Öne Çıkan

SOSYAL İNSANIN ÖYKÜSÜ

2006-2011 yılları arasında ortağı ve yöneticisi olduğum Sosyal İnsan Yayınları o yıllar boyunca Kıvılcımlı yayıncılığında önemli görevler üstlendi. 2011 yılında ayrılmak zorunda bırakılmam sonrası o yayınevi ile ilgili anılarımı e-kitap halinde yazmak ancak 2023 yılında olabildi. Olanları olduğu gibi yazmaya çalıştım. Eksik ve yanlışlarım varsa ilgili kişilerle tartışmaya ve düzeltmeye hazırım. Metnin içinde kimleri muhatap aldığım açıkça yazılı. İlgili olmayanlar sataşmasınlar.

YALÇIN OKUT’UN SEMPOZYUMA SUNACAĞI “Kıvılcımlı’nın Kıbrıslı devrimciler üzerindeki etkisi Ya da: NASIL ‘DOKTORCU’ OLDUK?..” BAŞLIKLI YAZISI

kutlama ve teşekkür…

Yalçın Okut

Kimden:yalcinokut@yahoo.com
Alıcı:akale955@yahoo.com
2 Eki 2009 Cum tarihinde 15:52 saatinde

Ahmet Arkadaş,

Ne zamandan beridir temas kurup çalışmalarınızı kutlamak istiyordum. Fakat İnternet cafe’lerde çocukların savaş oyunları çığlık ve şamataları arasında konsantre olmak ve çalışmak kolay değil. Bizim gazetede ise sadece üç bilgisayar var; onları da boş yakalayabilirsen yakala… Editörümüze kaç kez söyledim, bir bilgisayar daha al diye. Bir kulağından girdi bir kulağından çıktı hep. Hakkaten bütün editörler böyle cimri mi?..

Her neyse… Çok geç olmakla birlikte bir kablosuz İnternete erişim aparatı edinebildim. O da bazan ulaşıyor, bazan ulaşmıyor, ayrı konu. ‘Psefto Gratos’ta yaşamanın dezavantajları diyelim…

‘Psefto Gratos’ Kıbrıslı Rum yurttaşlarımızın KaKaTeCe’ye taktıkları isimdir. ‘Psefto’=yalancı, Gratos, malûm, devlet: Sahte Devlet…

Sahte Devlet demekte haksız da değiller hani… Türkiye dışında hiç bir ülke tanımıyor; o bir yana BM Genel Kurulu’nda da tanınmaması yönünde alınmış karar var. Denktaş ve yandaşları 35-40 senedir Sarayönü’ndeki Dikilitaş’a bakarak nutuklar irad ettiler; kendi kendilerine gelin-güvey oldular, dünyaya meydan okudular… Tabii, Türk Gladiosundan aldıkları güçle. Ama hepsi fasa fiso… (Sarayönü bizim Lefkoşa’nın -Türk kesimindeki- ana meydanıdır. Sömürge döneminden kalan mahkeme binaları ve diğer idari binalar o meydanın etrafındadır; adını oradan alıyor. Tam ortasında da 15-20 metre yüksekliğinde bir Venedik Sütunu vardır. Venedikliler adaya hakim olunca o sütunu ta Mağusa yakınlarındaki antik Salamis harabelerinden taşıyıp egemenliklerinin simgesi olarak o meydanın ortasına dikmişler. Allahtan Osmanlılar adayı fethedince o Venedik Sütununu yıkmamışlar… Halk ağzında adı Dikilitaş’tır. Türkiye’deki “Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyişi, Kıbrıslı Türklerin ağzında “Anlat derdini Dikilitaş’a”dır.)

Konuyu dağıtmayayım ama durumumuz, Kıbrıslı Rum yurttaşlarımızın Sahte Devlet deyimlendirmelerinden de daha vahimdir. Sivil ve fakat bir “Arş yiğitler vatan imdadına” işaretiyle orduya katılmaya hazır en az 100 bin bön yargılı ‘yeni KKTC’li yanında, 40 bin üniformalı asker ve o kadar değilse bile bir polis teşkilatı ve MİT’in örtüsü olan bir Sivil Savunma Teşkilatı vardır. Biz, Afrika gazetesinde yazan bir grup arkadaşın dillendirdiği gibi, bir “Mandıra”da, ya da “Türk Derin Devleti’nin Arka Bahçesi”nde rehine alınmış durumdayızdır.

Rum yurttaşlarımız, çok kanlı 74 savaşında çok can, mal ve namus (ırza tecavüzler) ve göçmenlikler yaşamış olmalarına karşın, bir anlamda ‘yırttılar’; ekonomilerini ve yaşam standartlarını Paris düzeyine çıkardılar. Tabii, bu başarıyı, Denktaşgil tayfesinin iddia ettiği gibi, salt ‘dış yardımlar’larla değil, deyim yerindeyse, ‘eşşekler gibi çalışarak’ başardılar. 100 bin civarında Kıbrıslı Rum emekçi Arap ülkelerinden Afrika, Avustralya, Avrupa, ABD, Kanada vb. ülkelere gidip çalıştılar ve kanlı 74 savaşında göçmen düşüp her şeylerini yitiren ailelerine para gönderdiler. Bu hesapça, yaşam standartlarını Paris düzeyine çıkarmalarının temelinde yine işçilerin, emekçilerin emek-gücü yatmaktadır. ‘Demokrasi’leri de bizden kat kat daha ileridedir, diyeceğim ama bizde demokrasi mi var ki?.. Türkiye’deki bütün lumpen-proleterler akın akın buraya geliyor; pasaportsuz, sadece kimlikle giriş serbest bırakıldıktan sonra… Onlar lumpen de olsa, en ağır ve pis işleri yapan proleterlerdirler, hoş görebiliriz, görmeliyizdir de; bir de en güzel sahillerimizin kendilerine peşkeş çekildiği Kârhane-Kerhane-Kumarhane sahibi Ülkücü Mafia bozuntuları vardır. Ve en büyük problemlerimiz de onlarladır. Bir de, Polis Genel Müdürlüğü’nün askeriyeye bağlı olması ve KT Merkez Bankası Müdürü’nün hep Türkiye’den, Türkiye’li biri olarak atanması ve bu dayatma durumumuzu özetler sanırım…

Neyse, dağıttım yine, bağışla…

Emeklerinizi izliyorum, izlemeye çalışıyorum. Sosyal İnsan Yayınları’nı kurmakla çok isabetli bir iş yaptınız. Başta sen ve Haşmet Arkadaş olmak üzere hepinizi candan kucaklar, kutlarım…

Cenk Ağcabay Arkadaşı tanımıyorum, bizden bir hayli genç olsa gerek. Lütfen mahsus selamlarımı ilet ve TKP ve Doktor Hikmet kitabını hayranlıkla, ve Doktor’a yapılan pislikleri-puştlukları okudukça o solucanlara öfkemi daha da artırarak okuduğumu söyle. Ayrıca, Kontrgerilla Kıskacında Türkiye kitabını da istiyorum. Hangi yayınevinden ve ne zaman çıktı?.. Bana gönderdiğin Sosyal İnsan Yayınları seti için canı gönülden teşekkür ederim.

Cenk’in Yalçın Küçük’ü eleştirdiği Magalomania’yı henüz okumadım, zaten kitaplar geleli daha 3-4 gün; şu anda Edebiyat-ı Cedidenin Otopsisi’ni okumaktayım. Ama Megalomania’nın da çok iyi bir çalışma olduğu bölüm başlıklarından bile belli. Ne var ki, Cenk’in biyografisi hakkında Megalomania’da hiçbir bilgi yok, TKP ve Doktor Hikmet kitabında da çok sınırlı. Tamam, biz Ustamızdan hep Tevazuyu örnek alıyoruz ama, gerekli bilgiler gerektiği kadar verilmemeli mi?..

11 Ekim’de gelip gelemeyeceğim henüz netlik kazanmadı. Malûm, kahrolası para meselesi…

Doktor’un Kıbrıs’a gelmesinden önce burada AKEL’le yaşanan bir pasaport meselesi var. Yazdım, ancak yayınlamaktan vazgeçtim; ama sizlere anlatmakta yarar, hatta zorunluluk var. Yayımlamaktan vazgeçtim çünkü her şeye rağmen, bütün eleştirdiğimiz yanlarına rağmen AKEL stratejik müttefikimizdir. Kaldı ki, koskoca Sosyalist Anavatan’ın ve “Abi Parti” SBKP’nin Doktora yaptıkları yanında AKEL’inki ne ki… Ha, eğer ki Doktor Türkiye’den çıkmadan Sıkıyönetim tarafından yakalansa ve yine işkencehanelere atılsa ve kuvvetle muhtemel, o hasta haliyle o işkencehanelerde öldürülseydi, o zaman iki elimiz AKEL yöneticilerinin de SBKP yöneticilerinin de yakasında olurdu. Gerçi, SBKP Doktoru Laz İsmail yılanının bir yalanı üzerine Doğu Berlin’den Batı’ya püskürtmekle ölümünü çabuklaştırdı ama diğer birçok ülkedeki sağlam komünistlere de, örneğin Yunan İç Savaşı’ndaki muzaffer ve kahraman gerilla liderlerine aynı şeyi yapmadılar mı?..

Kıbrıs’ta, sömürge yıllarında Türk ve Rum emekçiler 1 Mayıs gibi etkinlikleri ortak kutluyorlardı. O ortak kutlamalar en son 1 Mayıs 1958’de yapılmıştı. Ondan sonra, TMT ve arkasındaki ya da başındaki İstirdatçıların emirleri ile Türk İşçi önderleri vurulmaya başladı ve iki toplumun emekçileri terörle birbirlerinden kopartıldı. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra kapılar/duvarlar açılınca, biz bir grup Kıbrıslı Türk 1 Mayıs’ı Güney’deki yoldaşlarımızla birlikte kutladık. Ve o gün ağladım… Evet ağladım…

O gün PEO (Tüm-Kıbrıs Sendikalar Federasyonu) binasındaki konuşmalardan sonra, sloganlar-şarkılar-türküler-marşlarla şehrin merkezindeki Elefteria (Özgürlük) Meydanı’na yürüdük. Elefteria Meydanı’ndaki konuşmalar esnasında yan tarafımızda EDON (AKEL’in Gençlik Kolları) vardı ve seslerinin en gür tonuyla: “İ Turkokiprei İne Adelfi Mas – Kıbrıslıtürkler Kardeşlerimizdirler” sloganını atıyorlardı… 45 seneden sonra yine beraberdik ve bizleri bağırlarına basıyorlardı… İnsan duygulanmaz mı, ağlamaz mı?.. Üstelik de, bu sloganı, Faşist Darbenin, arkasından da Türk işgal ve istilasının başladığı 74 Temmuzundan beri atıyorlar; kendi faşistlerine inat…

Hepinizi candan kucaklarım…

Başarılar dilerim…

YALÇIN OKUT’UN SEMPOZYUMA SUNACAĞI “Kıvılcımlı’nın Kıbrıslı devrimciler üzerindeki etkisi Ya da: NASIL ‘DOKTORCU’ OLDUK?..” BAŞLIKLI YAZISI

Yekten ve kestirmeden söyleyeyim, biz Kıbrıslı öğrencileri Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile Fuat ve Latife Fegan tanıştırdıydı. Daha da ötesi, bizim ‘Doktorcu’ olmamızı sağlayan Fuat idi.

Fuat da, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü’nde okurken tanımış Dr. Kıvılcımlı’yı. Sene 1960’lı yılların ikinci yarısının başlarında ve ortalarında…

Sadık Göksu’nun, Kuvayı Milliye dergisinde (sayı 21, 2/2000) yazdığı: “Fuat Fegan’ın ‘Kıvılcımlı Bibliyografyası’nın Eleştirisi, Düzeltmeler ve Açıklamalar” başlıklı yazısından öğreniyoruz ki, Fuat Fegan ile Sadık Göksu aynı fakültede sınıf arkadaşıydılar. Ve yine S. Göksu’nun ifadeleriyle, Fuat Fegan Sadık Göksu’ya kızgınmış, kendisini Doktor Hikmet Kıvılcımlı ile niye tanıştırmıyor diye…

Biz Kıbrıslılar biliyoruz ki, Fuat’ın daha liseyi bitirir bitirmez, hatta belki de lise yıllarında da AKEL ile sıcak ilişkileri vardı.

Liseyi bitirince bir sene Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışmıştı, benim dayımın oğlu Mehmet Kaya ile birlikte. İkisinin de Rumcaları da İngilizceleri de çok iyi idi.

İstanbul’da tanıştığımızda ve müteakip yıllarda kendisine dayımın oğlu Mehmet Kaya Abi’nin selâmlarını ilettiğimde, “Evet onun da Rumcası çok iyiydi, ama benimki daha iyiydi” demiş ve eklemişti: “Ben Leymosun limanında gümrük memuru olarak çalışırken, gelip giden Rumlarla bir saat boyunca Rumca konuşurdum ve Türk olduğumu anlamazlardı. Bir saati aşkın sohbetlerimizde arada bir, bir dilbilgisi hatamı yakaladıkları zaman Türk olduğumu anlarlardı” demişti.

İnanıyorum.

Benzer anlatımları dayımın oğlu Mehmet Kaya Abim’den de dinlemiştim.

Bu da bir meziyet. Dil çok önemli…

***

Fuat Fegan, İstanbul’a üniversiteye hangi yıl gitti anımsamıyorum. Ama Londra’ya sık sık gidip gelmekte olduğunu biliyorum.

1965’te, AKEL Merkez Komitesi tek Türk üyesi Derviş Kavazoğlu’nun yoldaşı Yorgos Mişaulis ile birlikte hain bir pusuda çapraz ateşe tutularak alçakça katledilmelerinden sonra yeni bir MK üyesi seme/atama gündeme gelmişti. (O fotoğrafı görenleriniz hatırlayacaklardır; arabada kanlar içinde kucak kucağa – Türk ve Rum emekçi kardeşliğinin trajik simgesi)…

O kahpe pusu ve o hain cinayetten sonra AKEL, Fuat’a çağrı yapmıştı: “Gel, kahpece katledilen yoldaşımız Derviş Kavazoğlu’ndan boşalan AKEL Merkez Komitesi Türk üyeliğini sen devral” diye.

Bana bunu Fuat anlatmamıştı, o nedenle ne kadar doğru olduğunu bilmiyorum.

Bana bunu TMT tarafından katledilecekler listesine konan ve bu nedenle İngiltere’ye kaçmak zorunda kalan AKEL’in ‘eski tüfek’ Türk üyeleri anlatmıştı.

Yine aynı ‘eski tüfek’ler, Fuat’ın bu teklifi kabul etmemesini: “AKEL’in Enosis [Yunanistan’a ilhak] politikasını benimsemediği”nden dolayı diye izah etmişlerdi…

Ben bu yoruma bir faktör daha eklenmesi gerektiğini düşünüyorum: Fuat, İ.Ü. Edebiyat Fakültesi’nde felsefe okurken tatillerde Londra’ya gider, orada çalışır ve tabii bu arada Londra’daki AKEL’ci Kıbrıslı komünistler ile de görüşürdü.

Herhalde, AKEL’in Enosis politikalarına katılmamakla birlikte, o öneriyi kabul etmemesinde İstanbul’da Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile tanışmış olmasının ve o derya-deniz Usta’nın yanından uzaklaşmak istememesinin de rolü vardır.

Yoksa, AKEL’in teklifini kabul eder, AKEL Merkez Komitesi Türk Üyesi olarak gider Londra’da kekâ bir hayat yaşayabilirdi…

Tercih etmedi…

Ve İstanbul’a dönüp Latife Ablamızla evlendi. Bir sürü riski göze alıp Doktor’un yanında kalmayı yeğledi.

***

Yine kendisinden dinlemiştim: İsmet Abi’nin başkanlığındaki YİS o günlerde çok büyük grevler gerçekleştiren çok önemli bir sendika idi. Birçok devrimci genç YİS’in Cağaloğlu’ndaki merkezine gidip geliyorlardı. Tabii, Fuat da gidiyordu. Birkaç kez ben de gitmiştim, Fuat’la buluşmak için.

“Bir baktım” dedi Fuat, “Doktor oradaki eski bir daktiloda iki parmakla eski Türkçe’deki el yazmalarını Türkçe’ye çeviriyor ve yazmaya çalışıyor.”

“E, ben on parmak daktilo yazan bir insan olarak, Hocam, bırak ben yazayım” demiş ve Doktor’un el yazmalarını yeni yazıya kazandırma safhası da öyle başlamış…

1968-69 yılıydı. Biz sosyalist öğrenciler, İstanbul Kıbrıslı Türk Öğrenciler Derneği seçimini ezici bir çoğunlukla kazanmıştık.

Bir süre sonra Fuat Fegan elinde Doktor’un 1967’de çıkardığı Sosyalist gazeteleri demeti ile öğrenci derneğimize gelmiş ve uzun bir sohbetten sonra o gazeteleri Derneğe armağan etmişti.

Aynı yıllar, herkes biliyor, 68 Ayaklanması yıllarıydı. Dev-Genç’li olmayanımız yok gibiydi.

67 yılında yayımlanan Sosyalist gazetelerini okuduktan sonra da artık Doktorcu olmamak mümkün müydü?..

Doktor’un Tarihsel Maddecilik Yayınları’nda çıkardığı kitaplarını almaya ve okumaya başladık. Bir yandan da her gün işgaller, grevler, yürüyüşler, mitingler ve: “Ho, Ho Chi Minh, İki Üç Daha Fazla Vietnam; Ernesto’ya Bin Selam!” yıllarıydı…

Anımsıyorum, Doktor’un Tarih-Devrim-Sosyalizm eserini okuyor, okuyor ve fakat anlamakta zorlanıyorduk. Emperyalizm – Geberen Kapitalizm eseri ise nispeten daha kolayımıza geldiydi.

Derken, İşsizlik ve Pahalılıkla Savaş Derneği’nin etkinlikleri… Aynı dönemde, Aksaray-Langa’da Doktor’un Dev-Genç Seminerleri dizisi gerçekleştiriliyordu. Artık bir yanımız Dev-Genç’ti, bir yanımız da Doktor’cu idi…

Doktor’un muayenehanesini taşımak…

Yine Fuat haber saldıydı anımsadığım kadarıyla. “Doktor muayenehanesini bizim eve taşıyacak, yardımcı olur musunuz?..”

Fadıl Çağda, Hasan Hakkı ve ben koşarak gittikti. Aslında taşınacak fazla bir şey de yoktu ya; taşınma taşınmadır… Bir masa, birkaç koltuk, bir hasta muayene kanepesi, bir kitaplık vs…

Güle oynaya taşıdıktı. Bu noktada, unutamayacağım şeylerden biri de, Doktor’un evinde buluştuktan sonra, muayenehanesine giderken yetmişine merdiven dayamış bir adamın adımlarına yetişmekte zorlandığımızdı; o kadar çevikti ve o yaşta o kadar hızlı yürüyordu. Zaten birçok yazısında ve kitabında da var ya: ‘yapacak çok iş var, acele etmeliyiz psikolojisi’; o hesap…

Taşıma faslından sonra, evinde Emine Hanım’ın pişirdiği bir öğle yemeği yedikti. Tabii Latife ile Fuat da vardı; ne de olsa onların evine taşınmıştı Doktor. Fuatlar, öndeki salonumsu odayı kendisine muayenehane ve çalışma mekânı olarak hazırlamışlardı; eşyalarını oraya taşıdıktı.

Yemekte sohbet ederken, arkadaşlardan biri duvarlardaki Kybele benzeri küçük biblovari el işlerini sormuştu. Kırşehir Zindanı’nda yaptığını söylemişti; ‘ekmek içinden’ diye de eklemişti.

Ben aptalca bir soru sordumdu:

–“Niye ekmek içinden Hocam?”

–“Başka bir şey vermiyorlardı ki, evlat” demişti.

O gün yemekte sohbet ederken, yine Kırşehir Zindanı’nda yaşadığı kargalarla ilgili bir anısını da anlatmıştı. Taze yumurta yiyebilmek için birkaç tavuk besliyormuş. Bir süre sonra, yumurtalar kaybolmaya başlamış. Olacak iş değildi, koskoca duvarlarla örülü hapishanenin küçük bir avlucuğundan yumurtaları kim çalabilirdi ki?..

Durumu takibe almaya başlamış. Tavuklar her yumurtlamadan sonra ortalığı velveleye veriyorlar ya, hemen iki karga gelip duvara tünemekteymiş. “Bu yezit kargalarda bir tür kolektif aksiyon da var” demişti. “Kargalardan biri aşağıya yumurtayı kapmaya inince, diğeri duvarın tepesinde bekçilik yapıyordu. Beni görünce de graklayarak diğerine haber veriyordu.”

Doktoru tanıyanlar benden daha iyi bilirler. Çok konuşmazdı, ama konuşmaya başlayınca da sohbetine doyum olmazdı.

TÖS’ün İstanbul salonunda verdiği Finans Kapital ve Türkiye konferansında salonun tıklım tıklım dolu olduğunu çok net olarak anımsıyorum. Zaten, o yıllarda hangi konferansı tıklım tıklım dinleyici ile dolmuyordu ki?..

Keşke daha çok tanıma fırsatımız olsaydı…

***

Tabii, biz Kıbrıslıların bir de Kıbrıs Sorunu ‘Belâmız’ vardı; bir yandan da onunla ilgilenmeli, ona da yoğunlaşmalı, o baş belâsına karşı da mücadele etmeliydik.

1970 senesinde Makarios’u öldürmek için helikopterine ateş açılmış, fakat pilot yaralanmış olmasına karşın helikopteri yere indirmeyi başarmış, böylece Makarios mutlak bir ölümden kurtulmuştu.

Makarios’un SSCB ve Üçüncü Dünya Ülkeleri ile geliştirdiği iyi ilişkiler ve Tito, Nehru, Nasır’la birlikte bloksuzlar grubunun liderleri arasında yer alması bizde kendisine karşı bir sempati uyandırıyor, TMT ve EOKA (ve arkalarındaki Gladio’lar) tarafından darbelenen Kıbrıs Cumhuriyeti’ne daha çok sarılmamıza yol açıyordu.

Helikopterine ateş açılması olayından sonra, Fuat’ın da katıldığı çok uzun süren bir toplantı yaptık ve Makarios’a ‘geçmiş olsun’ diyen bir telgrafı çekme kararı aldıktı. Ne de olsa, Kıbrıs’ın seçilmiş Cumhurbaşkanı olarak bizim de Başkanımızdı ve hayatına kastedilmişti…

“Ekselansları, hayatınıza kastetmek isteyen menfur suikast girişimini şiddetle protesto eder, sağlıklar dileriz” mealinde bir telgraf metni hazırlandı ve iki arkadaşımız, Fadıl Çağda ve Turhan Korun Sirkeci’deki merkez postaneye gidip telgrafı çektiler. Anımsadığım kadarıyla, bizlere teşekkür eden kısa bir cevap göndermişti.

Fakat olay gerici çevrelerde büyük bir tepkiye yol açmıştı. Nasıl olurdu, çoğu TC bursu ile okuyan Kıbrıslı Türk öğrenciler, Türkiye ile kavgalı olan “Kahpe Papaz”a geçmiş olsun diyebiliyorlardı?.. Tiz tedbir alınmalı, bu fesadın elebaşlarına hak ettikleri bir ceza verilmeliydi… Kıbrıs Türk Liderliği tarafından 30-35 kişilik bir ‘elebaşılar’ listesinin Türkiye’den atılmaları için MİT’e gönderildiği şeklinde duyumlar alıyor fakat ihtimal vermiyor ve aynı hızla çalışmaya devam ediyorduk.

***

Fuat Fegan’dan da, Fadıl Hasan (Çağda’dan) da dinlemiştim: Fadıl arkadaşımız, bir gün: ‘Hocam Kıbrıs konusunda ne düşünüyorsunuz?’ diye sormuştu da Doktor’un yanıtı çok kısa olmuştu: “Kıbrıs’ı bölecekler” demişti.

Öngörüsü -bu konuda da- doğru çıktı. Böldüler… Henüz daha Taksim resmen ilan edilmemişse de adamızı fiilen böldüler…

Yine Fuat Fegan’dan dinlemiştim: Doktor Kıbrıs’a özel bir ilgi duyuyor ve Makarios’u yakından izliyordu. Nitekim 1963 çatışmaları başlayınca, Yeşil Hat’tın güneyinde Rum tarafında bulunan Kıbrıs Cumhuriyeti Devlet Hastanesi’nde mahsur kalan Türk hemşireleri kendi korumasına alarak bir gece sarayında barındırmasını, ertesi gün de bizzat kendisinin o kadınları sınıra kadar sağ-salim getirip Türk makamlarına (veya, güya arabuluculuk yapan İngilizlere) teslim etmesini Doktor bir yazısında kısaca zikretmiş; ve Makarios için ilginç bir devlet adamı demişti.

Şimdi bana: bul, söyle; nerede ne zaman yazdı Doktor bu satırları diye sorarsanız, açıkçası hatırlayamam, ama polisin SBF yurdunu bastığı ve öğrencileri hunharca dövdüğü tarihten hareketle bulunabilir.

Muhtemelen, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ni ikinci kez çıkardığında ilk sayılarından birinde idi. O günlerde, polisin SBF yurdunu basıp oradaki öğrencileri eşşek sudan gelinceye kadar dövdüğünde, çok feci bir dayak yiyenlerden Kıbrıslı bir genç kızın ertesi gün Günaydın gazetesinde, “Bize Rumlar bile bu kadarını yapmadı” figanı üzerine yazmış olacak.

***

Kıbrıs’a kesin dönüş yaptığımdan epey bir zaman sonra, vaktiyle Günaydın gazetesinde “Rumlar bile bize bu kadarını yapmadı” sözleri çıkan kişinin ablası ile tanıştımdı. Kendisine bana kız kardeşini tanıştırmasını, kız kardeşi ile röportaj yapmak istediğimi söylemiştim de, “Bırak Yalçın karıştırma o eski defterleri, o eski acıları” demişti.

Karıştırmadım…

Ama görüldüğü gibi, zaman zaman yine önümüze çıkıyor o eski defterler ve o acılar…

Çünkü anımsıyorum: Doktor, diğer Türkiyeli öğrenciler gibi feci şekilde dövülen o Kıbrıslı kızın Günaydın gazetesinde çıkan figanlarından alıntılar yaparak: “Sınıfsal kinin ne kötü bir kin olduğundan haberdar değil bu Kıbrıslı genç kız” mealinde bir yorum yapmıştı.

SOSYALİST gazetesi afişlemesi…

SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’nin ikinci kez yayın hazırlıkları sürerken biz Kıbrıslılar -bizim Sirkeci’deki Kıbrıslı öğrenciler yurdumuza da çok yakın olduğundan – Orhan Müstecaplı’nın Cağaloğlu’nda bodrum katındaki o dehliz gibi mekânına gidip geliyorduk.

Daha, ‘SOSYALİST – Düşünce ve Davranış Gazetesi’ çıkmadan önce, yaz tatili günlerinde, Fadıl (Çağda), Hasan (Hakkı) dostlarım ve ben, İTÜ Taşkışla binasının iç bahçesinde bir afiş basmıştık serigrafi tekniğiyle ve Kıbrıs’a göndermiştik. Dev-Genç’in simgesi haline gelen yumruğu sıkılı o genç afişini kopya etmiş ve Kıbrıs’a göndermiştik.

Biz o tekniği bilmiyorduk. O tekniği bilen İTÜ’den Şafak Morgül arkadaşımız hem bize o tekniği öğretiyor, hem de yardımcı oluyordu. Açıkçası, baskıyı kendisi yapıyor, biz de bastığı afişleri kurusunlar diye bahçeye seriyorduk.

Şanlı 15-16 Haziran Direnişi’nin ertesi haftalarıydı ve Sıkı Yönetim vardı. Şafak o Şanlı Direnişte tutuklanmış fakat kısa bir süre sonra serbest bırakılmıştı. O Şanlı Direnişte -anımsıyorum- Latife Fegan da tutuklanmıştı. Emel (Fuat’ın kız kardeşi) de kışlaları gezip gezip yengesi Latife’yi arıyor ve bir türlü bulamıyordu. Akşam saat 8’den sonra da sokağa çıkma yasağı getirilmişti…

***

Hiç unutmuyorum, o gün İTÜ Taşkışla binasında Şafak o afişleri serigrafi tekniği ile basmaya başladığında, besmele diye, işe: ‘Marks-Engels-Lenin Adına..’ diyerek başlamıştı… Hayır, biz Marksist Kıbrıslılarda besmele olayı yoktu (Kıbrıslı genç kuşakta din olayı sönümlenmiş gibiydi) tabii de, Şafak Morgül dostumuzun o söylemi çok hoşumuza gitmişti doğrusu…

Şafak çok yetenekli ve de çok şakacıydı. İçerden yeni çıktıydı ya, arada bir: “Gidin, ön kapıya bir göz atın, ‘Aynasızlar’ gelip de bizi enselemesinler” derdi. Biz de gidip ön kapıya bakardık. Dönünce de raporumuzu verirdik: “Aynasızlar yok Şafak, sen afişlerimizi basmaya devam et!…”

***

Aynı günlerde, biz Kıbrıslı öğrenciler derneği olarak, Doktor’un ‘Diyalektik Materyalizm – Gerçek Bilim’ kitapçığını daktilo ederek İTÜ Öğrenci Birliği’nin teksir makinesinde çoğaltıp dağıtmaya başladıktı. Kapağına da yayıncı olarak derneğimizin adını yazdıktı… Vay, sen misin o zararlı, o hain broşürü basıp dağıtan?.. İki gün sonra polis öğrenci yurdumuza geldi, Fadıl arkadaşımızı alıp götürdü. Bir araba dayak!…

İyi saatte olsunlar, “Bunlar iyice azıttılar; Makarios’a telgraftan sonra, şimdi de en azılı komünistin kitaplarını basmaya başladılar” diye düşünmeye başlamış olacaklardı ki, kısa bir süre sonra: Fadıl (Çağda), Kuydul (Turhan), Saydam (Ahmet), Turhan (Korun), Harper (Vehbi), ve Taner (Galip) Türkiye’den sınır dışı edildiler… 30-35 kişilik liste revize edilerek 6’ya düşürülmüştü.

