde ise, gene her ülkenin çalışan sınıf ve tabakaları birbirlerine girip boğazlaşıyorlardı. Vaktiyle o denli kötülenen Ortaçağ derebeyliğinde, hiç değilse birbirleriyle çekişip çatışan Derebeyiler, çıkardıkları savaşlarda gene kendileri cephede ön safa geçip, birbirleriyle kozların paylaşmacasına kendileri savaşırlardı. Savaşta, o kadarcık olsun bir namusluca sertlik var idi. Beyler, savaş ilan edip geri çekilmiyorlar: öne, çalışan toprak esirlerini sürerek kendi hesaplarına kırdırmıyorlardı.

Kapitalizmde, Savaşın bu mertçe namusu sıfıra indirilmişti. Savaşı, her Milletin başına geçmiş Kapitalist sınıfları kışkırtıyorlardı. Sonra, kendileri savaşı istememiş gibi: “dostlar sefere, biz eve” diyerek, kendilerini işlerinin başına çekiyorlar, o güne dek sömürdükleri, fabrikalarda ve işyerlerinde sömürdükleri işçi sınıflarını ve çalışan halk yığınlarını ateşe sürüp, geride kapitalistleri bu yol da Savaş zengini ediyorlardı. Barış zamanı sömürülüp ezilen halk, savaş zamanı yaralanıp pir aşkına (daha doğrusu Kapitalizm çapulu uğruna) ölüyordu. Hani, vaktiyle savaşı açanlar da, yapanlar da derebeyilerdi ya, Kapitalistler Derebeyliği sözde kaldırınca; Beylik milletindir gibi piyazlarla, halkı beşlerin yerine (gerçekte kapitalistlerin yerine) savaşa sürüyorlardı. Halklar da, işin farkına varmaksızın, madem Millet demek biz demekmişiz, savaşı da biz sineye çekeceğiz, diyerek en kanlı ateşler ortasında, hırsla birbirlerine giriyorlardı.

İleri kapitalizmin Avrupa’ya getirdiği “MEDENİYET” bu idi. Bu çok saçma bir şeydi. Ama yedi bin yıllık sınıflı Toplumun insan hayatında ve kafasında, ruhunda bıraktığı gelenekleri ve görenekleri, nalıncı keseri gibi hep kendi yanına yontarak sömürmeyi bilen Kapitalizm açıkgözlüğü, o ilk bakışta en saçma olduğu görülen durumu, en akıllıca davranış gibi insanlara yutturmayı becermişti. Yedi bin yıl önceki ekonomi ve toplum yaşantısı içinden çıkamamış bulunan küçükburjuvazi bu yutturmacayı iliklerine dek benimseyip sindirmişti. Kapitalizm, lafta olsun “Hürriyeti, Adaleti, Eşitliği, Kardeşliği” ona bağışlamıştı ya, lafta bir gün beylik beylikti: Kıyamete dek gider, İşveren sınıfının kışkırttığı savaşlarda bire dek kırılırdı. Hele ara sıra burjuva kayırışı ile Bir memurluk veya subaylık maaşı alan devletli olma şansı da koklatılırsa, küçük burjuvazinin Kapitalizm uğruna beğenmeyeceği ölümlerden ölüm bulunamazdı. Çünkü başka çıkar yolu yoktu.

Ancak, işçi sınıfı küçük burjuva bataklığından fışkırmış, kökü boyuna o batakta kalan bir sosyal sınıf olmakla birlikte, gövdesi, filizi, yaprağı, çiçeği bataktan sıyrılmış en modern sınıftı. Yalnız kısa Savaş mahşeri içinde değil, uzun Barış günlerinde de her anlık yaşayışı ile Avrupa’da kapitalizmin yarattığı anormal çelişkileri ve çatışkıları sonuna dek görmezlikten gelemezdi. Hem işveren sınıfı “Akılcıl” (rasyonel) bir felsefe getirmemiş miydi? Her şey insanca aklın mihenk taşına vurulacaktı. E, şu her ağıza sakız edilmiş: “Hürriyet, Adalet, Eşitlik, Kardeşlik”, “Vatan”, “Millet” gibi güzel, kutsallığına dokunulmaz sözcüklerin anlamları akıl dışı mı bırakılmalıydı?

Üstünkörülüğü yutturmacaya çok elverişli olan burjuva “akılcıllığı” (rasyonalizmi) için: Barışta işçinin İşgücünü soymak, Savaşta (kapitalist çıkarları için savaşta) gene işçi sınıfının kefenini soymak olağan şeydi. İşçi sınıfı için bu durum ve tutum en akıl çatlatan bir saçmalıktı. Çünkü İşveren sınıfı, işçi sınıfını düpedüz işletip soymakla kalsa, belki kıyı köşe yaşama standardına eklenen kırıntılarla sömürü normal bir gelişme imiş gibi öne sürülebilirdi. Ama kapitalizm bir düzü gitmeyip, her 5-10 yılda bir kimi ekonomik bunalıma, (sıklık krizlere), kimi politik bunalıma (daha az sıklık olmayan isyan ve savaşlara) dökülmeden edemiyordu. Bu sakar ve aksak gidişin, ikide bir kızılca kıyametler koparışı, en sonturlu işveren akılcılarını ve en azgın kapitalist “Düzen” bekçilerini bile şaşkına çevirmişti. Bu korkunç şartlar altında “Topa et, Kıvanca et” olan işçi sınıfı ne yapacaktı?

19. yüzyılın başından ortalarına dek, Avrupa Milletleri içinde ya henüz iktidara gelememiş yahut geldiği İktidar yerini sağlama bağlayamamış bulunan işveren sınıfı bol bol isyanla oynuyordu. İktidara gelince, elini verdiği büyük Emlak sahipleri sınıfından Kapitalist sınıfı kolunu kurtaramıyordu. Kapitalist ihtilallerinin MOTORU halk (işçi ve köylü) idi. Egemen olan veya olmak isteyen İşveren sınıfı Emlak sahipleri sınıfı ile KÂR-İRAT paylaşmasında sıkışınca, eski huyunu depreştiriyordu: Emlak sahiplerinin Derebeyi arttığı Krallıklarına karşı ayaklanmak üzere Devrimin halk MOTORU’nu işletiyor, ikide bir halkı silahlandırıp sokağa döküyordu.

Özellikle Fransa’da patlayıp, bütün Batı dünyacılığını sarsan o sosyal depremlerde, burjuvazi İşçi sınıfını koçbaşı gibi kullanıyordu. Tümü İşçi sınıfının İşgücü sömürülerek derlenen sosyal ARTI-DEĞER’e “MİLLİ GELİR” adı verilmişti. Bütün kavga o Artı-değerden İşveren sınıfına düşen kâr ile Emlak sahipleri sınıfına düşen İRAT (RANT) paylarının ne kadar olacağı çevresinde dönüp dolaşıyordu. Böyleyken, hala “Hürriyet-Adalet-Eşitlik-Kardeşlik” bayrağı altında İşveren sınıfının perde ardından kışkırttığı isyanlarda en çok işçi sınıfı kanıyordu. Kumarbazlar (İşveren ve Ağa sınıfları) mana (Kâr-İrat) paylaşacağız diye dalaşırken, mahalleyi (başta İşçi sınıfını) yangına veriyorlardı. Bunun bir çaresi yok muydu?

İşçi Sınıfının emekleme çağıydı. Sosyal bilimin güzel çocukları ÜTOPYA’cı sosyalistler, bu derdin ilk nedenini bulamadıkları için, pek çok davalar yazdılar. Hastalığın ilacı çok, ilacı yoktu. Ancak insan zekasını işçi sınıfı açısından geliştirip işleten Marx-Engels Bilimcil Sosyalizmi kurunca problem kişi yakıştırmalarından kurtuldu. Yeni bilim, yeni sosyal gücün: İşçi sınıfının, proletaryanın yörüngesine oturdu. Bilim soyut insanla değil, somut sosyal sınıfla buluştu. 19. Yüzyılın birinci yarımına gelinmişti.

1848 SOSYAL DEVRİMLERİ gibi 1850 SOSYAL KARŞI-DEVRİMLERİ de, Batı Avrupa denilen küçücük toprak parçasını hallaç pamuğu gibi attı. O kargaşalıkta yeni bilim ile yeni sosyal güç arasındaki kaynaşma ve karşılıklı deneşme yoklamadan öteye geçemedi. Yoklayışları bilince çıkarmak, ister istemez bilime, Bilimcil Sosyalizme düştü. 28 Eylül 1864 günü Londra’nın Saint Martin’s Hall’ünde: Tarihin o zamana dek yazmadığı ayıklıkta bir olay geçti. Ayrı, düşman MİLLETLER diye Kapitalizmin paramparça ettiği Batı Avrupa ülkelerinin irili ufaklı: İngiliz, Fransız, alman, İtalyan, İsviçreli, Leh ve ilh… bütün uluslarından gelmiş delegeler, ilk: İŞÇİLERİN ULUSLAR ARASI ASSOSYASYONU (BİRİNCİ ENTERNASYONAL) işçi örgütünü kurdu. Enternasyonal’in bir “GENEL KONSEY”i seçildi.

Bu, gelişigüzel bir heves miydi? Katılanların bir avuç ülkücü oluşlarına bakılırsa, öyle gözüküyordu. Topuyla, tüfeğiyle mermer saraylara, çelik kalelere yerleşmiş Kapitalizm karşısında kaç kişi, nerelere sığınmışlardı? Avrupa’nın SOSYAL problemlerinde ve çözümlerinde en ileri öncü ülke Fransa idi. Fransa’da, ENTERNASYONAL kurulduktan beş ay sonra, 8 Ocak 1965 günü (Paris, 44 rue des Gravillers’de) kurulan ilk Fransız Enternasyonal şubesi merkezi: 4 metre uzun, 3 metre geniş, poyraza açık bir yer katı odacığı idi. Tek penceresinin baktığı çamurlu ard avlu, leş kokan bir süprüntülüktü. İçindeki eşyalar mı? Yoldaş Tolain’in evinden getirdiği kırık bir saç soba. Yoldaş Fribourg’un üzerinde dekoratörlük zanaatini yaptığı ak ağaçtan bir eski masa, iki tane de ilişilecek tabure. Ancak neden sonra bu taburelerin yanına, bit pazarından seçilmiş 4 “fantezi koltuk” zor katılabilecekti…

İşte, tüm Avrupa iktidarlarını “Komünizm hayaleti geliyor!” diye 19. Yüzyıl boyu tir tir titreten, 20. Yüzyıl boyu sözcüğünü ağzına alanın kellesi uçurulacak diye dehşetlere büründürülen ENTERNASYONAL İŞÇİLER Derneği, maddece bu idi. Anlamca, İnsanlığın en büyük alınyazısını en basit çözümüne kavuşturuyordu. Kapitalizmin Avrupa yolundan bütün insanlığa getirdiği paramparça ULUSLAR kargaşalığı illetini, inanılmaz kertede basitin basiti tek ilaçla: İşçi Sınıfının ULUSLARARASI davranışı ile tedavi ediyordu. 20 yıldır, hastalığın kökünü Tarihcil Maddecilik görüşü ile bulmuştu. Bu kökü yolacak insan gerekti. Bu insan: İŞÇİ SINIFI’ndan başkası olamazdı. Çünkü yalnız, o sınıf, modern üretici güçlerin canlı bilincini elinde tutuyordu. Eziliyor, soyuluyordu. Ama Tarihte ilk defa, kendi kurtuluşunu ancak tüm insanlığın kurtuluşu içinde bulmak zorunda kalan bir küme insandı. “İşçiler kurtulsun, geri kalanın, altta kalanın canı çıksın” diyemezdi. Kendisini de, sosyal sınıf olarak yok etmedikçe, insanlıkla birlikte işçi sınıfına rahat soluk almak yoktu.

Bilimcil Sosyalizm, 20 yıldan beri bu önüne geçilmez yalın kat gerçeği yakalayıp, her yanı ve bütün çelişkileri ile işlemişti. Şimdi bu teoriyi pratiğine vurmak, düşünceyi sahibine vermek gerekiyordu. Düşüncenin de, davranışın da asıl güçlü sahibi İşçi sınıfı denilen genç devdi. Bu dev çocuk saflığı ile henüz gözlerini dünyaya açıyordu. Bütün sosyal hastalıkların iyileşmişi için, Proletaryanın gözünü açması, ayıkması tek şarttı. Yalnız o bilinç belirtildiği ve iyi belletildiği gün, her iş normal yoluna girecekti. “Yapışılacak bu tek halka, tüm zinciri ardından sürükleyecekti.” Halka ENTERNASYONAL idi.

Enternasyonal’in Manifest’i ile Tüzüğü, 20 yıllık emekçisi olan Karl Marx’ın kaleminden çıktı. Hani, o çuvallar dolusu avukat şişirmecesi Tüzük ve Programların kulakları çınlasın. Marx’ın yazdığı Enternasyonal Manifest: bugünkü küçük boy bir kitapçığın 1 tek sahifesi, 11 maddecikten Kuruluş Tüzüğü ise gene ancak 2 sayfacık yer tutuyordu. Bugün dünyaları kaplamış görünen Manifest’in ana düşüncesi şu sözlerde toplanmıştı:

“Göründüğüne göre,

“İşçilerin kurtuluşu, İşçilerin kendi eserleri olmalıdır. Ve işçilerin çabaları, yeni imtiyazlar kurmaya eğilmemeli, herkes için eşit haklar ve görevler yerleştirmeye ve her türlü sınıf tahakkümünü yok etmeye eğilmelidir” diye başlıyordu Manifest ve Tüzük.

Bugün, en azgın faşist Mussolini’den aktarılan biçimi, en gerici Şark ağası kafasıyla yetmez görülüp, kat kat ağır katkılarla sahneye çıkarılan Ceza Kanunları’nın 141 ve 142. Ünlü maddeleri bile Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ”ne karşı çıkan hükmünü savunur görünmeksizin öne sürülemeyeceğini, bir hak savunması yapamayacağını anlamak zorunda kalmıştır. İnsanlık 105 yılda böylesine yol almıştır. En domuzuna soygunculuk bile, 105 yıl önce Birinci Enternasyonal’in “SINIF TAHAKKÜMÜ YASAK!” prensibini yalancıktan da olsa benimsemiş görünmedikçe, hiç kimsenin, en geri milletlerin en cahil halklarının bile önüne “KANUN” adını takınarak çıkamıyor. Bilimcil Sosyalizm Enternasyonalinin Manifest-Tüzük’ü, öylesine ileriyi gören, geleceğe kesinlikle egemen olan büyük ve karşı konulamaz prensiplerle yola çıkmıştır. Ve şöyle yürür:

“İşçinin, çalışma araçlarını, yani yaşama kaynaklarını ellerinde tutanların ekonomi boyundurukları altına girmiş bulunması, çalışanın siyaset, maneviyat ve maddece kul oluşunun birinci nedenidir.”

Dolayısıyla da,

“Bundan ötürü, araçtan başka bir şey olmayan her türlü politika hareketinin bağlı bulunduğu büyük amaç, çalışanların ekonomice kurtuluşlarıdır.

“Şimdiye dek yapılmış bütün çabaların başarısızlığa uğraması, hep her ülkede çeşitli mesleklerden işçiler arasında dayanışma yokluğundan ve çeşitli kıtalardan işçiler arasında kardeşçe birlik yokluğundan ileri gelmektedir.

“Emeğin kurtuluşu, ne mahalli (bölgesel), ne milli (ulusal) değil sosyal bir problem olduğundan, o kurtuluş, modern yaşayışın var olduğu bütün ülkeleri kucağına alır ve çözümü için bütün ülkelerin teorice ve pratikçe yardımlaşmalarını gerektirir.”

Çok dikkat edelim. Bilimcil sosyalizm 1864 yılı hemen bütün ana doktrinini büyük kitaplarının ayrıntıları içinde vermiştir. Marx-Engels: “Biz teorice buyuracağız. Herkes boyun kırıp uygulayacak” demiyorlar. Sadece yolu gösteriyorlar. Problemin “ÇÖZÜMÜ” için gerek “TEORİ” gerekse “PRATİK” alanlarında “BÜTÜN ÜLKELERİN YARDIMLAŞMALARINI” gerekli buluyorlar. Yani, kimi ezeli kılkuyrukların ikide bir demeye getirdikleri gibi, Teori yahut Pratik yalnız: Fransa, İngiltere, şimdi de Amerika gibi “İleri Batı” ülkelerinde yahut Rusya, Çin, şimdi de Vietnam gibi Büyük Doğu ülkelerinde doğmuş kimselerin imtiyazındadır ve ancak oralarda “Tahsil”, “Etüt” edilebilir, oraların patentini taşıyamayan kimsenin teori ve pratikte gık demek ne haddine demiyor Marx-Engels. Geri veya İleri, Doğu veya batı “Bütün ülkelerin” insanları, eğer insansalar “sosyal problemler” uğrunda düşünce ve davranışlarıyla Marx’a ve Engels’e dahi “YARDIM” edebilirler!