İki iki yakalanıp kelepçelenerek polis nezaretinde trenle Edirne-Kapıkule sınırına götürülüp oradan Bulgaristan’a şut!..

Biz Dernek olarak sınır dışı edilen arkadaşlarımıza: “İndiğiniz ilk tren istasyonundan bize telefon edin, size elimizden geldiğince yardımcı olalım” demiştik. Çünkü Fadıl arkadaşımızın bütün ısrarlarına rağmen polis, yurdumuza gelip paltosunu almasına bile izin vermemiş ve kış aylarının o kırıcı soğuğunda Fadıl’ı paltosuz trene atıp götürmüştü; ki, Sirkeci’deki Kıbrıs Öğrenci Yurdu ile polis merkezi Sansaryan Han arasındaki mesafe sadece 300-400 metre idi…

Fadıl, Kuydul, Saydam, Turhan, Taner ve Harper sınır dışı edildikten sonra derneğimizin bütün sorumlulukları bana, Bektaş’a ve Şefik’e ve tabii çevremizdeki diğer değerli arkadaşlara kalmıştı…

O yıllarda: “Ankara’da Hakimler var”dı!..

Ve biz çok değerli hukuk hocalarının örneğin daha sonra faşistler tarafından katledilecek olan Muammer Aksoy Hoca’nın da gönüllü yardımlarıyla Danıştay’da yürütmeyi durdurma davası açtıktı; hükümetin bu adaletsiz, haksız ve gerekçesiz kararının iptali için.

O çok değerli hukuk hocalarımızın gönüllü müdahaleleri ve çok değerli insan Av. Niyazi Ağırnaslı’nın savunmalarıyla o davayı kazandıktı da… Fakat “anavatan” Türkiye’den sınır dışı edilen “yavru vatan”lı arkadaşlarımız Avrupa’da evsiz-barksız-parasız dolanırlarken Ankara’da Danıştay’daki dava sürecini nasıl izleyebilirlerdi ki?..

What a fucking coincidence…

‘What a fucking coincidence’ der İngilizler bu gibi durumlarda. ‘Ne boktan bir raslantı’ diye çevrilebilir.

Şeytan Puşt!.. O günlerde Türkiye’de Kolera hastalığı çıktıydı. Her ne kadar, ilgili yetkililer: “Hayır, bu kolera değil, para-koleradır” diye yalan açıklamalarda bulunmuşlardıysalar da, o yaygın hastalığın ‘para-kolera’ değil, doğrudan Kolera hastalığı olduğunu hepimiz biliyorduk ve de suları iki kez kaynatarak içiyor ya da yemeklerde kullanıyorduk…

Ve Bulgaristan makamları Türkiye’den giden trenlerden hiç kimsenin inmesine izin vermiyorlar, yasaklıyorlardı… Bu nedenle de o trenlerden birinde sürgüne gitmekte olan Kıbrıslı arkadaşlarımız Sosyalist-Dost Bulgaristan’da trenden inememişler, burun kıvırdığımız Yugoslavya’da inebilmişlerdi…

Gerçekten de: ‘What a fucking coincidence!..’ Aynı günlerde hem sınır dışına atılma trajedisi, hem de kolera vakası…

Dr. Kıvılcımlı’nın Kıbrıs’la ilgili trajik hikayesi…

Fuat, 12 Mart Darbesi üzerine İstanbul’dan Ankara’ya gitmiş ve kardeşi Ali Fegan’ın da yardımlarıyla kendisini Kıbrıs’a zor atmıştı.

Biz de o günlerde Kıbrıs’a seyahat ederken Hacı Bekir lokum paketlerindeki lokumların altında Doktor’un el yazmalarını Türkiye polisinden kaçırıp-kaçırıp Kıbrıs’a aktarıyorduk…

Kıbrıs’ta Fuat’la görüştüğümde anlatmıştı o trajik hikâyeyi…

Fuat’ın yukarıda da değindiğim gibi AKEL (Kıbrıs Komünist Partisi) ile iyi ilişkileri vardı.

Doktor’u Türkiye’den çıkarmak/kaçırmak gündeme gelince AKEL’e gitti ve Doktor adına hazırlanacak bir pasaport istedi.

“Bakalım, görüşelim, sana haber veririz” demişler…

Fakat o “bakalım-görüşelim” sözleri sonun başlangıcıydı…

O her şeyi dumura uğratan kaskatı mekanizma yine işlemiş; ve küçük bir ülkenin partisi olan AKEL yöneticileri, yukarıdaki ‘Abi Parti’ SBKP’ye telefon açıp sormuş: “Şu şu isimdeki Türkiyeli bir komünist bizden pasaport istiyor, ne diyorsunuz?”

Yukarıdaki ‘Abi Parti’ de o günlerin bürokratik mekanizmaları içinde ‘kardeş parti’ TKP’ye sormuş: kimdir bu adam diye…

Moskova, Berlin ve Varşova’yı ‘babasının çiftliği’ yapmış bulunan Laz İsmail de: “Biz onu fi tarihinde partiden ihraç etmiştik; o ajan provokatördür” diye rapor yazmış…

Bunun üzerine, ‘Abi Parti’den AKEL’e: “İlgili şahısa pasaport hazırlanmasın” talimatı gitmiş…

Hatta dahası: “Sen Bulgarlar’a git” denmiş, “onlar bu konuda daha uzmandırlar” da denmiş…

Ölür müsün, öldürür müsün deyişinin yeri tam da burası olsa gerek!..

***

Müteakip yıllarda Moskova’da yine rutin Uluslararası Komünist Partiler toplantısı vardı. O toplantıya Kıbrıs’tan giden AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu bir ara Zeki Baştımar’a sormuş: “Neydi o, Dr. Kıvılcımlı adlı birinin bizden pasaport istemesi ve reddedilmesi olayı” demiş.

Zeki Baştımar da: “Bırak canım, o Laz’ın bok yemesiydi” demiş…

Meğerse o günlerde -göçmen- TKP Genel Sekreteri Zeki Baştımar tatildeymiş de yerine Laz İsmail bakıyormuş; o raporu Laz İsmail yazmış…

O, Uluslararası Komünist Partiler toplantısından sonra Kıbrıs’a dönünce Fuat’a haber salmış AKEL Başkanı Ezekias Papayuannu: “Arkadaştan özür dileriz” diye… Fakat çok geç idi tabii…

Bütün bunlar Fuat’ın bana anlattıklarıydı, daha ben İsveç’e gitmeden önce, gerek Kıbrıs’ta gerekse İstanbul’daki sohbetlerimizde.

1974 sonlarında, önce Almanya’ya sonra da İsveç’e gittiğim zaman Sovyetlere bakışın çok daha farklı boyutlarda olduğunu müşahede ettimdi.

TDF örgütlenmesi de ki küçümsenemeyecek bir örgütlenme idi; Sovyetler Birliği’ne o bakış açısı etkisinde ve çerçevesinde gelişmiş ya da o çerçeveye kilitlenmişti…

***

Kıvılcımlı’nın Ahmet Usta (Camuşcuoğlu) ve Orhan Aksungur’la birlikte o küçük tenkecikle Kıbrıs’a çıkması hikâyesini Yol Anıları’ndan herkes bilir de Doktor her şeyi yazmamış.

Kıbrıs’a vardığında, Makarios hükümeti, “düşmanımın düşmanı dostumdur” reel politikerliği ile “Dilediğin kadar Kıbrıs’ta kalabilirsin” demiş. Ve bizzat Makarios kendi talimatıyla dönemin en iyi cerrahlarından Dr. Bibis adlı Rum doktor müdahalesini sağlamış. Dr. Bibis kanser illetine çare olamazdı tabii de, en azından yeniden azmış bulunan kanama ve ağrılarını geçici bir süreliğine olsa da dindirmiş.

Makarios hükümetinin “dilediğiniz kadar kalabilirsiniz” teklifini Doktor’un kabul etmemesi, o her zamanki ‘düşmana açık vermeme’ tedbirliliğine bağlayabiliriz. Yoksa dönemin en gerici gazetelerinden Tercüman’da: “Biz demedik mi haindir diye, işte gitti Kahpe Gâvurlara, Kızıl Papaz’a sığındı” manşeti tahayyül edilebilir…

Ve kanamaları durdurulduktan sonra aynı teknecikle Suriye’ye müteveccihen yeniden yola koyulma…

O günlerde Fuat’la niye Kıbrıs’ta buluşamadılardı, bilmiyorum; ya da hatırlamıyorum. Ama öyle bir durum yaşanmıştı: Doktor güney Kıbrıs’tan Fuat’ın evine telefon açar. O sırada Fuat evde değil. Telefonu babası açar. Doktor: ‘Fuat’la görüşmek istiyorum’ der. Fuat’ın başına bir belâ geleceği hatta öldürüleceği tedirginlikleri içinde yaşayan baba, ‘Kim arıyor?’ diye sorar. Doktor, yine o tedbirlilik içinde: ‘Ben babasıyım’ demesin mi?..

Tam baltayı taşa vurmak diye buna denir herhalde…

Ve baba, Fuat’a öyle bir telefondan uzun zaman hiç söz etmez. Böylece Kıbrıs’ta buluşamazlar.

İzleyen günlerde Rumca gazetelerde fotoğraflarıyla birlikte çıkan haberleri okuyunca Fuat peşlerine düşüp Suriye’ye gider, fakat orada da buluşamazlar.

Gerisi biliniyor. Suriye’de Sovyet vizesi bekleyişi; fakat Moskova yerine Sofya’ya gönderilişi, Sofya’dan da Doğu Berlin’e ve ‘CIA ajanlarının cirit attığı’ Batı Berlin’e şut!..

Fuat, Doktor’un Kıbrıs’ta kalmak istememesini sadece Türk ırkçılığının istismarı ile açıklayamayız diyordu.

Fuat’a göre, Doktor’un ısrarla Moskova’ya gitmek istemesi, orada TKP tarihini didik didik ederek hesaplaşmak istemesiydi…

***

Düzensiz yaşama ve arşivsiz çalışmam nedeniyle unuttuklarım muhakkak ki vardır; affola…

Yalçın Okut

31 Aralık, 2012, Kıbrıs

KIVILCIMLI’DAN DEVRİMCİ EĞİTİM İÇİN TÜZÜK ve PROGRAM

12 Mart’a gelirken çevresinde toplanan gençlerin eğitimine de önem veren Kıvılcımlı, Kıbrıslı gençlerin önerileriyle, onların da katkısıyla hazırlanan bir eğitim tüzük ve programını düzenleyerek onaylar. Bu tüzük ve programı, o günlerin en yakın tanığı Fuat Fegan’ın notuyla birlikte yayınlıyoruz.
Bu tüzük-program basılı olarak ilk defa 12 Eylül öncesinde çıkarılan Devrimci Derleniş dergisinde yayımlanmıştı. O derginin notunu da yazımıza ekledik.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

“Devrimci Eğitim için Tüzük ve Program”
Yanılmıyorsam 1970 yılı ortalarında idi. Kıbrıslı öğrencilerden Fadıl H. Hilmi, Dr. H. Kıvılcımlı’dan “Eğitim Programı” konusundaki görüşlerini sormuştu. Kıvılcımlı da bazı esasları belirterek bir kitap listesi verdi.
Fadıl H. Hilmi bunları, kendi notlarına dayanarak yazdı ve Kıvılcımlı’ya götürdü. Kıvılcımlı bazı düzeltmeler yaptı. Ortaya, ilişikte daktilo nüshası bulunan: “Devrimci Eğitim için Tüzük ve Programı” çıktı.
İfade bozuklukları vs. Kıvılcımlı’ya ait değil, fakat öz fikir tamamen onundur. (Fuat Fegan)
14.9.1977

“12 Mart öncesi ortaklaşa kullanılan İşsizlikle ve Pahalılıkla Savaş Derneği, Tarihsel Maddecilik Yayınları ve Sosyalist Gazetesi çalışanlarınca ve üyelerce uygulanan Eğitim Program ve Tüzüğünü sunuyoruz. Program ve tüzüğün Dr. Hikmet Kıvılcımlı tarafından kaleme alınıp alınmadığını bilmiyoruz. Hatta üslup bakımından incelendiğinde ona ait olmadığı izlenimini kuvvetlendiriyor. Fakat en azından Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın onayından geçerek uygulandığı kesin olan bu program ve tüzüğü okurlarımıza kazandırmayı görev bildik.” (Devrimci Derleniş Dergisi 8. Sayı, sayfa 6. 8 Şubat 1978)

DEVRİMCİ EĞİTİM İÇİN TÜZÜK ve PROGRAM
Marksist-Leninist eğitim metodu teori, pratik ve örgütü içerir. Militanların eğitilmesini amaçlayıp bu metoda göre uygulamak gerekir.
Üretimin sosyal karakteri ile, üretin araçlarının özel mülkiyeti arasında bir çelişki vardır. Bu çelişki: üretim araçları ile sonuçlarının da sosyalleştirilmesi yolunda çözümlenir. Bu da işçi sınıfının iktidarı ile mümkün olur. Sosyal değişikliği sancısız gerçekleştirme yöntemini öneren, bilimsel sosyalizm öğretisidir. Program bu öğretidir. Bu program: idealist ideoloji aşılanan, emperyalist işbirlikçileri denetimindeki okullarda olduğu gibi pratik hayattan kopuk, birtakım kitapların hâfızlar gibi okunup ezberlenmesi şeklinde uygulanamaz.
Devrimci teorinin sosyal pratikle birleşmesi: Disiplin demek olan örgüt çerçevesinde gerçekleştirildiği ölçüdedir ki, başıbozuk uygulamada keşmekeşlikten, her türlü küçükburjuva komplekslerinden kopulacak, bireye toplum içerisinde güven verecek ve bireyin kendine güvenini arttıracak, ve de insanın insanı horlaması, yerini saygıya bırakacaktır.
İşçi olmıyanların işçi sınıfının ideolojisini işçilerle beraber öğrenmeleri, onlarla organik bağlar kurmaları yönünde adımlar atılmasını sağlıyacağı gibi, işçilere eksik eğitimleri nedeni ile takılacakları noktalarda yardımcı olma imkânını verecektir. Öğrenci ve diğer işçi olmıyanların işçilerle bu eğitim programı çerçevesinde çalışmaları sırasında işçilerin çeşitli işyerlerinden getirecekleri problemlerini tartışıp halli yönünde kararlar almaları, eyleme geçmeleri, bunun yanında yurdun ve dünyanın aktüel konularını da beraberce tartışıp müşterek bir bilince varmağa çalışmaları, işçilerden kalıcı ve gerçek arkadaşlık olan ideolojik arkadaşlar sağlıyacağı gibi, gerçek devrimci olmaya da yardımcı olacaktır. Gerçek Marksist-Leninist eğitim, işçilerin de katılıp beraberce uygulanacak eğitim metodu ile sağlanır.
Eğitim Tüzüğü:
1- Eğitim toplumsal, grup çalışması şeklindedir.
2- Eğitim için 8-12 kişilik gruplar teşkil edilir. Grubun yarısını işçiler, diğer yarısını işçi olmayanlar, – öğrenciler, vs.. – teşkil eder. Toplumun diğer sınıf ve tabakalarından kimselerin de bulunması yararlı olabilir.
3- Grup, eğitim programını gerçekleştirinceye kadar devam eden bir örgüttür. Eğitim programının herhangi bir bölümünü uygulamak için de grup kurulabilir.
4- Grup, kadın-erkek-işçi-öğrenci-esnaf şeklinde heterojen bünyededir.
5- Her oturumda sıra ile değişmek üzere bir başkan seçilir. Başkan oturumu devrimci örgüt disiplini çerçevesinde yönetir.
6- Muhtemel masrafları karşılamak üzere, gruptan bir kişinin sorumluluğuna verilerek, herkesin tam eşit katılacağı bir bütçe oluşturulur.
7- Eğitim sonunda mevcut bütçe devrimci kavgada harcanmak üzere devrimci örgütlerden birine devredilir.
8- Her oturum daha önce tesbit edilen gündemi gerçekleştirir.
9- Her oturumda bir sonraki oturum için bir raportör görevlendirilir.
10- Raportörün görevi: daha önce tesbit edilip tin grupça okunan okuma parçasını zaman kaybına sebebiyet vermemek için özetlemektir.
11- Özetleme yapıldıktan sonra gündem çerçevesinde okuma parçası hakkında tartışma açılır.
12- Tartışmada söz alacaklara başkan sıra ile söz verir. Başkan, biri konuşurken diğerinin konuşmaya karışmasına veya herhangi bir şekilde toplantının disiplinini aksatmasına meydan vermez.
13- Eğitim çalışmasına katılan grup üyeleri tesbit edilen saatte çalışmaya başlarlar. Çalışma, gelmiyenler var diye tesbit edilen saatten sonraya ertelenemez.
14- Katılacak varsa, tek merkeze bağlı ve koordine çalışmak üzere, aynı eğitim bölümünü uygulayan birden fazla grup ta oluşturulabilir.
15- Okuma parçasında açıklık getirilmeyen noktalar tesbit edilir ve bilgisine güvenilen kişilere müracaat edilir.
16- Müşterek problemlerin hallinde eğitim merkezi tarafından gruplar arası özel ortak oturumlar düzenlenebilir.
17- Örnek olarak bir eğitim gündemi şöyle gösterilebilir:
a) Oturum başkanı vasıtası ile gündem tesbiti,
b) Okuma parçasının raportör tarafından özetlenmesi,
a) Okuma parçası hakkında tartışma,
d) İşçi problemlerinin tartışılması,
e) Aktüel konuların tartışılması,
f) Bir sonraki oturum için raportör görevlendirilmesi..
18- Gündemin (d) maddesinde eğitim grubuna katılan işçilerce işyerlerine ait problemler ortaya konur, tartışılır. Gerekli görülen kararlar alınır, ve ona göre eyleme geçilir. Karar alma (e) maddesi için de geçerlidir.
19- Grup eğitim programının bir bölümün bitirmeden diğer bölüme geçemez.
20- Eğitim programının bir bölümünü yapmış kişilerden sıraya göre eğitimini yapmadıkları diğer bölümü yapmak üzere bir grup oluşturulabilir.
21- Marksist-Leninist eğitim programı şu bölümlerden oluşur.
Eğitim Programı:
Bölüm 1.- EKONOMİ POLİTİK
a) Marks: Ücretli Emek ve Sermaye
b) Marks: Ücret, Fiyat, Kâr
c) Nikitin: Ekonomi Politik, s.35-171
d) Lenin/Kıvılcımlı: Karl Marks’ın Ekonomi Politiği
e) Lenin: Emperyalizm, Kapitalizmin En Yüksek Aganas
Bölüm 2.- FELSEFE
a) Engels: Ütopik Sosyalizmden Bilimsel Sosyalizme
b) Engels: L. Feuerbach ve Klasik Alman Felsefesinin Sonu
c) Stalin: Diyalektik ve Tarihî Materyalizm
d) Mao: Teori ve Pratik
Bölüm 3.- SOSYOLOJİ
a) Kıvılcımlı: Marks-Engels Çağı (Bilimsel Sosyalizmin Doğuşu)
b) Kıvılcımlı: Tarih-Devrim-Sosyalizm, s.66-89
c) Kıvılcımlı: Metafizik Sosyoloji Eleştirileri
d) Kıvılcımlı: Sosyete ve Teknik
Bölüm 4.- POLİTİKA
a) Marks-Engels: Komünist Manifestosu
b) Marks: Fransa’da Sınıf Savaşları, 1848-1851
c) Marks: L. Bonapart’ın 18.Brümeri
d) Lenin: Devlet ve İhtilâl
Bölüm 5.- ÖRGÜT
a) Stalin: Leninizmin İlkeleri
b) Lenin: Ne Yapmalı?
c) Lenin: Bir Adım İleri, İki Adam Geri
d) Lenin: Proletarya İhtilali ve Dönek Kautski
e) Lenin: Marksizmin Çocukluk Hastalığı
Bölüm 6.- ÖZEL PROBLEMLER
a) Lenin: Köylü Meselesi
b) Lenin: Ulusların Kendi Kaderlerini Tâyin Hakları
c) Stalin: Marksizm ve Millî Mesele
d) Engels: Almanya’da Köylü Savaşları
Bölüm 7.- TÜRKİYE
a) Kıvılcımlı: Türkiye’nin Yakın Tarih Notları
b) Kıvılcımlı: Emperyalizm – Geberen Kapitalizm
c) Kıvılcımlı: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi
d) Kuvayımilliyeciliğimiz ve II.Kuvayımilliyeciliğimiz (Kıv.)
e) Kıvılcımlı: Siyasetimiz
Okunacak Kitaplar:
a) Dünyayı Sarsan On Gün (J. Reed)
b) Dün Köleydik Bugün Halkız (Paloczy Horvath)

KAVGASINA ALKIŞ İSTEMEZDİ

1976 yılı başları. Kıvılcımlı’cılar TSİP’den topluca ayrılmışlar ancak toplu bir davranışa geçememişlerdi. Bizler Ankara’da TSİP içinde toparlanmış genç insanlarız. İstanbul’da Kıvılcım gazetesi takipçileri olanlar TSİP Zeytinburnu ilçesinde çalışmışlar, bizler Ankara’da çeşitli ilçelerde çalıştıktan sonra Yenimahalle ilçesinde toplanmıştık. Bizim adımız da Ankara Grubu olmuş o aylarda (Daha sonra Ankara PİM ve 12 Eylül darbesine kadar da Devrimci Derleniş dergisi etrafında siyaset yaptık). Toplu istifalardan sonra toplanacak yerimiz de kalmadı. Bizden birkaç yaş büyük olan 3-4 arkadaşın sözcülüğünde gerek Kıvılcım grubu ile gerekse de TSİP içinde belli bir yer işgal eden, her zaman dar da olsa bir çevre olan Ahmet Camuşçuoğlu ekibiyle görüşmeler yapılıyor ama ortak davranış ihtimali sağlanacak gibi değildi.

Ben daha TSİP’in kuruluş öncesi çalışmaları esnasında mühendislik eğitimini bırakıp, tam gün işçi örgütlenmelerine dalmıştım zaten. TSİP Yenimahalle’de de, partiden çıkarılmış olmama karşın arkadaşların dayanışmasıyla profesyonel gibi çalışıyordum. İstifalar ve Yenimahalle’nin boşaltılmasından sonra benim için hem alan, hem de geçim sorunu başlamıştı.

İşte o günlerde İsmet Demir yine Ankara’ya gelmişti. Daha önce de birkaç kez görmüştüm İsmet ağabeyi. Ankara’ya geldiğinde kaldığı evlerden biri, bizim sözcülerimizden olan Soma’lı Uğur Unan ve eşi Ufuk’un eviydi. Bizler de sık sık onlarda toplandığımızdan arada karşılaşırdık İsmet ağabeyle. Tanıyanlardan da efsaneleşmiş sendikacılık öykülerini dinlerdik.

1976’nın ilk aylarıydı İsmet Demir’in Ankara’ya geldiği o günler. Birkaç gün sonra Uğur bana iki teklifle geldi: O zaman Ankara Belediye Başkanı Vedat Dalokay idi. Devrimciler onun zamanında tek tek veya topluca işe alınıyorlardı belediye ve yan kuruluşlarında. O zamanlar da Belediye’ye bağlı EGO genel müdürlüğüne toplu eleman alınıyordu. Uğur bana belediyeye girebileceğimi, oradan birçok işçi örgütlenmesi çıkarabileceğimi söyledi. İkinci teklifi ise: İsmet Demir Yapım-İş sendikasını yeniden toparlamak için İskenderun’a gitmeye hazırlanıyor, Ankara grubundan da eleman desteği almak istiyor, istersen sen ona da katılabilirsin teklifiydi. Hiç tereddüt etmeden İsmet Demir’le olmayı seçmiştim. Bu seçimimde İsmet Demir’in efsanevi kişiliğinin etkisi vardı elbet ama asıl neden benim bundan sonraki yaşamımla ilgili verdiğim karardı. İsmet Demir’le sendikacılık yapmanın daha adanmış bir yaşam olacağına kuşkum yoktu. İsmet ağabeye katılınca öğrendim ki, Kıvılcım grubundan da destek istemiş, onlar da rahmetli Nusret Yılmaz’ı görevlendirmişlerdi. Ben ve Nusret’ten başka zaten İsmet ağabeyle devamlı birlikte olan Tuncer Gezgen, Mersin’den Hayati Perşembe ile birlikte 5-6 kişi olduk. Ankara’da, daha önce İskenderun Demir Çelik inşaatındaki direniş tutuklamaları sırasında İsmet Demir’in avukatlığını da yapan Avukat Natali Uluhan’ın İzmir Caddesindeki ofisinde toplanıp iş planları yapıyorduk.

Bir süre sonra topluca İskenderun’a gittik. Tek odalı, içinde tahta sandalyelerden başka eşyası olmayan sendika ofisinde toplanıp durumu değerlendirmeye başladık. Sendikanın öncü kadroları dağılmıştı ama resmen açıktı. Pala Selahattin dediğimiz Selahattin Barut ve geçtiğimiz yıllarda ölen Mehmet Köroğlu bizimle birlikte toparlanma çalışmalarına katılıyorlardı. Direniş ve sonrasında zorluklar çekmiş kimi işçilerden tepkiler çektiğimiz de oluyordu bu arada.

Benim bekâr memur bir arkadaşım var İskenderun’da. Ben onun evinde kalıyorum, arkadaşlar oteldeler. Şartlar zor, paramız yok, herkes kendi ihtiyacını karşılıyor. İnşaat tavsamış, kalan ek inşaatlar hep işverenlerin kurduğu sendikalar tarafından bağlanmış, Yapım-İş kadrosuz ve beş parasız, moraller bozuk. Buna rağmen 1-2 ay kaldık İskenderun’da. Arada ben Ankara’ya, Nusret Bursa’ya gidip geliyoruz. Benim memleketim yakın olduğundan arada oraya da sefer yapıyorum. Hem ailemi ziyaret ediyorum, hem de oradaki devrimci çalışmalara katkıda bulunmak istiyorum.

Oralarda dolaşıyoruz, işçilerin evlerine, kahvelerine gidiyoruz, bazen çok az katılımla da olsa sendika odasında toplantılar da yapıyoruz ama Yapım-İş’i toparlayıp diriltme umudumuz da sönüyor giderek. Bir süre sonra Nusret bizimle gelmez oluyor, işlerine dönüyor. Biz de bölgeye daha seyrek gidip daha az kalmaya başlıyoruz. Sendikal faaliyet yapamıyoruz ama ben İsmet ağabeyden ne öğrenirsem kârdır diyerek ayrılmıyorum yanından. İskenderun-Adana-Mersin-Tarsus-Yenice dolaşıyoruz. Hemen her yerde tanıdıkları, hayranları var İsmet Demir’in. Bizi iyi karşılıyorlar, yemek yedirip barındırıyorlar. Burada Hüseyin Budak’ın 1974 İskenderun Yapım-İş direnişi tutuklamaları sırasında tuttuğu notlardan iki işçinin izlenimlerini aktarmak isterim:

HÜSEYİN YEŞİL

“1963 Kdz. Ereğli Demir Çelik inşaatında topoğrafçılık yapar. Eylem örgütler, karşılaştığı insanın ilk anda hangi milliyetten, etnik kökenden ve mezhepten olduğunu ilk bakışta anlayabilecek bir yapısı vardı.

“1) İtalyan işveren vekili işçilerin haklarının verileceğine ve baskı yapmayacağına ilişkin söz verinceye değin sürükleme işi devam eder. İtalyan bu konuda söz verince işe son verilir. Serbest kalan İtalyan İsmet Demir’i tepeden tırnağa birkaç kez şaşkınlıkla süzer. İsmet’in ayakkabılarından biri yırtıktır. İsmet’den ayakkabıyı ister. Aldığı ayakkabıyı İtalya’ya şirket merkezine gönderir. Amacı (beni böyle ayakkabısı yırtık bir işçi önderi Türkiye’de yerde süründürdü) demekti sanırım. Daha sonra İsmet Demir’in bu ayakkabısının İtalya’da bir müzede olduğunu duydum.