Yeter ki, yığınların hareketinden kopulmasın. Emperyalizmin, yeryüzünü iki evli bir köy kadar küçülterek birleştirdiği 20. Yüzyılda değil, 1969 yılı değil, 19. Yüzyılda, 1864 yılı: İşçi hareketi, tüm insanlık hareketi olmuştur. Bu oluş 1864 yılı bütün çizileriyle belirmiştir. Tek engel, kapitalizmin, ayrı ayrı maskara çiftliklere böldüğü küçücük Avrupa ülkelerinde, İşveren sınıfının uydurup kaydırdığı (şimdi ise nasıl silip kaldıracağını düşündüğü) dar sınırlardır. Marx veya Engels yahut Enternasyonal değil, İşçi sınıfının kendiliğinden hareketi: burjuva dar kafalılığı ve dar sınırlılığı içinde işçileri hapsolmaktan kurtarma eğilimindedir.

“En sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin işçileri arasında yeniden ortaya çıkan hareket, yeni umutlar doğurarak, eski yanlışlıklara yeniden düşülmemesi için muhteşem bir ihtar yaparak, işçileri henüz birbirinden tecrit edilmiş duran çabalarını hemen derleştirip kaynaştırmaya iter.”

İnsan her işini önce kafasında planlaştırır, sonra uygular. Enternasyonal, modern kapitalizmin alt bilinç alaca karanlığına çıkardığı sosyal gelişimi üst bilince çıkarmanın ilk planı ve uygulaması idi. İster istemez YUKARIDAN, yani: Bilimden, Bilinçten gelen ışığın İşçi sınıfı içine indirilişi oldu. 5 yıl ardarda her Eylül ayı toplanan KONGRE’ler, çok az sayıda üyeler, sayılamayacak kadar çok güçlükler içinde yol aldılar ve yol açtılar.

1870 yılı, Kapitalizmin uluslararası dengesiz gelişimi, Alman Burjuvazisi ile Fransız Burjuvazisine, kopardıkları kanlı savaşla yeniden her iki ülkenin işçi sınıflarını ve halklarını birbirlerine kırdırma fırsatını verdi. Ancak Tarihin diyalektiği, evdeki pazarı çarşıya uydurmadı. O saçma kızılca kıyameti koparan kapitalizmin başına silahlanan Paris halkı gereken çorabı örmeye girişti. Tarihte çalışan yığınların en büyük sıçraması: PARİS KOMUNASI kendiliğinden doğdu. Fransız-Alman kapitalistleriyle ağaları birbirleriyle dalaşırlarken, kendi efendilerinin o dillerinden hiç düşürmedikleri Vatana ve Millete el altından nasıl ihanet ettiklerini yakalayan Parisli çalışkanlar, modern çağın ilk SOSYAL Halk Devletini kurdular.

Bu beklenmedik ayaklanmada Enternasyonal’in hiçbir rolü olmadı. Yalnız, ateş içinde bulunan kimi Enternasyonal üyeleri, kendi eğilimleriyle halkın gidişine katıldılar. Güçlü ve bilinçli bir siyasi sınıf teşkilatı bulunmadığı için, Paris Kamuculuğu, -Marx’ın deyimiyle- “Göklere saldıran… saf çocuk” ülkücülüğüne kurban gitti. Kapitalistler önlerine geleni kurşuna dizerken, onlar üç buçuk burjuvanın ve ağanın silahlı saldırısını affetti. Kapitalist sırtlanların Versaille’da rahat rahat memleketi aldatıp kışkırtmalarına omuz silkti. Halkın çapulcu olmadığını göstermek için, vurguncuların bankadaki milyonlarına dokunmadı. Devrimciler insanlıkta, cömertlikte, feragatte, alicenaplıkta, toleransta, demokratlıkta peygamberleri utandıracak iyilikler ve yücelikler saçtılar.

Versaille sırtlanlarının bitleri kanlanınca, o doğruluk, güzellik, iyilik ülkücülerinin yufka yürekliliklerine verdikleri karşılık yanan oldu: 641’i 7-13 yaşında çocuk, 1058’i kadın olmak üzere 38.568 kişiyi bir günde zindana attılar. 35 bin insanı öldürdüler Fransız sanayinin on yıllarca gerilemesine sebep olacak denli yüzbinlerce becerili işçiyi, sırf işçi oldukları ve işçiler Paris’te çoğunlukla bulundukları için sürdüler… Sonra da, hiç sıkılmadan döndüler: bütün yaptıkları cinayetleri haklı çıkarmak için Paris halkının ayaklanışını Birinci Enternasyonal’e suç diye kullandılar.

Bozgun ortadaydı. Osmanlı “Hüda göstermesin bir yerde âsâr’ı izmihlâl” demiş: dostlar yağmacılıkta düşmanları geçer. İşçi sınıfının ezilişi, bütün küçükburjuva ve derebeyi artığı devrimcileri paniğe uğrattı. Anarşistinden (Bakunin) casusuna dek bir provakasyon ustası, İşçi sınıfının biricik uluslararası örgütünü sarsmakta yarışa kalktı. O yüzden, 1872 Lahey Kongresi Birinci ENTERNASYONAL’ın sonu oldu.

İşçi Sınıfının “Kardeşçe Birliği” on yıl daha gecikti. Ne var ki, İşçi sınıfının kendisi ayakta idi. Kapitalizm kendi Toplumunu kökünden yok etmedikçe, İşçi sınıfını yok edemezdi. Sınıfın insancıl ışığı da yanmıştı. Aydınlık bilince işleyince zorla yok edilemezdi. Edilemedi. Tam tersine, yığınların içinde indi. Birikti. Ve bu yol, Bilinç artık AŞAĞIDAN, modern İşçi sınıfının bağrından kopup yukarılara yüceldi.

1888 yılı “FRANSA İŞÇİ SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI FEDERASYONU”nun III. Milli Kongresi 28 Ekim’den 4 Kasım’a dek Bordeaux ilinin Bouscat Belediyesinde toplanmıştı. 8 saat işgünü, asgari ücret tespiti, iş kazalarından patronun sorumlu olması, çocuğa, yaşlıya, kadına toplumun bakması, enternasyonal yasağının kalkması, uluslararası mevzuat konulması üzerine Jean Dormoy bir teklif yaptı. Kongre yapılan teklifi şu bildiriyle kabul etti:

“Şimdiye dek kamu iktidarları tek tek yapılmış dileklerimize aldırış etmek şöyle dursun, alay ederek karşı koyuyorlar. Öyle ise, teker teker davranışları bırakıp dileklerimizi yeni, kolektif, genel ve daha dayatıcı biçimde sunmamız gerekiyor.

“Bu hep birden yapılacak harekete daha büyük bir güç verebilmek için, bütün sendika eylemlerini, -başka dileklerimizden vazgeçmemekle birlikte- en genel ve en önemli olan sayısı belli dilekler üzerinde yoğunlaştırmak yerinde olur.”

Bu uğurda:

“10 Şubat günü bütün Fransa sendikaları ve kooperatif grupları şu dilekler için valiliklere, kaymakamlıklara, belediye başkanlıklarına delegeler göndereceklerdir: Günde 8 saat iş, her yerin normal hayat pahasına uygun asgari ücret istiyoruz.

“29 Şubat günü işçi milletinin gösterisiyle birlikte, dileklerin karşılıklarını almaya gidilecektir.”

Kongre’nin ertesinde Milli Federasyon üye sendikalara şu açıklayıcı genelgeyi yolladı:

“Yöneticilerimizden kimi gerçek reformlar elde etmemiz için biricik umut… işçi sınıfının hep birden dayanışmayla dileklerini onlara dayatmasına bağlıdır. Hükümetler ve kanun koyanlar, proleterlerin dolayışız çıkarlarına pek az ilgi duyuyorlar. Ve nasipsizlerin şikâyetlerine kulaklarını sağır ediyorlar. Çünkü yoksul işçilerin teker teker yaptıkları dilekler, onların huzurları için o denli ürkütücü ve tehlikeli gelmiyor. Ancak, emin olalım ki, kamu iktidarı yanında, yurdun bir ucundan öbür ucuna dek hep bir zamanda ve enerjiyle etki yapmaya alışık bir işçi milletiyle karşı karşıya geldikleri zaman, efendilerimiz biraz daha derin düşünmek zorunda kalacaklar ve artık omuz silkip karşılık vermenin yetmediğini göreceklerdir.

“Efendilerinin karşısına, yani sosyal reformların anahtarını ellerinde tutanların karşısına şu işçiler milletinin oybirliği ile dikilip bir tek uçsuz bucaksız sesle yaşama haklarını, medeniyetin iyiliklerine ve rahatlıklarına erişme haklarını isteyişlerindeki dayatıcı, egemen ve dayanılmaz gücü kim, nasıl anlamazlıktan gelebilir?”

Genelgenin burasına gelince, büyük problemler açmış küçücük Batı Avrupa’nın paramparça edilmiş milletlerarası “ENTERNASYONAL” bütünlüğü ansızın bir örnek olumlulukla beliriyordu.

“Önümüzde ayrıca büyük İngiliz ve Amerikan işçi hareketlerinin örnekleri duruyor. Oralarda yüzbinlerce işçi, aynı günün aynı saatinde: daha önce kongrelerince uygun görülüp kararlaştırılmış davranışı hep birden ve elifi elifine yerine getiriyorlar.

“Fransa’da, 10 Şubat toplulukla hareketi, işçilerin bu yolda yapacakları görülmedik bir girişim olacaktır. Bu denemenin kendini dayatıcı olması ve mantıksal sonuçlu olması için, işçi teşkilatlarının oybirliği ile değilse bile, muazzam çoğunluğu ile ona katılması gerekir.”

Görüyoruz. Yapılan girişim artık 24 yıl önceki ENTERNASYONAL gibi bir avuç ülkücünün öne düştüğü AYDIN BİLİNCİ değildi. Modern işçi sınıfının, egemen efendilerin kanlı provakasyonları önünde bile, şaşırmadığı ve tarihcil görevine doğru saf bağladığı ortadaydı. İşçi sınıfı evrensel rolüne uygun, ağırbaşlı, önüne geçilmez insancıl yığınıyla YÜRÜYÜŞ yapıyordu. 10 Şubat 1889 günü Fransa’nın en büyük 50 sanayi şehrinde sendika delegeleri hep birden sözleştikleri gibi dileklerini ve ağırlıklarını yetkililerin önüne önlerine koydular. Yurttaşlık hak ve görevlerini yerine getiriyorlar, milletleri orman kanunlarıyla güden efendilerden işçi kanunları ve insan kanunları istiyorlardı. Henüz 1 Mayıs’ın adı duyulmamıştı.

Dört ay sonra (Temmuz 1889) SOSYALİST ENTERNASYONAL’in Birinci Kongresi toplandı. Bu Kongre’ye FRANSA SENDİKALARI VE KOOPERATİF GRUPLARI MİLLİ FEDERASYONU’nun sekreteri Raymond Lavigne şu teklifi sundu:

“Belirli tarihte büyük bir ENTERNASYONAL gösteri örgütlenecektir. Öyle ki, bütün ülkelerin tüm şehirlerinde hep birden, uygun görülecek aynı günde, işçileri kamu iktidarlarını işgününü 8 saate indirmek ve Paris ENTERNASYONAL KONGRESİ’nin öteki kararlarını uygulamak zorunda bırakacaklardı.

1 MAYIS ŞİİRİ

1 Mayıs şiiri, Amsterdam’daki Uluslararası Sosyal Tarih Enstitüsü USTE’de (International Institute of Social History IISH) bulunan Hikmet Kıvılcımlı arşivindeki 34 ve 142 numaralı klasörde bulunuyor. 34 numaralı klasörde 12 Mayıs 1977 tarihli Fuat Fegan’ın notunda şöyle yazmaktadır:

““1 Mayıs”, “Devrim, “İşkence”, “Proletarya” başlıklı şiirler bulunan kâğıdı Belgrat’ta vermişti. Bu arada, ayrıca, “25. Yıl Marşı” ve “Kızıl Cenaze Marşı”nı bana yazdırdı. “25. Yıl Marşı”nın eski yazı orijinali yanımdaydı.

Bunlar verir ve yazdırırken: ” Kafamda ne var, ne yok, -giderayak, – sağıp bırakayım!” demişti.”

Biz de İşçi Sınıfının Birlik ve Mücadele Günü olan 1 Mayıs’ı ustamızın şiiriyle kutlayalım istedik. 

Yaşasın 1 Mayıs!

Yaşasın Devrim ve Sosyalizm!

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

1 MAYIS

Bir Mayıs ilk yanan ateş

İlkbaharda ilk doğan güneş

Yansın ışıklarında beş

Kıtadaki milyonla kardeş

Sınır ve Kanundan yüksek

Hükmünle işçiler birleşecek

Bütün dünya emekçisi bir tek

Vücut olacak, bir tek istek

Yoldaşlar tutun kızıl yolu

Bağrımız inanç ateş dolu

Haykıralım yüksek şuuru:

Marşmarş! Marşmarş! Marşmarş!

Hep İnternasyonale doğru…

***

Biz o ateşte eriyen

Emekçiyiz, çelik külçeyiz

Devrimlere “Yürü! ” diyen

Tarihe yollar açan deviz

Dünyanın beşte birinde

Düşmana plânlı barikat kurduk

Elektrik Sosyalizmini kurduk

Durduk Komünizmin mihverinde

Yoldaşlar, tutun kızıl yolu

Bağrımız inanç ateş dolu

Haykıralım yüksek şuuru:

Marşmarş! Marşmarş! Marşmarş!

Hep İnternasyonale doğru…

70 YAŞIN GÜZELLİĞİ

70. yaş. Kimine göre yaşlılık, kimine göre orta yaş sayılır hala.
Önemli olan yaşın sayısı değil, o yılların nasıl geçirildiğidir.
“Doğru yaşamayanlar, doğru ölemezler” anlamında bir şeyler söylemiş Nietzche.
Ben de kendimce muhasebeler yapıyorum “doğru yaşadım mı, doğru ölecek miyim” diye.
Orta ölçekli bir sınır şehrinde, çamurlar içinde bir mahallede geçen çocukluk ve delikanlılık yılları.
Aşırı yoksulluk ve aile baskısı altında geçen hem de.
Lisenin sonlarına doğru Dev-Genç ve Kıvılcımlıcı ağabeylerin etkisiyle sosyalizmle tanışma.
Mühendislik tahsili için Ankara’ya gelince, aile baskısı olmadığından daha çok sosyalizm, daha az okul.
Önce kısa bir süre Kıvılcım dergisi, sonra Kitle gazetesi bürosunda neredeyse tam zamanlı çalışmalar.
Halil Çelimli ağabeyin dürüst, heyecanlı ve ilkeli etkileriyle kişilik geliştirme.
TSİP (Türkiye Sosyalist İşçi Partisi) kuruluş öncesi çalışmalarında Burhan Şahin ve Engin Urcan ile gelişmeyi artırma.
TSİP Altındağ ilçesinin ilk üyelerinden olup, Ethem Kiper, Necati Ertürk ve Suat Bozkuş, Varol Ataman gibi arkadaşlarla yoğun gecekondu çalışmaları.
TSİP Ankara İl Örgütü bünyesinde kurulan Ankara Gençlik Bürosu sekreterliği, ünlü ODTÜ Kissinger boykotunda aktif görevler.
TSİP içinde “doktorcu muhalefet” içinde hızlı çalışmalar ve çok aktif olmaya rağmen TSİP’te asil üye olamayıp parti dışında kalma.
“Doktorcu muhalifler”in sürgün edilip toplandığı Ankara Yenimahalle İlçe Örgütü’nde üye olmamama rağmen çalışmalar. İstanbul yolundaki fabrikalarda aktif işçi çalışmaları.
“Doktorcuların” topluca istifası sonrası bir süre boşlukta kalıp sonra merkezi İstanbul’da olan PİM (Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği)’nin Ankara şubesini örgütleme, 2 yıl şube başkanlığı.
1975 yılında kurulan Yeni Vatan Partisi’ne (bugünkü CIA destekli Perinçek partisiyle alakası yoktur) bir grup arkadaşla birlikte katılma.
Yeni Vatan Partisi içinde yapılan yönetim darbesinde aktif rol alma. Darbe sonrası yeniden oluşturulan Ankara İl Örgütü başkanlığı.
Sonuçta “parti” içindeki gerilim sonucu bazı provakatörlerin kardeş gibi olduğum Doğan Terlemez’i katletmelerinin hâlâ dinmeyen acısı.
Cinayet sonrası ilk kongrede yine aynı grup arkadaşların bazılarıyla birlikte bir bildiri yayınlayarak “parti”den ayrılma.
İskenderun Demir Çelik inşaatındaki örgütlenmeden sonra hapse girip sendikası dağılan İsmet Demir ağabeyin sendikayı yeniden toparlama çabalarına katılıp 6 ay kadar onunla birlikte Çukurova’da çalışmalar. Yine o aylarda evlilik.
Ayrılma sonrası daha önceki aylarda partiye girmemiş bazı arkadaşlarla tekrar buluşup örgütlenerek bir dergi çıkarma kararı. Yine o dağınıklık ortamında çok sevdiğim bazı arkadaşların değişik yerlere tercih koymalarının üzüntüsü.
1976 ve 1977 kanlı 1 Mayıslarında PİM ile etkin katılımlar.
1977 Temmuz – 1980 Temmuz arası 3 yılda düzenli çıkarılan “Proletarya Partisinin Reorganizasyonu ve Halk Kurtuluş Cephesi İçin DEVRİMCİ DERLENİŞ” gazetesi ve o zamanki Derleniş Yayınlarının İmtiyaz sahipliği görevi.
Bu arada 4. Sınıfa geçtiğim halde mühendislik eğitimini bırakıp, yeniden üniversite sınavı ve Sevk ve İdarecilik Yüksek Okulu’na geçiş, ön lisans diploması. 3. Sınıf bitmişken 12 Eylül faşizmi.
1980 12 Eylül faşizminde işçi sınıfı için çekilme çalışmaları. Aralık ayı başında 1 haftalık gözaltı. Dergi yazılarından sorgulanma. Sevgili İlhan Erdost’un Mamak’ta dövülerek öldürülmesi soruşturmasına denk gelen günlerde – başka bir yayıncı skandalı yaşamamak için olsa gerek – Mamak’tan serbest bırakılma.
Serbest bırakılma sonrası acilen ev değiştirme.
Yeni evin adresini bilen birkaç kişiden gözaltında olanların evimin adresini polise vermelerinden sonra ev baskınından kıl payı kurtuluş.
Ankara’da bir iki hafta adres değiştirerek grubu ayakta tutma çabası. Artık barınamayacak hale gelince Ankara’yı terk ediş.
Birkaç ay kaçak gezdikten sonra toparlanırız derken kaçaklığın – bir gün bile yurt dışına çıkmayı düşünmeden – tam 7 yıl sürmesi (1981 Haziran – 1988 Haziran arası). Bu arada evimin ve tüm eşyalarımın polis tarafından darmadağın edilişi.
Yazın tatil yörelerinde, kışın arkadaş evlerinde süren uzun kaçaklık yılları. Nispeten iyi günler olmakla beraber, kabus gibi geçen yıllar. Defalarca yakalanmaktan kıl payı sıyırışlar.
6,5 yıl tutuklu yargılanan arkadaşların 1988 mayısında beraat etmesi sonucu, haziran ayında beraatten yararlanmak için mahkemeye çıkış ve önce tutuklanıp, sonra tutuksuz yargılanmak üzere serbest kalış.
Ağustos ayında daha önce hak etmiş olduğum kısa dönem askerlik başvurusu için memlekete dönüş. Orada 1 gün gözaltı, 19 gün göz hapsi. Sonrasında serbest kalıp askere gitme.
Benim gibi sakıncalı arkadaşların olduğu bir birlikte 4 ay askerlik. 1 hafta disiplin hapsi, komutanla saatler süren sosyalizm tartışmaları. Dönem arkadaşlarımla unutulmaz dayanışma ve dostluklar. Aydın Akyazı, Sedat Göçmen ve Bünyamin İnan gibi sıkı insanlarla geçen zamanlar.
Askerlik sonrası, grup arkadaşlarımdan ayrılma, 12 yıl süren geçim dönemi. Dinlenme ve sosyalizmle eskiye göre uzaktan ilgilenme.
Bu arada dünya güzeli kızım Kardelen’in aramıza katılması. Yaşadığım sürece gururum olması.
2001 sonunda artık benim için dayanılmaz hale gelen evliliğimin sonlanması, evi terk edişim.
1,5 yıl İzmir’de işsiz gezdikten sonra İstanbul’a yerleşme.
Haşmet Atahan’ın 6 katlı binasının restorasyonu için 3 yıl inşaatta çalışma. 3 yılın sonunda yine Haşmet Atahan’ın finansörlüğü ile kurulan Sosyal İnsan Yayınlarında ortak ve yayın yönetmeni olarak 5,5 yıl tam zamanlı mesai. Yayınlar, fuarlar, paneller. Yayıncı ve yazarlarla kalıcı dostluklar. Bu yayınevinde arkadaşlarım Burhan Elçin ve Yavuz Tanrısever’in unutulmaz katkıları.
Bu arada İzmir’de annesiyle yaşayan kızımın velayet davasını kazanarak onu yanıma almam. Yoksulluğuma ortak olan kızımın akıl almaz direnci ve gurur verici başarıları.
Toplamda (56’sı Kıvılcımlı’dan 6’sı başka yazarlardan toplam 62 kitap ve 8 broşür)ün yayımlanması. Çok zor, yıpratıcı ama görev yapmanın hazzıyla geçen yıllarım. Bu yılları “Bir Yayınevinin Öyküsü” başlığıyla e-kitap olarak ayrıntıyla yazmıştım. Sosyal medyamdan okunabilir.
2009 yılında benim gayretlerim ve Vedat Türkali’nin katılımıyla 15 siyasi grupla yaptığımız Kıvılcımlı anması da gururla hatırladıklarımdan.
Sosyal İnsan Yayınları’ndan beş parasız ve barınaksız ayrılma sonrası, dostlarımın katkısıyla ayakta kalabildiğim yıllar. Sorun Yayınları ve sevgili Sırrı Öztürk ağabeyin manevi katkılarını anmasam olmaz.
Geçtiğimiz yıllarda kaybettiğimiz sevgili Necmettin Salaz ile birlikte Rezan Yayınları’nı kurup art arda kitapların çıkarılması.
Unutulmaz Gezi direnişimizde aktif yer alış, Taksim dayanışması yürütmesinde etkin görevler.
Kıvılcımlı’ya karşı görevlerimizi sürdürerek, kimi arkadaşlarla 3,5 yıl süren Kıvılcımlı Okumaları grubu, nihayet bu grubun öncülüğünde 2 dönem başkanlığını yaptığım Kıvılcımlı Enstitüsü’nün kuruluşu. Bu arada beni kırmayarak Enstitü’ye kurucu olan 4 sosyalist parti başkanı ve aydın, yazar, sendikacı arkadaşlarıma halen şükran borçluyum.
2013 yılının Kasım ayında arkadaşlarımın davetiyle yaptığım Balkan turunda Kıvılcımlı’nın nefes izlerini takip ediş. Enver Hoca’nın mezarını bulup saygı duruşu.
2016 yılında Enstitü olarak Kıvılcımlı’nın ve unutulmaz sendikacı İsmet Demir’in mezarlarının yaptırılması.
2016’nın son aylarında artık ev kirasını bile ödeyemez durumdayken, bir eski dostumun ikramıyla onun diş kliniğinde 3 yıl sürecek olan klinik müdürlüğü görevi. Kıvılcımlı Enstitüsü yönetimini SODAP grubuna devredişim. Bu arada amatör olarak, dostlarımın katkılarıyla Kıvılcımlı kitapları çıkarmaya devam ediş.
Klinikte çalışırken aynı arkadaşlarımın daveti ve finansörlüğü ile Sovyet Devrimi’nin 100. Yılı dolayısıyla 5 günlük Moskova gezisi. Hayatımın en güzel anılarından.
2018 yazı, prostat kanseri teşhisi. Tetkiklerden sonra 1 Kasım 2018 acil radikal ameliyat.
Ameliyat sonrası yorgun argın kızımın yanına gidiş, Avrupa seyahatleri.
İstanbul’da ve klinik çalışmasında zorlanmam üzerine 2019 Kasımında İstanbul’u terk ediş.
5,5 yıldır Foça’nın köylerinde kira evleri. Kira ödeyemez duruma geldiğimde yakın dostlarımın katkılarıyla bir hobi bahçesinde (konforu iyi) barınmaya başlama.
Bu arada Kıvılcımlı’ya karşı görevleri de aksatmamaya çalışarak art arda yeni Kıvılcımlı kitapları yayınlama.
Eski arkadaşlarımdan, yazdığı kitabın yayımlanmasına katkıda bulunduğum Nasrullah Ayan ile pandemi döneminden başlayarak düzenli olarak video çekip yayınladığımız bir dönem geçirdik.
2021 yılında Kıvılcımlı’nı 50. Ölüm yıldönümü dolayısıyla yapılan etkin çalışmalar. Onlarca video ve epey sayıda grupla birlikte yaptığımız mezar başı anması ve değişik yerlerdeki paneller.
O yıldaki tanışıklıktan 3 yıl sonra Göksal Caner Malatya arkadaşımın çalışmalarıma katılması yeni bir dönem başlattı çalışmalarımda. Eksik olan yönlerimi tamamlayarak araştırmacı ve çalışkan kimliğiyle çok şey kattı, katacak.
70 yaşın muhasebesi derken bunlar geldi aklıma sabah sabah.
Bu yaşamda her insan gibi benim de bir yığın insani hatalarım, yanlışlarım oldu elbette. Ama çok mutluyum ki sevildim, sayıldım. Karşı olanlar da, çalışmalarımı ve beni yok sayanlar da oldu elbette. Hatta durup dururken küfür ve hakaret edenler de. Umursamadım. İşlerim vardı. İşlerim var, işlerim olacak daha. Görev bitmez, nefes aldığım sürece de bitmeyecek.
70’ine geldim, kendimi beğenmedim.” Diyor ustam Kıvılcımlı. O böyle derken, biz sıradan devrimcilerin kendimizi beğenmemiz, yanlışsız, hatasız olduğumuzu ileri sürmenin anlamı olmaz.
“Doğru yaşamalı” diye başlamıştık. Bu 70 yılı doğru yaşadım mı bilemem ama “doğru yaşamaya çalıştım” diyebilirim sonuçta. Böyle kalmaya da devam edeceğim.
Son sözümü yazmadan sevgili dostum, kıymetli şairimiz Şükrü Erbaş’ın bir şiirini almak istiyorum. İzin vereceğine eminim.
AĞARAN BİR SUYUM
Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar gittikçe daha güzel
Güneş daha hızlı adımlıyor gökyüzünü
Sular daha soğuk rüzgâr daha serin
Eskiden her konuda konuşurdum istekle
Bir geniş gülümsemeyle dinliyorum şimdi
Büyük yapılar ışıklı çarşılar bitti
Ara sokaklara salaş kahvelere gidiyorum
Kurtulmak için çırpındığım çocukluğu
Yeniden öğreniyorum çocuklardan şaşarak
Bütün sesler çın çın bir yalnızlık oluyor
İçimden geçenleri söyledim sanıyorum
Birisi bir şarkı söylemesin kederle
Tenimde bir titreme kirpiklerimde buğu
Kısa söz basit eşya kedi sevgisi
Aktıkça ağaran bir suyum zamanın ırmağında
Nerden mi anlıyorum yaşlandığımı
Kadınlar daha güzel kadınlar daha uzak…

    Son sözüm:
    İyi ki yaşamışım bu yılları. İyi ki tanımışım bunca güzel insanı.
    İyi ki sosyalist olmuşum.

    DOKTOR DOKTOR KALKSANA… – HASAN BALCI

    “Komün Gücü Sahtekarlığı” ifşalarıma bir görüş de devrimci arkadaşım, Sokağın Sesi internet gazetesi yönetmeni Hasan Balcı’dan geldi.

    DOKTOR DOKTOR KALKSANA…

    Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı 11 Ekim 1971’de kaybetmiştik. Ölümünün 54. yılında Kuzey yıldızımız, ustamız, önderimiz Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı özlem ve saygıyla anıyorum.

    Doktor Ölümünün ardından büyük bir Külliyatı yoldaşlarına miras olarak bıraktı. Doktor, Türkiye Sosyalist hareketinin önemli ideologlarından biriydi. Kendi tarafından yazılmış yüzlerce eser, binlerce makale ve notları ile Hollanda arşivi dev bir külliyatı oluşturuyor.

    Doktor özellikle hapishane dönemini üreterek geçirmiş yol arkadaşlarımızdan, önderlerimizden biridir. Onun birçok eseri akademik düzeyde eser olup Üniversitelerde ders olarak okutulabilecek hatta kürsü olabilecek nitelikte eserlerdir. Örneğin Tarih tezi,”Tarih Devrim, Sosyalizm”. Doktorun eserlerini burada ayrıntısıyla yazmak onlar üzerinden bir tartışma başlatmak için herhalde onlarca sayfa yazmam gerekir. Bunun yerine Doktor almanağı sayılabilecek bir eser öneriminde bulunmak istiyorum. Sevgili Dostum Ahmet Kale Doktor ’un birçok eserini basmış, bununla birlikte bir Doktor almanağını da kaleme almıştı. Çalışmanın adı “Kıvılcımlı Külliyatı”dır. Kitap 2014 yılında Bilim ve Gelecek yayınlarından yayımlanmıştı.

    Bu girizgâhı yaptıktan sonra Doktor üzerinden hiç de hoş olmayan hatta dezenformasyon sayılabilecek bir tartışmayı Ahmet Kale’nin internet sayfasında görmüştüm. Konuyla ilgili bir değerlendirme yazısı yazan Değerli hocamız Güney Çeğin’in dediği gibi, Kıvılcımlı’nın mirasına dönük bir tartışmazlığın tartışması vardı. Güney Çeğin’in konuyla alakalı makalesi, Ahmet Kale’nin internet sayfasından okunabilir.

    Ortada büyük bir sahtekârlık, Kıvılcımlı bezirganlığı varken Doktor’un mirasını sahiplenenlerin bu duruma sessiz kalmaları hakikaten endişe verici bir durum. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’ya büyük bir saygı besleyen bu ülkenin Komünistlerinden biri olarak bu olaya sessiz kalmak istemedim ve bu konuyla alakalı okurlarla bu makaleyi paylaşmak istiyorum.

    Bir iki satır Ahmet Kale’den bahsetmezsem ayıp ederim, o yüzden fazla değil iki satır Ahmet Kale’den söz etmek istiyorum. Büyük zorluklarla Doktorun eserlerini yayımladı ve bunların okurlarla buluşmasını sağladı. Yaptığımız ikinci önemli iş; Doktorun mezarının yeniden imar edilmesiydi. Mezarın yapılmasında Ahmet Kale’nin başını etini yiyenlerden biriydim ve Ahmet’in öncülüğünde Doktor’un mezarını yeniden ihya ederken iki parsel aşağıda bulunan Sınıf sendikacılığının önder isimlerinden olan devrimci sendikacı yalınayak İsmet, İsmet Demir’i de unutmadık. Doktor’un kitabesinde bulunan ve Marks’tan Doktor’un aldığı “İnsanım insana dair hiçbir şey bana yabancı olamaz” vecizesini de koruduk.

    Doktor bu vecizedeki gibi bir insan, önderdi.

    Bunu anlamak için Doktor‘un Eyüp Sultan konuşmasına bakmanızı öneriyorum.

    Uzun yazılar okunmuyor!

    Ama Mesele Doktor olunca onu anlatmakta ancak uzun soluklu yazılarla olmak zorunda. Bunun için kusura bakmayın.

    Evet ortada ilginç bir tartışma var. Birden aklıma Erdal Öz’ün Sanki Deniz Gezmiş’in ağzından yazılmış gibi kötü bir tartışma aklıma geldi. Sonrasında Erdal Öz özür dilemişti.

    Doktor ne yazmışsa elimize ne geçmişse bu eserleri, makaleleri altını çizerek okumuş, Okuduklarımdan, Doktordan biriktirdiklerimi de zaman zaman dergilerde yazmış bir insanım. Doktorun hapishanede yazdıklarını hapishanelerde okudum ve tartıştım.

    Doktor’un Türkiye Sosyalist hareketi hatta kendi yoldaşları tarafından da doğru anlaşılmadığı kanaatindeyim. Dolayısıyla herkesin kendine özgün bir Doktoru oldu ve herkes kendi Doktorunu konuşturdu. Külliyatı, fikirleri ortada olduğu halde Doktora her türlü iz ve yaftalar yapıştırılıp duruldu. Oysa Doktorun kendine özgün bir Determinizm anlayışı vardı. Maalesef bu doğru düzgün kavranılmadı.

    Ahmet Kale’nin ortaya koyduğu şey çok önemli.

    Kıvılcımlı’ya ait olmayan sözler, metinler hatta eserlerin sanki onunmuş gibi lanse edilmesi o metinler üzerinden bir politik hat, yol önerimler, çıkarımları Ustamıza büyük bir saygısızlıktır.

    Ahmet Kale önemli bir iş yapıyor dedik. Onun iddiasına göre Kıvılcımlı’ya ait olduğu söylenen Komün Gücü ve Allah Peygamber isimli eserler aslında onun değilmiş. Ahmet Kale bu iddiasını bir yazı dizisiyle İnternet sayfasında belgeleriyle ortaya koymuştu. Ahmet’in burada kullandığı yöntem; Kişinin kendi yazdıklarıyla çelişkilerinin analizini yaparak bir sonuç ortaya koydu. Bunu açığa düşürmek önemli bir iştir.