“2) Para; Hiçbir zaman parası olmamıştır. Cebinde para taşımadı. Akgübre örgütlenmesi öncesi, Gültekin ile ben Mersin’e iş aramaya gitmiştik. İsmet’i Ankara’da sanıyorduk. Birden karşımıza çıktı. Uzaktan bize küfürler savurarak yaklaştı. 2 günden beri uykusuz (otel parası yok) aç ve susuz olduğunu söylemişti. Bir lokantaya gittik, karnını doyurdu ve üstüne biraz rakı içti. Yalnızca ve yalnızca en güvendiği en yakın dostlarından böyle kendisinin karnını doyurmalarını isterdi. Böyle kişiler yoksa günleri, haftaları aç geçirirdi.

KADİR HOLDUR

“Bayram Sökmen İsmet Demir tutuklu iken cezaevine kendisi ile işbirliği yapması için sık sık gelir ve para teklif ederdi. Delik ayakkabısının teki Roma’da işte böyle sendikacı da var diye insanlara sunuluyordu. Tanımlaması zor bir zekaya sahipti. En çetrefilli konuları bile en anlaşılabilir hale getirebilecek bir zeka kıvraklığına sahipti. Korkunç bir inandırıcılığı ve güçlü yeteneği vardı. Sınıf ve sendikal bilinci eğitim ve okuyarak değil yaşam içinde mücadele ile elde etmişti. İşçilere yalın bir dille konuşurdu ve işçiler tarafından çok kolay anlaşılırdı. En iyi dinlenme biçimi Nazım’dan şiir dinlemekti. Çoğunlukla dinlerken ağlardı da. TSİP ile organik bir bağı yoktu. Güçlenmesini isteyebilirdi, ama ciddiye almazdı, onun tek düşüncesi eylemdi. Alabildiğine saf, burjuva değerlere kapalı biri idi. Hiç bir zaman cebinde parası olmazdı. Bütün ihtiyaçlarını çevresindeki yakın dostlarınca karşılanırdı. Cebinde parası çıktığına tanık olmadım. Açlığa ve baskılara rağmen insanları nasıl bir arada tutardı anlaşılabilir gibi değildi. Eylemler döneminde İskenderun halkının eylemlere bir sempatisi ve desteği olmadı. Kavgasına alkış istemeyen insan olarak onu tanıdım. Alkış için kavga etmezdi. Parayı pislik olarak kabul ederdi, hep ondan uzak durdu. Ölümüne kadar da kirlenmedi…”

Bu iki alıntı da İskenderun Demir Çelik inşaatında yapılan direniş sonrası tutuklanan işçilerin anlatımı. Hüseyin Budak’ın (ki o arkadaş da o direnişte tutuklanan işçilerdendir. Kendi anlatımıyla sosyalizmle ve Kıvılcımlı’nın görüşleriyle ilk o zaman ve İsmet Demir kanalıyla haberdar olmuştu. Yakın zamanda kaybettiğimiz bu arkadaşımızı da anmış olalım böylece) el yazısı notlarından aynen aldım. İsmet Demir için yazılacak ciltler dolusu şeylerden daha anlamlı olan bence örgütlediği işçilerin ona bakışı. Örgütlediği, çadırlarında kaldığı, helva ekmeği bölüştüğü işçiler, daha o sağken hakkında bunları diyorlar. Tekrarından kaçınmadan sıralayayım çarpıcı cümleleri:

– Eylem örgütler karşılaştığı insanın ilk anda hangi milliyetten, etnik kökenden ve mezhepten olduğunu ilk bakışta anlayabilecek bir yapısı vardı.

 – Para; Hiçbir zaman parası olmamıştır. Cebinde para taşımadı.

 – Yalnızca ve yalnızca en güvendiği en yakın dostlarından böyle kendisinin karnını doyurmalarını isterdi. Böyle kişiler yoksa günleri, haftaları aç geçirirdi.

 -En çetrefilli konuları bile en anlaşılabilir hale getirebilecek bir zeka kıvraklığına sahipti. Korkunç bir inandırıcılığı ve güçlü yeteneği vardı.

-İşçilere yalın bir dille konuşurdu ve işçiler tarafından çok kolay anlaşılırdı.

-Alabildiğine saf, burjuva değerlere kapalı biri idi.

-Kavgasına alkış istemeyen insan olarak onu tanıdım. Alkış için kavga etmezdi.

-Parayı pislik olarak kabul ederdi hep ondan uzak durdu. Ölümüne kadar da kirlenmedi.

Yüzbinleri bulan işçi örgütlemiş, milyonlarca liralık aidatlar, sözleşme farkları kazandırmış bir insandan söz ediyoruz burada. Onunla birlikte mücadele eden işçilerin tanıklıkları da böyle işte. Para pul, şan şöhret delisi “sosyalistlere” bundan daha iyi bir örnek gösterilebilir mi bilmem.

Birlikte dolaştığımız aylar boyunca, parasızlığının, mütevaziliğinin ve sıkı dostlarının olduğunun tanığıyım ben. Destekçilerinden kimilerinin verdiği paraları da biz yanındakilere verir, “bilet, milet alırsınız” derdi. İsmini şimdi hatırlamadığım bir eski dostuna uğramıştık Tarsus’ta. İsmet ağabeyin sesi iyice kısılmış, zaten az olan iştahı daha da azalmıştı. Üstelik bakımsızlıktan dişleri de dökülmeye başlamıştı. O arkadaşı eski bir işçiydi ama o sırada esnaflık yapıyordu. Mekanında oturduk İsmet ağabeyle. Ceketini alıp astılar. Dükkan sahibi İsmet ağabeyi yakındaki bir diş hekimine götürdü dişleri için. İsmet ağabey dişçideyken, daha yeni bir ceket bulup İsmet ağabeyin ceketinin yerine astı, eski pörsümüş ceketi de götürüp attılar. Ceplerinde bir iki ufak şey vardı onları daha yeni olan cekete aktardılar. İsmet Demir dönünce askıdan ceketi alıp yürüdü. Farkında bile değildi değiştiğinin.

Çeşit çeşit destekçileri vardı. Adana’nın Yenice kasabasındaki Daniş Boroğlu bunlardan biriydi. İleriki yıllarda kanser olduğunu öğrenince “ben uğraşamam bu hastalıkla” diyerek kafasına kurşun sıkıp intihar eden Daniş, İsmet Demir’e çok içtenlikle bağlıydı. Kendisi bir ağa çocuğu falandı sanırım. Golf pantolon deri çizmeli. Ata binen, elinde kısa derebey kamçısı olan, yapılı, yakışıklı bir adamdı. Ne zaman uğrasak, mutlaka evini açar, çiğ köfteler, kebaplar, kavanozlarla turşularla ağırlardı bizi. İsmet ağabey iştahsızca yer, rakıya yüklenirdi. Yemeklerin tadını çıkarmak bana düşerdi.

1976 Ağustos ayında evlendim. Memleketimde yerel usullerle bir hafta süren düğünümde de İsmet ağabey, Tunç ve Hayati de varlardı. Sıkıntı ve stresten uzak bir hafta geçirmişlerdi. Arkadaşlarımın evinde sevgi ve saygıyla ağırlanmıştı İsmet ağabey ve diğer arkadaşlar. Evlilik sonrası ben de artık Ankara’da kaldım. İsmet Demir’le bu kez Ankara’da sık görüşmeye başladık. İsmet ağabey, işçi örgütlemenin püf noktalarını açıkladığında bazı yöntemleri bana ters gelir gibi olunca itiraz ediyordum. “Olur mu İsmet abi, nasıl işçilere doğru olmayan şeyler söylenir, biz sosyalistiz” dediğim bir gün, kızgınlıkla “gel benimle” diye beni bir yerlere götürdü.

İlk gittiğimiz yer, Yüksel Caddesi’nde Mülkiyeliler Birliği’nin karşısındaki 3-4 katlı eskice kırmızı boyalı bir bina idi. Daha önce hiç dikkatimi çekmemiş olan binanın kapısında küçük bir plakette hatırlamadığım isimde bir işçi sendikaları konfederasyonu yazıyordu. İsim garipti tamamen unutmuşum. Zili çaldık, yukardan otomatla açıldı. Merdivenlerden çıkarken, her kattaki kapıların yanında yine garip isimli işçi sendikası tabelaları vardı. “Terzi-İş”, “Besicilik-İş”, “Un-İş” falan gibi. Üst katlarda bir daireye girdik. Sonradan karı-koca olduklarını öğrendiğim 2 kişi vardı içerde. Adam korsan sendikacılıkta ünlü biriymiş. Adını unuttum şimdi. Temennalarla karşıladı İsmet ağabeyi. Kıpkırmızı ayyaş suratlı bir adamdı. İsmet ağabeyin ilk lafı “ulan puşt yine hangi fabrikanın işçilerini sattın bakayım” oldu. Adam “yok vallahi İsmet abi, ne yapayım işçiler sendikasız mı kalsın?” gibisinden laflar gevelerken İsmet abi bana, “bak oğlum, bu herifler daha büyük fabrikalar kurulurken patronla oturup sözleşme yaparlar, bölge çalışma müdürlüklerine de sus payı verirler” dedi. Adam pişkince bize çay falan ikram etti. Biraz oturup çıktık.

“Şimdi başka bir yere gel bakalım” diyerek, beni o zaman İzmir Caddesi üzerinde olan Yol-İş Federasyonu binasına götürdü. O zamanki Federasyon başkanı ya da genel sekreteri, daha sonra Erdal İnönü ile siyaset yapan Muzaffer Saraç. Çok lüks bir bina, iki ayrı sekreterden sonra ulaşılıyor. Randevumuz falan yok ama İsmet Demir adı içeriye iletilir iletilmez, sekreterleri, bekleme odalarını geçerek Muzaffer Saraç geldi karşılamaya. İsmet ağabeyi neredeyse kucaklayarak aldı bizi kendi odasına. Benim tanımadığım, yapı ve yol işkolundaki ortak tanıdıklarından konuştular, anılarını tazelediler. Bir ara İsmet ağabey onların sendikacılık anlayışını eleştirdi. “Masa başındasınız, işkolunun en büyük sendikasısınız ama kadronuz yok. Sadece sözleşme ile yürümez bu işler, işçilere bilinç de vermek lazım” türünden şeyler söyledi. M. Saraç da “İsmet abi, hani nerde kadro? Her şubeye, her büyük işyerine bir profesyonel kadro vermek isterim elbet. Bu da nerden baksan 100-150 kişi eder, hani nerde bu kadar adam?” deyince, İsmet ağabey, “yok Muzaffer siz bunu yapmazsınız, yapamazsınız, alın işte bak yanımda aslan gibi bir genç var, yolla nereye yollayacaksan, daha da ne kadar istersen bulunabilir, siz yeter ki niyetlenin” dedi. Ondan sonrası eveleme geveleme, ikram vs. ile geçti ve biz çıktık. Dışarda bir kahveye oturduk. Orada İsmet ağabey bana: “Bak evlat” dedi. “İşçi sınıfı cahil kaldıkça, bu tür hırsız ve ağaların elinde habire becerilmekten kurtulamaz. Sen sürekli işçilere yalan söylenir mi deyip duruyorsun. Bak bu alçakların hayatı yalan. Yalanla dolanla işçi sınıfının sırtını yerden kaldırmıyorlar. Gerekiyorsa örgütleyene kadar sen de yalan söyleyeceksin. Senin yalanın cebini doldurmak için değil ki. Sen örgütlediğin işçiye sınıf bilinci vereceksin. Bu heriflerin yalanını kırabilmek için işçiye ulaşabilmen gerek önce.” O zaman ne kadar anlayabilmiştim hatırlamıyorum şimdi. 21 yaşında fişek gibi bir adamdım. Ancak o günkü temaslarımızı ve bana verdiği öğüdü bugün gibi hatırlıyorum.

Bu arada sağlığı da giderek bozuluyordu. Gırtlak kanseri teşhisi Ankara Numune Hastanesi Radyoloğu, devrimci insan, devrimcilerin dostu Dr. Turhan Temuçin’in gayretleriyle konmuştu. Dr. Temuçin bizzat kendisi İsmet ağabeyin gırtlağına ışın tedavisine başlamıştı. İsmet ağabey iyi beslenemiyordu ama içkisinden hiç geri kalmıyordu. O günlerde Ankara Keçiören’de bir tanıdığının evinde kalıyordu. Haftanın belli günleri sabahları radyoterapi için hastaneye geliyordu. Hastane önünde sabah 9.30 gibi buluştuğumuzda bile sabah rakısını içmiş olurdu bazen. Bu durumun tedavisini olumsuz etkileyeceği açıktı. Arkadaşlarla birlikte Dr. Turhan Temuçin’le bir görüşme yaptık. Doktoru olarak içkiyi bırakması gerektiğini salık vermesini istedik. Temuçin bu isteğimizi reddetti. “Durumu çok ümitli değil, rahatlatmaya çalışıyoruz burada. İsmet’i ben de iyi tanırım, hem dikbaşlıdır, hem de hastalığı biliyor ve çok ciddiye almıyor. Şimdi içkiyi bırak demek onu psikolojik sıkıntıya sokar. Bırakalım da ne kadar yaşayacaksa bildiği gibi yaşasın” diyerek.

Daha sonra İstanbul’a gitti İsmet ağabey. Ben Ankara’da Pahalılık ve İşsizlikle Mücadele Derneği yöneticiliği, çok kısa bir dönem Yeni VP yöneticiliği ve Devrimci Derleniş dergisi çevresinde siyasi çalışmalara boğuldum. Arayıp soramadım İsmet ağabeyi. İzledim ama. Yurtdışına gidip geldiğini, gırtlağının delinip direk mideden beslendiğini duyup üzülüyordum. Onu yakından tanıyıp, yaşamının bir bölümünü paylaştığım için kendimi şanslı, mutlu ve gururlu sayıyorum.

Son sözümü, bir kez daha işçi kardeşlerimin cümleleriyle yazayım:

-Kavgasına alkış istemeyen insan olarak onu tanıdım. Alkış için kavga etmezdi.

-Parayı pislik olarak kabul ederdi hep ondan uzak durdu. Ölümüne kadar da kirlenmedi.

Ahmet KALE

KIVILCIMLI’NIN ANILARINDAN; EDEBİ BİR 12 MART HİKAYESİ

Kıvılcımlı, kaçış yolculuğunun başlarında Alanya’da gizlenirken, daha sonra “Günlük Anılar” başlığıyla yayımladığımız notlarının ilk sayfalarında, 12 Mart dönemi sol ortamı değerlendiren bir bölüm yazar. Anıların ilerleyen sayfalarında da vardır 12 Mart değerlendirmeleri. Ama 10 Mayıs 1971 tarihli bölüm ilginçtir. Hem siyasi, hem de edebi olarak kıymetli bu yazıyı 12 Mart darbesinin 54. Yılında yayımlıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

10.5.1971 (Pazartesi)
Bitkicil yaşama nedir? Onu deniyorum. Daha doğrusu o beni deniyor mu? İyice sardı mı? Günde 3-4 öğün yiyorum. Ne? Yarım kilo süt, 4-5 yumurta, 3-5 patates. Bir iki incecik kuru dilim ekmek. Frenk elması (5-10 kadar zorla). 1/2-1 limon, 2-3 kahve kaşığı Sana, yahut makine yağı kokan zeytinyağı, 4-5 kara zeytin… Hepsinin kalori tutarı ne olur? Ezo gelin acıydı… Bir tabakcık bakla, bir tabak semizotu… Geçende sütten yaptığı yoğurda beş altı dilim kabak kızartması katmıştı. 1.85 boyun ihtiyacı olan kalorinin yarısı bile değil. Süt, yoğurt, yumurta loptan da bıktım. Beş vakitte beş kötü gargaralı ezan kötüsünden bıktığım, usandığım gibi. Bir gazeteden başka okuyacak şey yok. Onun da okunacak nesi var? Zırıltı radyoya günde 10 dakika güç dayanıyorum. Ondan sonra yatıyorum. Enerji tasarrufu için değil, 2-3 saatte bir, gece gündüz küçük suya çıkışım bile, beni solutacak kadar yoruyor. Bitkinim. Bereket kanamayı durdurdum. En son (1 yıl sonra) keşfim: En basit çaba, hele ıkınma mutlak kanama getiriyor. 5 gündür manyezi almama rağmen büyüğe çıkmadım ve kanama yok gibi. Hiç değilse, kan kaybı azalınca olacak, ölü rengim azaldı. Uçuğum. Ama korkunç değil. İştiha da yoksa bile bulantı azaldı. Tiksinti eskisi kadar değil gibi. Buna bir düzelme başlangıcı diyebilir miyim? Ummuyorum. Prostat kanseri en geç seyreden kanser.

Boyuna yatmaktan her yanım uyuştu, ağrıyor. Tahta sedir. Yalın kat şiltecik. Bulduğuma şükür. Ardarda sürek avında kıstırılmış hayvan kaçışım 12 Nisan’dan beri sürüyor. Hemen hemen bir dolu ayın gecesi gündüzü, kanserin işkencesine Parababalarının azgın kovalayışı katılarak kaçmakla geçti. Daha ne kadar geçecek? Sıkıyönetim 27 Nisan’da başladı… Daha 17 günü var. Mutlak en az bir ay daha uzatırlar. Katırlık bütün Partilerin pek hoşuna gitti.

Cici ve keskin Sosyalistler gözüm önüne geliyorlar. Tartışmak bile onlara “Revizyonizm” geliyordu. Hele esmer delikanlının afili numaraları ve alınan paraların yanlarında bırakılışı hepsini çılgına çevirmişti. “Halk Savaşı başladı!” Tam “Aş taştı, çömçeye paha bulunmaz” heyecanı içinde, en ufak yargıyı Devrimciliğe ihanet sayıyorlardı. Bütün küçük burjuvazi olsalar, ne iyi. Hiç değilse Arap dünyasının sosyal mayalanışı umulurdu. Bunlar, en dar kafalı Aydın Küçük burjuvazinin de en yüzeyde yüksek öğrenim dalına tünemiş, Amerikan filmlerine 5 yaşından beri alıştırılmış, beş, on, yüz ne oldum delisi delikanlı. Yaptıkları, kendi aralarında kovboyculuk gösterilerine döndü. “İşçi Sınıfı” diyorsun; onu ceplerinde biliyorlar. “Ordu” diyorsun; “Vay! Onun Burjuva Devletinin baskı aracı olduğunu bilmiyor. Halk Ordusu onu parçalayacak!” diye, mart kedisi azgınlığıyla yüzünüze pıfkırıyorlar. Tereciye tere satışı mutluluklarından donlarına işiyorlar. Şimdi, “Bunlar Türkiye’de turist. Uykuda gezer CIA Sosyalistleri” sözümüzün anlamına geldiler mi? Sanmam. Marksizm’in alfabetik “Devlet” teorisini ispatlamış olmanın ezikliği içinde, “Hem dayak yemiş, hem memnun koca” pozundadırlar. “Biz demedik miydi?” Neyi dediklerini, onlara neyin denildiğini bile fark edemeyecek kadar küçük dükkancı rekabetinin Mahmutpaşa seyyar satıcılığı ve “Sosyalizm tellallığı” ve çığırtkanlığı batağında, hepsi kerte kerte zilzurna anarşizm sarhoşu. Başka ülkelerin yüz yıl geride bıraktıklarını, “eşsiz örneksiz inkılâp” diye yuttuklarını, hatta yutamayıp boğulduklarını olsun kavrayacaklar mı?

Hepsi, daha donlarını bağlamayı öğrenmeye tenezzül dahi etmeksizin, tutuldukları Devrimci Abrakadabranlık ishalleriyle ortalığa da, birbirlerine de sıçtılar, sıvadılar. Bunu olsun onlar, kendileri mi yaptılar? Yoksa, yaptırıldılar mı? Elbet sıçıp sıvamak zorunda bırakıldılar. O bakımdan kendilerine acımamak elden gelmiyor. “Uykuda gezerler”, onlara söylediğim en doğru teşhis bu. Burjuvaziyle, onun Devlet tekeliyle dalga geçiyoruz sanırken, gırtlaklarına dayatılan Komandocu Haşiş kabağının tütsüsü altında boğularak, kendilerini dev aynasında dünya güzeli göre göre dalga geçtiler. Son derece dramatik silahlı zeybek oyunlarında bile zerrece ciddi olamadılar. Narodnikler az çok orijinal, ciddi idiler. Bunlar son kertede yetmiş yedi buçuk milletten taklit maymunculukları yüzünden, Çarı havaya uçuramadılar. Milletin başına bela ettiler. On binlerce dürüst, ciddi, çalışkan, içten ileri yüksek öğrenim gencinin yığınlaşan hareketinin şavkını, umudunu birkaç gösterişe kurban ettiler.

Onlara: “İnsansınız. Başınızla davranın. Başsız Deve olmaz” dedik. Onlar sert sert yellenişlerini düşünce sanarak, kıçlarını başları yerine geçirdiler. Katır tekmesiyle “Devrim” yapacaklarına inandılar. Ne hakları vardı?

Ama kabahat çocuklarda mı hep? CIA’nın korkunç olanakları yanında, 50 yıllık sosyalizmin katırlıkları az buz mu etken oldu? Ne “şairane”, ne “Balkanlarda bir tane” olma sevdalısı “Maşrık’ı azamane” katırlıklar sürüp gelmedi? O zaman, kahredici sosyal determinizm her şeye kâbusunu çökertiyor. Babil artığı Paçavra Küçük burjuva ortamının batağı insanlara ağır basıyor. Ve akacak kan damarda durmuyor. Suç epey de bizim. CIA, o saat sezdi ve katırı hemen alana boş bırakıp azdırtıverdi.

***

Dün elime kalem alamadım. Kafam akşama dek bir eşekarısının serüveni ile uğraştı, durdu.

İki pencerem var. Biri, yeşili bol dağa bakıyor. Öteki, yaz kış koyu, yeşili bitmeyen ovadan denizi görmeye çalışıyor. Sersemliğimi aşkın bitkinliğim ortasında, acı acı bir eşekarısı vızıltısı kulağımı tırmalamaya başladı. Ne oluyor demeye kalmadı, anladım. Dağ penceresinin alt camını, hava almak için, alaturka yordamıyla yukarı kaldırmıştım. Oradan hava girecekti. Ancak sinek, hele sivrisinek ve ağaçlıkların bin bir başka böcekleri dururlar mı? Cibinlik düşündüm. Hazret 2 metre gelin cibinliği almış. 50 lira. Yattığım yere yarım cibinlik bile olamaz. İyisi mi pencerenin birine toptan perde yaptık. Oldu. Dağ penceresi boydan boya tıkandı. Yanlardan odaya sızmak pek böcek aklının işi değil. Cibinlik perdenin delikleri epeyce iri olmakla birlikte, şimdilik sivriler görünmüyorlar. Tatarcıktan ufak, limon çürüğüne düşkün, yumuşak, sessiz birkaç sinekceğiz pek masum. Bana dokunmuyorlar. Ben de kendilerinin limon küflerine baygın davranışlarına sataşmadım. Karasinek canavarlarını ise bire dek kırdım. O yönden rahatım. Uyuklayan, terleyen ak sakallı yıkık yüzümde cirit oynayamıyorlar.

Arı, eşekarısı. Dağ penceresinin açık alt gözünden içeriye girmiş. Perde cibinliği aşamamış. Geri dönse ya! Arı bu. Bizim kimi Narodnik’ler gibi, illa yükseklerden uçacak. Uçmuş, belli. Ve açık alt cam dururken, kapalı, hem de çift kat camlı üst pencere bölümüne ver yansın ediyor. Çifte camı delip, bizimkiler gibi “özgürlüğe” kavuşacak. Aşağı cam açık. Oraya tenezzül etsene be mübarek hayvan! Rahatça çıkar gidersin. Hayır. Gözü yukarılarda. Üst camın ta en yukarıki çerçevesine dek şeffaf cam boyu vızıldayarak çıkıyor. Nafile. Cam yarılıp yol vermiyor eşekarısına. Oradan tutturuyor, camın deliğini yahut geçit yerini bulmak için, ta aşağıdaki çerçeveye dek aynı kendince cehennem zırıltıları çıkararak iniyor. Cam bitiyor. Delinmiyor. Tahta alt çerçeve üstüne eşekarısı yorgun düşüyor. Tahta boyu üç parmak aşağı inse, açık cam yerinden karşı dağa doğru serbest gidecek. O üç parmak enli, battal çerçeve tahtası uzun geliyor arıya. Gözü üst camdan dışarıları görüyor. O görünüşe aldanıyor. Varsa, yoksa o boynuzlarının değdiği şeffaf camda yol arıyor. Son gücüyle, hırslı bir daha cama saldırıyor. Hem bizimkiler gibi o da silahlı, kıçındaki tabanca iğnesini cama soka soka, kanatlarını kırarca çırparak, camın üst tahta çerçevesine doğru bağıra bağıra düşüyor. Ve bu müthiş eziyetli inip çıkmaları, hiç durmaksızın dakikalarca, saatlerce, insanı deli edecek bir körlükle ve hayvanlıkla tekrarlayıp duruyor.

Halsiz yattığım yerden acıyorum. Kime? Eşekarısına. Gidip şunu, alt çerçeveye düştüğü zaman tutup, aşağıdaki açık cam hizasına itelesem. Çeksin, gitsin. Hem o sonsuz işkenceden kurtulur, hem ben gönül azabından. Gel, herif eşekarısı. Son derece kızgın ve silahlı. Hemen onu kurtarmak isteyen elimi, belki de sıçrayıp yüzümü cama geçiremediği iğnesiyle, “Seni gidi Revizyonist!” diye sokacak. Tıpkı bizim cici veya keskin Narodnikler gibi, hiç bildiğinden veya bilmediğinden şaşar mı?

Marks’la Engels, böyle durumlarda, “Gülünçlüğü, eşeklerle paylaşmayalım” demişler. Bunu yazılı, basılı kitap biçiminde yayınladık. Anlayan oldu mu? Oldu. Parababaları hemen 142. TCK maddesiyle, kitabı toplatıp beni Ağırceza Mahkemelerine verdiler. Sen misin eşekarılarını uyarmaya kalkışan? Parababalarının, CIA Planlama dairesinden belledikleri bir planı vardı. Hiç ortalıkta görünmüyorlardı. Birkaç şehrin, birkaç öğrenci yurdunda “Devrimin yüksek aşamasından üç parmak aşağı inmeyi, kıçındaki çakaralmaz iğnesi yerine, kafacığındaki beyinceğizini kullanmayı ihanet sayan” eşekarılarının vızıltısından geçilmiyordu. Hasta halimle kalkıp eşekarısının yardımına boş yere gidemedim. Çünkü eşekarısını bilmem, denemedim, ama bizim iğneli delileri denedim. Ankara’da ayaklarına dek gittim. Eşekarısının çifte camı delip geçme in-çıklarını andıran, “Silahlı Halk Savaşı başlamış” idi. Kim dinlerdi “Revizyonist”lerin korkak beceriksizliklerini?

Biz gelelim asıl üst camda silah talimi yapan eşekarısına. Bir ara sesi kısıldı. Herhalde, en sonra, İşçi Sınıfı gibi açık alt cam yerine nasılsa tenezzül etmiş, çıkmış kurtulmuş olmalı diyordum. Uyuklamak üzereydim. Hop etti, zifiri kapkara bir örümcek, tavandan yıldırım çabukluğu ile sağ yanıma haydut atlayışıyla indi. Rengi, bakışları korkunçtu. Alt yanı, ayaklarını görmesen, yüzüktaşı kadar bir örümcek. Ağırlığı ne olur? Ama nedense, o yaman gökten yere atlayışı sanki “güm!” diye işitilmeyen bir ağırlık sesi çıkardı ve neredeyse üzerine uzanmış bulunduğum tahta kereveti sarstı. Sarsmaz ya.. Bana öyle geldi. İrkilecek, bir fiske vuracak oldum. Kara haydutun kalabalık pençeleri, yatağa basar basmaz yaylandı. Ve kaşla göz arası örümcek ikinci bir hoplayışla yere, öteki kerevetin altına doğru sıçrayıp gözden yitti. Ardında uzanan canbazlık ipini topladı mı? Bilmiyorum. Ne olursa olsun, günümü açıkgöz böceklerle dolduracak değilim ya. Başımı gene yastığa düşürdüm. Gevşedim.