    Aynı şeyleri tekrar etmenin bir mânâsı olmadığından zaten konuyla alakalı olarak Ahmet Kale’nin sayfasından bu konuyla alakalı yazılar okunulduğunda durum görülecektir.

    Bir insanın ardından, üstelik sadece coğrafyamız için değil dünya sosyalist hareketinin önemli önderlerinden Doktor Hikmet Kıvılcımlı’nın ardından yapılan bu saygısızlığı kınıyor, aziz hatırası önünde saygıyla duruyorum.

    Hasan Balcı – Sokaginsesi Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni

    ‘KIVILCIMLI MİRASI’NA DÖNÜK TUHAF BİR TARTIŞMASIZLIK HAKKINDA BİR TARTIŞMA – GÜNEY ÇEĞİN

    “Dört yıla yakındır Kıvılcımlı adıyla yapılan sahtekarlıkları “Komün Gücü Sahtekarlığı” başlıklı yazılarımla ifşa etmeye çalışıyorum. Bir yankı bulamamaktan yakındığım da yazılarıma yansıyor. Özellikle Kıvılcımlı izleyicilerinin ölümcül sessizliği can yakıcı boyutta. Bu konuda umutsuzluğum ve kırgınlığım artarak sürüyor.

    Yazılarımda bu konunun sadece Kıvılcımlı izleyicisi olduklarını iddia edenlerin değil, tüm Türkiye sosyalistlerinin ve akademinin de sorunu olduğunu, bu sahtekarlık karşısında tavır almaları gerektiğini tekrarlayıp duruyorum.

    Bu derin sessizlik ortamında nihayet akademiden namuslu bir ses geldi. Daha önce de Kıvılcımlı konusunda çalışmaları ve yazıları olan, 2022 yılında yayınladığımız “Dine ve Politikaya Dair Yazılar” kitabının çevrilmesi ve yayımlanmasına da önemli katkılar vermiş akademisyen arkadaşımız Güney Çeğin bu konuda bir yazı yolladı bize. Yazısını bu hafta yayımlıyoruz.”

    Ahmet Kale

    ‘KIVILCIMLI MİRASI’NA DÖNÜK TUHAF BİR TARTIŞMASIZLIK HAKKINDA BİR TARTIŞMA

    İnsanların çoğunda entelektüel vicdan eksiktir. Evet, böyle bir şeyi talep eden biri, en kalabalık bir şehirde çöldeymişçesine yalnız kalır gibi geliyor bana. Herkes size yabancı gözlerle bakıp arabasını ileri sürer, şu iyi; bu kötü derler; önemli saydıklarının önemsizliğini belli ettiğinizde kimsenin yüzü bile kızarmaz.- kimse size kızmaz, olsa olsa kuşkunuza gülerler. Diyeceğim şu: Büyük çoğunluk şuna ya da buna inanmayı; inandığı şeye göre yaşamayı, önceden bu inanç için ya da ona karşı en sağlam temelin bilincine varmaksızın; en azından sonradan bu temeli gösterme zahmetine girmeden böyle yaşamayı aşağılık bir şey saymaz.

    (Nietzsche, Şen Bilim’den)

    Yoksa “susuş kumkuması” halen Doktor’un yazgısı olmayı sürdürüyor mu?

    Hikmet Kıvılcımlı’nın yaşarken bizzat tecrübe ettiği kahredici sessizliği, polemos’a yeltenmeye gücü yetmeyenlerin ona dönük bel altı vuruşlarını, ölümünden sonraki aşikâr (politik ve akademik) ilgisizliği ve kimi cemaatsel yapılarla sınırlandırılmış Kıvılcımlı portresinin yetersizliğini gayet iyi biliyoruz. Zira Doktor bu ülkede her daim cüssesinin büyüklüğünün ceremesini çekmiş bir şahsiyettir ve ne yazık ki halen de çekmeye devam ediyor.

    Bu kısa yazıda, ömrünü Kıvılcımlı külliyatının topyekûn takdimine hasretmiş Ahmet Kale’nin iddiaları üzerinden -nedendir bilinmez- bir türlü açılamayan tartışma hattına ilişkin birkaç kelam etmek istiyorum. Bunu yapma nedenim/motivasyonum, salt Hikmet Kıvılcımlı’ya duyduğum saygıyla doğrudan ilgili değil, asıl olarak Türkiye sosyalist solunun en devrimci şahsiyetlerinden birinin çarpık idrak edilişine dair kemikleşmiş hataların mükerrer hale gelmesiyle alakalı.

    Akademik hayatımın ilk yıllarından itibaren Kıvılcımlı’ya dair okumalar yapıp, ona dair mütevazi denilebilecek kimi çalışmalar ortaya koydum. Vefa S. Öğütle ile beraber bir makale kaleme aldık[1], birkaç gazete yazısı yazdım ve son olarak (Ahmet Kale’nin teşvik ve yol göstericiliği ve Ömür Yazıcı Özdemir ile) Doktor’un Osmanlıca kaleme aldığı kimi metinleri dilimize çevirdik.[2] Tüm bunlar o devasa külliyatın hakkını veremeyecek derekesinde tabii ki!

    Peki doğrudan çalışma konum olmasa da niçin Kıvılcımlı külliyatına mütevazi bir katkıda bulunma zarureti hissettim? Cevabı lafı dolandırmadan vereyim: Doktor, Avrupa’nın herhangi bir ülkesinde, Türkiye’deki yazgısına benzer şeyler yaşamış birisi olsaydı, muhtemelen hakkında sayısız inceleme, belgesel, tez ve polemik yapılmış epeyce meşhur bir politik figür olurdu; e öyleyse bizdeki bu çöl halini neye yormalı!

    Bu anlaşılmaz, anlaşılmaz olduğu kadar utanç verici ahvalin ardındaki neden ve gerekçeler, Kıvılcımlı çalışan yazar ve bilim insanlarınca, yakın zamanlarda farklı savlarla ortaya konuldu. Burası bunları serimleme yeri değil, lakin benim açımdan en görünür olan şey, bir devrimci düşünürü okumaya ilişkin merceklerimizin bir hayli yavan oluşuyla ilişkili. Türkiye’deki entelektüel ve politik saha, nesnelci tefsir standartlarına müsait olmadığı gibi, husumet politikalarının inhisarında şekillendiğinden, binlerce sayfa analiz yapıp, bizatihi siyasetin yakıcı toprağında eylemiş dev bir simayı görmezlikten gelmeler bizi şaşırtmasa gerek. Ama şaşkınlığın da makul bir hududu olsa gerek! Gelgelelim daha da ilginci, elinizdeki yazının da konusu olan, Kıvılcımlı’nın Kıvılcımlı’ya ait olmayan metinler üzerinden okunmaya ve refere edilmeye devam ediyor olması. Ahmet Kale geçenlerde bir dizi yazısında yıllardır Kıvılcımlı’ya ait olduğu bilinen Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap adlı eserlerin başka birine ait olduğunu iddia etti.[3] Art arda yazılmış üç metinde Kale bu zikredilen çalışmaların bizzat başkasınca yazıldığını dedektif titizliğiyle ortaya koydu, hem de bizzat Kıvılcımlı adını kullanan kişinin kendi itirafları (otobiyografisi) üzerinden.

    Şimdi bu açığa çıkarmanın bizim açımızdan kıymeti harbiyesi nedir? Kale’nin derdi açık: ‘entelektüel dürüstlük’ bir düşünürün mirasına ilişkin pervasızlığı hiçbir surette kaldırmaz. Etiketlemelerle, sessizlikle, önemsizleştirmelerle ya da tersinden ilahlaştırmalarla, sterilizasyonlarla, kutsamalarla müphem kılınan bir figür, kendisine ait olmayan eserler üzerinden iktibas ediliyorsa birilerinin buna karşı çıkması gerekir. Evet, durum sadece absürt değil, entelektüel veya bilimsel alanının dinamikleri uyarınca hassas yaklaşılması elzem bir mesele.

    Her şeyden önce, yazı yazmak bir irade beyanıdır; yazarın dili, tarzı, fikirleri yalnızca ona aittir ve ölümle birlikte bu irade, artık kendini savunamaz hale gelir. Dolayısıyla bir başkasının onun sesini “canlandırması”, sahte bir yankıdan ibarettir. Bu tür bir edim, okuru yanıltma riski de taşır: Daha da önemlisi, yazarın yaşarken onaylamayacağı, belki de karşı çıkacağı görüşler, ölümünden sonra onun adına dile getirildiğinde ortaya çıkan metin yalnızca estetik bir sahtekârlık değil, aynı zamanda bir tür düşünsel gasp anlamına gelir. Yazarın mirasına saygı, onun fikirlerini yaşatmakla mümkündür; onun adına konuşmakla değil. Belleği yaşatmak, sesi taklit etmek değil, onu anlamak ve kendi adımıza düşünmeyi sürdürmektir.

    Ahmet Kale’nin titizlikle sayfa sayfa irdelediği (Kıvılcımlı adını kullanan kişinin otobiyografisindeki) itiraflar, Kıvılcımlı’nın eserleri üzerindeki tahrifatları (onun adıyla yazılan eserleri) gözler önüne sermekte. Peki ama bu nasıl mümkün olabiliyor? Bittabi onun eserleri üzerindeki tahrifat ve göz göre göre cinayet, karşısındakilerin (politik ve akademik) yokluğuyla malul değilse, bu nasıl mümkün olabiliyor? İzleyicilerinin dayanılmaz ve katlanılmaz sessizliği; Kıvılcımlı eserleri üzerinde tahrifata yeltenenlere bir cüret vermekte belki de. Zira politik yaşamda yok sayılmanın intikamını; örselenen, gayya kuyusuna atılan, yine ve daima susuş komplosuna maruz bırakılan Kıvılcımlı adıyla almak/edinmek başka türlü açıklanamaz. Bu tahrifatı ve dâhi cinayeti Kıvılcımlı adıyla Marksist bir taktik! ve tavır alış! olarak öne sürmek ise, katlanılmaz. Şayet böylesi bir katlanılmaz hali bizatihi izleyicileri de Kıvılcımlı’yı bir susuş kumkumasına maruz bırakarak var etmediyse?

    Kişiler çağında! yok sayılmanın intikamını! (Kıvılcımlı adıyla) almak/edinmek, Kıvılcımcı kesimlerin (Kıvılcımlı adını kullanarak kitap yazan kişinin sözleriyle) zaten ölü ve daha da ölü tavırlarıyla mümkündür. Zira onlar, (onun söylemiyle) Kıvılcımlı’nın özene bezene ortaya koyduğu teorik çalışmalarını anlamaktan ve (yanlışları) ayıklamaktan mahrumdular. Üstelik iyilik yapmanın kuralı mı olurmuş! Etik diye tutturmuşlar! Başka türlü yankı bulamamaktan var olanların akıllarını, duygularını deneyerek Kıvılcımlı adıyla ilerletiyordu. Dahası uyuşan beyinlerin sarsılması amacıyla Kıvılcımlı’nın genelde kullanmadığı Siklus kelimesini de kullanarak!

    Tüm bu açıklanamaz tuhaflığı Kıvılcımlı izleyicileri arasındaki politik kopuş ve ayrışıma bağlamak mümkün. Yazın dünyasının hayli çorak kaldığı Türkiye arazisinde Kıvılcımlı, dikkatleri celbetmekte ne de olsa. Fakat Kıvılcımlı’nın fikri esastaki verimli mirasının sosyalist sol muhitte izleyicileri arasındaki politik ayrımlarla kuşatıldığı ifade edilebilir. Tam bu noktada Türkiye akademiyasına ilişkin de birkaç kelam etmek lazım. Kıvılcımlı, başka türlü bir akademik sahada muadilleriyle (sözgelimi Gramsci) hakkındaki literatürün oldukça geliştirildiği bir dev sima olabilirdi ki; Cumhuriyet’in fikri çoraklığında Kıvılcımlı, bir vaha görüntüsü vermektedir. Ancak akademik bariyerler, barikatlar ve bariz engeller de Kıvılcımlı okumalarının önüne bir set çekmekte. Kıvılcımlı’nın akademik alanda süreğen bir biçimde itibarsızlaştırılmaya maruz bırakılması sadece onun yadırgatıcı, keyif kaçırıcı temsiliyetiyle açıklanamaz. Zira; sosyal bilimlerin (özelde sosyoloji disiplini) devletçi prakisisin kuramsal payandacısı olarak yapılandırılması ve müdahil bir kamusal pratiğin bileşenine bir türlü dönüştürülememesi de Kıvılcımlı okumalarına engel teşkil etmektedir. Nihai olarak, Kıvılcımlı çalışmalarının önündeki engel sadece bir politik ve akademik susuş komplosu değil; sosyal bilimlerin pozitivizmle malul tedrisatıdır da. Kıvılcımlı’yı algılayış ve kavrayış evvelinde bu hegemonik paradigmanın aşılabilmesiyle mümkün olabilir. Bu bir yana, akademilerin çok parçalı iktidar yapıları karşısında “göreli özerk yapısını” koruyamaması ve neoliberal tahakkümle yapılandırılması da alternatif araştırmaların yeteri ölçüde yer bulamamasındaki başka bir barikat. Akademi pratik-pragmatik bir bilgi üretmeyen, şu an ve hemen gerçekleştirilebilir olmayan tasarımlara rağbet göstermemektedir. Bu vakıa Kıvılcımlı araştırmalarının önündeki bariyerlerden bir diğeri. Ancak sorun tek başına onun yeteri ölçüde (ki bu da başlı başına bir problematik) yeni araştırmalara dahil edilmesi değil; bizatihi çalışmalarının tahrif edilmesi ve dahi onun adıyla eserlerin yayımlanması.

    Kıvılcımlı adıyla ideolojik payandalarını gerçekleştirmek isteği; Kıvılcımlı gibi dev bir simanın büyüklüğüne delalet ise de bir düşünsel acziyetin de ifadesi değil midir? Zira bu tahrifatlar ve yanlışlar Kıvılcımlı’yla veyahut Kıvılcımlı’ya karşı ama Kıvılcımlısız bir Türkiye sol tarihinin imkansızlığının ikrarı ve ilanı değil midir?  

    “Bir analoji”: Antik dinsel metinler bağlamında, Hikmet Kıvılcımlı’nın başına gelen şey, belki de ‘pseudepigrapha’ olarak adlandırılan ve yazarın kimliğini gizli tutarak metnini ünlü bir kişiye atfetmesi olarak tanımlanabilecek eylemle de ilişkilendirilebilir: Genellikle kilise külliyatında görülen bu eylem en başta kutsal kişilerin hedef olduğu bir talan biçimidir. İlham perilerinin başkalarının gırtlağıyla konuştukları Pseudepigrapha sahteciliği, ironik biçimde “kutsallar” içindir. Doktor açısından bakıldığında ise hem “meczub-ı ilâhi” olarak okunmaması hem de müsaade edildiğinde sadece icat edilen rotada “okunması” gereken bir “kutsal”. Türkiye’deki siyasi kampların hiçbirinin düşünce çekmecesine sığdıramadığı Kıvılcımlı’nın, aslında tarih-yazımını manipüle edebilecek kalibrede bir saklı-müfredat olduğunun üstü kapalı bir ifadesi olarak da değerlendirebiliriz bunu. Hakkı teslim edilmeyecek kadar talan edilmiş, tac-ı devlet tedarikçisi olacak kadar da yükseltilmiş bir Doktor.

    Son olarak şunu ekleyerek yazıyı bitirelim: Varsayalım ki, Kıvılcımlı’ya ait olduğu iddia edilen iki çalışma hakikaten Doktor’a ait olsun ve Kale’nin işaret ettiği şahıs da bu iki çalışmayı (sonradan yazdığı otobiyografisinde) kendine temellük etmiş olsun. O zaman Doktor’un politik tilmizlerinden tutun Türkiye solu tarihi çalışan onca insanın bu mesele üzerine gitmemesi nasıl bir ihmalkarlıktır! Ve dahi burada tilmizlik nasıl bir hâleti ruhiyeye tekabül etmektedir!


    [1] https://dergipark.org.tr/tr/pub/talid/issue/43493/531263

    [2] https://www.amazon.com.tr/Dine-ve-Politikaya-Dair-Yazılar/dp/6055888750

    [3] En etraflı tartışma şurada: https://aynahaber.org/yazarlar/ahmet-kale/komun-gucu-sahtekarligi-uzerine-3-yazim/890/

    KATLİAMIN 110. YILINDA KIVILCIMLI’DA ERMENİ SORUNU

    Bu haftaki paylaşımımız 1915 yılındaki Ermeni soykırımının 110. yılı dolayısıyla Kıvılcımlı’nın eserlerindeki konuyla ilgili bölümlerin derlenmesi olacak.

    Özellikle YOL serisindeki üç kitapta bu konuya değinmiş Kıvılcımlı. Yakın Tarihten Birkaç Madde, Müttefik: Köylü ve İhtiyat Kuvvet: Milliyet, Şark kitaplarından yaptık alıntıları.

    1915 sonrası dünyada yapılan bütün soykırım ve katliamlara ilham olmuş olan Ermeni Soykırımı için o zamanlar henüz Birleşmiş Milletler’in Soykırım tanımı yapılmadığı için Kıvılcımlı “Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı.” diyor.

    Ermeni soykırımı ile beraber dünyadaki gelmiş geçmiş bütün katliamları kınıyor, katliamları yapan finans kapital ve bağlı çetelerini lanetliyoruz.

    Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

    YAKIN TARİHTEN BİRKAÇ MADDE KİTABINDAN

    “Aradan geçen 40 sene zarfında iratçılar yavaş yavaş ticari ilişkilere sokulmak mecburiyetinde kaldılar. Fakat karşılarında eskiden beri hakim durumlara geçmiş olan özellikle Rum ve Ermeni tüccarlarını buldular. Bu önce ekonomik ve sinsi bir mücadele doğurdu. Sonra yer yer milli ve dini muharebecikler başladı. Ne çare ki (Türk-Müslüman olmayan) yerli kapitalist unsurlar işi sağlama bağlamış, Avrupalı efendileri vasıtasıyla epeyce reformlar elde etmişlerdi. Berlin Konferansı’ndan itibaren İngiltere Kıbrıs’ı almış ve Rus istilâsı önünde bir Ermenistan tampon hükümeti kurmak kaygısına düşmüştü. 1880 tarihinden itibaren İngiliz fabrikalarının Türkiye’deki karami [tüccar katibi ve tezgahtarı], Ermeniler vasıtasıyla Orta-Asya pazarlarının kilidini Rusya’dan almak için açık müdahalelere başladı.

    “Rusya “yeni bir Ermeni Bulgaristan” görmek istemiyor. “Almanya padişah ile hoş geçinip ticari ve ekonomik çıkar elde etmekten” başka bir şey düşünmüyor. Sultan Türk burjuvazisi içinde kırk yılda bir fare tuttu: 1890’larda (İngiliz-Alman) dostluğu yerine (Fransız-Rus) hayranlığını geçirdi. Bu Ermenilere karşı hücum borusu çalmak demekti. Ahmet İhsan’ın tabiriyle, 1855’lerde (Koca Reşid + Ziya Paşa’larla + Nâmık Kemal) tarafından “zorla doğurtulmuş olan milliyet fikri” o zamana kadar kuru edebiyat halinde idi: “Bütün Türkler, hele İstanbul Türkleri bu yüksek meselenin asla farkında bile değildi.” 1890’da İstanbul ve 1893’te Anadolu’da Ermeni kıtalleri baş gösterdi. Hele Ağustos 1896’da Osmanlı Bankası’nın zaptına kadar varan ve iki gün iki gece süren Ermeni katliamı, Türk burjuvazisinin gerçekten işarete değen kanlı muzafferiyetinin başı oldu.

    “1897’de İstanbul’da zuhur eden bir Ermeni isyanı ve Ermenilerin Türklere gösterdikleri büyük düşmanlık, Türk aydınlarının yavaş yavaş hazırlanmış olan anlayışlarını ayaklandırmıştı. Ve o tarihtedir ki bize düşman olanlarla alışveriş etmemeli sözü ilk defa olarak ortaya atılmıştı.” (Ahmet İhsan, age, abç)

    “Bu itibarla denilebilir ki, Türk burjuvazisi ekonomik ve siyasi idmanını, Ermeni burjuvazisinin sırtında denediği kılıç oyunu ile elde etmiştir. Gerçekte yıllarca belirsiz, homojen olmayan ve sözde bir iddia olarak despotluğa dayanamayıp da Avrupa, hatta Amerika’ya kadar göçen Türklerin sistematik olmaktan çok dağınık ve bireysel hamlelerinden ibaret kalan “Jön Türklük” akımı, ancak Türkiye’de Ermenilere karşı alınan kesin hücum durumundan, yani 1890’lardan sonra şekil ve cisim peyda etti, örgütlenmeye başladı.

    “Memlekete yabancı postalarla hariçte basılmış kitapçık ve dergileri sokmakla başlayan Hürriyetçilik hareketi, ancak o tarihlerde İstanbul’da üremeye başlayan Komiteleri, “Bâb-ı Seraskeri Mümeyyizlerinden” Hacı Ahmed Efendi idaresinde merkezileştirildi. Mülkiye Mektebi hocalarından “Mizan”cı Murat Bey, o tarihlerde Genç Türklere katıştı. Ahmet Rıza ancak 1893’lerde Avrupa’ya kaçtı. 1896’da Paris’te “Meşveret” gazetesine bir de oransızca sayı kattı. 1897 İstanbul Ermeni isyanı ve katliamı hareket için bir dönüm noktası oldu. (YOL; Yakın Tarihten Birkaç Madde, sayfa 40-41-42)

    “Meşrutiyet burjuvazisinin ideolojisi acayip ve melankolik bir “diyalektik”ti: 1- Bir taraftan bizzat kendisi yarı sömürgelikten sömürgeleşmeye doğru dört nala giderken; 2 Öte taraftan, haline bakmaksızın, Panturanizm ve Panislamizm serabına atılıyordu. Yukarıda söylediğimiz gibi bu, Meşrutiyet Türkiyesi’nin iç çelişkilerinin siyaset ve ideoloji sahasına yansımasıydı. Meşrutiyet burjuvazisi fiilen hakim emperyalist ekonomisine tedbir kuvveti olmaktan ileri geçemiyordu; fakat aynı zamanda, Osmanlı ülkesinde kalan öteki milletler zararına Türk burjuvazisini geliştirmeyi kuruyordu. Rumlarla çeşitli alanlarda kombine ederek, Ermeni burjuvazisini Kürt derebeyliğine yedirmek; Arap camiaları içinde Panislamizm ideolojisi ve Halife orduları ile etkiyi korumak, giriştiği belli başlı işlerdendi. (age s.75)

    “Sivas Kongresi (4 Eylül 1919) Bir ay kadar sonra toplandı. Kongrede iki cins karar alındı: 1- Meşrutiyet demagojisi bakımından: Padişaha saygı telgrafı çekildi + Her türlü Rum ve Ermeni ayrılığına karşı konulacağı kararlaştırıldı (bu işleri Vahdettin Mustafa Kemalce ısmarlamıştı); 2- Cumhuriyet gerçeği bakımından: Erzurum Kongresi’nin kararları, muhalefete rağmen bütün vatana yayıldı (çünkü Sivas’a hemen bütün Türkiye illerinden üçer denetçi gelmişti) 3- Emperyalizmle ilişki meselesi (buna Manda meselesi denilmişti). Padişaha tazimat ve Rum-Ermeni ayrılığı ile mücadele noktalarında gerek Meşrutiyet, gerek Cumhuriyet burjuvazisi arasında tam birlik vardı. (age s. 77)

    “Kemalizm’i, nereye vardıracağı pek kestirilemeyen iç hastalığından kurtaran nasıl İngiliz müdahalesi olduysa, Cumhuriyet burjuvazisini palazlandırmaya vesileler veren de Yunan salgınıdır. Meşrutiyet burjuvazisi, Panislâmist ve Pantürkist ideolojisiyle, Müslüman milletlerle blok yapınca karşısında, ekonomik hayatı özellikle İstanbul ve Orta Anadolu’da elinde tutan hakim iki gayrı müslim unsurla karşılaştı: 1- Rumlar, 2- Ermeniler. Rumları Batı Avrupa kadar Çarlık ejderi de tutuyordu. Şu halde Türk burjuvazisi, Rum kapitalistlerine karşı açıktan mücadeleye giremezdi. Halbuki uluslararası dengede güme giden Ermenileri kurtboğazı etmek mümkündü. İngiltere’nin, Orta Asya pazarları için Ermenistan ve hatta bağımsız Ermenistan hakkındaki emelleri ne olursa olsun, Ermenileri korumak için bir savaşa girmesi ihtimali yoktu. Çarlık Rusyası ise, kendi Ermenileri arasında görüşmeler yapmaması için, Türkiye’de bir Ermenistan görmeye tahammül edemezdi. 1890’lardan itibaren başlayan Ermeni satırı, Meşrutiyet burjuvazisinin kanlı konspirasyonu ile tam ve kökten bir katli ama döküldü. Artık o zamandan beri belli başlı bir Ermeni tehlikesi Türk burjuvazisini tehdit etmiyordu. Dünya Savaşı patlayıp da bilinen katastrof (yıkılış ve kıyamet) ile sonuçlandığı zaman, Türk burjuvazisi, bütün Panislâmist emelleriyle birlikte, Meşrutiyet’ten sonra Hristiyanlığa karşı boşuna bir “Ehl-i Hilâl” bloku yapmaya uğraştığı bütün İslâm ve Arap milletlerinin emperyalist sömürgeler halinde uçup gittiğini gördü. Kopan Bolşevizm kıyameti, Türkistan illerinde sarıklı Derebey ve silahlı şeyhlerin köküne kibrit suyu döküp de, bütün Turan’da kızıl (İşçi + Köylü) iktidarını kurduktan sonra, Türk burjuvazisi için Panturanizm hülyası da ebediyen sönmüştü. Ne Panturanizm, ne Panislâmizm, ne Cihangirlik diyen Kemalizm, “açıklık ve uygulama yeteneği” gördüğü “Milli siyaset” sloganına dört elle sarılmıştı. Dünya savaş ve devrim hareketlerinin, bütün musibetlerine rağmen bu faziletli eylemi, Türk burjuvazisini ütopiler (vehim ve hayaller) vadisinden, gerçekler ülkesine indirmişti. Cumhuriyet burjuvazisi için Ermeni kapitalistlerini, ağabeyi ittihadçılar temizlemişti, İslâm burjuvazilerini ve kavimlerini Dünya Savaşı kesip attı.” (age s. 118-119-120)

    MÜTTEFİK: KÖYLÜ KİTABINDAN

    “Türkiye’de burjuvazi, gördüğümüz zikzaklarla, şaşkalozluklarla bocaladıktan sonra, nihayet Saltanatla kopuşabildi. Binaenaleyh Hilafetle birleşmenin imkânsızlığını kabul etmeye mecbur kaldı. [Yol 2, Yakın Tarihten Birkaç Madde] Ancak, tıpkı Alman burjuvazisinin 1848 Paris Devrimi’nden aldığı dersi, Türk burjuvazisi de, özellikle koltuğunda yetiştiği Sovyetler Birliği’nin işçi ve köylülerinden 1917’den beri aldı. Ve iktidar mevkisine geçer geçmez ilk işi, hemen geçmişin bütün gerici kuvvetleriyle bir anlaşma zemini hazırlamak oldu. 1925’lere kadar, Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün hakim sınıfları; derebeyler + mütegallibe + burjuvazi el ele yürüdüler. Fakat, en çok Doğu illerinde dipdiri yaşayan ve Ermeni katliamından beri dişleri ve tırnakları büsbütün uzayan Türk’ten çok Kürt derebeyliği: (Emperyalizmin teşviki + Yeni hakim olmaya başla yan bezirgan ilişkilerinin derinleşmesi + Katmerli ve militarist soygun altında inleyen Kürt paryalarının onmaz hoşnutsuzluğu) yüzünden Şeyh Said isyanını ayaklandırdığı zaman, askeri “bir tarama hareketi, toprak sahipleriyle el ele veren burjuvazinin bir müddet için, “Doğu illeri” derebeyliğini, gayet geçici bir müddet için terk etmesini zaruret haline getirdi. Fakat bu terk ediş, yine derebey unsurlarını mahvetmekten çok, “Batı illeri”nde bir çeşit gezintiye götürmek ve orada görecekleri örneklerle, bezirgan ekonomisi yolundan, büyük arazi sahipliğine doğru yavaş yavaş bir başkalaşım için teşvik etmek gibi bir “Propaganda seyahati” ile diretmek, yetiştirmek işlerinden ileriye geçmedi. Ve bu kısa “Propaganda seyahati” biter bitmez, zaten arazilerinden bir müddet için ayrılır ayrılmaz “Define” servetlerini çeşitli ticaret kombinasyonlarında işleterek kapitalist soygununun tadını alan eski derebeyler, kendilerinden hiçbir zaman alınmayan mülkiyetlerine eskisinden daha gözü açılmış, daha hesapçı ve dünyanın halinden anlar döndüler. Oldukça burjuvalaşmaya özendiler. (YOL Serisinden MÜTTEFİK KÖYLÜ kitabı sayfa 6- 7-8)

    İHTİYAT KUVVET: MİLLİYET, ŞARK KİTABINDAN

    “Bu Doğu Vilayetlerinin evvel ezel, meşhur veya meçhul, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan – Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına rağmen, bu iki isimden anlaşılan, Doğu Vilayetlerinde Ermeni ve Kürt milliyetlerinin bulunup bulunmadığını araştırmak lazım gelecektir. Buracıkta, önce birincisine kısaca bir işaret edelim:

    ERMENİLİK

    “Osmanlı İmparatorluğunda, Çarlık Rusya’sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üstünde başlayan rekabet ve anahtar noktası, bugünkü Doğu Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya özerkliği kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye, bir zamanlar “Doğu Meselesi” denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebey saltanatı şeklini muhafaza ettiği sürece, Doğu Vilayetlerinde iki zümre vardı. 1- Kürtlük: Daha çok derebey klan ve aşiret sistemler içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz mallarını İran yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirganlık manzumesi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisi, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebey-burjuva çelişkisi oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupa’sında geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hristiyan (derebey-burjuva) çelişkisi, daha çok tarihi ve yerel şartlar yüzünden Doğu Vilayetlerinde, Balkanlar’dakinin aksine, ikincilerin mağlubiyeti ile halloldu.

    “Meşrutiyet burjuvazisi, “Doğu Meselesi”nin terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milliyetler içinde, -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin metalibli [talepler ileri süren] yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok sahada olduğu gibi, Ermeni milIiyetçiliğine karşı da, derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığı ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliği idi! İttihad ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler haIinde silahlandırıldı, Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla, biraz daha şişman oldu.

    “Bugün, Ermeni meselesi denince ne anlıyoruz? Verilen resmi rakamlara inanmak lazım gelirse, Ermenistan’da 900 bin, Türkiye’de 75 bin, Suriye’de 150 bin, Yunanistan’da 35 bin kadar Ermeni vardır. Bugün Doğu Vilayetlerinin “gözenek”leri içinde gizlenip kalmış bir hayli Ermeni ırkından insan var. Fakat bunlar, dinleri ile birlikte dillerini de günden güne kaybediyor ve hakim Kürt psikolojisi ve etkisi altında Kürtleşiyorlar. Doğu Vilayetlerinde şimdi “mühtedi” [İslamiyeti kabul eden] sıfatı ile tanınan eski Ermeniler, adeta hayatlarını kurtaranların bir nevi gönüllü köleliğini unutmak ve unutturmak için, ErmenilikIerini henüz unutmamış olmalarına rağmen, eski hatıralarına karşı bir ölüm sessizliği ile hassas olmak mecburiyetindedirler. Birkaç nesil sonra her şeyi unutmaya mahkûm olan bu “mühtedi”ler, bugün Doğu Vilayetlerinin en yoksul demirbaş marabaları halinde, bugün bile zaten aralarında daha çok bir din farkı bulunan ve ırk ve kültürce aynı kökten geldikleri, yüzyıllarca aynı doğal ve sosyal çevrenin beraberi oldukları Kürtlerle kaynaşmış ve Ermeni’den çok Kürtleşmiş bir haldedir. Onun için bu mühtedileri, Doğu Vilayetlerinin Kürt toplumundan ayırmak oldukça sun’i ve güç olacaktır. Bu artık Kürtleşmiş sayılabilecek olan Ermeniler dışındaki gerçek Ermenilere gelince, yukarıdaki rakamlar bunlar hakkında yeterli bir fikir verebilir. Genel olarak komünizm ve özel olarak Sovyet Devrimi, bütün milliyetler davası gibi Ermenilik meselesini de fiilen halletmiş olmak durumundadır. Bir defa sayıca Ermenilerin dörtte üçünden fazlası (%77,9) Ermenistan Sovyet Cumhuriyetine girmiştir. Bu suretle, Dünyada biricik işçi ve köylü devleti, Ermenilere yurt meselesini kökünden halletmiş oluyor. Fakat Cumhuriyet burjuvazisinin Sovyet Devrimine yalnız bu meselede borçlu olduğu şeyler bundan ibaret değildir. Komünizm ve Sovyetler Devrimi emperyalizmi sevindiren, komünizme ve Türkiye’nin, başına bela olabilecek bir Ermeni meselesini, tamamıyla likide etmek yolunda bulunuyor. Bu likidasyonun yönünü çağdaş sınıf mücadelesini şöyle meydana çıkarıyor.