Apansızın, deminki camda eşekarısı idmanından çok daha gürültü patırtılı, iki kat şiddette bir vızıltı, zırıltı, sıçan düşse kafası yarılacak bomboş, güneşli odamı doldurmaz mı? Gözlerimi açtım. Dağ penceresinde arı yok. Arı, ova penceresinde. Besbelli aynı eşekarısı. Aşağılara inip gideceğine, bu yol bizim gelin cibinliği perdeyi aşarak odaya çıkmış. Yani dışarı değil, büsbütün içeriye dalmış. Bizim keskin sosyalist Narodniklerin Devrimciliği gibi, olağanüstü bir eylem bu. Eşekarısı herhalde çok kızmış, aşağı açık cam yerine inmemiş ama son bir can havliyle, yukarılardan cibinlik perdeye tos vurmuş. Anlaşılan öyle vurmuş ki, perdenin ucu aralanmış ve eşekarısı odamın içinde bulmuş kendini.

Doğrusu bu, bizim alaturka Narodnik’lerin banka soymak ve adam kaldırmak “Devrimcilik”leri kadar inanılmaz bir “başarı”. Hiçbir böceğin itemediği perdeyi zorlayıp aşmak, değme küçük burjuva mahalle kabadayısına ve lumpen kasa hırsızına parmak ısırtacak bir eşekarılığı eylemi idi. Ne yazık ki, hepsi o kadar. Eşekarısı kurtulmamış, tersine, kendiliğinden bir daha hiç içinden çıkamayacağı tür kapana kısılmıştı. Perde dışardan içeriye belki zorlansa aralanır, geçit verirdi. Ama içeriden dışarıya itildikçe büsbütün kapanırdı. Eşekarısı Hazreti Ali kuvveti toplasa, o böcek gücüyle perdeyi delemezdi. Nitekim, eşekarısı da bunu hemen fark etmiş, dağ penceresinin perdesine karşı Donkişot’luktan caymış. Ancak oda içinde kıskıvrak mahpustur. Çıkacak tek görünür yer, ova penceresidir. Bununla birlikte, o daha aldatıcı görüntüdür. Oda penceresi altlı, üstlü kapalıdır. Çıkacak iğne deliği yok. Camları ise, altlı, üstlü adam aldatmaya yarar şeffaf ölüm barajı.

Hoş, alt cam açık da olsa eşek arısı bu sefer de, “Devrimin yüksek aşaması” olan üst camdan aşağılara göz ve gövde atar mı? İlk prensibine sadık kalarak, ova penceresinin üst camında, bir saat önce dağ penceresinin üst camında oynadığı çıkmaza düşmüş. Kıyametler koparıp, hep üst camda, beş aşağı on yukarı çılgınca zırıltılarla mekik dokuyor. Artık ben de gitsem, onu bu kahredici danstan kurtaramam. Ne hali varsa görecek.

Öyle kaç dakika, kaç saat çırpındı bizim “Oda gerillacısı” eşekarısı? Bilmiyorum. Her an gücü tükeniyordu. Camın aldatıcı ışık geçirirliği yumuşamıyordu. Şaşkına dönen eşekarısı kendini tutamayarak, ova penceresinin alt cam çerçevesi üstüne tekerlendi. Alt cam hizasına da düşse, nafile artık. Ne kanatlarında, ne ayaklarında güç kalmamıştı. Sustu. Epey geçti. Halâ cam zırıltısı yok. Eşekarısı hiç vazgeçer mi o kurtuluş yolunu gördüğü cam üzerinde can eyleminden? Ne oldu? Çok mu yorgun? Dinlenecek belki. Yoksa?

Şeytan beni dürttü. Deminki kara haydut örümcek… İster misin? Arı bu. Tutulur mu? İğnesi de var. Kalkacak gücüm yoktu. Sessizlik büsbütün artmıştı. Üşenmeden vardım. Bir de ne göreyim? Bari o koca canavar, kara haydut örümcek olsa, eşekarısı “şerefine” daha yakışırdı. Tıpkı Şarkışla’nın uyuz gece bekçisi gibi, boz tekir, küçük bir örümcek bizim arslan eşekarısını sarmış, sarmalamış o görünmez, o cılız ağlarıyla. Tutankamon’un mumyasından beter olmuş o şahbaz zırıltı eşekarısı. Kılını kıpırdatamıyor. Kaderine katlanmış. Küçük, tekir örümcek bütün o cılız, sinirli ayakları ve ağzı ile bağlı eşekarısının üstüne abanmış. Götürüyor. Karnında arının başı. Sırtındaki toplu iğne başından küçük canavar gözleri pırıl pırıl. Avını yiyecek yeri arıyor. Hiç telaşı yok. O böyle nice eşekarılarını tutsak etmiş, yemiştir.

Düşündüm. “Yaşama Savaşı” bu. Darwin’den önce de, sonra da kimse o kanunu değiştiremez. İnsan içerlese de, eşekarısına da, örümceğe de söz geçiremez. Başka işi mi yok? Gel, Marks-Engels’ten sonra, insanlara ne eşekarılığı, ne örümceklik yakışmıyor. Hadi örümcekler hayvan. Biz olsun, hem de “Bilimcil Sosyalist” geçinirken olsun, eşekarılığından kurtulamaz mıyız?”

KOMÜN GÜCÜ SAHTEKARLIĞI ÜZERİNE 3. YAZIM

Bilindiği üzere her hafta cuma günleri hem web sitemizde, hem de sosyal medyada Kıvılcımlı ustamızla ilgili bir yazı ya da video paylaşıyor ve bunu Göksal Caner Malatya arkadaşımla imzalıyorduk. Bu hafta Caner arkadaştan izin alarak sadece kendi imzamla bir yazı paylaşacağım.

Bundan üç yıl önce Bilim ve Gelecek Dergisi’nin 1 Mart 2022 tarihli sayısında KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH PEYGAMBER-KİTAP KİTAPLARI ÜZERİNE YENİ BİR DURUM başlıklı bir yazı yazmıştım. 2,5 ay sonra 10. 06. 2022’de BİR KEZ DAHA KOMÜN GÜCÜ VE APK ÜZERİNE başlıklı aynı konulu bir yazı daha yazdım ve onu da sadece sosyal medyada paylaştım. Her iki yazıyı da bu yazıya ek olarak aşağıya alacağım.

Aradan 2,5 yıl geçti. Ben bir daha o konuya yazılı olarak dönmedim ama rastladığım herkese, her yerde bu konudaki görüşlerimi aktarmaya devam ettim ve bu sahtekarlığa topyekun karşı durmamız gerektiğini söyleyip durdum. Söylemekten geri durmadım ama yazılı olarak ısrarlı olmama yanlışımı ve açtığı sonuçları da açık yüreklilikle kabullenmem gerek.

Yukarda andığım ve bu yazıya eklediğim önceki iki yazımda özet olarak: “1999 ve 2000 yıllarında Süleyman Şaşmaz ve çevresi tarafından Dr. Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla yayınladıkları kitaplarla ilgili bana ulaşan bilgileri paylaşıyor, kitapların Kıvılcımlı imzasıyla yayımlanmasını sahtekarlık olarak nitelendiriyordum. Bu konuda önemli tanıklıkların olduğunu, Kıvılcımlı izleyicileri olarak bu konuyu açıklığa çıkarıcı tartışmalara girmemiz gerektiğini” yazıyordum. Ayrıca konu tartışıldıkça bana ulaşan belgeleri de paylaşacağımı ekliyordum. Bu tartışmalar sonuçlanana kadar da Komün Gücü kitabını 2013’te tekrar yayınlayan Sosyal İnsan Yayınları ve 2018’de bir kez daha yayınlayan Derleniş Yayınları’na da kitabın satışını durdurmaları çağrısı yapmıştım. Adı geçen yayınevlerinden biri hiç duymamış gibi davrandı, diğeri ise pazarlama görevlisine bana küfrettirerek seviyesini gösterdi.

Aradan geçen 2,5 yılda ben büyük bir yanlış yaparak konuya tekrar dönmedim ama bana göre sahtekarlık kesindi. Elimde bana göre önemli yazılı belge de vardı. Ben yazıp teşhiri sürdürmeye devam etmeyince çapsızlara meydanı boş bırakmış oldum. Olanları da özetleyip belgelemeye geçeyim.

İlk yazımdaki tahminlerim doğru çıkmıştı. S. Şaşmaz ve yakın çevresi yaptıkları ortak sahtekarlığın suçluluğuyla sus pus oldular. Bu konuda tek kelime etmediler. İçlerinde eskiden bana yakın davrananlar da sessizce ilişkilerini kestiler. Bu doğaldı. İşledikleri neredeyse cinayet olan bu suçtan dolayı susmak zorunda hissettiler kendilerini. Ancak ben iddialarımı yazmakla kalmamış, kendini Kıvılcımlı izleyicisi sayan kimi gruplarla hem de önderleri düzeyinde görüşüp, onlara ortak ifşa da önermiştim. Buna yanaşmadıkları gibi, yıllardır sahtekarlığın sürmesine sessiz kalarak destek olma durumuna düştüler.

Bu konuda en gayretli olanlar da kitabı 2013’te yeniden yayınlamış olan Sosyal İnsan Yayınları oldu. İlk yazımdan sonra bana küfretmiş olmanın ezikliği içinde bu defa S. Şaşmaz’ı aklamak için ortalığa döküldüler. Önce “Biz Komün Gücünün orijinal metnini gördük” yalanını yaymaya çalıştılar, tutmadı. Sonra S. Şaşmaz’ın suç ortaklarını dolaşıp bilgi almaya çalıştılar. Beylikdüzü’nü, Bursa’yı gezip, sahtekarlıkta Şaşmaz’a birinci elden destek olanlarla görüştüler. Görüştükleri yeminli Şaşmazcılar elbette ağız birliği ile “Süleyman çok dürüst adamdır, yapmaz öyle şeyler. Metin Kıvılcımlı’nın diyorsa öyledir” deyip beni çekiştirdiler. Yetmedi yayınevi sahibi ve küfürbaz pazarlama görevlisi kalkıp Fethiye’ye gittiler. Orada orman içinde bir barakada meczup-inziva yaşantısını sürdüren S. Şaşmaz’la görüşmeye bile gittiler. Ben görüşemediklerini duymuştum ama onlar “Süleyman’la görüştük: asla öyle bir şey olmadı, metin Kıvılcımlı’nın” dediğini yaydılar. Nihayet bunlar da yetmedi, sağda solda “Ahmet Kale yazdıklarına pişman olmuş, beni kandırdılar diyormuş” kuyruklu yalanını söylemekten de utanmadılar.

Ben yazdıklarımdan değil, yazmayı ve teşhiri yeterince kuvvetli ve sürekli yapmadığımdan pişmandım. Kıvılcımlı izleyicileri, belki de tüm sosyalistler bu sahtekarlığı ciddiye alıp, tartışır, ben de elimdeki yazılı belgeyi yayımlarım diye düşünmüştüm. Hiç kimse üzerinde durup tartışmayınca da hayal kırıklığı içinde “hay sizin doktorculuğunuza…” deyip konuyu kendi işlerim arasında rölantiye almıştım. Yapmamalıymışım. Bu yazı pişmanlığımı gösterir. Kimse tartışmasa da ifşaya devam etmeliymişim.

Gelelim bugünkü ifşamıza:

“Konunun tartışılması sürecinde iddialarımızı belgeleyecek durumdayız” demiştim. Hiç tartışılmadığı için bekledim. Yukardaki bel altı vuruş girişimlerinden başka iki konu daha beni harekete geçiren şeyler oldu. Yakın zamanlarda bir akademisyenin yazdığı uzunca bir makalede (Muhammed İnal; Hikmet Kıvılcımlı Üzerinden Din ve Sosyalizm Diyaloğu) Komün Gücü ve APK’yı önemli referanslar olarak görüp, Kıvılcımlı adına övüyordu. Demek ki teşhirimiz fazla yere ulaşamamıştı. İkinci konu ise: Bazı iyi, bazı kötü niyetlilerin yaymaya çalıştığı “Kıvılcımlı tam gündeme biraz girmişken, akademinin ilgisi az biraz artarken, A. Kale’nin bu türden ifşası Kıvılcımlı’nın itibarını zedeliyor” söylemiydi. Bu söylemi söyleyenlere de dinleyenlere de fazla sözüm yok. Son 20 yıldır, en zor ve yoksun şartlarda Kıvılcımlı’yı yaymaya çalışan, bugüne kadar akademik ortamda yazılmış olan 10 adet tezin 7’sinde kendisine teşekkür yazısı bulunan A. Kale için “Kıvılcımlı’nın itibarını zedeliyor” demek vicdanla, izanla bağdaşır mı?

Buyurun belgeyi:

Daha 2022 Mart ayında ilk yazıyı yazdığımda aşağıda alıntılayacağım belge elimdeydi zaten. Bu belge Süleyman Şaşmaz’ın 8 Aralık 2001 tarihinde başlayıp, en son 11 Haziran 2005 tarihli notla biten Biyografi denemesi. Tarihler konarak günlük biçiminde yazılmış bu biyografi 3 bölümden oluşuyor:

1.Bölüm 70 sayfa; daha çok siyasi notlardan oluşuyor. Sahtekarlığın itiraf edildiği paragraflar bu bölümden.

2.Bölüm 56 sayfa; neredeyse tamamını kendi sağlık sorunlarına ve aile ilişkilerine ayırmış, ekstrasistol(kalp teklemesi)ünden, kalp muayene ve tetkiklerinden uzun uzun söz etmiş. Konumuzla ilgili bir şey yok.

3.Bölüm klasik biyografi denemeleri gibi. 9 Ocak 1948’de doğduğundan başlayıp, kendini, ailesini, kökenlerini, yetişmesini, okul yıllarını anlatarak başlıyor. Ağabeyi Ruhan, kardeşi Güngör’den, Şükem dediği eşinden, Vatan ve Gelecek isimli oğullarından ve ilişkilerinden söz ediyor. Uzun yazılar biçiminde köy gezilerini öykülemiş. Yediburunlar, Faralya, Uzunyurt vs. Bu bölüm de bizim ilgimiz dışında. Konuyla ilgili bir şeyler bulabilir miyim diye dikkatle ve sıkılarak okudum 2. ve 3. Bölümleri.

İfşamıza konu olan itirafların tamamı birinci 70 sayfalık bölümde. Bu bölümü tarayarak bulduğum 15 maddelik, 22-23 paragrafı, imlasına ve yazım yanlışlarına dokunmadan, yazıdaki sayfa numaralarını da vererek aşağıda sıralıyorum (Maddelerdeki majisküllerin tamamı bana aittir.):

“1- Usta adına bastığım kitaplar meselesi … (14 Aralık 2001)

“Taif Taşlamalarına karşı kitaplarım:

“Ben kolay unutamam: çok acı günlerimdi. Benim Taif taşlanmam yılları aldı. Kıvılcımlı gibi . Taif Taşlanışımın yılları : çocuklarımın ve arkadaşlarımın bile bana yaklaşmamaları veya anlamamaları yıllarıdır. Ve Şükemin(eşi) bile bana sırt çevirişidir. Sana olan inancımı yitirdim dedi,bir gün. Benim Taif‟ taşlanışımın ne anlama geldiği buradan belli. Ama onlar bilmeden bilerek bana taş ve dedikodu ve kötülük atsınlar; beni sınasınlar dedim ve cevabım yaman oldu : ALLAH PEYGAMBER KİTAP İLE KOMÜN GÜCÜNÜ ÇIKARDIM. Taşa karşı yeni kitap saldırıları yaptım. Ve yine taşlar aldım. Fakat böyle böyle ilerledim de.” (Sayfa 7)

2-“Elimde yeryüzünde şimdiye kadar rastlanmış en güçlü keşiflere ve onların işleniş gücüne sahip bulunuyordum : üç keşifli teorim 1998 projesinden sonra üçüncü keşfini ortaya koymuş dolu dizgin gelişiyordu . Şu doktorcuları – kıvılcımlı sempatizanlarını bir yoklayayım dedim . Hayır çıkmayacağını bilemeyecek bir durum yoktu . Ama çaresiz ki , kişiler çağındaydık ve her kişi varyasyonuna değer vermem , onların ne durumda olduklarını okkalı bir taktikle ölçmem gerekiyordu . Elimdeki teori müthişti ama onu anlatabilecek araçlardan yoksundum . Henüz anlayabilecek durumda da değillerdi . Ne var ki onlara da ulaşmalıydım . Bu teori daha ortaya çıkarken bile her eve girebilecek bir bilim yapısına bürünen bir gidişi olmuştu . Bunu sanki teorinin kendi özel doğuş – oluş karakteri kendiliğinden belirliyor ve beni de bu taktiklere sürüklüyordu .

“Elinde böyle bir teori olan kim olursa olsun benim yaptığımı yapmak üzere yönelmek zorunda kalırdı.  Teorinin gücü her şeyden üstündü, teori kendisini duyurmak istiyordu . Ben buradayım dercesine kendisini daha müsfette durumundayken yayınlatmanın yollarını bulup açıyordu . Elimde Kıvılcımlı‟nın yaşasaydı nasıl düşünebileceğine ve benim ulaştığım teoriye nasıl ulaşabileceğine dair notlarım – eskizlerim ve neredeyse ayet gibi ezberlediğim formüllerim vardı. Onları, onlarca yılda binbir pratik içinde deneyerek edinmiştim . Ve son yıllarda da boyuna geliştirip zenginleştirmiştim . Zaten taktiğim yıllardan beri bende hazır bulunuyordu . KISMET 1999 – 2000 YILINAYMIŞ. BÜTÜN ÇALIŞMALARIMI GÖZDEN GEÇİRDİM . KIVILCIMLI YAŞASAYDI BENİM BUGÜN ULAŞTIĞIM TEORİYE NASIL ULAŞABİLİRDİ SORUSUNUN YANITLARINI , İKİ CİLTLİK ARAŞTIRMAYLA VERDİM : BENİM KONUMU SANKİ KIVILCIMLI İŞLİYORMUŞÇASINA , KIVILCIMLININ AĞZINDAN İŞLEDİM . OTURUP TEKRAR TEKRAR TASHİH ETTİM .

“KONUYU , BİRKAÇ ARKADAŞIMA AÇTIM . H. A böyle aykırı – genel kanıya ters düşen taktiklerden haklı olarak çok çekiniyordu . Onun dışında gençler bu tür taktikleri , gelişmeyi görmek arzularıyla destekliyorlardı .

“Kıvılcımlı kutsallaştırılmıştı , onun adına böyle bir şey yapmak benim linç edilmeye bile bile boynumu uzatmam demekti . Fakat gelişim bizde hep böyle koç başıyla kapıları zorlamaktan geçebiliyordu . ben zaten kararımı vermiştim, karşımdakiler zaten ölüydüler  ve daha da öleceklerini çok iyi biliyordum . KİTAPLARI ARDI ARDINA YAYINLADIM .” (Sayfa 8)

3-“16 Aralık 2001 : Din – Komün – Çekirdek altı :

“Besbelliydi : bastığım bu kitaplar başıma bela olacaktı. Ama hep güvendiğim şuydu : yaptığım büyük bir iyilikti : böyle kitapları oturup kim her gün yazabiliyor ? Usta bile , kutsallaştırma prosesini bildiği halde çekirdek altı kanunları eline geçemedikçe , kutsallaştırma prosesini bir bütün olarak ele alamamıştı . Yaşasa elbette düşünce sistemi oraya gidiyordu .

“Komün Gücü de öyle : şu benim ünlü formülüm ortaya çıkamadıkça , USTA BİLE , KOMÜN GÜCÜNDEKİ SENTEZLERE ULAŞAMADI . Ve komünü hep sınıflı toplumlar ile güreşi açısından ele almayı geliştirebildi . Oysa gerçek çok daha muhteşem ve derinlerdeydi :

“ÖZENE BEZENE İKİ YIL ÇALIŞTIM : ONUN SATIR ARALARINDAKİ DİLİYLE , ONUN DÜŞÜNCE SİSTEMİYLE YAZDIM . Kendi yazılarımı çok daha kolay yazıyordum . bu iki kitabı , çok daha zor yazdım .

“Yine de ustanın kendi mantığı içinde benim ulaştığım mantığa bir miktar ulaşabilme olanağı vardı . Bu iki kitap ile onları denedim . BİRKAÇ YER HARİCİNDE , ONLARIN BANA AİT OLACAĞINI SEZEN OLAMAZDI . ÇÜNKÜ YAZILARIM VE KONUM ÇOK GÜÇLÜYDÜ . USTANIN ASLA ULAŞAMADIĞI BİR YERDEN ONUN KONUSUNU YAZIYORDUM . Okuyanların rüyaları bile o konulara ulaşamazdı . zaten kim konunun derinliklerine inebilmişti ki . benim teorimi kavrayabildikleri zaman bunu düşünebilirlerdi . Fakat o zaman da sadece onlara ve herkese bir iyilik yapmış olduğumu anlayacaklardı . VE BEN BUNU HİÇBİR ZAMAN İTİRAF ETMEYECEKTİM .” (Sayfa 9)

4-“Bu salaklar için neler yaptım . KIVILCIMLI ADINA BASTIĞIM EMEKLERİM . Hepsi domuz gibi biliyorlar . Ama kafaları almıyor ki . Okusunlar da ayıksınlar istiyorum . Yapamıyorlar .” (Sayfa 23)

5-“Ocak 21 . Usta adına yazdıklarım : Yaşamayan bilemez : ne günlerdi benim için : yaşamayı ölümle bilemek benim kendimce işlediğim bir komüncül sanatımdı . Hiçbir kurala saplanmazdım : iyilik yapmanın da kuralı mı olurmuş ; Neşecik , ve başkaları ETİK diye tutturmuşlar : iyilik yapamayan iyilik yapan eli ısırır ancak : Isırsınlar ; bende ne çok el var : ŞU KIVILCIMLI ADINA YAZDIĞIM KİTAPLARI USTA ADINA BASMASAYDIM NE OLURDU ? Hayır başka türlü yankı bulamadım o gün . O günü yaşamayan bilemez . Onu denemeliydim . Varolanların akıllarını duygularını deneyerek ilerliyorum . bilim deney demek . şimdi rahatım işte . Bunun bedelini de ödemeliydim . sabır etsem ne olurdu ? bekleyemezdim . çünkü ilerleyemezdim o zaman . tarihi biraz itelemeliydim . Hep öyle yapıyorum . sanki biraz daha dikkatli mi olsam ?

“Fikret , bir ara şöyle dedi : ben komün gücünü daha doğru buluyorum ; seninkiler ters gelmeye başladı . Anlaşılmıyor falan . KOMÜN GÜCÜNÜ DE BENİM YAZDIĞIMI BİR ÖĞRENSE . İşte acıklı halimiz bu . demek böyle karşıma gelecekler ileride . Olsun bir adım ilerliyorlar ya . Kıvılcımlıyı bana karşı çıkarıp adam olacaklar . çıkarsınlar ; şenlik olsun ; ben kuşatayım da.” (Sayfa 30)

6-“Bizim doktorcu geçinen salakçıkların dikkatini çekmek için ÖZELLİKLE SİKLUS LAFINI KULLANDIM . ki o uyuşmuş beyincikleri sarsılsın da ters yönden küfür ile zikr etsinler diye . Anladılar mı ?” (Sayfa 40)

7-“ALLAH PEYGAMBER KİTABI USTA ADINA YAZARKEN ,  onun mantığı içinde  onu bana doğru geliştirip  insanların mantığını bana kaydırmaya çalıştığımda ; bütün ayetleri tek tek etüt ettim : ne kadar çok benziyoruz ; büyük ibret . “ (Sayfa 41)

8-“Bak : Bilim ve Ütopya şubat ayında KIVILCIMLI ADINA YAZDIKLARIMI vermiş. (Sayfa 48)

9-“Apo bizim Allah Peygamberi okumuşmuş . Demir Apo dalkavuğu . Kitabın hemen kıvılcımlının olduğuna karar vermiş . Apoyu bu vesileyle övüyor . Türkiyede bir Kıvılcımlı bir de Apo çıkmış : orijinal teorisyenmiş .KİTABIN BANA AİT OLDUĞUNU BİR BİLSE NE DİYE YAZACAK ACABA ?” (Sayfa 51)

10-“13 Mart : Şu bizim Komün Gücü : cinayetlere peçe yapılmaya çalışılıyor.

“İbrahim telefon etti : Demir , Komün Gücünü okumuş , Kıvılcımlının tamamlanmamış eseri olarak selamlamış.

“… (Demir)Komün Gücünden hiçbir şey anlamamış . ORADA ÖZELLİKLE DÖNÜP DÖNÜP ANLATTIĞIM VE KIVILCIMLI ADINI KULLANARAK ÜZERİNE BASTIĞIM EN TEMEL ŞEY : Toplumun çekirdek altı kanunlarıydı . SADECE KULAĞI TERSTEN GÖSTEREREK İŞİ BİRAZ BENDEN ÇIKARIP , KIVILCIMLI YAŞASAYDI KENDİ MANTIĞIYLA BURAYA VARACAKMIŞÇASINA DOĞAL BİR HALE GETİRMİŞTİM . yazık : aradan iki yıl geçti.” (Sayfa 54-55)

11-“İbrahime sordum : yahu bu KİTAPLARI USTANIN ADINA YAYINLADIĞIMA neredeyse pişman oldum . ne dersin dedim ? Yok dedi , eğer kendi adına yayınlasaydın , bunlar ve benzerlerinde hiçbir yeni düşünce dosyası açamazdık ; hiç olmazsa şimdi böyle bayağı yoldan da olsa , yeni bir dosya açtılar gelişecekler ve başkalarını da etkileyecekler . Nasıl olsa zamanız var ; dönüp dolaşıp iş bize dönecektir.” (Sayfa 55)

12-“Memetçik öyle değil . Rıza ile ona İNSANLAŞMA kitabımı göndermiştim . Okumuş belli . Ve nihayet iki yıl sonra doğrudan birey olgusuna girmiş . BENİM KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH PEYGAMBER EMEKLERİMDEN yararlanmış. KIVILCIMLI ADINA BASTIĞIM BU EMEKLERİM , en acılı zamanımda geceli gündüzlü onların ağzına göre yazdıklarımdı . Yalnızlığım ve çaresizliğim henüz son bulmamıştı . Hadi dedim : bir de böyle bir taktik deneyeyim : KIVILCIMLI YAZMIŞ GİBİ ONUN AĞZINDAN ONLARA SESLENDİM . Belki okurlar , bir başlıkçıktan olsun biraz bir şey anlarlar . Hadi beni okusalar bile benim yoluma giremiyorlar . Bari Kıvılcımlı yoluna girerek bana ulaşabilirler . Öyle olacaktır sonunda ama ne zaman ? aradan tam iki buçuk yıl geçti . Bizimkiler hala uyanamadılar . Memetçik nihayet KIVILCIMLI‟ da BİREY meselesini aramış ve bulmuş : KOMÜN GÜCÜ VE ALLAH –PEYGAMBER – KİTAP EMEKLERİMİZDEN ALINTILAR YAPMIŞ.” (Sayfa 63)

13-“Onlar kör ve duçar kaldılar . Eski bir tür olarak ölüyorlar . zavallılaşıyorlar . Buna dayanamadım . Onlara KOMÜN GÜCÜ – ALLAH PEYGAMBER KİTAP GİBİ ÇALIŞMALARIMLA yok canımla yardım ettim.” (Sayfa 62)

14-“Ama adım adım ilerliyorum . Şu son iki yıldır hiçbir gerilemem olmadı . Adım adım istikrarlıca ilerliyorum . KOMÜN GÜCÜ – ALLAH – P – K „TAN SONRA İŞLERİM AÇILDI . Doğum başladı.” (Sayfa 64)

15-“Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap ile yeni bir atak yaptım.

“Denklik Yasasını formüle edip demlenmeye bıraktım.” (Üçüncü bölüm sayfa 58)

Üç bölümü toplam 222 sayfa eden metin daha dikkatli incelenirse başka cümleler de bulunabilir belki. Bana göre bu itiraflar suçu yeterince kanıtlıyor. İlk yazımın sonunda olduğu gibi, burada da bundan sonra olabileceklerle ilgili tahminlerde bulunayım:

-Süleyman Şaşmaz ortalarda yok zaten. Olanları ve olacakları da çok fazla umursadığını sanmıyorum. Ama yakın çevresinde olup da ona suç ortaklığı edenler ya susmaya devam edecekler ya da iftiralara yönelecekler. En büyük ihtimalle de böyle bir metnin olmadığını, olamayacağını, sahte olduğunu öne sürecekler. Bunun için alıntılar yaptığım sayfaların fotoğraflarından bazılarını da bu yazının sonuna ekleyeceğim. Ayrıca; Şaşmaz’ın doğum tarihini, abisi ve kardeşinin isimlerini yazdım, inkar edilirse, yazıda geçen bütün yakın çevresinin, sırdaşlarının isimlerini de paylaşırım. Kendisinden başka kimsenin bilemeyeceği ayrıntılar var metinde. Gerekirse onları da yazarım ama konum sahtekarlık. Ayrıntılara boğulmak istemem.

-Kıvılcımlı izleyicilerinden fazla bir beklentim yoktu ama bu kadar sessizlik de dayanılmaz artık. Kıvılcımlı izleyicileri bu kadar duyarsız olursa dışımızdaki sosyalist çevrelerden tepki beklemek de çok gerçekçi değil.

-Kitabı daha sonra yayımlayan ve benim “şu tartışma sonuçlanana kadar kitapları piyasaya sürmeyin” önerisinde bulunduğum iki yayınevine gelince: Derleniş yayınları, kendileri dışında kimsenin doğru bir şey yapamayacağına iman etmişçe kör davranıyor. Bu doğru değil. Konu Türkiye sosyalizminin ustası üzerinden yapılmış bir sahtekarlık iddiası. Daha iddiayı ortaya attığımda örneğin Mustafa Şahbaz benden bilgilenmek isteseydi, sadece ustama saygımdan paylaşırdım bildiklerimi.

-Sosyal İnsan Yayınları ise yayınevi olarak bir ağırlık taşımıyor artık. İlk yazımdan sonra görevlinin bana savurduğu küfür ve hakaretle yetinmeyip dedikodu ve yalanla bana saldırdılar. Küfür ve hakareti misliyle iade eder geçerdim ama tekrar edeyim konu ben değilim, ustamızın üzerinden yapılmış bir sahtekarlık. Süleyman ve çevresi susuşla geçiştirmeye çalışırken bu yayınevinin cansiperane bir şekilde savunup, üstelik küfür ve yalanla bana saldırması görevliye yakışsa da yayınevi sahibi H. Atahan’a yakışmadı. Böyle bir durumda benden bilgi istese yine ustamın hatırına paylaşırdım.

Sonuç olarak:    

İtirafları paylaştım. S. Şaşmaz ve yakın çevresi ustamızın adını kullanarak sahtekarlık yapmışlar. Bunu bütün yakın çevre biliyor. Yazıda Şaşmaz’ın kendisi yakın çevre ile ilgili çok şeyler paylaşıyor. Ayrıca daha uzak çevre denebilecek tüm tanınmış doktorcular için de ağır hakaretler de içeren değerlendirmeler yapıyor.

Tekrar edeyim. Kitapların içeriği şu anki konum değil. İçeriklerine katılan arkadaşlara bile sorayım: Bu sahtekarlık hiç içinizi acıtmıyor mu? Görüşleri doğrultusunda işkenceler gören, hapis yatan, kaçak yaşayan hatta ölenleri olduğu, Türkiye sosyalizminin önderi gördüğümüz birinin isminin gerekçesi ne olursa olsun böyle bir sahtekarlığa alet edilmesi içinizi hiç mi acıtmıyor?

Alıntıları paylaştım. Benim açımdan sorun kalmadı. Bu iki kitap (Allah Peygamber Kitap ile ilgili görüşlerimi ilk yazımda yazmıştım) Kıvılcımlı eserleri listesinden çıkarılmalı, satıştan çekilmelidir. Ben her mecrada, her alıntı yapana uyarılar yapmaya, bu eserlerin sahte isimle basıldığını ve Kıvılcımlı’ya ait olmadığını açıklamaya devam edeceğim.

Bu konuyu samimice tartışmak, sahtekarlığa karşı durmak gibi bir derdi olmayanlar benden metin falan istemesinler. İşte metin ortada, alıntılar ortada. İnanıp inanmamak size kalmış. Usta adına yapılmış bu cinayeti bile önemsememiş olanların bana güvenip güvenmemesinin hiçbir kıymeti yok.

Bu yazımı okuyan sevgili Türkiye sosyalistleri: Konu sizleri de ilgilendiriyor, sizler de konuya dahil olmalısınız bence. Kıvılcımlı hepimizin değeri.

Kıvılcımlı izleyicisi arkadaşlar; bu konuda susmaya, ya da çeşitli komplekslerle bana saldırmaya devam edenler: Konu ben değilim, konu Süleyman Şaşmaz ve yakın çevresinin Kıvılcımlı üzerinden yaptıkları sahtekarlık. Ya usta Kıvılcımlı’nın uğradığı bu haksızlığa karşı duracaksınız ya da istemeseniz de sahtekarların yanında yer alıp gizli Şaşmazcı olacaksınız.

Benim açımdan konu burada kapanıyor. Sahtekarlığı teşhir için elimden geleni yaptım ve ciddi mecralarda yapmaya devam edeceğim. Ucuz saldırılara kalkanlar umutlanmasınlar, onlar gizli ya da açık Şaşmazcı, Ben Kıvılcımlıcıyım.

Ahmet Kale

06.03.2025

Ekler:

Birinci yazım: Komün Gücü Ve Allah-Peygamber-Kitap Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum (01.03.2022)

İkinci yazım: Bir Kez Daha Komün Gücü Ve APK Üzerine (10.06.2022)

Alıntıları yaptığım bazı sayfaların fotoğrafları.

Komün Gücü Ve Allah-Peygamber-Kitap Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum

Yıllardır Hikmet Kıvılcımlı’nın eserlerini yayıma hazırlayan, yayımlayan, yayımına katkıda bulunan Ahmet Kale, Kıvılcımlı imzasıyla yayımlanan ‘Komün Gücü’ adlı kitabın Süleyman Şaşmaz tarafından yazıldığını öğrendiğini, bu bilginin gerekirse tanıklıklarla belgeleneceğini söylüyor ve bir sahtekârlığı ifşa ediyor. Kale’nin ‘Allah-Peygamber-Kitap’ adlı kitap hakkında ise görüşleri farklı. Öyle gözüküyor ki, Kıvılcımlı’nın çilesi daha bitmemiş…(Bilim ve Gelecek)

1999 ve 2000 yıllarında Bumerang ve Tarih Bilimi Yayınları tarafından Dr. Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla 2 kitap yayınlandı: 1999’da Allah Peygamber Kitap2000 yılında da Komün Gücü başlıklı kitaplar. Bu iki kitaptan özellikle Komün Gücü başlığı ile yayınlanan kitap Kıvılcımlı izleyicileri arasında tartışmalar yarattı. Genel kanı kitabın Kıvılcımlı’ya ait olmadığı, kitabı yayına hazırlayan ve önsözünü yazan Süleyman Şaşmaz tarafından yazılmış olabileceği idi. S. Şaşmaz ve çevresi de gizemli tavırlar takınarak bu kanıyı beslediler. Örneğin kendilerinden defalarca bu kitaplara esas olan metnin orijinali sorulduğunda “Emine Kıvılcımlı’dan Ahmet Cansızoğlu eliyle bize daktilo metin geldi, biz de o pelür kâğıtlardan bastık, metni de saklamadık, ne varsa basılı kitaplarda” diyerek kuşkuyu artırdılar. Buna rağmen kitaplar yayıldı, başka başka yayınevleri tarafından yeni baskıları yapıldı. Üzerlerine seminerler, paneller, youtube çekimleri yapıldı, tezlere konu oldu. Ancak bütün bu yayılmalara rağmen özellikle Komün Gücü kitabı üzerindeki kuşku ve tartışmalar süregeldi.
Uzatmadan bu yazının yazılmasının sebebine geleyim. Gerekçeleri ve içinde bulunduğumuz durumu yazının devamına bırakayım.
Kıvılcımlı’nın ölümünün 50. yılı dolayısıyla İstanbul’da olduğum günlerde eskiden S. Şaşmaz çevresinde olan kimi arkadaşlar ısrarla beni arayıp görüşmek istediler. Görüştük. Bana önce Kıvılcımlı’nın tanıtımındaki gayretlerim için takdirlerini belirttikten sonra “arkadaş sen bu Komün Gücü ve Allah Peygamber Kitap eserlerinin Kıvılcımlı’ya ait olduğuna emin misin ki özellikle Allah Peygamber Kitap için bu kadar gayretle tanıtım yapıyorsun?” diye sordular. Ben de onlara özellikle Komün Gücü ile ilgili kuşkularımın sürdüğünü ama Allah Peygamber Kitap için Allah’ın adları ile ilgili bölüm dışında bir kuşkum olmadığını söyledim. Görüşmemiz hem uzun sürdü hem de daha sonra birkaç kez daha görüştük. Özetle bana söylenenler şunlardı:
“Kitapların basıldığı yıllarda S. Şaşmaz çok güvendiği 5 kişiyi Bursa’da toplayıp onlara ‘Arkadaşlar birkaç yıldır görüşlerimizi yayacak kitaplar, broşürler yazıp durduk ama bir yaygınlık sağlayamadık. Ben yeni bir taktik geliştiriyorum, görüşlerimi iki kitapta toplayıp onları Hikmet Kıvılcımlı imzasıyla yayınlamak istiyorum. Ben üslubu öyle güzel taklit ederim ki kimse anlamaz. Böylece Kıvılcımlı’yı okuyoruz diye beni okurlar ve görüşlerim yayılmış olur. Sizler de bunun tanıkları olacaksınız’ der. Bu taktiğe, katılanların bazıları cılız itirazlar getirse de sonunda taktik uygulanır ve kitaplar Kıvılcımlı imzasıyla basılır. Hatta Allah Peygamber Kitap için önce ‘İslam Tarihinin Maddesi’ ismi düşünülür ama baskı aşamasında şimdiki ismiyle basılır.”

Doğal olarak arkadaşlardan bu dediklerini belgelemelerini istedim. Arkadaşlar, bu konuda çok fazla tanıklığın olduğunu, o zaman yakın çevre olan 10-15 kişinin hepsinin bu konuyu bildiğini, kendilerinin ve bazı başka arkadaşların ulaşıldığı ve sorulduğu takdirde bu konuda tanıklık etmekten kaçınmayacaklarını söylediler. “S. Şaşmaz’ın o zamanki yakın çevresi biliniyor ve hepsi de yaşıyorlar. Kolaylıkla ulaşılıp tanıklıkları istenebilir. Kimileri hâlâ imanlı bir şekilde Şaşmaz’a bağlı davranabilir ama devrime ve Kıvılcımlı’ya karşı sorumluluk duygusu daha ağır basan arkadaşlar vardır ve bunlar tanıklığa da gerekirse belgelemeye de hazırlar” dediler.
Söz konusu olan kitaplardan Allah Peygamber Kitap için yazımın sonunda ayrı bir değerlendirme yapacağım. Öncelikle çok tartışılan Komün Gücü için yazayım.
Kitap 2000 yılında “2000 yılı armağanıdır, lütfen kabul buyurunuz” gibi ciddi olmayan bir cümleyle sunulur. S. Şaşmaz’ın yazdığı önsözde de “… Kıvılcımlı 30 yıl öncesinde iki binli yıllarda işimize yarayacak bir armağan gönderiyor bize…” denerek metnin yazılış tarihi olarak da 70 yılları işaret edilir.
Kitabın içindeki konulara, onların değerine ya da değersizliğine girmeyeceğim. Onlar ayrı bir inceleme ve tartışma konusu. Ancak yazarının itiraflarına göre eğer bu kitap öyle olmadığı halde Kıvılcımlı adına yayınlandıysa değeri falan kalmaz bence. Kıvılcımlı gibi bir sosyalizm ustasını böyle bir sahtekârlığa alet etmenin tartışılır ve bağışlanır bir yanı olamaz. Kendine ve tezlerine güvenmeyen birisi güvenlik ya da başka gerekçelerle mahlas dediğimiz takma isim kullanabilir elbette. Ama bunu tüm hayatı sosyalizm mücadelesi içinde geçmiş, sosyalizm literatürüne katkılarda bulunmuş bir ustanın adıyla yapmak ciddi bir sahtekârlıktır, ayrıca da ağır bir suçtur. Bunu yapan, bunun yapılmasına tanıklık edip 20 yılda hiç sesini çıkarmayan hatta 20 yıl sonra bile sorulduğunda sosyalizme ve Kıvılcımlı’ya değil de kerameti kendinden menkul birine bağlılık göstererek sahtekârlığı inkâr edenler de bu suçun ortaklarıdırlar.
Kitabı Kıvılcımlı’nın adıyla basma gerekçesi olarak, “şimdiye kadar yazdıklarımız bir yankı getirmedi, Kıvılcımlı imzasıyla yayınlarsak, millet onun diyerek benim görüşlerimi okur ve bana gelirler” denmiş. Ayrıca “ben üsluba hakimim öyle taklit ederim ki doktorcular bile anlayamaz” diye açıklanmış. Bu ikinci cümle el hak doğru. Aşağıda sıralayacağım örneklerde görüleceği gibi hepimiz, tüm camia ters köşe olmuşuz. Sahtekârlığı yeterince anlayamadığımız bir yana kendilerinin bir türlü yaygınlaştıramadığı bu metinleri yeniden yeniden basarak, tartışarak ekmeklerine yağ sürmüşüz.
Önce kendimin yanılgısından başlayayım örneklemeye. 2014 Kasım ayında Bilim ve Gelecek Kitaplığı yayınlarınca basılan Kıvılcımlı Külliyatı (Ayrıntılı Bibliyografya) kitabımda “Komün Gücü” kitabını tanıtırken art arda yığınla itiraz ve kuşku sıralamışım. Kitabın adından başlayarak, içindeki ve metne esas olan birçok kavramın (Siklus Temeli, Kişiler Çağı, Çekirdek Altı Toplumu, Kişilerin Parçalanışı vs.) Kıvılcımlı’nın hiçbir kitap ve yazısında geçmediğini belirlemişim. Hollanda’daki arşivde böyle metinlerin olmadığını söylemişim. Kitabı yayınlayanların tüm ısrarlara rağmen metnin aslı hakkında tutarlı bir şey söylemediklerini, o yıllarda ikisi de ölmüş olan Emine Kıvılcımlı ve Ahmet Cansızoğlu’nu tanık saymalarını eleştirmişim. Bunlar yayınlayanların dediği gibi dağınık notlardan oluşuyorsa, “Komün Gücü” gibi, sanki Kıvılcımlı’nın böyle tamamlanmış bir eseri varmış gibi iddialı bir isim yerine “Komün Toplumu Üzerine Notlar” gibi daha sade, iddiasız bir başlıkla ve olduğu gibi yayınlanması gerekirdi de demişim. Ancak bütün bu tespitlerimden sonra “Böyle bir araştırma ancak Kıvılcımlı çapında bir antika tarih araştırmacısı tarafından yapılabilirdi” demekten de geri durmamışım. Tam bir zokayı yutma hali. Bu yanılgının bilinçaltımdaki etkisiyle olsa gerek daha sonraları da Komün Gücü kitabı ile ilgili fazla tanıtıcı davranmamışım.
2000 yılındaki bu sahte imza ile yayınlanan kitabın 2. baskısı 2013 yılında Sosyal İnsan Yayınları tarafından yapıldı. Bu baskıya esas olan metni daha 2011 yılında o yayınevinin ortağı ve yöneticisi iken ben hazırlamıştım. Kitabın yayınevini notu bölümünü de yazmıştım ama yayınlanmasını iyice emin olana kadar geciktirmeye karar vermiştik. Yani o kitabın metni ve giriş notu benim hazırlığımdı. 2011 Ağustos ayında o yayınevinden ayrılmak zorunda kaldığımda yayına hazır biçimde masanın üstündeydi.
Sosyal İnsan Yayınları Aralık 2013’te yani benim ayrılmamdan 2 yıldan fazla bir süre sonra kitabı yayınladı. Önem verip benim hazırladığım metin mi diye bakmadım ama “Yayınevinin Notu” bölümü özensizliği anlamak için yeterliydi. Şöyle ki; tanıtım yazısı belli bir yere kadar aynı kalmış. Yukarda kendi kitabım için sıraladığım bütün itirazlar korunmuş, “… Komün Gücü’nü yayınlamadan önce eser üzerindeki kuşkuyu kaldırmak için olabildiğince özen gösterdik. Yayınlanmasına çok önem veriyor ve istiyor olmamıza rağmen; sırf bu nedenle -geçen süre içinde kuşkuları giderebilecek bir çözümü belki bulabiliriz düşüncesi ve ümidi ile- eserin basımını geciktirdik” dendikten hemen sonra “Yayınevi olarak, ‘Komün Gücü’ eserinin Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya ait olduğuna inanıyoruz” (ben vurguladım)” derler. Kendileri kendilerine sormadıklarına göre biz onlara soralım: Kuşkularınızı kaldıracak ne gibi gelişmeler oldu ki böyle kesin bir hükme vardınız? Metinlerin aslı mı bulundu? Emine Kıvılcımlı ya da Ahmet Cansızoğlu’ndan kalmış ikna edici belgeler mi buldunuz? Bu soruların cevabı hiç kimse için yok tabi. Tam bir bilmediğini bilmeme ve kuru iddiayla bilgisizliği örtme hali.
Nihayet 2018 Nisan ayında Derleniş Yayınları da yeniden bastı Komün Gücü kitabını. Üstelik S. Şaşmaz’ın uydurduğu “Siklus Temeli” alt başlığını da kullanarak. Sunuş yazısında yukarda sıraladığımız kuşkuların kimi de paylaşıldıktan sonra, “Ve yine ne yazıktır ki, elimizde ‘Tarih Bilimi Kitapları’ tarafından yayınlanmış metnin dışında bir nüshası bulunmamaktadır” dendiğine göre aynı yanılgılara düşülmesi kaçınılmaz olmuştur. Yayınlayanlar önce Kıvılcımlı’nın Günlük Anılar’ından alıntılarla ustaların işlerini bitiremeden öldüklerine dair Kıvılcımlı’dan aktarmalar yaparlar ve bunlardan Kıvılcımlı ustanın kendisi için söylediği; “İşlerimden hemen hiçbirisi bitmedi. Kimin bitmiştir ki? İçten örnek bildiğim Marks-Engels neyi bitirebildiler?” cümlesine dayanarak şöyle hükümlendirirler bu kitabı yayınlamalarını: “Bu eseri de (Komün Gücü de) Hikmet Kıvılcımlı’nın o bitmemiş işlerinden biridir. Ne yazık ki gözden geçirme fırsatı bulamadığı çalışmalarındandır.” (Adı geçen sunuş yazısı s.13)

Burada da kesin hüküm var ama bilgi yok, belge yok. Orijinal metin bulunmamış, Hollanda’daki arşivde bu konuda bir belge yok, kimsenin itiraz edemeyeceği tanıklık da yok ama hüküm var “…bitmemiş işlerinden biridir” diye.
Yine bilindiği gibi yanılgılar sadece alıntı yaptığımız bu 3 yerle sınırlı değil. İrili ufaklı bütün doktorcular bu zokayı yutmuşuz. Nitekim S. Şaşmaz’ın kendi çevresine “D. Küçükaydın kitaplardan alıntı yapıyor, M. Özler konuşmalarında referans olarak kullanıyor” diyerek böbürlendiği de aktarılıyor.
Görüldüğü gibi sahtekârlık amacına ulaşmış durumda. Yazdığı birkaç kitapla 1996-2000 yılları arasında çok çok sınırlı bir çevre dışında bir yankı yaratamayan S. Şaşmaz, büyük bir cüretle ve ustanın ismine saygısızlıkla bu taktiği uygulamış ve 20 yılı aşkın bir zamandır da başarıyla uyutmuş hepimizi.

‘Allah – Peygamber – Kitap’ üzerine
Yukarda da yazdım, S. Şaşmaz Bursa’ya topladığı arkadaşlarına Komün Gücü ile beraber Allah-Peygamber-Kitap’ı da kendisinin yazdığını, bu kitaba önce “İslam Tarihinin Maddesi” ismini koymak istediğini ama sonradan böyle değiştirdiğini yayın faaliyeti sırasında en yakında olanlar söylüyorlar. Bu konuyu biraz açmamız gerek:
2011 yılı Mart ayında Sosyal İnsan Yayınları’nda, Kıvılcımlı’nın bazı yayınlanmış ve yayınlanmamış tarihle ilgili yazılarını Tarih Yazıları başlıklı bir kitapta derlemiştim. O kitaba aldığım yayınlanmamış yazılardan biri Kıvılcımlı’nın muhtemelen Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabına yazdığı ama kullanmadığı bir önsöz yazısıydı. O yazının bir yerinde şunları yazıyor:
“1938 Yavuz Davasında (Donanma Davası) gerek Osmanlı, gerek İslam Tarihinin Maddesi üzerine olan el yazmaları, gizli polisçe birer suç belgesi imişçe gasp edildi. Ve bir daha o el yazmalarının tek tük, eksik taslaklarından başka izini tozunu bulamadık. Hele Kur’an-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi bağırta çağırta yok edildi. Söz verilmişken, yıllarca sonra bulunamadığı gerekçesiyle geri verilmedi.” (Tarih Yazıları s.12. Ben vurguladım.)
Bu alıntıyı yaptıktan sonra ben de 2013 yılı Ekim ayında Bilim ve Gelecek Kitaplığı’yla bastığımız Allah-Peygamber-Kitap’ın tanıtım yazısında şunu demişim:
“‘Kuran-ı Kerim’i satır satır izleyerek özenle temiz ettiğimiz ‘İslam Tarihinin Maddesi’ kitabının birinci cildi (abç), bağırta çağırta yok edildi’ derken, özellikle birinci cilt demesi dikkatimizi çekiyor. Elimizdeki kitap çok büyük bir olasılıkla kastettiği o birinci cildin dışında kalan kılıç artıkları.” (Allah-Peygamber-Kitap, s.7, Bilim ve Gelecek Kitaplığı)

Bugün de aynı düşüncedeyim.
Biraz daha ek yapayım konuya: Kıvılcımlı yurtdışına kaçmadan önce evinden 2 çuval kadar yazılarını Fuat-Latife Fegan çiftine emanet eder. Bu çuvallardaki yazıların akıbetini biliyoruz. Şimdi Hollanda’daki bir enstitünün arşivinde ve kullanımımıza hazır. O el yazmalarının ve diğer evrakların oralara gidişinin öyküsünü Latife Fegan’dan okuyoruz. Latife Fegan arşivin öyküsünü aktardığı yazısının bir yerinde; “Nitekim Ankara’dan Ünsal Gündoğan adlı bir arkadaş, nasıl elde ettiğini pek bilmediğimiz, içinde elyazmaları bulunan bir zarfı İsveç’te bize ulaştırmıştı. İki çuvala ilave edilmiş tek katkı budur.” diye yazıyor. Ben o zarfın (Zarf değil 2 çanta olduğu da söyleniyor) içindeki el yazmalarının nasıl elde edildiğini kaynağından yeni öğrendim. Bu yazıda bizi ilgilendirdiği kadarını paylaşıp, Allah-Peygamber-Kitap’a bağlayayım.
Feganlara emanet edilen 2 çuvaldan başka neredeyse bir o kadar da Kıvılcımlı’nın evinde kalmıştır. Bunlar Emine Kıvılcımlı’nın sorumluluğundadır. Kıvılcımlı’nın ölümünden sonra ilk olarak TSİP’in yayınevi olan Tarih ve Devrim yayınları yöneticileri karargâh kurarlar Emine hanımın evine. Telif haklarını alıp epey kitap basarlar. Bir yıl sonra bu defa Orhan Aksungur ve ailesi girer devreye. Emine hanımı ikna edip TSİP’lilerin telif sözleşmesini iptal ettirip kendileri alırlar telif hakkını. 1975 yılında kurdukları “Vatan Partisi”ne kurucu da yaparlar Emine hanımı. Bu arada 31 Mart 1975’te 1. Milliyetçi Cephe Hükümeti kurulur. Hükümetin gerici faşist yapısından paniğe kapılan O. Aksungur, partisine ve yayınevine kilit vurdurup, Emine hanım dahil tüm parti yöneticilerini ve kendi aile efradını alıp Suriye’ye kaçarlar. Tabi Emine hanımın evindeki bütün Kıvılcımlı emeklerini de kendi zulalarına aktarırlar. Bu emekler 5 yıldan fazla ellerinde kalır. Oradaki yazıların sıkıyönetime kaptırılması, oradan kelle koltukta bir kısmının çıkarılıp F. Fegan’a ulaştırılması film senaryosu gibi bir öyküdür. Onu bırakalım şimdi. Kıvılcımlı’nın evinde kalan ve tamamı küçük boy 3 bavul kadar olduğu söylenen bu yazılar ve emekler 5-6 yıl bu grubun elinde kalmış yani. Orhan Aksungur “Vatan Partisi” ve Tarihsel Maddecilik yayınlarıyla cılız bir faaliyet yürütürler birkaç yıl ve bu grubun yayın işlerini de S. Şaşmaz idare etmektedir. Yani o el yazmalarının tamamına bakma şansı vardır o yıllarda. Oradan Kıvılcımlı’nın “İslam Tarihinin Maddesinin kılıç artıkları kaldı” dediği bölümü kendi zulasına almış olma ihtimali de yüksek kanımca.
1999 yılında Allah-Peygamber-Kitap’ı basarken önce adını “İslam Tarihinin Maddesi” koymaya kalkması da boşuna olmasa gerek. Kitabın içinin incelenmesi ayrı bir çaba konusu tabi. Ancak birbirinin kopyası gibi tamamı da “evrim ve determinizm içeren” Allah’ın isimleri bölümünün sığlığı ile Hz. İbrahim, Semitler, aşağı barbarlık, kurban geleneği gibi bölümlerin derinliği bize bazı ipuçları veriyor aslında.
Sonuç olarak benim kanaatim, Allah-Peygamber-Kitap, Şaşmaz’ın müdahalelerinin olduğu, Kıvılcımlı’nın “İslam Tarihinin Maddesi” çalışmasından kalan notlardır.

Neler olabilir?
Bu yazıyla 21-22 yıl önce yapılmış bir sahtekârlığı, işlenmiş bir ağır suçu anlatmaya çalıştım. Bu sahtekârlığı yapana ve bunu daha ilk gününden bilip de bugüne kadar gizleyip ortak olanlara ne desek, ne yapsak az. Kıvılcımlı ustanın ismini sahtekârlığa alet ederek ona yaşamı boyunca eziyet edenlerin saflarına katılmış oldular. Böylece de affedilmez ağır bir suç işlediler. Sahtekârlığı benimle paylaşan, gerekirse bu konuda tanıklık ederiz, bilgi ve belge de sağlarız diyen arkadaşlara şükran borçluyuz. Geç kalmış olsalar da doğru bir görev yaptılar.

Bundan sonra neler olabilir?
1) S. Şaşmaz ve yeminli müritleri bu konuyu külliyen inkâr edebilirler. O zaman iş, “bu konuda tanık, bilgi ve belge bulabiliriz” diyen arkadaşlara düşecektir. Ama buradan ilan etmekten çekinmeyelim; bu ifşa burada bitmeyecek, teşhir bitene kadar sürecektir.

2) S. Şaşmaz’a körü körüne bağlı olanlar, “işte bakın Şaşmaz nasıl büyük bir teorisyen. Kıvılcımlı’dan ayırt edilemiyor, hatta 21. yüzyılda ondan bile ileri bir teori oluşturmuş diyebilirler. Yani Şaşmaz ve taraftarları bu ifşayı kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Onlara Şaşmaz’ın bütün sıfatlarının en önüne “sahtekâr” ve “suçlu” ekinin geldiğini hatırlatır geçeriz.

3) Bu ifşamın şimdiye kadar adı geçen kitapları basan gruplarca nasıl karşılanacağı da önemli. Bakalım ne kadar ciddiye alacaklar. Burada sözüm Derleniş Yayınlarına tabi. Sosyal İnsan Yayınları artık cevap oluşturacak yapıda değil.

4) Sonuç olarak kitaplar 20 yıldır okur önünde ve en çok yayılmasını da yazan ve onun grubu değil, bizler yaptık. Dolayısıyla devrimci kamuoyunun tepkisi de önemli. Bu kitaplardan alıntılar yapılmış, araştırmalarda ve tezlerde yararlanılmış. Şimdi herkes bunların sahte imza ile yayınlandığını görmüş olacak.

5) Devrimci kamuoyunun da önemsemez ve umursamaz davranması söz konusu olabilir. En sonunda bu ifşa bir zamanlar S. Şaşmaz’ın yakın çevresinde olan bazı sorumlu arkadaşlar eliyle ve benim aracılığımla yapılıyor. İsteyen inanacak, teşhire katılacak ve bu türden sahtekârlıklara bir daha meydan vermemeye çalışacak ya da herkes kendi yordamınca davranacak.

Selam ve saygılarla…

01.03.2022

Bir Kez Daha Komün Gücü ve APK Üzerine

Tam 1,5 yıldır Kıvılcımlı’nın bütün kitaplarının tanıtımını “Kıvılcımlı Külliyatı” ana başlığı ile tek tek kitapları ele alarak yapmıştık. Gelecek yazımızda tüm bu tanıtımlar hakkında genel ve istatistiki bilgiler paylaşacağız.

Kıvılcımlı’nın eserlerine biraz aşina olan kişilerin hemen anlayabileceği gibi 2 kitaba tanıtımlarımızda yer vermedik. Bunlar 1999 yılında yayınlanan Allah-Peygamber-Kitap ve 2000 yılında yayınlanan Komün Gücü kitaplarıydı. Oysa ben her iki kitabı da 2014 yılında Bilim ve Gelecek Yayınlarından çıkan KIVILCIMLI KÜLLİYATI başlıklı kitabıma almış ve tanıtımlarını yapmıştım.