    A) Komünizmin Rolü:

    “Ermeni milleti mazlum olduğu kadar kahraman bir yığındır. Fakat şüphesiz bu kahramanlık örnekleri içinde en büyük yararlılığı gösteren, bütün değerlerin yaratıcısı olan sınıf, yani Ermeni çalışkanlarıdır. Ermeni proletaryası da, bütün ülkelerin işçi sınıfları gibi, sosyal sömürüden olduğu kadar, milli baskılardan da kurtulmuş yaşamak ülküsünü taşımakta haklıdır. Onun için bütün yeryüzünde, bütün milli baskıların manivelası, yine ve daima sınıf zulmünün itici gücü ile işlemektedir. Sınıf bilincine kavuşan her kitle gibi, Ermeni proletaryası da, bütün zulümlere karşı girişilecek biricik dövüşün sınıf dövüşü olduğunu öğrenmiştir. Komünizm, Ermeni çalışanlar sınıflarına maddi ve manevi örnekler ile göstermiş bulunuyor ki, gerek milli, gerekse sosyal kurtuluşta, düşman sınıfların ve emperyalizmin oyuncağı olmamak için, realist ve dünya ölçüsünde bir görüş ufku ve Leninist bir taktik zaruridir. Bu taktik ile Türk burjuvazisinin Ermeni halkına yaptığı zulmü unutmak söz konusu bile değil. Fakat Türk burjuvazisinden alınacak en büyük intikamın, Türkiye çalışkan yığınlarıyla ve dünya proletaryasıyla el ele vererek, başta bizzat Ermeni burjuvazisi gelmek üzere, Türkiye kapitalizmini, tüm dünya emperyalizmini, tepesi aşağıya getirmek olduğunu unutmamak lazımdır.

    “Bu bakışın, Ermenistan Sovyet Cumhuriyeti dışında yerleşik Ermeni çalışkan sınıfları arasında günden güne yerleştiğine, her gün yeni ve anlamlı örnekler görüyoruz. Ermeni proletaryasının bir Pilsudski Lehistan’ı kurmaya ne kadar düşman oldukları, emperyalizmin Ermeni yiğitliğini istismar etmek için çevirmek istediği manevralar karşısında takındığı tavırlarla ve açtığı kavgalarla besbelli oluyor. Eskiden beri Ermeni siyasi partiler iki önemli koldu: 1- Taşnakyanlar (Milliyetçi Ermeni Örgütü); 2- Hınçakyanlar (Sosyal Demokrat Ermeni Örgütü). Dünya devrimleri çağında bütün Sosyal Demokrat partilerin de olduğu gibi, Ermeni Sosyal Demokrasisinde de sağ ve sol akımlar elbet olmuştur. Bu sayede bugün bir Ermeni komünistliği, Ermenistan dışında da gücünü hissettiriyor. Bunun en canlı örneklerini, Ermenistan dışında Ermeniliğin en kalabalık ve sayıca en çok olduğu, resmen mevcut Ermenilerin sekizde birinin (%12,9) bulunduğu Suriye’de görüyoruz. O Suriye’deki Ermeni halkı, oraya Türk burjuvazisi ile Kürt derebeylerinin kılınandan canını kurtarmak için kaçmıştı; orada Ermeni proletaryası, dünya proletaryasının bilinçli bir parçası olduğunu gösterircesine, sınıf niteliğini, milli kinin üstünde tutmayı biliyor. Bugün Yakındoğu işçi sınıflarına örnek olacak bu sınıf bilincine, nasılsa burjuva basınına sızmış iki habercik şahit olsun:

    “1- Taşnakların, Hınçaklara Hücumu: “Suriye’den verilen haberlere göre Beyrut’ta Ezenak isminde çıkan, Taşnak Komitesi taraftarı bir gazete, Le Liban isminde diğer bir Ermeni gazetesi aleyhine önemli bir makale yazmıştır. Bu makalenin çıktığı günün akşamı Taşnaklar, anılan gazete idaresini basmışlar, hurufatı dağıtmışlar ve malzemeleri tahrip etmişler. Çalışanlara ve yazarlara adamakıllı bir dayak atmışlardır.” Doğruluk derecesi belli olmayan bu haberin sonu şöyle bitiyor: “Le Liban gazetesi Hınçak Komitesine mensup olduğundan bu komiteye mensup Ermeni amele Taşnaklara diş bilemekteymişler.” (Cumhuriyet, 2.12.931)  

    “2- Komünistlerin Taşnaklara Hücumu: “Ermenistan bağımsızlığının yıldönümü münasebetiyle Beyrut’taki Ermenilerden Taşnak cemiyetine mensup olanlarla, Komünist Ermeniler arasında karşılıklı gösteriler olmuştur. Taşnakların bulundukları kilise, komünistler tarafından taşa tutulmuş, arbedede 3 kişi telef olmuştur.”

    B) Sovyet Devriminin Rolü:

    “Ermenistan Cumhuriyeti dışında kalan Ermeniler arasındaki hoşnutsuzluğu, emperyalizm, daima kendi tarafına yontan bir nalıncı keseri haline getirmeye uğraşmış ve uğraşmaktadır. Özellikle Irak, Suriye, Türkiye sınırları, emperyalizmin bu gibi tahriklerinin gerek ekonomik gerek siyasi çeşitlerine sahiptir. Bu bölgelerde Kürtlük gibi Ermenilik de, kâh Irak, kâh Kürt milli hareketlerine karşı Fransız ve İngiliz emperyalizmleri ve onların yerli uşakları tarafından -eski zamanda kale duvarlarını delmeye yarayan koçbaşı gibi- ikide birde kullanılır. Burjuva basınında sık sık şöyle haberlere rastlarız.

    “Halep, 21 (Özel) – Suriye dahilinde bulunan (Deyrizör)den son günlerde (Hasiç) kasabasına gönderilip yerleştirilen yüz elli kişilik müsellah [silahlı] çıkarmıştır. Ermeniler, bir Ermeni kafilesi kanlı bir isyan kasabanın isteriz’ hükümet konağına hücum ederek, Suriye Cumhuriyet bayrağını indirmişler, sonra ‘bağımsızlık diye bağırmışlar, yaygaralar koparmışlardır. Bu isyana önayak olanların birkaçı tutuklanmış fakat az sonra Fransızların girişim ve müdahalesi üzerine serbest bırakılmışlardır. Ve ilh” (Son Posta, 22.9.932)

    “Ermeni burjuvazisinin bu tür gösterilerden ne beklediği bilinemez. Belki de onun maksadı, Doğu Vilayetlerinde öteden beri içinden tanıdığı ekonomik ilişkiler sürecinde rol oynamak, kaçakçılık ticaretini sistemleştirmektir. Mamafih bu gösterilerden bizim anladığımız şu iki neticedir:

    “1- Ermeni halkını yok yere emperyalizmin dama taşı ve safrası haline getirmek: Yukarıdaki Hasiç hadisesi, Fransa’nın Türkiye ile Suriye … [Bir kelime okunamadı] karşı oynadığı bir oyundur. Ondan bir sene önce Irak hükümeti, Irak Kürtlerine karşı, Kuzey Irak’ta (Musul ve Kerkük’te) “bir Hristiyan çoğunluğu oluşturmak” (Cumhuriyet, 25.4.1931) için “Kürt, Asuri, Ermeni kardeşliği fikri”ni ortaya atarken, gerçek halde, Kürt akınına Ermeni seddini siper etmekten başka ne yapıyordu? Yazık ki, arada ölenler hiç şüphesiz Ermeni burjuvaları ve zenginleri değil, yine Ermeni fukarası ve işçisidir.

    “2- Kürt hareketine diken olmak: Gördük: Irak Hükümeti, Barzan Kürtlerinin önüne geçmek için Ermenileri kullanıyordu. Ağrı Dağı İsyanı sırasında şöyle bir haber görülüyor: “Beyrut’tan Adana gazetelerine bildirildiğine göre, Taşnaklar tarafından Romanya, Bulgaristan, Fransa ve Yunanistan’dan gelen temsilcilerin de katılımı ile Lübnan’ın (Tecemdun) köyünde bir toplantı yapmışlar, bu toplantıda kısaca, Kürt ihtilalinin Ermeni yurdu davasına karşı olup olmadığı meselesi ve diğer konular görüşülmüştür.” (Cumhuriyet, 27.9.1930)

    “Bu kısa haber bize gösteriyor ki, Ağrı Hadisesi gibi ne olacağı büsbütün belirsiz ve ikinci derecede bir harekette Ermeni burjuvazisi, ortada ne fol ve ne de yumurta bulunmamasına rağmen, paçaları sıvıyor. Yarın daha önemli bir harekette, Kürt ve Ermeni çatışmasının nerelere varabileceği bundan anlaşılmaz mı? Ermeni burjuvazisinin Taşnak Cemiyeti, bu psikoloji ile her gün yeni bir macera aramaya ve biraz daha çok anarşiye ve nihilizme dökülmeye doğru gidiyor. Son zamanlarda Makedonya Komitecileri ile de talihini denemeye varıyor. Uğurlar olsun. Bizi ilgilendiren Ermeni kapitalistleri ve emperyalizmin uşakları değil, Ermeni halkı, Ermeni Proletaryasıdır. Meseleyi bu bakımdan koyarsak, hiç olmazsa Türkiye’nin bu günkü sınırları içinde, sırf bir Ermeni fakir hareketi, bir kitle hareketi olmaktan tamamı ile uzaktır. Başka deyim ile geniş halk tabakaları içinde derin hareketler uyandıracak bir Ermenilik meselesi, Türkiye içinde imkânsızdır. Türkiye’nin dışında ve komşularındaki Ermeniliğe gelince; yukarıda temas ettiğimiz Ermenilik ve komünizm noktası, Ermeni proletaryası ile burada vermek istediğimiz Sovyetler Birliği’nin rolü, o meseleyi de belli başlı bir taktik veya strateji davası olmaktan çıkarıyor. Sovyetler Birliği, yıllardan beri bir barınacak yer arayan mülteci Ermeni proletaryasına ve çalışkan halkına kucağını açtı ve hür bir yurt sunuyor. Balkanlarda, Suriye’de emperyalizmin kancık oyunlarına kurban gitmemeye layık olan Ermeni çalışkanlarını, Sovyet vatandaşlığına çağırıyor. Bu çağırış olumlu ve açıktır, daha 1931 senesi sonlarında İstanbul’a Ermenistan Ticaret Komiseri Şahurdikyan bu iş için gelmişti. Gazeteler meseleyi şöyle anlattılar. Sovyetler temsilcisi şurada burada “sık sık sınır hadiselerine sebep olan Ermenileri de Ermenistan’a götürmek için teşebbüste bulunacaktır. Gerek Suriye, gerekse Yunanistan’da bulunan Ermenilerin Batum’a kadar nakil masraflarını Milletler Cemiyeti üstlenmektedir. Sevk edilecek genç Ermeni işçileri, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’da açılmış olan çeşitli fabrikalarda çalışma hakları ve 50 Rubleden 300 Rubleye kadar ücret alacaklardır.” (Cumhuriyet, 8.11.931)

    Bu meselede de, Kemalizm, dünya proletaryasının ve Bolşevizmin bir daha elini öpsün der, asıl konumuza geçeriz. (İhtiyat Kuvvet…  s. 7-13)

    “Söylediğimiz gibi Kürdistan’da milli uyanış; iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde nadir görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey ve uluları biraz daha tombullaştırmak ve kuvvetlendirmekten başka bir netice vermedi. Tarihin ters cilvelerinden biri de, Kürdistan yaylalarında gerçekleşti. Yalnız ekonomik temel üst katlara etki etmez, üst katlar da, hatta aynı derecede ekonomik temele etki ederler. Siyasi hakimiyeti elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi (Kürt aşiret ve beyleri) ile el ele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin, Türkiye’deki kökünü hemen hemen kazıyabilmiştir.” (s. 20)

    YALÇIN OKUT’U ÖLÜMÜNÜN 8. YILINDA İKİ YAZISIYLA ANIYORUZ

    1. YAZI: YAYINEVİNE YAZDIĞI KUTLAMA MAİLİ

    kutlama ve teşekkür…

    Yalçın Okut

    Kimden:yalcinokut@yahoo.com
    Alıcı:akale955@yahoo.com
    2 Eki 2009 Cum tarihinde 15:52 saatinde

    Ahmet Arkadaş,

    Ne zamandan beridir temas kurup çalışmalarınızı kutlamak istiyordum. Fakat İnternet cafe’lerde çocukların savaş oyunları çığlık ve şamataları arasında konsantre olmak ve çalışmak kolay değil. Bizim gazetede ise sadece üç bilgisayar var; onları da boş yakalayabilirsen yakala… Editörümüze kaç kez söyledim, bir bilgisayar daha al diye. Bir kulağından girdi bir kulağından çıktı hep. Hakkaten bütün editörler böyle cimri mi?..

    Her neyse… Çok geç olmakla birlikte bir kablosuz İnternete erişim aparatı edinebildim. O da bazan ulaşıyor, bazan ulaşmıyor, ayrı konu. ‘Psefto Gratos’ta yaşamanın dezavantajları diyelim…

    ‘Psefto Gratos’ Kıbrıslı Rum yurttaşlarımızın KaKaTeCe’ye taktıkları isimdir. ‘Psefto’=yalancı, Gratos, malûm, devlet: Sahte Devlet…

    Sahte Devlet demekte haksız da değiller hani… Türkiye dışında hiç bir ülke tanımıyor; o bir yana BM Genel Kurulu’nda da tanınmaması yönünde alınmış karar var. Denktaş ve yandaşları 35-40 senedir Sarayönü’ndeki Dikilitaş’a bakarak nutuklar irad ettiler; kendi kendilerine gelin-güvey oldular, dünyaya meydan okudular… Tabii, Türk Gladiosundan aldıkları güçle. Ama hepsi fasa fiso… (Sarayönü bizim Lefkoşa’nın -Türk kesimindeki- ana meydanıdır. Sömürge döneminden kalan mahkeme binaları ve diğer idari binalar o meydanın etrafındadır; adını oradan alıyor. Tam ortasında da 15-20 metre yüksekliğinde bir Venedik Sütunu vardır. Venedikliler adaya hakim olunca o sütunu ta Mağusa yakınlarındaki antik Salamis harabelerinden taşıyıp egemenliklerinin simgesi olarak o meydanın ortasına dikmişler. Allahtan Osmanlılar adayı fethedince o Venedik Sütununu yıkmamışlar… Halk ağzında adı Dikilitaş’tır. Türkiye’deki “Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyişi, Kıbrıslı Türklerin ağzında “Anlat derdini Dikilitaş’a”dır.)

    Konuyu dağıtmayayım ama durumumuz, Kıbrıslı Rum yurttaşlarımızın Sahte Devlet deyimlendirmelerinden de daha vahimdir. Sivil ve fakat bir “Arş yiğitler vatan imdadına” işaretiyle orduya katılmaya hazır en az 100 bin bön yargılı ‘yeni KKTC’li yanında, 40 bin üniformalı asker ve o kadar değilse bile bir polis teşkilatı ve MİT’in örtüsü olan bir Sivil Savunma Teşkilatı vardır. Biz, Afrika gazetesinde yazan bir grup arkadaşın dillendirdiği gibi, bir “Mandıra”da, ya da “Türk Derin Devleti’nin Arka Bahçesi”nde rehine alınmış durumdayızdır.

    Rum yurttaşlarımız, çok kanlı 74 savaşında çok can, mal ve namus (ırza tecavüzler) ve göçmenlikler yaşamış olmalarına karşın, bir anlamda ‘yırttılar’; ekonomilerini ve yaşam standartlarını Paris düzeyine çıkardılar. Tabii, bu başarıyı, Denktaşgil tayfesinin iddia ettiği gibi, salt ‘dış yardımlar’larla değil, deyim yerindeyse, ‘eşşekler gibi çalışarak’ başardılar. 100 bin civarında Kıbrıslı Rum emekçi Arap ülkelerinden Afrika, Avustralya, Avrupa, ABD, Kanada vb. ülkelere gidip çalıştılar ve kanlı 74 savaşında göçmen düşüp her şeylerini yitiren ailelerine para gönderdiler. Bu hesapça, yaşam standartlarını Paris düzeyine çıkarmalarının temelinde yine işçilerin, emekçilerin emek-gücü yatmaktadır. ‘Demokrasi’leri de bizden kat kat daha ileridedir, diyeceğim ama bizde demokrasi mi var ki?.. Türkiye’deki bütün lumpen-proleterler akın akın buraya geliyor; pasaportsuz, sadece kimlikle giriş serbest bırakıldıktan sonra… Onlar lumpen de olsa, en ağır ve pis işleri yapan proleterlerdirler, hoş görebiliriz, görmeliyizdir de; bir de en güzel sahillerimizin kendilerine peşkeş çekildiği Kârhane-Kerhane-Kumarhane sahibi Ülkücü Mafia bozuntuları vardır. Ve en büyük problemlerimiz de onlarladır. Bir de, Polis Genel Müdürlüğü’nün askeriyeye bağlı olması ve KT Merkez Bankası Müdürü’nün hep Türkiye’den, Türkiye’li biri olarak atanması ve bu dayatma durumumuzu özetler sanırım…

    Neyse, dağıttım yine, bağışla…

    Emeklerinizi izliyorum, izlemeye çalışıyorum. Sosyal İnsan Yayınları’nı kurmakla çok isabetli bir iş yaptınız. Başta sen ve Haşmet Arkadaş olmak üzere hepinizi candan kucaklar, kutlarım…

    Cenk Ağcabay Arkadaşı tanımıyorum, bizden bir hayli genç olsa gerek. Lütfen mahsus selamlarımı ilet ve TKP ve Doktor Hikmet kitabını hayranlıkla, ve Doktor’a yapılan pislikleri-puştlukları okudukça o solucanlara öfkemi daha da artırarak okuduğumu söyle. Ayrıca, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye kitabını da istiyorum. Hangi yayınevinden ve ne zaman çıktı?.. Bana gönderdiğin Sosyal İnsan Yayınları seti için canı gönülden teşekkür ederim.