Ancak 2021 yılında bazı gelişmeler oldu. Bu iki kitabı Kıvılcımlı imzasıyla yayınlamış olan Süleyman Şaşmaz’ın eski çevresinden birileri benimle temas kurarak bazı bilgiler verdiler, tanıklar gösterdiler. Bu bilgilerde S. Şaşmaz’ın açıkça bu kitapları kendisinin yazdığı anlatılıyor ve teyit ediliyordu. Birkaç yönden daha doğrulattıktan sonra bu konunun benim bir yazımla ifşa edilmesine karar verdik.

Bilim ve Gelecek Dergisi’nin 2022 Mart ayı çıkan 215. sayısında “Komün Gücü ve Allah-Peygamber-Kitapları Üzerine Yeni Bir Durum” başlıklı bir yazı benim imzamla yayınlandı. Bu yazıdaki iddia ve görüşleri burada tekrar yazmayacağım. İsteyenler şu linkten açıp okuyabilirler.

Ben bu yazımda dergideki yayından sonra olanları paylaşayım.

Yazımda bu iki kitabın S. Şaşmaz tarafından yazıldığı bizzat Şaşmaz’ın ağzından aktarılıyordu, tanıklı ve ispatlı olarak. Hatta bu konu inkar edilirse belgelemeye de hazır olunduğu yazılmıştı. Yazıyı okuyanlar bilir, okumayanlar da linkten açıp okuyunca göreceklerdir. Öncelikle tüm Kıvılcımlıcı ortamın – başta kendim olmak üzere – bu konuda nasıl yetersiz kaldığımızı da yazmıştım. Son 20 yılda Kıvılcımlı’nın yayınlanmış-yayınlanmamış eserleriyle en çok ilgilenenlerden biri olan ben kendi yanılgımı en başta yazmıştım. Daha sonra da bu kitapları basan 2 yayınevinin yanılgılarını yazıp, onlara bu tartışmalar sonuçlanıncaya kadar kitapları satıştan çekmelerini önermiştim.

Yazıyı uzatmamak için sonraki gelişmelere döneyim. O yazının sonundaki birkaç paragrafı alayım buraya:

“Bundan sonra neler olabilir?

1) S. Şaşmaz ve yeminli müritleri bu konuyu külliyen inkâr edebilirler. O zaman iş, “bu konuda tanık, bilgi ve belge bulabiliriz” diyen arkadaşlara düşecektir. Ama buradan ilan etmekten çekinmeyelim; bu ifşa burada bitmeyecek, teşhir bitene kadar sürecektir.

2) S. Şaşmaz’a körü körüne bağlı olanlar, “işte bakın Şaşmaz nasıl büyük bir teorisyen. Kıvılcımlı’dan ayırt edilemiyor, hatta 21. yüzyılda ondan bile ileri bir teori oluşturmuş diyebilirler. Yani Şaşmaz ve taraftarları bu ifşayı kendi lehlerine kullanmak isteyebilirler. Onlara Şaşmaz’ın bütün sıfatlarının en önüne “sahtekâr” ve “suçlu” ekinin geldiğini hatırlatır geçeriz.

Öyle gözüküyor ki, Kıvılcımlı’nın çilesi daha bitmemiş…

3) Bu ifşamın şimdiye kadar adı geçen kitapları basan gruplarca nasıl karşılanacağı da önemli. Bakalım ne kadar ciddiye alacaklar. Burada sözüm Derleniş Yayınlarına tabi. Sosyal İnsan Yayınları artık cevap oluşturacak yapıda değil.

4) Sonuç olarak kitaplar 20 yıldır okur önünde ve en çok yayılmasını da yazan ve onun grubu değil, bizler yaptık. Dolayısıyla devrimci kamuoyunun tepkisi de önemli. Bu kitaplardan alıntılar yapılmış, araştırmalarda ve tezlerde yararlanılmış. Şimdi herkes bunların sahte imza ile yayınlandığını görmüş olacak.

5) Devrimci kamuoyunun da önemsemez ve umursamaz davranması söz konusu olabilir. En sonunda bu ifşa bir zamanlar S. Şaşmaz’ın yakın çevresinde olan bazı sorumlu arkadaşlar eliyle ve benim aracılığımla yapılıyor. İsteyen inanacak, teşhire katılacak ve bu türden sahtekârlıklara bir daha meydan vermemeye çalışacak ya da herkes kendi yordamınca davranacak.”

Evet, yazımızı bitirirken bunları maddelemişiz. Şimdi ilk yayının üzerinden 2,5 ay geçtikten sonra neler olmuş, onlara da yine maddeleyerek bakalım.

İlk iki maddeyi Süleyman Şaşmaz ve ona körü körüne bağlı kalan birkaç kişiye ayırmıştık. Onların ya inkar edeceklerini ya da bu kitapları Süleyman Şaşmaz’ın ne kadar büyük teorisyen olduğunun ispatıymış gibi savunacaklarını öngörmüştük. Yine yanıldık; duvar gibi susmayı tercih ettiler. Sanki bu yazı hiç yazılmamış, “sahtekar” ve “suçlu” denmemiş gibi yaptılar. Bunu bir tür ikrar (kabullenme) sayabiliriz.

Sonraki maddeyi, bu kitapları tekrar basan 2 yayınevine ayırmışız ve onlara eleştiri ve önerilerde bulunmuşuz. Bu iki yayınevinden Derleniş Yayınları, kendileri dışında yapılan her şeyi görmeme ya da küçümseme tavrıyla hiçbir tepki vermediler. Bakalım bu konu belgelendiği zaman ne diyecekler. Diğer yayınevi ise benim kurucularından olduğum ve 5,5 yıl yönetip 60 kadar kitap bastığım Sosyal İnsan Yayınları idi. Benim ayrılmamdan sonra 11 yılda basılan 2-3 kitaptan biriydi Komün Gücü. Üstelik yazımda değindiğim gibi metni gözden geçirerek yayına hazırlayan da bendim ama basmamıştık. Sosyal İnsan Yayınları için “artık cevap oluşturacak yapıda değil” demiştim. Orada yanılmadım işte. Yayınevinin asıl sahibi değil de satış görevlisi gibi dolaşan bir müptezel, sosyal medyada bana ağır hakaret ettiğini sandığı 2 cümle yazabildi. Böylece ne teorice ne de karakterce yetemeyeceği bir konuda “görevini” yapmış saydı kendini.

Daha sonraki maddelerde devrimci kamuoyunun duyarlılığına seslenmişiz. Çok umutlu olmadığımızı da belirterek tabi. Dergide yayınlanan yazıyı paylaşan, tartışmaya çalışan birkaç kişi dışında önemli bir tepki göremedik ne yazık ki. “Ben yayınlandığından beri bu kitabın Kıvılcımlı’ya ait olmadığını söylüyordum” deyip de tek satır yazı yazmayanları da biz ciddiye almadık.

SONUÇ OLARAK

Şimdiye kadar yayınlanmış bütün Kıvılcımlı kitaplarının orijinalleri hep ulaşılacak durumda. Yayınlanmış, yayınlanmamış bütün eserlerin orijinalleri Hollanda’daki arşivde ve herkesin artık dijital olarak da ulaşabileceği bir durumda. Mesela ben 2011 sonrasında yayınladığım 4-5 kitabın orijinallerini herkese sunabilirim. Ancak bu iki kitabın orijinalleri kimsede ve hiçbir yerde olmadığı gibi gören bilen de yok. 1999 ve 2000 yılında aniden çıkmışlar ortaya ve bütün ısrarlara rağmen orijinaller gösterilememiş. Şimdi ortada “bu kitapları ben yazdım, yıllardır yok sayılmanın intikamını da böylece almış oldum camiadan” gibi itirafları var Şaşmaz’ın. Bu durumda, ilgili herkesi bu konuyu tartışmaya ve sonuca götürmeye katkıda bulunmaya çağırıyorum.

Şaşmaz ve çevresinin bu konuyu susuşa getirerek sahtekarlığı gizlemeye çalışması beyhude bir çabadır. Şaşmazcıdan da daha Şaşmazcı durumuna düşmek pahasına konunun tartışılmasını önlemeye çalışan görevlilerin katkısı da konuyu kapatmaya yetmez. Eninde sonunda bu sahtekarlık belgelenecek ve doğruya ulaşılacaktır.

Devrimci kamuoyunun gündemine tekrar sunuyorum ve ısrarla devam edeceğim.

10.06.2022

Alıntıları yaptığım bazı sayfaların fotoğrafları.

PROVAKASYON

“Provakasyon” yazısı, eski yazı el yazması halinde arşivdeki Bergsonizm zarfının içinde bulunmuştu. 2008 yılı Şubat ayında Bergsonizm eserini Fuat Fegan’ın 70’li yıllarda kaydettiği mikrofişlerden yeni yazıya çevirtip kurucu ve yöneticisi olduğumuz Sosyal İnsan Yayınları’ndan yayımlamıştık. O zaman “Provakasyon” yazısını görmüş müydük hatırlamıyoruz. Ama yine o aylarda Ankara’daki Kıvılcımlı izleyicilerinden M. Kemal Gültekin bizi arayarak, kendisinin Hollanda’daki arşivden bazı dosyalar edindiğini, bunları çevirtmeye de çalıştığını ama yayınevi olarak bizim bu hizmeti daha iyi yapacağımızı düşündüğünden dosyaları bize vermek istediğini söyleyince gidip dosyaları almıştık. Dosyaların tamamı Ankara’da bir çeviri bürosuna verilmiş, bunlardan sadece “Provakasyon” makalesi çevrilebilmişti. Çevrilen bölümün ücretini yayınevi olarak karşılayıp, tüm dosyaları devralmıştık. O zamanki notlarımıza göre dosyaların listesi:

1. Provakasyon

2. Baba (edebi bir yazı), Çaltı mektupları, Eski bir mektup

3. Şeytana Kandil (Oyun denemesi)

4. Kör Döğüşü (Roman)

5. Topal (Roman)

Bunlardan “Provakasyon” çevrilmiş, diğerleri eski yazı halinde bize geçince çevrilen yazıyı nasıl değerlendiririz, hangi derlemede yararlanırız diye incelerken çevirinin epeyce bozuk ve acemice olduğunu gördük. Örneğin yazıda epey yerde geçen “Okhrana” (Çar’ın güvenlik örgütü) kelimesi her defasında “Ukrayna” diye çevrilmişti. Dolayısıyla o yıllarda kullanamadık.

Sonraki yıllarda, Kıvılcımlı Enstitüsü yöneticisiyken, çeviri metindeki bariz kelime yanlışlarını düzelterek Enstitü’nün sosyal medya sayfalarında ilk kez yayımladık. Amacımız, eksik de olsa bu önemli metnin kayda geçip ortaya çıkmasıydı.

Nihayet bu defa daha emin olduğumuz bir metin yayınlayabiliyoruz. Her zaman yardımımıza koşan genç arkadaşımız Cengiz, daha önceki çeviri metnini orijinal eski metinle karşılaştırarak güvenli bir yazıya kavuşturdu bizi. Kendisine teşekkürlerimizle yayımlıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

PROVAKASYON

İngiltere’de Fransız inkılabına karşı başvekil Pitt “Intelligence Service”i kurar. Bu teşkilat Makdonald’la Hindersunlarla muhaberatını kontrol eder. Ve uydurduğu bir “Zinovyef’in Mektubu” sayesinde Bonapart kabinesini düşürür. Teşkilatın Devonshire’deki okulunda şu dersler öğretilir: Mektup açma, yazı taklidi, eve girme, kasa kırma, birinden kurtulma.

Fransa’da Inteligence’in karşılığı, Birinci Enternasyonal’e karşı İkinci İmparatorluk zamanı kurulur. Emniyet Şefi Muavini Lagrange’ın dostu Florienne, III. Napolyona karşı “binocle” suikastını hazırlar. Tam planın icra edileceği gün kadın, Lagrange’den 90 bin Frank’ı alıp sırra kadem basar. Meğer her şeyi yapan polis imiş. 1928 yılı Fransız Partisinden para ve birtakım vesikaları alan Luken ansızın kaybolur. Bir zaman sonra 1932’de Cezayir Telsiz Direktörü olarak görünür.

Rusya’daki Çar entelijansı Okhrana’dır. Meşhur ajanlardan Zyev tam 20 yıl S.R. (Sosyalist İhtilalci) Partisinin icra komitesinde emniyetli üye sayılır. Çarın amcası Grandük Serj’e karşı, hem de muvaffak olan suikast gibi daha evvelce Nazır Plehve’ye karşı yapılan suikastı da o hazırlar. Bir zaman kendisinden şüphelenilince göz boyamak için II. Nikolay’a karşı bir suikast daha hazırlar. Degayef Okhrana’nın şefi Pudaikin’e karşı suikastı hazırlar. Bu suikasta iştirak eden pek maruf ihtilalci Pfarodorski senelerce müddet Narodnaya Volya gençliğine havari gibi gözükür. Başını getirene Çar 10 bin ruble mükafat vaad eder. Herif meğer Okhrana ajanı değil mi imiş? Ancak 25 yıl sonraya Sovyet ihtilali yapılınca belli olur. 1905 Rus ihtilalinin büyük peygamberi Pop Gapon mitralyöz ateşine rağmen “Babacığımız Çara” istida götürürken polis şefi Zubatof’la sıkı temastadır.

Sovyet inkılabından sonraları Okhrana’nın yerini Beyaz Muhafızlar alır. Finlandiya, Letonya, Estonya’da yüksek mevkileri işgal edenler bunların ajanları olur. Bombay polis müdürü, Rusya’dan muhaceret etmiş bir Leh’tir. Sovyet milislerine karşı yapılan suikastların kahramanları yani adamlarıdır: Lozan’da Varovski, Varşova’da Vaykav gibi Moskova’da Çek sefaretine mensup Vanek bir Sovyet memuruyla birlikte Mançurya’yı istila eden Japonların sefirine hizmet eder.

Yapılan istatistiğe göre tevkifatın yüzde 90’ı provokasyonla ve ancak yüzde 10’u tesadüf yahut ihtiyatsızlık yüzündendir. Provakasyonların başlıca tutunma sebepleri şöyle hülasa edilir:

1- Provokatörü “prestij” kırılmasın diye açığa vuramadan gizli hastalık gibi saklamak;

2- Tahkiki iki üç kişilik bir komisyona bırakmak;

3- Üyelerin birbirlerinden şüphe edememek santimantalizmi;

4- Demokrat memleketlerde legalizme aşırı güvenmek suretiyle açık kapı bırakmak;

5- Fraksiyon hırslarının sonucu, nasıl olsa provakasyonu önüne geçilmez bir şey sayarak ihmalcilik yapmak.

Provakasyonun harbden farkı: esir düşenlere işkence yapılmasından ibarettir.

Birinci Cihan Harbi’nden sonra provokasyon âlem-şümulleşip yamanlaştı. Faşizm demokratların Okhrana’dan ders almasıyla gelişti. Amerika’da 1931 güzü “üçüncü derece” sorgu usulü kabul edildi. Bunun manası: Hapishanede dayak atmak, sırtına iğne batırmak ve merdivenden aşağı atmaktır. Meşhur haydutlar daima polisin adamıdır. Amerika’da Al Kapone aylarca müddet yüksek polisle el ele çalışır. Çin’de haydut Kumkaslar polisle iş birliği halindedir.

Birinci Cihan Harbi’nden sonra provakasyonun yamanlaşmasını icap ettiren unsurlar şunlardır:

1- Hükümetler üç ile altı ayda bir tevkifat oldukça işlerin tecrübesiz adamlara düşmesinden faydalanırlardı. Bu “uzun vadeli” provakasyondu. Şimdi “unsur” feda ederek provakasyon kısa vadelileştirilir.

2- Eşitsizliğin beterleşmesi; bu “kısa vadeli” provakasyona geniş zemin hazırlar.

3- Harp ihtimali bahane yapılarak kanun üstü … demokratik ve anayasaya aykırı tehditlerle bütün inkılapçılar tespit olunur.

4- Harbden önceki provakasyonun hedefi: haber almaktı. Şimdi bizzat siyasi çizgiyi bozmağa bakılır.

5- Faşizm maddesi, provakasyona bedava gönüllü provakatörler yetiştirir.

6- Eskiden grevciyi ele vermek ayıptı. Şimdi sosyal demokrat şeflerin vazifeleri haline girdi. Eskiden satılmış amelelerle şedit mücadele adetti. (Adagrasahanzuhgen)

7- Harp, provakasyonun teknik imkanlarını teknikleştirdi:  … yahut zarflarına gizli yazı yazmak, ilan, reklam, aşk ve ifşaat resimlerinden faydalanmak gibi ispiyonluk işaretleri, Almanların “Harp kestaneleri” buradaki icatlardandır.

8- Provakatörlerin mektebi ameleciliği de öğretir. Japonlar hususi polis kurslarında Marksizm dersi okuturlar.

9- “Karanlık Oda”lar (Cabine noire) bütün şüpheli mektupların açılmasına yarar.

10- Provakasyon uğruna fişler tutulur. Lehistan’da böyle 20 bin fiş bulunur. Bütün münasebetler tespit olunur. Bunun Fransa’daki mukabili “B Karnesi”dir. Amerika’da yalnız Vilson 110 bin şüpheli dosyası ile karşılaşır. Bunlar[ın] içinden kendi yakın ahbaplarını çıkartır: Fakat polis beher fişten üçer nüsha ayırmıştır.

11- Evvelce bilinmeyen … polis enternasyonali doğmuştur. Bunun başında Avusturya Dışişleri Bakanı Fehalleco ile Prusya içişleri ve sosyal demokrat Severing bulunmaktadır. Polis enternasyonalinin hedefleri: İnkılap hareketine karşı edinilen tecrübeleri değiş tokuş etmek (Letonya’dan muhbirler ile Lehistan’da tevkifatlar yapmak) şef mübadelelerinde bulunmak. (İskenderiye’deki İngiliz polis şefi Atina siyasi polisini idare eder.) İngiliz ve Fransız mütehassıslarının dersini okuttukları korku okulu açık gibidir. Mesela Litvanya’nın siyaset adamı olan P. Leçka hem Lehistan hem yerli polisine bağlıdır. 1931 yılı Bükreş’te bütün gizli balkan polis şefleri toplandılar. Daima birbirlerine siyasi şef gönderme tecrübe edilecekti.

Bu çapa ulaşmış provakasyon teşebbüslerinin kullandıkları usulleri bir sözle hülasa etmek mümkündür: Hareket içinde sağlı sollu muhalefet yaratmak ve bundan faydalanmak.

1- Bilhassa teşkilattan atılanlar, provakasyonun başlıca malzemesidir. Fransa’da Sendika azınlıkları, Brezilya’da polisin kurduğu Trotskistler grubu bunlardandır. Trotski’nin “Hayatım” eserini Varşova’da siyasi polis bastırıp sattırır. Buradaki küfür ve ihbarlar pek işe yarar.

2- Parti tenkitlerine küfür ve mübalağa karıştırılır. Parti kurucularına dair dedikodular çıkarır. Böylelikle tecrübelilerin yerine tecrübesizleri getirmek provakasyona elverişlidir. Yetişkin gençleri ise türlü iftiralarla hareketten uzaklaştırır.

3- Kanaat farklarını ele geçirerek fraksiyonların teşekkülünü kışkırtır. Japonya’da, çoğu münevverlerden ibaret bir provakatör zümresi kendine “Japon Komünist Partisi’nin amele grubu” adını verir. Bir bahane ile yakayı ele verince bütün bildiği gizlilik münasebet ve bağlarını, mesul şefleri teslim eder. Arada “imparatorumuz Mikado, Avrupa’daki … benzemez” fikrini yayar. “Japon milletinin mesut hayatı”ndan dem vururlar. Ameleye Japon Komünist Partisi’nin “şube”si olduğu, fakat içtihatlarında serbest davrandığını “daha süratle yükselmek ve inkılap hareketine karışmak için” bu hürriyete lüzum bulunduğunu anlatır. Ve polisten gördüğü yardımla faaliyetine ferah ferah devam eder. Bu grubun çıkardığı Gizli Pekki (Kızıl Bayrak) Mecmuası “Japon Komünist Partisi Organı” başlığını taşır. Hazırladığı tezler ve yaptığı davet hitapları hep “Komünist Partisi” imzasıyla fabrikalara dağıtılarak inkılapçı unsurları avlamaya yarar. Yani adamlar Japon sol sosyal demokratlarının “Köylü Birliği” Kongresinde sahiden inkılapçı olan murahhasların onlarcasını polise ihbar ve teslim ederler. Avrupa ve Balkanlar’da bu oyun daha az açık oynanmaz. Sosyalist süsünü alan faşistler harp aleyhinde bulunan köylüleri tevkif işinde zağar hizmetini görürler. Balkanlarda bir inkılapçı şefi tevkif edenlere polis “Neye tuttun? Onun fraksiyonunda bulunanları tanıyoruz. Şimdi tam bu sırada kendisinin hapis edileceği belli”dir. Yunanistan’da bir toplantıdan çıkanların yalnız bir fraksiyonu tevkif edilir. Serbest kalanlara: sizin dostunuzuz, muhaliflerinizi tuttuk, müjdesini verirler. Macaristan’da bir gün Bela Kun aleyhine inkılapçı şiarlar altında şiddetli bir mücadele kopar. Meğer polisin işi imiş.

4- Bazılarına polis damgasını vurmak, provakasyonun başlıca hünerlerindendir. Hindistan’da ve Kore’de yıllarca süren fraksiyon ithamlarının başında bu geliyordu. İllegal hareketlerde sık sık “Parti polisidir” şayiası çıkarılır.

5- Legal teşekküllerde bu ithamın yerine programı biçimsizleştirmek, neşriyatı mesela anti-emperyalist yazı maskesi altında saptırmak vardır. Bu sayede partinin hatt-ı hareketi yanlış gösterilir, bozuk hareketlerle kitle arasında itibar ve nüfuz kırılır. … … anti-militarist davranmak bahanesiyle askerler aleyhe çevrilir.

6- … en parlak demagoji nakaratı millî ölçüde her harekette mutlaka “Moskova’nın parmağı”nı bulmaktır.

7- Başka çare kalmazsa hareketi terörizme sevk etmek oyununa başvurulur. Mesela 1919 yılında hafiye Blan katledildi. Mahkeme işi inceleyip derinleştirince öldürenin polis olduğu anlaşıldı. 1932 yılı Japonya’da bir darbe-i hükümet hazırlayan polis idi.

8- Verilen … bozmak da provakasyonun önemli marifetlerindendir. Mesela Yugoslavya’da, yapılmak istenen bir tezahürat, provakatörler tarafından başka başka yerlerde verilen randevularla suya düşürtülmüştür.

9- Merkezin kararlarını baltalamak: Yukarıki marifetin bir başka şeklidir. Provakasyon kendisine bir grup sıfatını verir. Yugoslavya’da o sıfatla bir parti memuru, elindeki traktları polise verir. Sorulunca: dağıtma emri almadım, cevabını verir.

10- Sendika ajanları vasıtasıyla hazırlıksız grevler kışkırtmak ve böylece işçileri bozgunla yıldırmak, bilhassa Amerika … provakasyonlardır.

11- Toplantıları zorluk ve silahla soysuzlaştırmak, provakasyonun satılmış kahramanlıklarındandır. Kalabalık içinde ilk kurşunu patlatmak, ameleler arasında boğuşma ve boğazlaşmalar kışkırtmak bilhassa kolayca fitil alan küçük burjuva ülkelerde görülür. İspanyol Anarko-sendikalistlerinin meşhur Puiskaliero’su provakasyon metodu [olarak] Latin Amerika’da dahi modadır.

12- Mahdut sayılı gösteriler tertipleyerek faal mücahitleri baskına uğratmak provakasyonun çok işine yarar.

13- Ev ve iş araştırması yapılırken, oraya gizlice sahte vesika veya silah yerleştirmek provakasyonun âdetidir.

14- İllegalite kaidelerine riayetsizlik, düşüncesiz ve ihtiyatsız tedbir gibi görünebilen provakasyonlardandır.

Provakasyonun şekillerine gelince doğrudan doğruya takip, akıllı polisin pek seyrek başvurduğu bir yoldur. Onu da ancak şu icaplara göre yapar:

1- Ya tevkifatın yapılacağına yakın işin esası malum olmakla beraber, bazı teferruatı tespit için,

2- Yahut asıl provakatörü gizlemek, ondan şüphe ettirmemek ve güya her şeyin takiple bulunduğu hissini vermek içindir.

3- Gözetme yeri şema yahut raporla tespit olunur. Bazı zamanda ziyaret yerlerine uğranır. Yahut toplantı yerlerinin karşısı ve yanları kira ile tutulur. O takdirde bile raporlar gizlilikle olur. Takip olunan başka isimde gösterilir.

Bunun dışında en çok kullanılan yol, provakatörler kullanmaktır.

1- Başta gelen provakatörler yarı bezirgan gezginci unsurlardır: Kır satıcısı, komisyoncu, çerçi, gazete bayii, arabacı, postacı, şoför, motorcu, zengin adamların … senatosu, … (Bir partinin siyasi bürosunda olanlar yarım saat sonra tutulurdu.)

2- Halk sınıfları arasında istimal [kullanma] şebekesini bilhassa: Avukat, profesör, mebus, belediye mensupları, esnaf, küçük tüccar, kapıcı, komisyoncu, fahişe, hatta çok defa (hele Amerika’da olduğu gibi) haydutların yüksek kat kaçakçıları, gazete muhabirleri, ev sahipleri.

3- Müstemleke ve geri memleketlerde açlık ve işsizlik herkesi birbirine düşürdüğünden karşılıklı provakasyonlar alır yürür. Babanın oğlunu casusladığı görülen şeylerdendir.

4- Samimiyet göstericiler: “Masumane” zorlamacıklarla politikadan himmet açtırırlar. Hele boyuna takip altında canı sıkılanların dost ihtiyaçları bu tuzağa kolayca düşebilir. Mesela Perekriakova, salonunda hususi toplantılar tertipleyerek buraya muhtelif temayüllü kimseleri toplar, söyletirdi.

5- Sempatizanlar, partiyle teması olanlar (Mesela davada müdafi avukatlar) hulul yolunu bulurlar.

6- “Siyasi kahveler”

7- “Dinleyiciler”: Yani olur olmaz yerde gevezelik edenlere kulak kabartanlar.

8- Muhacir ve mülteciler: O sıfatla suret-i haktan görünerek ve provakasyona atıp tutarak provakasyon yaparlar. (Bilhassa … Balkanlarda)

9- Kaçakçılar: Çok defa polisin maaşlısı olurlar.

10- Mitläufer denilen omuzdaşlar: Bilhassa Çin ve Cenubî Amerika’da pek çoktur.

11- İllegalitenin legal organlarına hulul yapanlar ya da doğrudan doğruya sızma yaparak illegaliteye dahil olanlar.

12- Hapishaneye adam ayartmak için adam sokarlar.

13- Şüpheli tiplerin sokuluşları bilhassa şu yolları güder:

a- Kendisiyle karşılaşmaları hazırladığı halde, hareketin aksaklıklarından göğüs geçirdiği samimiyetlerle bahis açarak veya dokundurarak sözde her şeyden bedbin görünmek. Sonra yapılan telkin üzerine ansızın canlanmış ve neşesine kavuşmuş mürid halleri.

b- Sokulmak istediğine akraba ve dostlar vasıtasıyla gülücükler sunmak.

c- Avının izzet-i nefsini okşamak için “Yalnız sana karşı itimadım kaldı” yollu kelimelerle işe burnunu sokmak. “Ben vazgeçtimdi, amma tabii sen varsın.” gibi patetizmler bu araya girer.

PROVAKATÖR TİPLERİNİN ÇEŞİTLERİ:

1- Tesadüfi (Okazyonal) tipler: Her nasılsa polisin eline düşer. Sorgu sırasında gevezeliğine kurban gider. O zaman kendisine kurtuluş çaresi olarak ufak hizmetçikler ısmarlanır. Bu hizmetler zuhurata göre de büyütülür. Bu tiplerin partiye döndükleri zaman hiçbir şeyi saklamadıkları da görülür. Polisin kendisine yüklediği vazifeyi ikrar yoluyla itimat kazanmaya kalkarlar. Polis eline düşenlerden hemen hiçbirini bu şekilde provakatörlüğe çağırmaktan çekinmez.

2- “Muhbir” (indicateur) tip çok defa doğrudan polisin emriyle işe başlar. Evvela kendi dairesinin çerçevesi içinde işler. Sonra en umumi şeylere kadar terfi yollu el atmalara kalkışır. Polisin adamı olduğunu belli etmemek için her şeyi yapar ve en soğuk kanlı inkılapçıları bile ikide bir korkak vaziyetinde gösterecek kabadayılıklardan çekinmez.

3- “Nazariyeci” provakatör çok defa doğrudan doğruya partili değildir. O, daha ziyade muharrirdir. Gazetecidir, münekkittir, âlimdir. Hareketi boğma usullerine dair polise raporlar sunar. Etrafında kurduğu hayranlar şebekesiyle şahsı hakkında … … çoktur. Mesela, Leh gazetecisi Brzosowski hatip veya büyük maharetli gençleri arar. Ayda yüz elli Rubleye mukabil Okhrana’ya (Gizli Çar polisine) siyasi vechesini verir.

4- “Siyasi” (Politikacı) provakatörler de fevkalade tehlikeli tiplerdir. Bunlar, bilhassa parti çizisini bozmak işinde üstadlardır. Maalesef en yaygın şekilde görülen provakatör tipleri bunlardan yetişir ve parti içinde “münevver ve mütefekkir insanlık” adına kaleyi içinden fetih işini pek becerirler.

PROVAKATÖR DEVŞİRME METODLARI

1- Siyasi Sanıklardan Devşirme: Birisi siyasi şüphe üzerine ele geçer. Ölüm, işkence tehdidi altında avlanır. Bu metotlar bilhassa geri (Çin, Balkan, Baltık, Çarlık gibi) ülkelerde revaçta olur. İşkence ile bir kere ağzından söz alınan kimse polisin kemendinden bir daha zor yakasını kurtarır. 1881 yılı Çar II. Aleksandr’a suikast hazırlayan bombacı Rysakov, 12 saat içinde her şeyi itiraf ederek bazı arkadaşlarını ele verdi. Gene II. Aleksandr’a suikastı yapan Karakozov üçüncü günü her şeyi söyledi. 1825 yılı I. Nikolay’a karşı komplo hazırlayan Dekabristlerin içinde Pestel’den maada hemen hepsi gerek sorgu, gerek mahkeme sıralarında berbat provakasyonlara düşmekten kurtulamadılar.

2- Sanığın Ailesine Fenalık Yoluyla Devşirme: Romanya’da ters neticeler de vermiştir. Ama hele karılar, güya kocaları uğruna çok defa temasta bulundukları kimseleri ele verirler.

3- Şantaj Yoluyla Devşirme: Herhangi bir kimseden hile veya zorla herhangi bir haberi kopartınca, artık arkası getirilir. Entelicans servis bilhassa sabıkalıları, kaçakçıları ve saireyi şantaj yoluyla ajan yapar.

4- Meşruten tahliye metodu ve ıslah-ı hâlden faydalanma yolu, siyasetle bir daha uğraşmayacağına imza almak provakasyon yolunu açan anahtarlarındandır.

5- Mülayemet göstermek, dostça acımalar çok defa işkenceden daha verimli provakasyon metotlarıdır. Bakarsınız polis bütün fikirlerde sizinle mutabıktır. Yahut her düşünceye hürmeti olan müthiş liberal bir demokrattır. Bu usulün üstadı Çar jandarmasının şeflerinden Zuhalav’dır. Siyasi avlarıyla günlerce, gecelerce sabahlara kadar siyasi meseleleri münakaşa ederdi. Çar I. Nikola Dekabristleri gözyaşları dökerek babaca kucaklayarak kendisine meftun bıraktı. Arkasından yeni tevkifat ve idamlar aldı yürüdü. Yumuşak usul bilhassa avın psikolojisine ve iç duygularına hitap etmeyi bilir. Hele gençlerle karşılıklı şahsı münakaşalar pek revaçlıdır. “Gerçi kanaatlerimiz birbirine zıt, amma belki temas noktaları vardır”, gibi girizgahlarla laf lafı açmak pek kolaydır. Finlandiya’da Kuakalla davasında, polis avına karşı: “Üste söylediğini söylememek hakkın da var.” ağzını kullanır. Gazete havadisleri etrafında sohbet açar ve hadsiz “felsefî münakaşa” yolundan çıkarlar bulur.

6- Aldatma: Gene bilhassa tecrübesiz toy ve gençlerde başlıca provakasyon yoludur. A) “İşte her şeyi biliyoruz. Bir iki noktacık kaldı. Gel, sana acıyoruz, ne kendine kıy, ne de arkadaşlarına…”  Emr-i vakileri atlatmalar için elde birdir.” Güya sanığın kendisine yahut ailesine karşı hususi bir merhamet gösterişi alır yürür. Başkalarına kuş uçurtulmazken onun ziyaretçisine göz yumulur. B) İşte ifade zabıtları herkesi bülbül gibi söyledi. En güvendiğin adamın imzası bu değil mi? Bak neler itiraf etti. Gözünle gör. Kendine acı.”

7- Kandırma ve Demagoji: Şahsi, milli, sınıfî fark ve izzet-i nefsî tezatlarını kullanma provakasyonu en sık rastlananlardandır. “Sen zekisin, bu adamlarla başın ateşe yanacak.”  “Öteki fraksiyon bak sizin için neler söylüyor, kime güveniyorsun? Onlar sizi sattılar.” Bilhassa kara amelelere tesir eden başlıca demagoji şudur: “Siz ameleler aptal gibi yatın. Hani ağalarınız? Kim bilir nerede keyif çatarlar. Sizi ufak para gibi çarçur eden kodamanlar gelsinler, meydanda yoklar. Siz işçiler o gibi maceraperestlerin oyununa kurban giden enayilersiniz” ve ilh…

Onun için provakasyona düşmemek isteyen: hiçbir vaade, hiçbir paniğe, hiçbir korkuya ve hiçbir maneviyat kırgınlığına kapılmaksızın, daima hazır ol ve metanette durmalıdır.

PROVAKASYONLARI MASKELEMELER:

1- Yıllarca hapiste yatmak: En kuvvetli maskelemelerdendir. Çok defa hapisten erken çıkma vaadi ile olur.

2- Yıllarca illegaliteye çalışmak: Nadiren polise tutulur yahut hiç ele geçmez, bir cıvadır provakatör.

3- Firar: adeta bir kahraman yaratır. Amma Okhrana pek muvaffakiyetli “firar”ları tavsiye etmez. Sözde “firar”da görülmeli.

4- İyi unsurlarla birlikte provakatör de tahliye edilirse hepsi birbirine pekala karıştırılabilir.

5- Bazen öyle vakalar olur ki, ortadaki provakasyon göze batar. O zaman bilinmeyen daha usta bir provakatörü gizlemek için az çok şüpheli birisi bir provakatör diye öne sürülür. Mühim bir provakatörü gizlemek için ehemmiyetsizi öne sürülür. Bu keşfi yapan başka bir ajan güya azab-ı vicdanî taslayarak mesleğini feda eder.

6- Görmezlikten Gelme: En yanıltıcı provakasyon maskesi budur. “Bilseler tutarlardı. Demek söylememiş” gibi kuru sözlere aldanmamalı. Çörçil, Alman casuslarını birkaç yıl evvelinden beri biliyor ve adım adım takip ediyordu. Tam zamanında bütün iplerle onları bağlayıverdi.

7- Provakatör hapishanede hücre arkadaşı olarak gizlenir. O da işkence görmüştür. Soruları arslan gibi karşılaşmıştır ve ilh…

8- Hapishanenin doktoru, hocası, pederi ve ilh. yerine göre mükemmel maskeler taşırlar. “Öyle iyi gardiyan”lar vardır ki ihtilattan men olanlar arasında mektup götürüp getirir!

9- Sade ve mütevazi bir hayat geçirmek her zaman temizlik delili değildir.

10- İyi mücahitlere provakasyon isnatları, provakasyon oyunlarındandır. Yugoslavya’da N. Alçomamic Cura Cakoviç katillerinden sonra, Çin sekreterinin katlinden sonra tutulanlar için “itiraf ettiler” şayiası çıkarıldı. Bilhassa demokrat memleketlerde sosyal faşistlerin başlıca provakasyon şekli budur.

11- Güdücüler arasında geniş tevkifat yapmak, merkez komitede boşalan yerlere provakatörler için yol açmış olur.

12- Güdücü ve idarecileri birdenbire tahliye usulü de teşkilatı daha iyi takip edebilmek yahut bir provakatörü maskelemek için yapılır.

13- Bir de provakatörce “diversion politique: Siyaset eğlencesi” usulleri vardır. Mesela: Tevfikatta organ tutulur: a) Provakatör muhabereye devam eder, b) İnkılapçı programlı teşkilat … hatta seçimlerde namzet listeleri, beyannameler ve … çıkarır.

İş yerinde provakasyon büsbütün kolaydır.

Bir gün ihtiyar penoloji amelesi (905 senesinden muharrirle) gel intihabında gel. Bana casus diyorlar, dedi. Yardım edecekler, dedi. Moskova Komitesi tutulmuş mutemet Roje gitmeye karar verir. (Bir … komisyonu tayin etmiş. Ben de şahit olsam, demeye) vaziyeti, itimadımı anlattım. Roje dehşetli içerler. Bu ilana kendisi de ameleye itimat eder. Hemen bir komisyon seçmek beni şahit çağıracak. Kızı, oğlu sürgünde bulunan bir ihtiyarın adına iyi sonra çağırılır. Masa başında 2 meçhul yoldaş, bir ihtiyar reis Jorj: Ölü gibi sarı ameleye sualler açar. Çık (amele sallanarak çıkar). Ben isticvabdayım: Az sonra şayia provakasyona karşı ilam. O sırada yeni teşekküller boyuna tutulunca ipler Romanof’a gelir. O da [suçu] ameleye yükler.

Palague Okhrana’daki adı. 10 yıl bol maaş alır. 914 gizli toplantı. Harp aleyhindedir. Romanof da Radoya bozgun, inkılaba hazırlandı! (Sonra her listeyi ve evsafı teslim eder. İnkılap: kurşun (kaçamadı.)

Malinovski, Paskrebukim 6.5

911 sonu Şenyaveski Üniversitesindeyim. Boyuna takip. Gece çıksam, şimdi mahşer. Derken biraderi hariçten gelir. Pragda Pan-Rus Konferansına Moskova mümessilini organizeye gelir. Bakteriyoloji Enstitüsünde Metalurjist Malinevski ile buluşturur. Biraderini seçim toplantısına zor bir grup Malinoskiyi konferansa göndermeye kararlı. Metalurji amelesi pek kültürlü, zeki, hatip, kendini empozeyi bilir, harlı, az profesyonel amma prestijli tip! Evvelce Petersburg Maden sendikası başkanı. Leh siyasi faaliyetinden dolayı tevkif ve nefyedildiğini söyler. Adı dillere destan: Müstakil halk terbiyunu, mükemmel amele, Moskova amele Körisi onu namzed kor. (Dördüncü dumada) Polis ve amele sayesinde (o anda endikatör)

910’dan beri Okhrana’da. Her teşkilatı ihbar eder. Sibirya’dan kaçan Stalin ve Sverdlov’u o ihbar (Ayda 520 ile 722 ruble “paşa, aldı, iktiza”lar hariç. Gençliğinde hırsızlıktan mahkummuş.

911- Biraderinden ecnebi adresler alarak Prag’a gider: İki gün sonra biraderi yol üzerinde tutulur ve 12 gün bir arenada organize ederler. Okhrana’ya gider. Biz budala mıyız, kaldırın bunu denince, zabıta söyler: Merak etmeyin, çeviremedikleriniz gelebilir. Hariçten menfadan gelin, serbestsiniz. (Gider, haber yapar.) Biraderine ziyaret: Mutlaka yakın provakatör var. Her şeyi biliyorlar. Nutukları boyuna bildirmek hatırında!

911-912 mütemadiyen batan yerine yenisi çıkan gazeteler. Tâbileri hep duma azası. 914 baharı Moskova’ya gelen Malino muharriri Hançerir, polis ile mutabık. Raboçi Trud’ı çıkaralım der. İstersem idaresini bana verecek. Kendisi Petersburg’a (Resmî tâbi‘i o. Ertesi gün lokantadan notere gidilecek.) Lokantada tavrı: Gazetede resmini görenlerin … keyfine pâyân yok. Kahkaha, yüksek ses, teklifsizlik! Arabada cebinden bir tarak çıkarır. Petersburg’ta her şey açık, bak. Bağırınca ihtiyat ile ben (bende mesuliyet yok diyen) muharrire takılır kahkaha. Siz yer altına alışmışsınız. İllegalden hoşlanmaz. Retemme’siz adam (Yoksa şüphelenmede). Şahsına infectice … ve gider. Muharrire gazeteyi hazırlatır, çıkarır.

Paskrebukin

Moskova komitesince seçilen muharrirler arasında. Ticaret müstahdemleri sendikasında polise fraksiyonunun illegal müstahdemi. 2 senedir tanır. Kalabalık amele mahallesi hastalık kasası müstahdemi. Bu sebeple birçok fabrika ameleleriyle teması mümkün. İrtibatlar boyuna koparken. Muharrir bunlar arkasında yüksek provakasyonlu komitesinin sınıfına yardım için Sibirya’dan firarla geleni tanır. Az sonra tutulurlar. Anlaşılan meşhurlar da ondan. 1 firariyi muharrir tanır. Az sonra Petersburg’a gidince, sokakta tutulur. Fakat Petersburg’ta tanındığı ondan. Hepsi de hastalanır, ölür. Tip: 30 yaşında iri yarı, hayli filoryan, üstadan-ı küldür. Atlet çatılı, kalın gövde, taşkın enerji. İşde: Muharrir karvenin doktoru ve siyasi müdür. 60 ruble ile şık giyinir. Pahalı kahvaltılar (Nereden para bulursun, deriz.) Havyar, jambon …), hiç bozulmadan: Sen münevversin, az masrafla [P.11] iyi geçinmeyi bilemezsin. (Kendisi mujik oğlu). Harp arefesinde gazete kapatır. Tutulan nesneleri dağıtmada yaman gayret gösterir. Hemen her nüsha müsadere edilir. Herkes tutulur. O kurnaz, beceriksizler edinerek o (tipi de becerikli.)

Malinovski

Bir gün gelir herkesi idareden memnun dostça tapeler. Ricası terziler sendikası merkezinde o teşkilat ve sair sendika polislerini topla, bir izahatım var, der. İtirafım polis her sendikada bayağı toplantıya mani. Terziler mahallesi daima göz hapsinde tutulanlar dernekleri olmayınca sendika kapanır. (Halbuki gizli işe çok yardımı var.) Cevap: Hiddet. Moskova teşkilatını ve beni de … sözlerle berbatlar. Netice: Muharrir gizli bir yerde toplantı yapılmasında ısrar eder. Puskrebukin de o fikirde. Ertesi günü Puskrebukin … Malinovski bir terzi amelesi sayesinde toplantıyı yaptırır. 20 kadar … kurşuncu, puzrus sendikanın efendileri tevkif edildiler. Malinovski mesuliyetli. Puskrebukin ceza alır, sendikaya girer, kurtulur.

Az sonra gazeteyi kapamaya gelirler. Puskrebukin’le muharrir patron odasında. Polisler tabii durdurmak için ya patronu alıp giderler. Muharrir hemen tahrir masasındaki evrakı imhaya gider. Puskrebukin engel olmaya bakar, ben giderim. Sen eve git. Muharrir başkası yerine kendini tehlikeye atmaya tercümandır(şüphe yok!) Derken ben sıyrılırım. … yok der. Sen olmamalısın ufak çocuğun var. (O serbest) Hususi merhametle söyler, pek samimi. O redaksiyona gider. Ertesi günü gelir redaksiyonu, polis görmüş. Her şeyi ima etmiş, dostça hani. Müstakil gazete yalanı. 1915-16 provokasyon şüphesi pek mühim arkadaşları uzaklaştırır. 917 İnkılabı: Mesalino- Romanof- Puskrebu: Kurşun!

[P.12]

(Bobroaskaia Gördüklerinden)

Birkaç Provakatör Maskesi

Kaplinski: 1922 yılı Petersburg Moskova, Harkon, Odesa gibi yerlerde Zubato işe girişir. Cemiyetler içine din adamları (poplar) ve profesörler sokar.

Ürgel (Lebansız) (Limore örlelde) mahkemeleri tehdit ederek ve ziyaret, kitap kolaylıkları ile dile getirir. Hatta Kapital’in birinci cildini verdiği olur. Sorgu sırasında hapiste değil, sigara kahve ikramlarında bulunur. K … lakin 1 sene hücrede tutulur. 1902 baharında Sibirya’ya doğduğu şehir sonra menfi kararı bekleyeceğine İskra ile temas olunduğunda bunda (Leh, Litvanya Yahudi S.D. lerine) müracaat eder. Duinsk’da Bund mümessili Kaplinski gizli makine tedariki, edebiyat ve insan kaçırma ile görevlenir. Artık, ihmal edilmiş karısını götürerek iki odaya yerleştirir. Kendisi çalışmasa 3-4 günde bir gelecek. 5 çocuğuna karısı terzilikle bakar. Hikaye: Tutulurlar. İdam tehdidine uğrar. Ağzından yoldaş adı kaçırır. Kocası kaçışı cehaletle izah eder. Sonra karısı taharrice serbest. Bu sefalet çekilir mi, der. Tipi: İri yarı, geniş, açık yüz. Limeli amele, kaba görünümlü, hayırhah gülümseyişli. Kuvvetle el sıkar. Güçlük: Partisinin Bielostok konferansından irtibatı muvakkaten kesilir. Para almadan kaç gün kalır. Kendisi çilingir. Oda köşesinde çalışırken partinin Harkof (Teşkilatı) … hastahane hayatı müstakil planı hakkında sorguya çekilir. Hiç şüphelenmez. Amma ailesi ihtiyatlı. Şahsı vermedim. Hele gidelim de bir iki gün sonra kaçakçılar şehrinde tehlikesizce Prusya’dan İsviçre’ye İskra’ya gelir. Bir taşla iki kuş vuracaktır. (Ona itimattan uzanan fantezi) 15 yıl binlerce, onlarca teşekkül … eder. 1917’de kayıp. 1922’de Samarada takma adla bulunur: Kurşun. Akabil, kalar, Ahrefran.

Zitamirski: 904: dönmek üzere Berlin’de hudut geçirenlerle temaslar yapar. 905 işleri müthiş tek sakin gören o. Berlin oturyanı. Berlin İskaristi. 904 ayrılığında polislerle kalır. “Sizden” benden sadık … gibidir. Fazla illeganisi: Takma yakası kulağa kadardır. Kravatı alacadır. Davranışları yavan. (bat: Kendisine süs yapan platepersün) Ala: P için, masrafı zengin familyasından (İstediği para gelirmiş.) Gidenler tutuluyor. Ama olur a (Beceriksizlerinden!) Okhrana Dosyasına danışırken bir keresinde polis şifreli mektubu bulunan birinin hududu geçtiğini bildiren ihbar. Mevkii iyi, bol para. Pasaportla gelerek rapor vermesi ve … 1905’den sonra 22… giden hariçte J. Jelene hulul eder. Nakliyeci, boyuna keşifler, 22 kişilik komisyonunda oyunbozan. 1909 mühim bir polisle birçok firardan sonra demire vurularak sevk edilir. Ayağında yaralar olur. Berbat bir öksürüğe yakalanır. Himaye tutulur. Yine kaçar. Paris’e ölü gibi gelir. (Sonunda) Paris’te kabine açmıştır. Hastayı alır. Yaralar frengidir. Kurtuluş yok, der, intihar eder, ölmez. Çabuk iyileşir. (Tecrübesiz, takatsizliğine verilir.)

8 yıl böyle. 911: Rusya’ya giderken ecnebi Çar ajansı ajanlarından birine gönderirken çektiği bir telgraf çekilince ancak 917’de tamamıyla belli olur. Hariçte olduğundan kurtulur.

[P.13]

Olga Nikolayevna Tuxiata

907 Moskova teşkilatı zorla illegalleşir. Cihaz … gizli bir şehir münevverlerdeki mesnetler mahvolur. Avukatlarla doktorların sempatisi bitmiş (mağlubiyet var çünkü.) Yarıda Karan muharririn karısı: literatür saklar ve adres verir. Katalanyadan onunla edebiyat sokulur. Bahajdan başlayıncaya kadar tevzi lazım. Ondan başka adamımız yok. … teklifi. Yazıhanesi her cins alâ kitap dolu. Kendisi gayet sevimlidir. Gösterilen itimada teşekkür eder. “Muhterem ihtiyar anası ile birlikte” gara gidecek. Her şey yolunda. Dağıtmakta da ister. Dağıtma ertesi gün ihtiyaten şüphe yok. 2 saat sonra Sit adrese gelir. Hemen tasnif ve sevk edilir. Gece jandarma arar, bulamaz. Kimse Olga’dan şüphelenmez. (Kendisini takip ettirdi, [acemi!] denir.) Muharrir tehlikeyi söyler. Cevap: “Merak etme ben sosyete kadınıyım, şüphelenmezler.” Hele de Karan muharrirle …”le meşgul. Muhiti de şüphelendirmez. Bununla beraber fedakarlığa hazırdır. Muharririn ve …  … sözü üzerine itimat. Senelerce. Dedikodu başlayınca meçhul bir yere gider: Okhrana’ya.

Putiata Ptrayeşa Romanov

907 Moskovanın eski departman fabrikaları bölgesinde Kolomna fabrikası merkezdir. Ne zaman geniş … …  konferansı olsa hep –işçi değil- Ciltçi Romanof delege gelir. (Adı Jorj’dur.) Tip: Ufarak, soluk, fitne fücur. Parti kararlarını tatbikte her güçlüğü yener, şüphe hiç edilmez. Görüntü: Mümessil ne dedi, proleter olmasın? Ormanda bir toplantı keşfedilir. Bir kısmı kaçar. Aralarında Romanof da var. 4 yıl geçer. Muharrir hapis ve sürgünden Moskova’ya dönünce 911 halk … …  koridorunda (Pemamski) Jorj’a rastlarken ama neden o kadar üst başsız değil. Tavırlar arandı. Mişvar akabil hariçle temasta her şeyi bilir. Capri Kutna mektebinde tahsilden gelmiş. Niçin için bir işçi getirmiş. (Ne ise profesyonel olmuş demek.) Kanaati: Gece derslerine tabii profesör için değil yoldaşlarla temasa geldiğini biliyorum, der. Kendisi Kooperatif konferanslarına yazılır. Üniversite bileti var. Bildiği birçok yoldaşı görebilir. Rolü köşeye çekip kulağına fısıldar. 22’nin mutemedi. (Literatür işinden ben muharrire) bütün Moskova’ya ben dağıtıyorum. Muntazam edebiyat getirir. Polise konferansında İvanovo Voznesenk hakkında malumat (Kendisi 22 mutemedi sıfatıyla hazır) Hafiyeler: Kasabada o Jorj’dan şüphelenmez. İhtiyatlı. Kimsenin evine gitmez. Her randevum üniversitede.

Bir gün ihtiyar (905 Teşrin-i evvel muharrirle beraber) metalurji işçisi …, intihar edeceğim. Bana casus diyorlar, der. (Yardım edeceğim, dedi). Moskova Komitesi tutulmuş mutemet Jorj’a gitmeye karar verir. (Bir anket komisyonu tayin etmiş. Ben de şahit olayım, demeye) vaziyeti, itimadımı anlattım. Jorj dehşetli içerler. Bu iftiraya kendisi de işçiye itimat eder. Hemen bir komisyon seçip beni şahit çağıracak. Kızı, oğlu sürgünde bulunan bir yaşlının evine epey sonra çağırılır. Masa başında 2 meçhul yoldaş, bir ihtiyar. Başkan: Jorj. Ölü gibi sarı işçiye sorular açar. Çık der. (İşçi sallanarak çıkar). Ben sorgudayım: Az sonra şayia, provakasyondur kararı ilam! O sırada yeni teşkilatlar boyuna tutulunca ipler Romanofa gelir. O da suçu işçiye yükler.

Pelagie Okhrana’daki adıdır. 10 yıl bol maaş alır. 914: gizli toplantı. Harp aleyhtarıdır. Romanof da Rado’ya bozgun, inkılabı hâzırlayın, der! Sonra her listeyi ve evsafı teslim eder. İnkılapta kaçamadı: kurşun.

[P.14]

Malinovski

911 sonu Şeynaveski Üniversitesindeyim. Boyuna takip görüyorum. Gece çıksam, peşimde mahşer. Derken biraderi Lenin’le hariçten gelir. Prag’da Pan-Rus Konferansına Moskova mümessilini organize etmeye gelir. Bakteriyoloji Enstitüsünde Metalurjist Malinovski ile buluşturur. Biraderini seçim toplantısı zor. Bir grup Malinovski’yi konferansa göndermeye kararlı. Metalurji işçisi pek kültürlü, zeki, hatip, kendini empoze etmeyi bilir, ateşli, az presonyefueux ama prestijli tip! Evvelce Petersburg Metalurji sendikası başkanı. Leh siyasi faaliyetinden dolayı tevkif ve sürgün edilirken söyler. Adı dillerde destan: Müstakil halk terbiyunu, mükemmel işçi, dördüncü Duma için Moskova İşçi Körisi onu aday gösterir. Polis ve işçi sayesinde o anda (endikatör).

1910’dan beri Okhrana’dadır. Her teşkilatı ihbar eder. Sibirya’dan kaçan Stalin ve Sverdlof’u ihbar eden odur. Ayda 522 ile 722 ruble “paşa, aldı, iktiza”lar hariç. Gençliğinde hırsızlıktan mahkummuş.

1911- Biraderinden ecnebi adresler alarak Prag’a gider. İki gün sonra biraderi yol üzerinde tutulur. Adı araştırılır. 12 gün bir arenada organize ederler. Okhrana’ya gider. Biz budala mıyız, kaldırın bunu deyince, zabit söyleyince: Merak etmeyin, haber veremedikleriniz gelebilir. Hariçler menfadan gelsin, serbestsiniz. (Gider, haber yapar.) Biraderine ziyaret: Mutlaka yakın provakatör var. Her şeyi biliyorlar. Nutukları bunun yolladığı yıllarca kimin hatırına gelir!

1911-12 mütemadiyen batan yerine yenisi çıkan gazeteler. Tâbileri hep Duma üyesi. 1914 yazı Moskova’ya gelen Malino muharriri çağırır: polis ile mutabık. Raboçi Trud’u çıkaralım der. İstersem idaresini bana verecek. Kendisi Petersburg’ta (Resmî tâbi‘i o. Ertesi gün lokantadan notere gidilecek.) Lokantada tavrı: Gazetede resmini görenlerin gözüne baktıkça keyfine pâyân yok. Kahkaha, yüksek ses, teklifsizlikler. Arabada cebinden bir kravat çıkarır. Petersburg’ta her şey açık, bak der. Bağırması üzere ihtiyat dileyen ve (bende mesuliyet yok) diyen muharrire takılır, kahkaha atar. Siz yer altına alışmışsınız! İllegaliteden hoşlanmaz. Retemme’siz adam sayılıyor. Yoksa şüphe kimin aklına gelir. Şahsına infectice gibi görünür, o gider. Muharrire gazeteyi hazırlatır, çıkarır.

Poskrebukin

Moskova komitesince seçilen muharrirler arasındadır. Ticaret müstahdemleri sendikasında polis fraksiyonunun illegal üyesi müstahdem. 2 senedir çalışır. Kalabalık işçi mahallesinin hastalık kasası müstahdemi. Tavassutuyla birçok fabrika işçilerine temas mümkün olur. İrtibatlar boyuna kırılmakta. Muharrir bunları arkasında yüksek provakasyonlu komitesinin teşkilatına yardım için Sibirya’dan firarla geleni tanır. Az sonra tutulurlar. Anlaşılan afişte meşhur oldukları için ele geçtiler idi. 1 firariyi muharrir tanır. O da az sonra Petersburga gidince, sokakta tutulur. Petersburg’ta tanındığı için sanılır. Hepsini de enseletir, ölür. Tip: 30 yaşında iri yarı, çehre filoryan, üstadan-ı küldür. Atlet çatılı (vakur), kalın gövde. Hareketli, taşkın enerji. İşde: Muharrir kardenyar redaktörü ve siyasi müdürü. 60 ruble ile şık giyinir. Pahalı kahvaltılar (Nereden para bulursun, deriz.)

[P.15]

hiç bozulmadan, kavun, havyar, jambon, meyvedendir. Sen Türksün, az masrafla iyi geçinmeyi bilmezsin, der. Kendisi mujik oğludur. Harp arifesinde gazete kapatılır. Tutulan nesneleri dağıtmada yaman gayret gösterir. Hemen her nüsha müsadere edilir. Herkes tutulur. O kurnaz, beceriksizlerin önünde onun tipi de becerikli!

Malinovski

Gün gelir herkes işleri idareden memnun dostça tapeler durur. Ricası terziler sendikası merkezinde o teşkilat ve sair sendikası polislerini topla, bir izahatım var, der. İtiraz polis her sendikada bayağı toplantıya mani olurken hele terzilerde … daima gözcüsünü tutarlardı. Dernekten olmayınca sendika kapanır. (Halbuki gizli işe çok yardımı var.) Cevabı: Kızmak. Moskova teşkilatlarını ve beni de bizzat sizlerle berbat eder. Netice: Muharrir gizli bir yerde toplantı yapılmasında ısrar eder. Puskrebukin de o fikirde. Ertesi günü Puskrebukinin … Malinosvki bir terzi amele sayesinde toplantıyı yaptırmış. 20 kadar …  palomba, pozurus sendikalizm aktifleri tevkif edildiler. Malinovski mesuliyetlidir. Puskrebukin hiç ceza aldığından sendikaya girmez, kurtulur. Az sonra gazeteyi kapamaya gelirler. Puskrebukinle muharrir patron odasındalar. Polisler tabı durdurmak için ya patronu alıp giderler. Muharrir hemen yazı masasındaki evrakı imhaya gider. Puskrebukin engel olmaya bakar, ben giderim. Sen eve git. (O serbest). Hususi hararetiyle söylemiş, pek samimi. O redaktöre gider. Ertesi günü gelir. Prskisyon polisi görmemiş. Her şeyi imha etmiş, dostça hani. Müstakbel gazete yalanı. 1915-16 provokasyon şüphesi pek mühim arkadaşları uzaklaştırır. 1917-İnkılap: Mesalino- Romanof- Puskra Bukin: Kurşun!