    Cenk’in Yalçın Küçük’ü eleştirdiği Magalomania’yı henüz okumadım, zaten kitaplar geleli daha 3-4 gün; şu anda Edebiyat-ı Cedidenin Otopsisi’ni okumaktayım. Ama Megalomania’nın da çok iyi bir çalışma olduğu bölüm başlıklarından bile belli. Ne var ki, Cenk’in biyografisi hakkında Megalomania’da hiçbir bilgi yok, TKP ve Doktor Hikmet kitabında da çok sınırlı. Tamam, biz Ustamızdan hep Tevazuyu örnek alıyoruz ama, gerekli bilgiler gerektiği kadar verilmemeli mi?..

    11 Ekim’de gelip gelemeyeceğim henüz netlik kazanmadı. Malûm, kahrolası para meselesi…

    Doktor’un Kıbrıs’a gelmesinden önce burada AKEL’le yaşanan bir pasaport meselesi var. Yazdım, ancak yayınlamaktan vazgeçtim; ama sizlere anlatmakta yarar, hatta zorunluluk var. Yayımlamaktan vazgeçtim çünkü her şeye rağmen, bütün eleştirdiğimiz yanlarına rağmen AKEL stratejik müttefikimizdir. Kaldı ki, koskoca Sosyalist Anavatan’ın ve “Abi Parti” SBKP’nin Doktora yaptıkları yanında AKEL’inki ne ki… Ha, eğer ki Doktor Türkiye’den çıkmadan Sıkıyönetim tarafından yakalansa ve yine işkencehanelere atılsa ve kuvvetle muhtemel, o hasta haliyle o işkencehanelerde öldürülseydi, o zaman iki elimiz AKEL yöneticilerinin de SBKP yöneticilerinin de yakasında olurdu. Gerçi, SBKP Doktoru Laz İsmail yılanının bir yalanı üzerine Doğu Berlin’den Batı’ya püskürtmekle ölümünü çabuklaştırdı ama diğer birçok ülkedeki sağlam komünistlere de, örneğin Yunan İç Savaşı’ndaki muzaffer ve kahraman gerilla liderlerine aynı şeyi yapmadılar mı?..

    Kıbrıs’ta, sömürge yıllarında Türk ve Rum emekçiler 1 Mayıs gibi etkinlikleri ortak kutluyorlardı. O ortak kutlamalar en son 1 Mayıs 1958’de yapılmıştı. Ondan sonra, TMT ve arkasındaki ya da başındaki İstirdatçıların emirleri ile Türk İşçi önderleri vurulmaya başladı ve iki toplumun emekçileri terörle birbirlerinden kopartıldı. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra kapılar/duvarlar açılınca, biz bir grup Kıbrıslı Türk 1 Mayıs’ı Güney’deki yoldaşlarımızla birlikte kutladık. Ve o gün ağladım… Evet ağladım…

    O gün PEO (Tüm-Kıbrıs Sendikalar Federasyonu) binasındaki konuşmalardan sonra, sloganlar-şarkılar-türküler-marşlarla şehrin merkezindeki Elefteria (Özgürlük) Meydanı’na yürüdük. Elefteria Meydanı’ndaki konuşmalar esnasında yan tarafımızda EDON (AKEL’in Gençlik Kolları) vardı ve seslerinin en gür tonuyla: “İ Turkokiprei İne Adelfi Mas – Kıbrıslıtürkler Kardeşlerimizdirler” sloganını atıyorlardı… 45 seneden sonra yine beraberdik ve bizleri bağırlarına basıyorlardı… İnsan duygulanmaz mı, ağlamaz mı?.. Üstelik de, bu sloganı, Faşist Darbenin, arkasından da Türk işgal ve istilasının başladığı 74 Temmuzundan beri atıyorlar; kendi faşistlerine inat…

    Hepinizi candan kucaklarım…

    Başarılar dilerim…

    2. YAZI: KIVILCIMLI SEMPOZYUMUNA SUNDUĞU “Kıvılcımlı’nın Kıbrıslı devrimciler üzerindeki etkisi Ya da: NASIL ‘DOKTORCU’ OLDUK?..” BAŞLIKLI YAZISI

    Yekten ve kestirmeden söyleyeyim, biz Kıbrıslı öğrencileri Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile Fuat ve Latife Fegan tanıştırdıydı. Daha da ötesi, bizim ‘Doktorcu’ olmamızı sağlayan Fuat idi.

    Fuat da, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okurken tanımış Dr. Kıvılcımlı’yı. Sene 1960’lı yılların ikinci yarısının başlarında ve ortalarında…

    Sadık Göksu’nun, Kuvayı Milliye dergisinde (sayı 21, 2/2000) yazdığı: “Fuat Fegan’ın ‘Kıvılcımlı Bibliyografyası’nın Eleştirisi, Düzeltmeler ve Açıklamalar” başlıklı yazısından öğreniyoruz ki, Fuat Fegan ile Sadık Göksu aynı fakültede sınıf arkadaşıydılar. Ve yine S. Göksu’nun ifadeleriyle, Fuat Fegan Sadık Göksu’ya kızgınmış, kendisini Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile niye tanıştırmıyor diye…

    Biz Kıbrıslılar biliyoruz ki, Fuat’ın daha liseyi bitirir bitirmez, hatta belki de lise yıllarında da AKEL ile sıcak ilişkileri vardı.

    Liseyi bitirince bir sene Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışmıştı, benim dayımın oğlu Mehmet Kaya ile birlikte. İkisinin de Rumcaları da İngilizceleri de çok iyi idi.

    İstanbul’da tanıştığımızda ve müteakip yıllarda kendisine dayımın oğlu Mehmet Kaya Abi’nin selâmlarını ilettiğimde, “Evet onun da Rumcası çok iyiydi, ama benimki daha iyiydi” demiş ve eklemişti: “Ben Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışırken, gelip giden Rumlarla bir saat boyunca Rumca konuşurdum ve Türk olduğumu anlamazlardı. Bir saati aşkın sohbetlerimizde arada bir, bir dilbilgisi hatamı yakaladıkları zaman Türk olduğumu anlarlardı” demişti.

    İnanıyorum.

    Benzer anlatımları dayımın oğlu Mehmet Kaya Abim’den de dinlemiştim.

    Bu da bir meziyet. Dil çok önemli…

    ***

    Fuat Fegan, İstanbul’a üniversiteye hangi yıl gitti anımsamıyorum. Ama Londra’ya sık sık gidip gelmekte olduğunu biliyorum.

    1965’te, AKEL Merkez Komitesi tek Türk üyesi Derviş Kavazoğlu’nun yoldaşı Yorgos Mişaulis ile birlikte hain bir pusuda çapraz ateşe tutularak alçakça katledilmelerinden sonra yeni bir MK üyesi seme/atama gündeme gelmişti. (O fotoğrafı görenleriniz hatırlayacaklardır; arabada kanlar içinde kucak kucağa – Türk ve Rum emekçi kardeşliğinin trajik simgesi)…

    O kahpe pusu ve o hain cinayetten sonra AKEL, Fuat’a çağrı yapmıştı: “Gel, kahpece katledilen yoldaşımız Derviş Kavazoğlu’ndan boşalan AKEL Merkez Komitesi Türk üyeliğini sen devral” diye.

    Bana bunu Fuat anlatmamıştı, o nedenle ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.

    Bana bunu TMT tarafından katledilecekler listesine konan ve bu nedenle İngiltere’ye kaçmak zorunda kalan AKEL’in ‘eski tüfek’ Türk üyeleri anlatmıştı.

    Yine aynı ‘eski tüfek’ler, Fuat’ın bu teklifi kabul etmemesini: “AKEL’in Enosis [Yunanistan’a ilhak] politikasını benimsemediği”nden dolayı diye izah etmişlerdi…

    Ben bu yoruma bir faktör daha eklenmesi gerektiğini düşünüyorum: Fuat, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde felsefe okurken tatillerde Londra’ya gider, orada çalışır ve tabii bu arada Londra’daki AKEL’ci Kıbrıslı komünistler ile de görüşürdü.

    Herhalde, AKEL’in Enosis politikalarına katılmamakla birlikte, o öneriyi kabul etmemesinde İstanbul’da Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışmış olmasının ve o derya-deniz Usta’nın yanından uzaklaşmak istememesinin de rolü vardır.

    Yoksa, AKEL’in teklifini kabul eder, AKEL Merkez Komitesi Türk Üyesi olarak gider Londra’da kekâ bir hayat yaşayabilirdi…

    Tercih etmedi…

    Ve İstanbul’a dönüp Latife Ablamızla evlendi. Bir sürü riski göze alıp Doktor’un yanında kalmayı yeğledi.

    ***

    Yine kendisinden dinlemiştim: İsmet Abi’nin başkanlığındaki YİS o günlerde çok büyük grevler gerçekleştiren çok önemli bir sendika idi. Birçok devrimci genç YİS’in Cağaloğlu’ndaki merkezine gidip geliyorlardı. Tabii, Fuat da gidiyordu. Birkaç kez ben de gitmiştim, Fuat’la buluşmak için.

    “Bir baktım” dedi Fuat, “Doktor oradaki eski bir daktiloda iki parmakla eski Türkçe’deki el yazmalarını Türkçe’ye çeviriyor ve yazmaya çalışıyor.”

    “E, ben on parmak daktilo yazan bir insan olarak, Hocam, bırak ben yazayım” demiş ve Doktor’un el yazmalarını yeni yazıya kazandırma safhası da öyle başlamış…

    1968-69 yılıydı. Biz sosyalist öğrenciler, İstanbul Kıbrıslı Türk Öğrenciler Derneği seçimini ezici bir çoğunlukla kazanmıştık.

    Bir süre sonra Fuat Fegan elinde Doktor’un 1967’de çıkardığı Sosyalist gazeteleri demeti ile öğrenci derneğimize gelmiş ve uzun bir sohbetten sonra o gazeteleri Derneğe armağan etmişti.

    Aynı yıllar, herkes biliyor, 68 Ayaklanması yıllarıydı. Dev-Genç’li olmayanımız yok gibiydi.

    67 yılında yayımlanan Sosyalist gazetelerini okuduktan sonra da artık Doktorcu olmamak mümkün müydü?..

    Doktor’un Tarihsel Maddecilik Yayınları’nda çıkardığı kitaplarını almaya ve okumaya başladık. Bir yandan da her gün işgaller, grevler, yürüyüşler, mitingler ve: “Ho, Ho Chi Minh, İki Üç Daha Fazla Vietnam; Ernesto’ya Bin Selam!” yıllarıydı…

    Anımsıyorum, Doktor’un Tarih-Devrim-Sosyalizm eserini okuyor, okuyor ve fakat anlamakta zorlanıyorduk. Emperyalizm – Geberen Kapitalizm eseri ise nispeten daha kolayımıza geldiydi.

    Derken, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin etkinlikleri… Aynı dönemde, Aksaray-Langa’da Doktor’un Dev-Genç Seminerleri dizisi gerçekleştiriliyordu. Artık bir yanımız Dev-Genç’ti, bir yanımız da Doktor’cu idi…

    Doktor’un muayenehanesini taşımak…

    Yine Fuat haber saldıydı anımsadığım kadarıyla. “Doktor muayenehanesini bizim eve taşıyacak, yardımcı olur musunuz?..”

    Fadıl Çağda, Hasan Hakkı ve ben koşarak gittikti. Aslında taşınacak fazla bir şey de yoktu ya; taşınma taşınmadır… Bir masa, birkaç koltuk, bir hasta muayene kanepesi, bir kitaplık vs…

    Güle oynaya taşıdıktı. Bu noktada, unutamayacağım şeylerden biri de, Doktor’un evinde buluştuktan sonra, muayenehanesine giderken yetmişine merdiven dayamış bir adamın adımlarına yetişmekte zorlandığımızdı; o kadar çevikti ve o yaşta o kadar hızlı yürüyordu. Zaten birçok yazısında ve kitabında da var ya: ‘yapacak çok iş var, acele etmeliyiz psikolojisi’; o hesap…

    Taşıma faslından sonra, evinde Emine Hanım’ın pişirdiği bir öğle yemeği yedikti. Tabii Latife ile Fuat da vardı; ne de olsa onların evine taşınmıştı Doktor. Fuatlar, öndeki salonumsu odayı kendisine muayenehane ve çalışma mekânı olarak hazırlamışlardı; eşyalarını oraya taşıdıktı.

    Yemekte sohbet ederken, arkadaşlardan biri duvarlardaki Kybele benzeri küçük biblovari el işlerini sormuştu. Kırşehir Zindanı’nda yaptığını söylemişti; ‘ekmek içinden’ diye de eklemişti.

    Ben aptalca bir soru sordumdu:

    –“Niye ekmek içinden Hocam?”

    –“Başka bir şey vermiyorlardı ki, evlat” demişti.

    O gün yemekte sohbet ederken, yine Kırşehir Zindanı’nda yaşadığı kargalarla ilgili bir anısını da anlatmıştı. Taze yumurta yiyebilmek için birkaç tavuk besliyormuş. Bir süre sonra, yumurtalar kaybolmaya başlamış. Olacak iş değildi, koskoca duvarlarla örülü hapishanenin küçük bir avlucuğundan yumurtaları kim çalabilirdi ki?..

    Durumu takibe almaya başlamış. Tavuklar her yumurtlamadan sonra ortalığı velveleye veriyorlar ya, hemen iki karga gelip duvara tünemekteymiş. “Bu yezit kargalarda bir tür kolektif aksiyon da var” demişti. “Kargalardan biri aşağıya yumurtayı kapmaya inince, diğeri duvarın tepesinde bekçilik yapıyordu. Beni görünce de graklayarak diğerine haber veriyordu.”

    Doktoru tanıyanlar benden daha iyi bilirler. Çok konuşmazdı, ama konuşmaya başlayınca da sohbetine doyum olmazdı.

    TÖS’ün İstanbul salonunda verdiği Finans Kapital ve Türkiye konferansında salonun tıklım tıklım dolu olduğunu çok net olarak anımsıyorum. Zaten, o yıllarda hangi konferansı tıklım tıklım dinleyici ile dolmuyordu ki?..

    Keşke daha çok tanıma fırsatımız olsaydı…

    ***

    Tabii, biz Kıbrıslıların bir de Kıbrıs Sorunu ‘Belâmız’ vardı; bir yandan da onunla ilgilenmeli, ona da yoğunlaşmalı, o baş belâsına karşı da mücadele etmeliydik.

    1970 senesinde Makarios’u öldürmek için helikopterine ateş açılmış, fakat pilot yaralanmış olmasına karşın helikopteri yere indirmeyi başarmış, böylece Makarios mutlak bir ölümden kurtulmuştu.

    Makarios’un SSCB ve Üçüncü Dünya Ülkeleri ile geliştirdiği iyi ilişkiler ve Tito, Nehru, Nasır’la birlikte bloksuzlar grubunun liderleri arasında yer alması bizde kendisine karşı bir sempati uyandırıyor, TMT ve EOKA (ve arkalarındaki Gladio’lar) tarafından darbelenen Kıbrıs Cumhuriyeti’ne daha çok sarılmamıza yol açıyordu.

    Helikopterine ateş açılması olayından sonra, Fuat’ın da katıldığı çok uzun süren bir toplantı yaptık ve Makarios’a ‘geçmiş olsun’ diyen bir telgrafı çekme kararı aldıktı. Ne de olsa, Kıbrıs’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak bizim de Başkanımızdı ve hayatına kastedilmişti…

    “Ekselansları, hayatınıza kastetmek isteyen menfur suikast girişimini şiddetle protesto eder, sağlıklar dileriz” mealinde bir telgraf metni hazırlandı ve iki arkadaşımız, Fadıl Çağda ve Turhan Korun Sirkeci’deki merkez postaneye gidip telgrafı çektiler. Anımsadığım kadarıyla, bizlere teşekkür eden kısa bir cevap göndermişti.

    Fakat olay gerici çevrelerde büyük bir tepkiye yol açmıştı. Nasıl olurdu, çoğu TC bursu ile okuyan Kıbrıslı Türk öğrenciler, Türkiye ile kavgalı olan “Kahpe Papaz”a geçmiş olsun diyebiliyorlardı?.. Tiz tedbir alınmalı, bu fesadın elebaşlarına hak ettikleri bir ceza verilmeliydi… Kıbrıs Türk Liderliği tarafından 30-35 kişilik bir ‘elebaşılar’ listesinin Türkiye’den atılmaları için MİT’e gönderildiği şeklinde duyumlar alıyor fakat ihtimal vermiyor ve aynı hızla çalışmaya devam ediyorduk.

    ***

    Fuat Fegan’dan da, Fadıl Hasan (Çağda’dan) da dinlemiştim: Fadıl arkadaşımız, bir gün: ‘Hocam Kıbrıs konusunda ne düşünüyorsunuz?’ diye sormuştu da Doktor’un yanıtı çok kısa olmuştu: “Kıbrıs’ı bölecekler” demişti.

    Öngörüsü -bu konuda da- doğru çıktı. Böldüler… Henüz daha Taksim resmen ilan edilmemişse de adamızı fiilen böldüler…

    Yine Fuat Fegan’dan dinlemiştim: Doktor Kıbrıs’a özel bir ilgi duyuyor ve Makarios’u yakından izliyordu. Nitekim 1963 çatışmaları başlayınca, Yeşil Hat’tın güneyinde Rum tarafında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Hastanesi’nde mahsur kalan Türk hemşireleri kendi korumasına alarak bir gece sarayında barındırmasını, ertesi gün de bizzat kendisinin o kadınları sınıra kadar sağ-salim getirip Türk makamlarına (veya, güya arabuluculuk yapan İngilizlere) teslim etmesini Doktor bir yazısında kısaca zikretmiş; ve Makarios için ilginç bir devlet adamı demişti.

    Şimdi bana: bul, söyle; nerede ne zaman yazdı Doktor bu satırları diye sorarsanız, açıkçası hatırlayamam, ama polisin SBF yurdunu bastığı ve öğrencileri hunharca dövdüğü tarihten hareketle bulunabilir.

    Muhtemelen, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ni ikinci kez çıkardığında ilk sayılarından birinde idi. O günlerde, polisin SBF yurdunu basıp oradaki öğrencileri eşşek sudan gelinceye kadar dövdüğünde, çok feci bir dayak yiyenlerden Kıbrıslı bir genç kızın ertesi gün Günaydın gazetesinde, “Bize Rumlar bile bu kadarını yapmadı” figanı üzerine yazmış olacak.

    ***

    Kıbrıs’a kesin dönüş yaptığımdan epey bir zaman sonra, vaktiyle Günaydın gazetesinde “Rumlar bile bize bu kadarını yapmadı” sözleri çıkan kişinin ablası ile tanıştımdı. Kendisine bana kız kardeşini tanıştırmasını, kız kardeşi ile röportaj yapmak istediğimi söylemiştim de, “Bırak Yalçın karıştırma o eski defterleri, o eski acıları” demişti.

    Karıştırmadım…

    Ama görüldüğü gibi, zaman zaman yine önümüze çıkıyor o eski defterler ve o acılar…

    Çünkü anımsıyorum: Doktor, diğer Türkiyeli öğrenciler gibi feci şekilde dövülen o Kıbrıslı kızın Günaydın gazetesinde çıkan figanlarından alıntılar yaparak: “Sınıfsal kinin ne kötü bir kin olduğundan haberdar değil bu Kıbrıslı genç kız” mealinde bir yorum yapmıştı.

    SOSYALİST gazetesi afişlemesi…

    SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’nin ikinci kez yayın hazırlıkları sürerken biz Kıbrıslılar -bizim Sirkeci’deki Kıbrıslı öğrenciler yurdumuza da çok yakın olduğundan – Orhan Müstecaplı’nın Cağaloğlu’nda bodrum katındaki o dehliz gibi mekânına gidip geliyorduk.

    Daha, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ çıkmadan önce, yaz tatili günlerinde, Fadıl (Çağda), Hasan (Hakkı) dostlarım ve ben, İTÜ Taşkışla binasının iç bahçesinde bir afiş basmıştık serigrafi tekniğiyle ve Kıbrıs’a göndermiştik. Dev-Genç’in simgesi haline gelen yumruğu sıkılı o genç afişini kopya etmiş ve Kıbrıs’a göndermiştik.

    Biz o tekniği bilmiyorduk. O tekniği bilen İTÜ’den Şafak Morgül arkadaşımız hem bize o tekniği öğretiyor, hem de yardımcı oluyordu. Açıkçası, baskıyı kendisi yapıyor, biz de bastığı afişleri kurusunlar diye bahçeye seriyorduk.

    Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin ertesi haftalarıydı ve Sıkı Yönetim vardı. Şafak o Şanlı Direnişte tutuklanmış fakat kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı. O Şanlı Direnişte -anımsıyorum- Latife Fegan da tutuklanmıştı. Emel (Fuat’ın kız kardeşi) de kışlaları gezip gezip yengesi Latife’yi arıyor ve bir türlü bulamıyordu. Akşam saat 8’den sonra da sokağa çıkma yasağı getirilmişti…

    ***

    Hiç unutmuyorum, o gün İTÜ Taşkışla binasında Şafak o afişleri serigrafi tekniği ile basmaya başladığında, besmele diye, işe: ‘Marks-Engels-Lenin Adına..’ diyerek başlamıştı… Hayır, biz Marksist Kıbrıslılarda besmele olayı yoktu (Kıbrıslı genç kuşakta din olayı sönümlenmiş gibiydi) tabii de, Şafak Morgül dostumuzun o söylemi çok hoşumuza gitmişti doğrusu…

    Şafak çok yetenekli ve de çok şakacıydı. İçerden yeni çıktıydı ya, arada bir: “Gidin, ön kapıya bir göz atın, ‘Aynasızlar’ gelip de bizi enselemesinler” derdi. Biz de gidip ön kapıya bakardık. Dönünce de raporumuzu verirdik: “Aynasızlar yok Şafak, sen afişlerimizi basmaya devam et!…”

    ***

    Aynı günlerde, biz Kıbrıslı öğrenciler derneği olarak, Doktor’un ‘Diyalektik Materyalizm – Gerçek Bilim’ kitapçığını daktilo ederek İTÜ Öğrenci Birliği’nin teksir makinesinde çoğaltıp dağıtmaya başladıktı. Kapağına da yayıncı olarak derneğimizin adını yazdıktı… Vay, sen misin o zararlı, o hain broşürü basıp dağıtan?.. İki gün sonra polis öğrenci yurdumuza geldi, Fadıl arkadaşımızı alıp götürdü. Bir araba dayak!…

    İyi saatte olsunlar, “Bunlar iyice azıttılar; Makarios’a telgraftan sonra, şimdi de en azılı komünistin kitaplarını basmaya başladılar” diye düşünmeye başlamış olacaklardı ki, kısa bir süre sonra: Fadıl (Çağda), Kuydul (Turhan), Saydam (Ahmet), Turhan (Korun), Harper (Vehbi), ve Taner (Galip) Türkiye’den sınır dışı edildiler… 30-35 kişilik liste revize edilerek 6’ya düşürülmüştü.

    İki iki yakalanıp kelepçelenerek polis nezaretinde trenle Edirne-Kapıkule sınırına götürülüp oradan Bulgaristan’a şut!..

    Biz Dernek olarak sınır dışı edilen arkadaşlarımıza: “İndiğiniz ilk tren istasyonundan bize telefon edin, size elimizden geldiğince yardımcı olalım” demiştik. Çünkü Fadıl arkadaşımızın bütün ısrarlarına rağmen polis, yurdumuza gelip paltosunu almasına bile izin vermemiş ve kış aylarının o kırıcı soğuğunda Fadıl’ı paltosuz trene atıp götürmüştü; ki, Sirkeci’deki Kıbrıs Öğrenci Yurdu ile polis merkezi Sansaryan Han arasındaki mesafe sadece 300-400 metre idi…

    Fadıl, Kuydul, Saydam, Turhan, Taner ve Harper sınır dışı edildikten sonra derneğimizin bütün sorumlulukları bana, Bektaş’a ve Şefik’e ve tabii çevremizdeki diğer değerli arkadaşlara kalmıştı…

    O yıllarda: “Ankara’da Hakimler var”dı!..

    Ve biz çok değerli hukuk hocalarının örneğin daha sonra faşistler tarafından katledilecek olan Muammer Aksoy Hoca’nın da gönüllü yardımlarıyla Danıştay’da yürütmeyi durdurma davası açtıktı; hükümetin bu adaletsiz, haksız ve gerekçesiz kararının iptali için.

    O çok değerli hukuk hocalarımızın gönüllü müdahaleleri ve çok değerli insan Av. Niyazi Ağırnaslı’nın savunmalarıyla o davayı kazandıktı da… Fakat “anavatan” Türkiye’den sınır dışı edilen “yavru vatan”lı arkadaşlarımız Avrupa’da evsiz-barksız-parasız dolanırlarken Ankara’da Danıştay’daki dava sürecini nasıl izleyebilirlerdi ki?..

    What a fucking coincidence…

    ‘What a fucking coincidence’ der İngilizler bu gibi durumlarda. ‘Ne boktan bir raslantı’ diye çevrilebilir.

    Şeytan Puşt!.. O günlerde Türkiye’de Kolera hastalığı çıktıydı. Her ne kadar, ilgili yetkililer: “Hayır, bu kolera değil, para-koleradır” diye yalan açıklamalarda bulunmuşlardıysalar da, o yaygın hastalığın ‘para-kolera’ değil, doğrudan Kolera hastalığı olduğunu hepimiz biliyorduk ve de suları iki kez kaynatarak içiyor ya da yemeklerde kullanıyorduk…

    Ve Bulgaristan makamları Türkiye’den giden trenlerden hiç kimsenin inmesine izin vermiyorlar, yasaklıyorlardı… Bu nedenle de o trenlerden birinde sürgüne gitmekte olan Kıbrıslı arkadaşlarımız Sosyalist-Dost Bulgaristan’da trenden inememişler, burun kıvırdığımız Yugoslavya’da inebilmişlerdi…

    Gerçekten de: ‘What a fucking coincidence!..’ Aynı günlerde hem sınır dışına atılma trajedisi, hem de kolera vakası…

    Dr. Kıvılcımlı’nın Kıbrıs’la ilgili trajik hikayesi…

    Fuat, 12 Mart Darbesi üzerine İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş ve kardeşi Ali Fegan’ın da yardımlarıyla kendisini Kıbrıs’a zor atmıştı.

    Biz de o günlerde Kıbrıs’a seyahat ederken Hacı Bekir lokum paketlerindeki lokumların altında Doktor’un el yazmalarını Türkiye polisinden kaçırıp-kaçırıp Kıbrıs’a aktarıyorduk…

    Kıbrıs’ta Fuat’la görüştüğümde anlatmıştı o trajik hikâyeyi…

    Fuat’ın yukarıda da değindiğim gibi AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) ile iyi ilişkileri vardı.

    Doktor’u Türkiye’den çıkarmak/kaçırmak gündeme gelince AKEL’e gitti ve Doktor adına hazırlanacak bir pasaport istedi.

    “Bakalım, görüşelim, sana haber veririz” demişler…

    Fakat o “bakalım-görüşelim” sözleri sonun başlangıcıydı…

    O her şeyi dumura uğratan kaskatı mekanizma yine işlemiş; ve küçük bir ülkenin partisi olan AKEL yöneticileri, yukarıdaki ‘Abi Parti’ SBKP’ye telefon açıp sormuş: “Şu şu isimdeki Türkiyeli bir komünist bizden pasaport istiyor, ne diyorsunuz?”

    Yukarıdaki ‘Abi Parti’ de o günlerin bürokratik mekanizmaları içinde ‘kardeş parti’ TKP’ye sormuş: kimdir bu adam diye…

    Moskova, Berlin ve Varşova’yı ‘babasının çiftliği’ yapmış bulunan Laz İsmail de: “Biz onu fi tarihinde partiden ihraç etmiştik; o ajan provokatördür” diye rapor yazmış…

    Bunun üzerine, ‘Abi Parti’den AKEL’e: “İlgili şahısa pasaport hazırlanmasın” talimatı gitmiş…

    Hatta dahası: “Sen Bulgarlar’a git” denmiş, “onlar bu konuda daha uzmandırlar” da denmiş…

    Ölür müsün, öldürür müsün deyişinin yeri tam da burası olsa gerek!..

    ***

    Müteakip yıllarda Moskova’da yine rutin Uluslararası Komünist Partiler toplantısı vardı. O toplantıya Kıbrıs’tan giden AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu bir ara Zeki Baştımar’a sormuş: “Neydi o, Dr. Kıvılcımlı adlı birinin bizden pasaport istemesi ve reddedilmesi olayı” demiş.

    Zeki Baştımar da: “Bırak canım, o Laz’ın bok yemesiydi” demiş…

    Meğerse o günlerde -göçmen- TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar tatildeymiş de yerine Laz İsmail bakıyormuş; o raporu Laz İsmail yazmış…

    O, Uluslararası Komünist Partiler toplantısından sonra Kıbrıs’a dönünce Fuat’a haber salmış AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu: “Arkadaştan özür dileriz” diye… Fakat çok geç idi tabii…

    Bütün bunlar Fuat’ın bana anlattıklarıydı, daha ben İsveç’e gitmeden önce, gerek Kıbrıs’ta gerekse İstanbul’daki sohbetlerimizde.

    1974 sonlarında, önce Almanya’ya sonra da İsveç’e gittiğim zaman Sovyetlere bakışın çok daha farklı boyutlarda olduğunu müşahede ettimdi.

    TDF örgütlenmesi de ki küçümsenemeyecek bir örgütlenme idi; Sovyetler Birliği’ne o bakış açısı etkisinde ve çerçevesinde gelişmiş ya da o çerçeveye kilitlenmişti…

    ***

    Kıvılcımlı’nın Ahmet Usta (Camuşcuoğlu) ve Orhan Aksungur’la birlikte o küçük tenkecikle Kıbrıs’a çıkması hikâyesini Yol Anıları’ndan herkes bilir de Doktor her şeyi yazmamış.

    Kıbrıs’a vardığında, Makarios hükümeti, “düşmanımın düşmanı dostumdur” reel politikerliği ile “Dilediğin kadar Kıbrıs’ta kalabilirsin” demiş. Ve bizzat Makarios kendi talimatıyla dönemin en iyi cerrahlarından Dr. Bibis adlı Rum doktor müdahalesini sağlamış. Dr. Bibis kanser illetine çare olamazdı tabii de, en azından yeniden azmış bulunan kanama ve ağrılarını geçici bir süreliğine olsa da dindirmiş.

    Makarios hükümetinin “dilediğiniz kadar kalabilirsiniz” teklifini Doktor’un kabul etmemesi, o her zamanki ‘düşmana açık vermeme’ tedbirliliğine bağlayabiliriz. Yoksa dönemin en gerici gazetelerinden Tercüman’da: “Biz demedik mi haindir diye, işte gitti Kahpe Gâvurlara, Kızıl Papaz’a sığındı” manşeti tahayyül edilebilir…

    Ve kanamaları durdurulduktan sonra aynı teknecikle Suriye’ye müteveccihen yeniden yola koyulma…

    O günlerde Fuat’la niye Kıbrıs’ta buluşamadılardı, bilmiyorum; ya da hatırlamıyorum. Ama öyle bir durum yaşanmıştı: Doktor güney Kıbrıs’tan Fuat’ın evine telefon açar. O sırada Fuat evde değil. Telefonu babası açar. Doktor: ‘Fuat’la görüşmek istiyorum’ der. Fuat’ın başına bir belâ geleceği hatta öldürüleceği tedirginlikleri içinde yaşayan baba, ‘Kim arıyor?’ diye sorar. Doktor, yine o tedbirlilik içinde: ‘Ben babasıyım’ demesin mi?..

    Tam baltayı taşa vurmak diye buna denir herhalde…

    Ve baba, Fuat’a öyle bir telefondan uzun zaman hiç söz etmez. Böylece Kıbrıs’ta buluşamazlar.

    İzleyen günlerde Rumca gazetelerde fotoğraflarıyla birlikte çıkan haberleri okuyunca Fuat peşlerine düşüp Suriye’ye gider, fakat orada da buluşamazlar.

    Gerisi biliniyor. Suriye’de Sovyet vizesi bekleyişi; fakat Moskova yerine Sofya’ya gönderilişi, Sofya’dan da Doğu Berlin’e ve ‘CIA ajanlarının cirit attığı’ Batı Berlin’e şut!..

    Fuat, Doktor’un Kıbrıs’ta kalmak istememesini sadece Türk ırkçılığının istismarı ile açıklayamayız diyordu.

    Fuat’a göre, Doktor’un ısrarla Moskova’ya gitmek istemesi, orada TKP tarihini didik didik ederek hesaplaşmak istemesiydi…

    ***

    Düzensiz yaşama ve arşivsiz çalışmam nedeniyle unuttuklarım muhakkak ki vardır; affola…

    Yalçın Okut

    31 Aralık, 2012, Kıbrıs