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

EMPERYALİZMİN LOŞ GÜCÜ

Bu hafta Kıvılcımlı ustanın az yayınlanmış, az bilinen bir yazısını paylaşacağız. EMPERYALİZMİN LOŞ GÜCÜ (Finans Kapital Denilen Gizli Kuvvet).
Fuat Fegan’ın belirlemesine göre 1966 yılı Eylül ya da Ekim ayında yazılmış olan bu tamamlanmamış gibi görünen önemli yazı ilk olarak 1976 yılında o zamanki Tarihsel Maddecilik Yayınları tarafından broşür olarak yayımlanmış. Daha sonra kağıt baskısı yok. Dijital ortamda bazı yerlerde yayımlanmış. Dolayısıyla da çok fazla bilinen bir yazı olmamış. Broşür halinde basılmak üzere daha önce hazırladığımız bir kopyasını Fuat Fegan’ın notu ile birlikte sunuyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

Emperyalizmin Loş Gücü
(Finans Kapital Denen Gizli Kuvvet)


Yarım kalmış bir etüde benziyor. Yazılış tarihi 1966 sonbaharı olmalı (bak: s.1, s.4, s,7, s.8, s.11)… 1966 21 Eylülünden olmasına imkan yok. 1967 de olamaz (s.1’deki “…1932 yılı… 34 yıl geçti…” ifadeleri). Demek 1966 Eylül sonu – Ekim – Kasım – Aralık aylarında, büyük ihtimalle 1966 Eylül sonu ya da Ekiminde yazılmıştır. (Fuat Fegan’ın 15.3.1977 tarihli notu.)

Emperyalizmin Loş Gücü
(Finans Kapital Denen Gizli Kuvvet)

Fransa’da kimsenin solcu sayamayacağı, herkesin Finans-Kapital içinde (kredi, banka, para işinde) yeterli bildiği B. Pierre Coste “Büyük Finans Piyasaları” eserinde 1932 yılı şöyle demişti: “Finans (maliye) meseleleri savaş sonundan beri (Birinci Cihan Savaşından beri) milletlerin hayatında gittikçe büyüyen bir önem kazandı. Sokaktaki adamın konuşmalarına ve hatta salon tartışmalarına çok kez konu oldu; Öyle iken kamu oyunun tümü için bu meselelerin henüz bir hayli az bilinir oldukları doğru sayılmalıdır. O bilmezlik (Cehalet), biraz bu işlerin – Gerçekte değilse bile görünüşte – karmaşık oluşundan ileri gelir; doğrucasına bakılırsa, bu meselelerde kamuoyunu aydınlatmaları gereken kimseler, kimi bilinçsizce, kimi hesaplıca kamuoyunun yolunu şaşırtmaktan hoşlanırlar.” (P. C. “La Lutte pour la Supermatie, ete.” 932, Paris, s. 7) Bu satırların yazılışından beri 34 yıl geçti. “Kamuoyunu aydınlatacak kişiler”, hele basın. Finans (para-banka) gizli oyunlarında milletin yolunu şaşırtmaktan daha az mı hoşlanıyorlar? “Spor gösterilerine yahut kanlı ihtiras cinayetlerine” (Keza, s. 8) her gün biraz daha aşırıca yer verilişi, Finans işlerini örtbas etmenin domuzuna bilinçli ve hesaplı bir oyun olduğunu ispatlar. 10 milyon, 30 milyon, 100 milyon, hatta 3 milyar insanın tek kalemde ceplerindeki paranın yansını bir gece yarısı, beş on kişi resmen çalıverir. “Enflasyon” denir geçilir. Bunu “Hırsız” yapsa, bütün dünya polisi ardına düşer. “Hırslı” devlet adamları yapınca, adı: rahmetli bizim Menderes’in bile ağzına düşen “Para değerini ayarlama”, “Enflasyon” olur! Ondan sonra, gelsin spor-toto, gelsin aşk ve hürriyet cinayetleri: Zavallı milletlerin kafatasları çorba tasına çevrilir. Kimse farkına varmaz yapılan “Finans ameliyatı”nın. “Böylece, yalnız işin içinde olanlarca (saiklerince) içyüzü bilinen hakiki facialar, kulislerde oynanır. Bu dramlar, milletlerin ekonomik hayatları üzerinde, hatta sosyal eğilimleri üzerinde yarattığı yankılar yoluyla ulusların alın yazısını etkiler.” (Keza, s. 8) diyor P. Coste.
İkinci Cihan Savaşından sonra Finans-Kapital kumarı büsbütün evrencil bir afet oldu. Kumarhanenin baş manocusu Amerika idi. Kumarın adına kimi “Yardım”, kimi “Doktrin” veya “Plan” denildi. Hepsinin başına Baş-Manocunun damgası vuruldu. Dış yardım: “Amerikan yardımı” idi; iç veya dış plân: “Marşal Plânı”; adı “Bâd’ı sabâ” gibi konulan doktrin: “Truman Doktrini” oldu. Aynı oyuna o denli ad, esrarlı harfler, vs. konuldu ki, Halk değil, “Kamuoyu” değil, benim diyen Üniversite bonzu işin içinden çıkıp, nelerin döndüğünü artık anlayamazdı. Çevirebildiğin kelli çevir siyasi partileri ve iktidarları, dilediğin sayın ulu kişiyi Devletin, Hükümetin başına getir. Hepsi senin Finans-Kapital “Lûgaz”ını [Lugaz (Lügaz), herhangi bir nesnenin ya da varlığın özellikleri anlatılarak yazılan manzum bilmeceler. A. Kale] çözemeyecek, Amerika’nın dümen suyundan istese yürüyememezlik edemeyecektir.. 27 Mayıs olsan, bir saatte zırhlı tümen ile İstanbul’u, Türkiye’yi fethettim bilen sayın Orhan Erkanlı gibi “Lâl” olup şöyle haykırmaktan kendini alamayacaksındır: [Metinde bu alıntı yok. A. Kale]

FİNANS-KAPİTAL TARİHİNİN “TEKERRÜRÜ”

Amerika Birleşik Devletleri, Birinci Cihan Savaşından önce, Londra ve Paris Finans Kapitalistleri önünde, bizim Konyalı Hacı Ağanın Osmanlı Bankası önünde düştüğü durumda kalırdı. Birinci Cihan Savaşı, Amerikan Finans- Kapital softasının önüne gökten kanlı nimetlerle dolu bir “Maide’i Süleymaniye” (Hazreti Süleyman sofrası) gibi indi. Avrupa Emperyalizmi, her ne pahasına olursa olsun kendi kendisini yakıp yıktıkça, Amerikan malına susadı. Milyonlarca insanın kanı Amerikan kasalarına altın olup aktı. Kan ve altın yetmeyince, herkes Amerika’ya gırtlağına dek borçlandı. Amerika’nın papaz ruhlu hacıağaları milyonerleştiler. Savaş bitince, yenen-yenilen Avrupa emperyalisti Amerikan “Yardım”ına, “Plan”ına, “Doktrin”ine çanak açtı. Avrupa geri kalmış ülke değildi. Avrupa ülkelerinin Kapitalist sınıfları yarı-sömürgeliğe katlanamazlardı. Onları sömürmenin kestirme yolu: birbirleriyle gırtlaklaştırmaktı. Onun için Amerika, en çok, savaştan baygın düşmüş Almanya’yı diriltmek üzere «yardım» (kuvvet) şırıngaları yaptı. Hatta; bu yardımları, içlerinden avladığı İngiliz Finans-Kapitalistleri kanalından bile her alanda yaptırttı… Bir yandan tatlı su “Demokratı” ağızıyla Amerikan halkına “güven”, dünyaya “umut” yağdırırken, el altından faşizmi, Naziliği besleyip kışkırttı. Avrupalı Emperyalistlerin “Komonizm” fobilerini Hitler’le birlikte körüklediği’ için. Amerikan diplomasisinin bu “tavşana kaç, tazıya tut” politikası kolay tuttu. Avrupa’da, Asya’da bir yol Faşizm azgınlığı köşe başlarını tuttu mu, eski dünya Emperyalistlerinin boğaz boğaza geleceklerini bilmek için fal atmaya gerek yoktu. Prusya ağası kafalı Alman Finans-Kapitalinin -burnunun ucuyla yürüyen- “Habis ruhu”: Hitler serserisi, dünyayı “Bin yıllık Cermen barışı” altında sömürmek üzere İkinci Cihan Savaşını patlattı… Amerikan Emperyalizmine gün doğmuştu. Avrupa, ne pahasına olursa olsun, Amerikan malına yeniden susadı. Bu sefer milyonlarca değil, 10 milyonlarca insanın kanı Amerikan kasalarına altın olup aktı… Kan ve altın yetmeyince, gene herkes Amerika’ya gırtlağına dek borçlandı. Amerika’nın barış misyoneri maskeli milyonerleri, milyarderleştiler. Savaş bitince, yenen-yenilen Avrupa Emperyalisti Amerikan Finans Kapitalinin “Yardım-Plân-Doktrin” şartlarına boyun eğdi.

İçinde yaşadığımız günlerin olayları da hatırlatılmaya değmeyecek kadar gözler önündedir. Amerika, Birinci Cihan Savaşından sonraki “Tarihi Tekerrür ettirmek”te sakınca görmüyor. Gene 20 yıldır Cenevre de “Silahsızlanma” konuşmalarını, bitmez tükenmez Makyavelizmlerle savunurmuş gibi reklam yaparak sinsice baltalıyor. Gene sanki savaşta Fransa- İngiltere düşmanı imiş de, Almanya müttefiği imişçe enayi Cermenliğin Prusya kafalı Naziligini nasıl hortlatacağını bilemiyor. İkinci Cihan Savaşı sonrasının Birinci Cihan Savaşı sonrasından tek farkı, tek “Orijinalliği” şu: Avrupa Emperyalistçikleri, artık, kendilerini dev aynalarında görmenin gülünçlüğünü anlamışa benziyorlar. Aç Alman ve İtalyan kurtları, kendi başlarına ortalığa saldırmayı: ülkeleri Faşizm-Nazizim gibi açık Finans-Kapital ağıllarına çevirebilme gücünü kendilerinde göremiyorlar.

Bu sefer, Amerika: Finans-Kapital külhanbeyliğini kendisi yapmak zorunda kalıyor. Almanı, İtalyanı Amerika’nın savaşta güya müttefikleri olan Fransa ve İngiltere’den daha kuvvetli, gelişir hale getirdi. Ama Alman’ın yarısı öbür tarafa geçmişti. Ayrıca, Birinci Cihan savaşında yenilen Devletlûlar, olsa olsa Alman Kayzeri gibi tası tarağı toplayıp, yabancı bir ülkeye geçerler ve Bankalardaki «yatırım»larıyla ölünceye dek gül gibi yaşarlardı, ikinci Cihan Savaşında yenilenler, fare gibi yakalanıp asıldılar. Kişi olarak en köprü altı külhanbeyi dahi, bile bile Hitlerliği, Musoliniliği, Göringliği kolayca göze alamıyordu Bu yüzden, Amerika, parsayı toplamak için başkalarını oynatma “Doktrin”ini bir türlü uygulayamıyor.

Berlin’de özendiği yarayı işletme “Plânı”, Berlin Duvarı ile işlemez hale getirildi. Avrupa’da eşref saatin dolmadığını görünce. Uzakdoğu’da Kore çıbanını sıktı. Maksadı, başkalarını ateşin içine atıp, uzak Yeni-dünyasından yananlara petrol sıkmaktı. Başkalarının gönderdikleri asker sayısına bakılırsa, işi ciddiye almakta Türkiye’den daha çok ambale olan çıkmadı. Kore oyununda güzel “İŞ”ler yapıldı. Türkiye’de bile pamuk milyonerleri, D. P.’nin “nurlu istikbal”i parladı. Ancak, Amerikan ağzıyla «Boom» (dörtnala kalkmış ekonomik gelişme) çok sürmedi. Kızıl Çin terazinin öbür kefesine bütün ağırlığını koyunca, bizim Mehmetçik ile “Hür basın” bile, Kunuri’de kurdun ağzına nasıl itilip, nasıl yalnız bırakılarak harcandığımızı görmemezlikten gelemedi. “Boom” balonu, yalnız Demir kırat, Partiyi, tepesi üstü düşeceği yükseklere çıkarmakla kalmadı.

Amerikan Finans-Kapitali o “Mağrurâne ric’at”ı (Yunan Başkumandanı Anadolu’dan kaçarken öyle demişti), kabara kabara yüz geri etmeyi hazmedecek miydi? Eski Amerika Cumhurbaşkanı Alman asıllı müttefikler Başkumandanı Eisenhower, (kaplumbağa boynunu kabuğu içinden ancak şimdi çıkararak) Çin’e karşı atom bombasını kullanmak üzere kaç kez elinin varıp varıp geldiğini açıklıyor. “Şimdi Sovyetlere karşı var mısın?” diye soran gazetecilere, 19. 9. 1966 günü radyolarda, “Bu imkânsız!” karşılığını verdi. Oysa, Çin de atom bombası yaptı. Ancak, Kore savaşı, Amerikan ekonomisini bir yol yeniden savaş düzeni «Boom» una doğru ayarlamıştı. Uzakdoğu’da yığılan görülmedik azmanlıktaki Amerikan Silahlı Kuvvetleri bir işe yaramalı idi. Kızıl Çin Cinine çarpılmamak için. Kuzey Vietnam’ı tampon olarak araya kıstırmak hesabına yatılarak Güney Vietnam seçildi.

VİYETNAM PAZARI AMERİKAN HESABINI BOZDU

Amerika B.D.’nin evdeki hesabı Güney Vietnam pazarına uymadı. Amerika, Vietnam’a, Kore Savaşına sürükleyebildiği devletlerin onda birini daha sürükleyemedi. “Maymun gözünü açmışa benziyor”.. Kuzey Vietnam: Kızıl Çin’le Güney Vietnam arasında tampon olmak şöyle dursun, tramplen (atlama tahtası) olmaya itildi. Vietnam pirincinin pilavını, zerdesini bekleyen Amerikan Finans-Kapitali taşını ayıklamakta yalnız kaldı. Vietnam’a harcanan 40 milyar dolar (400 milyar Türk lirası: Türkiye pahalı devletinin otuz yılda toplayamayacağı kadar para) kimin sırtından çıkarılacak? Amerikan milyarderleri mülti milyarlar kazansın diye kimse kendini ateşe atmaya gönüllü görünmüyor. Amerika’yı Amerika yapan iç mekanizma: eski dünyanın tepişmelerine karışılmadığı için, daimi ordu denilen Timurlenk’in Fili ve militarist-bürokrat Devlet Asalağı tarafından boşu boşuna yutulacak-Verimsiz üretkenliği boğacak değerlerin ekonomiye yatırılması idi. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarına Amerika hep son dakikalarda, iki taraf birbirini iyice, kırıp yere serdiği vakit karışmıştı. Bu sonradan gelme kabadayılığın hedefi açıktı: silah patlamadan. Amerikan kanı akıtmadan cihangir olmak. Savaşta yenilen, nasıl olsa gırtlağına basılmak için ses çıkarmaksızın bekleyecekti. Hatta, Kızıl Ordu Berlin’e yaklaşırken açılan ikinci cephede olduğu gibi, yenik Alman Finans-Kapital’i, büyük Fatih çalımları ile karaya çıkan Amerikalıyı bir kurtarıcı gibi şehirler “Zaptetmeye” telefonla çağırdı… Yenenleri yorgun argın içlerinden avlamak, Amerika’nın rakipsiz ve itirazsız büyük hakem kılıcını evren Finans-Kapital’ine dayatmak için yasak savmaktı. İkinci Cihan Savaşı sonrası, Amerika’nın bu tatlı geleneğini, manda tezeği kadar iri ve taşınmaz, militarist ve bürokrat bir Amerikan Devleti ortaya atarak bombok etti. Vietnam savaşı o koca tezeğin üstüne tüy dikti.

SOSYALİZM-EMPERYALİZM ZITLIĞI

Şimdi Amerika, atom bombasını Kore savaşında Çin’e karşı ve 1945 yılı Sovyetlere karşı kullanamayışının yasını tutuyor. Ne kadar yas tutsa yeridir. Çünkü bugün gerek Sosyalist cephe, gerekse Amerika dışındaki emperyalistler, atı alıp Üsküdar’ı geçmiş bulunuyorlar. Sosyalist cephe ile Emperyalist cephe arasındaki sayı ve rakamla beliren münasebetlerin özeti, tarafların toprak ve nüfus büyüklüklerinde görülen değişmelerde pek iyi okunur. Dünyamız da 4 tip ülke var: 1- Sosyalist; 2- Emperyalist; 3- Tarafsız.., (denilen ve 1917 Devriminden ben bağımsızlıklarını kazanmakla birlikte, ne sosyalist, ne de emperyalist olabilen arafattaki ülkeler); 4- Sömürgeler. İkinci Cihan Savaşı başından (1939’dan) 1964 yılına değin bu 4 tip ülkelerin dünya toprakları ve nüfusu içinde tuttukları yüzdeler şöyledir:

Bu rakamlar, dünyamızın çeyrek yüzyıl (25 yıl) içinde nasıl baş döndürücü bir çabuklukla deri değiştirdiğini gösteriyor. İnsan gücü bakımından sosyalist ülkeler dört buçuk kat, yeni bağımsızlar 16,5 kat artarken, içlerinde emperyalistlerin bulunduğu sektörün nüfusu 3 kat azalıyor. (Üçte birine kadar düşüyor.) sömürgeler 33 kat azalıyor. (33 de birine düşüyor) 100 insan içinde: sömürge kölesi 33 kişi iken 1 kişiye düşüyor, yeni bağımsızlaşmış insan 2 iken 33 kişiye çıkıyor. “Tarafsızlar” adı verilen üçüncü cephenin insan sayısı (100 kişide 33 kişi), içinde “Emperyalist” cephe bulunan öteki ülkelerde yaşayan insan sayısı (gene 100 kişide 33 kişi) ile başa baş geliyor. Sosyalist cephe ise, insanlığın üçte birinden aşırı (100 kişide 35 kişi) oluyor. Bu durumu basit sayı değişikliği de saysak sonuç birdir. Bu kez, yüzdece sayı birikimi ister istemez diyalektik atlayışını yapmış, hiç de sessiz geçmeyen büyük bir sosyal Devrim getirmiştir. Üçe bölünmüş dünyamızın Tarihçe kısa süre için alınyazısı şudur: Emperyalist cephe mi “Yeni-Sömürgecilik” metotlarıyla tarafsızları kendisine yedek güç yapacak; yoksa Sosyalist cephe mi milli kurtuluşunu yapmış ülkeleri biçimcil siyasal bağımsızlıktan Sosyal Kurtuluş basamağına yükseltecek?

Amerika, bu uğurda, Güney Vietnam’da yarım milyona çıkaracağı istilâ ordularıyla savaşlar patlatıyor. Lâtin Amerika’da milyarlarca dolarla Pronunçiamentolu “ihtilaller” satın alıyor… Tüm Asya ve Afrika’da petrol kokan üs savaşları ile dolar kokan gericilik ayaklanmaları çıkartarak, Milli Kurtuluşları soysuzlaşmaya doğru sürüklemeye çabalıyor. Amerika, kendi hesabına yazık ki, Uzakdoğu’da bula bula Güney Kore kliğinin başı Pak Jög Hi’yi bulabildi. Yakındoğu’da bizim çöller sırtlanı Suud i Faysal’ı Emperyalizm havarisi yaptı. Adından başka “pak” yeri görülmeyen Pak Jög Hi, Güney Kore üs sömürgesinde «Pasifik Asyası Bölgeleri Balkanlar Konferansı» kurduruyor. Asya, Afrika, Lâtin Amerika’ya “Dostluk Misyon”ları gönderiyor. Asyalıları Asyalılarla kapıştırmak için duman perdeleri yayıyor. Güney Arabistan’ın petrol üs-sömürgelerinde kadillaklı Şeyhlerin en Amerikan agellisi Faysal, İslâmlık kadar sosyalist bir dini sosyalizme karşı kullanmak için, Türkiye’den Fas’a dek “Barış güvercini” kılığında “Müslüman Kardeşler” uçurtuyor. İslâmları İslâmlara Arabı Araba karşı dövüştürmek için duman perdeleri yayıyor. Sonuç? Ne Kore’nin Pak Hi’si, ne Vietnam’ın Kao Ki’si, ne Hicaz’ın Faysal’ı: Uzakdoğu’da Ho Şi Minh’i, Yakındoğu’da Nasır’ı Lâtin Amerika’ da Kastro’yu, Milli Sosyal Kurtuluş kahramanı olarak ulusların geniş yığınlarının gönlünde birer Mustafa Kemal olmaktan alıkoyamıyor, “İslâm Zirve Konferansı” uğruna, Faysal’ın kendisinden önce aynı hizmeti deneyen Burgibâ’ya sunduğu altın kılıç, hiçbir Amerikan uşağını petrol Napolyon’u yapamıyor. Tarafsızları, (Birleşik Milletler kertesinde Kapitalist eğilimli bir teşkilatın içinde bile) sosyalist cepheye hak vermeye itiyor. Birleşik Milletler Genel Asamblesinde Kore meselesi üzerine uydurulmuş “Gerçekleştirme Projesi” için verilen Amerika yanlısı oyları 1953 yılı % 91 iken, 1965 yılı % 52 ye düştü… Bütün bunlar, Asya, Afrika, Lâtin Amerika geniş yığınlarının sosyalist cepheye doğru dağların kayışı hızıyla yaklaştığını, Amerika’nın oyunu her gün biraz daha yitirdiğini açıklıyor. Günlük haberler bunlarla dolu.

Zorbalık, B. Amerika’nın en sadık petrol bekçisi İran Şahı’na bile artık Emperyalizme bel bağlamanın çıkmaza vardığını ispatlamaktan başka bir işe yaramıyor. İşte bir telgraf: “İran Şahının Polonya’ya yaptığı bir haftalık resmi ziyaretin sona ermesi üzerine yayınlanan İran-Polonya ortak bildirisinde iki ülke, Vietnam anlaşmazlığının 1954 tarihli Cenevre andlaşması esasına dayanılarak halli gerektiğini belirtmiştir.” Aynı günün ikinci telgrafı, Amerika’nın kendi içindeki çıkmazı açıklıyor: “Birleşik Amerika Temsilciler Meclisindeki cumhuriyetçi üyelerin konferansı” dolaysıyla yayınlanan raporda şöyle denilmektedir. “Birleşik Amerika, Kore Savaşından daha önemli olmaya başlayan bir çatışmada başlı başına çarpışan taraflardan biri olmuştur.” (yani Amerika başkalarına kan döktürüp kendi altın toplayamaz oldu. Böyle şey mi olur!). “Hükümetin belli başlı temsilcilerine göre, Başkan Johnson’un Vietnem’daki siyasetinin sonucu, ne bir zaferin, ne de memnunluk verici bir barışın ufukta görünmediği bir durumdur.” (21. 9. 1966 günü ajansları)

EMPERYALİSTLERİN EMPERYALİSTLERİ SÖMÜRGELEŞTİRMESİ

Amerikan Emperyalizmini asıl çileden çıkaran, şüphesiz, kendi cumhurbaşkanını kim vurduya getirmiş siyasal gansterliğinin dünyada yarattığı acı tepkilerden çok Finans-Kapital alanında karşılaştığı tepkilerdir. Amerika, şimdi, kendi kurduğu Emperyalist cephesinin içinde, kendi omuzdaşlarınca hançerlenmektedir. Bu, nedendir ve ne demeye gelir? İkinci Cihan Savaşı bitince Amerika, öteki emperyalistleri kendisine ortak etmeye tenezzül göstermedi. Nasıl NATO denilen emperyalistler arası teşkilatta Amerikan Generali Başkumandansa, tıpkı öyle Amerikan Finans-Kapitalinin başbuğ olduğu birtakım Finans Kapital kurulları yaptı. Güç, yetki ve karar Amerika’da idi. Öteki Emperyalistler, ancak kumandanın kurmayı gibi, danışman kişilerdi. Örneğin 1945 yılı Bretton Woods’ta “Gold Exchange Standart” (Altın Kambiyo Standardı) adıyla bir örgüt doğdu. Herkes kan dökerken, Amerika tefecilik yapıp, kârlı işler çevirdiği için yeryüzünün en sağlam parası Amerikan Doları idi. Savaş sonunda, herkesin boynu Amerika önünde eğikti. Herkes alışverişini Amerikan doları ile yapmak zorunda kaldı. “Yeniden yapılma yoluna girmiş bulunan Avrupa, Amerika önünde açık veriyordu, parasını pek cılız düşmekten kurtaramıyordu. Yalnız Amerika Birleşik Devletleri gerekli teçhizatı sunabiliyordu. Yalnız dolar genel güvenden yararlanabiliyordu. O yüzden o sırada kurulan sistem, doları (her kapıyı açan) anahtar para ve kurulan yapının merkez mihveri haline getirdi. Yalnız dolar altına bağlı idi… Doğu ülkeleri bir yana bırakılırsa, bütün ülkelerin paraları dolarla münasebetine göre belirlenmek zorundaydı. Bundan böyle merkez bankalarının ihtiyatları gibi, uluslararası ödemeler de dolarla yapılıyordu.” (Le Syst, Monet. İntern.: Rev. Afr., 16. 9. 1966, s. 19)

Böylece, bütün dünya Emperyalistleri de, geri ülkeler gibi, Amerikan dolarına haraç ödemeye başladı. Herkes, Uluslararası hesabını karşılamak için dolar alıyordu. Dolar bulmak için «Yalnız Amerika’nın ödeme balansında bir açık olması yahut Birleşik Devletlerce bir kredi açılması» (Keza) gerekti ki, «dünyanın para ihtiyacına olan ihtiyacı» karşılanabilsin. “Likidite” denilen akar para Amerika’nın insafına bağlıydı. “Uluslararası Likidite ihracı”, dünya ticaretinin gelişimi icaplarına göre değil. Amerikan ödeme balansının dalgalanış haline bağlı kalıyordu.» (Keza). Herkesin zararına, bir tek Amerika kazançlı çıkıyordu. Bu durum, eskilerin “Gayretullaha dokunur” dedikleri bir: “Emperyalistin emperyalisti soyguna uğratmasaydı.”

Amerikan soygununun temeli, Cihan savaşları ile inmeli ve yaralı düşen öteki Emperyalist ülkelere Amerikan Finans-Kapitalinin el atmasına dayanır. Başka deyimle, 19. yüzyıldaki mal ihracatı yerine 20. yüzyılda SERMAYE İHRACI geçmişti. Biliyoruz, mal, gümrük bentlerine çarptıkça yabancı pazarlarda sürümünü yitiriyordu. Malın geçemediği yerden (gümrükten), para bambaşka oyunlarla çok kolayca geçmenin yolunu buluyordu. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarına dek sermaye ihracı, daha çok sömürge ve geri kalmış ülkelere doğru akıyordu. “Dış yardım” adı altında maskelenmiş bulunan sermaye akımı en çok fakir topraklara girip yerleşiyor, sömürge ve yarı sömürgeleri gırtlağa dek borca boğup Finans-Kapital köleliğine boyun eğmek zorunda bırakıyordu. Şimdi sıra en ileri emperyalist ülkelere gelmişti. Avrupa’nın en ileri ülkelerine yabancı sermaye ihracının kaçınılmaz ve kârlı oluşu, Birinci Cihan Savaşından beri başlamıştı. “Amerikan yardımı” maskesi ile: Emperyalist bir ülkeden öteki emperyalist ülkeye Sermaye ihracı özellikle İkinci Cihan savaşından beri aldı yürüdü. Ayrıntıları, öteki emperyalist ülkeleri yarı-sömürgeleştirerek istilaya uğratışı ayrı bir inceleme konusudur. Bugün, Almanya başta gelmek üzere, İtalya, Fransa, İngiltere gibi sayılı emperyalist anavatanlarında Sermaye Piyasası ve şirket mekanizmaları yakından izlenecek olursa görülür ki: her birinin Amerikan Sermayesi ile içli-dışlı. “canciğer kuzu sarması” oluşu, şaşkınlık verecek kertede ilerlemiştir. Şimdi, yalnız geri ülkelere has imiş gibi ele alınıveren Yeni-Emperyalizm olayının asıl karakteristik temeli ve bunun Birleşmiş Milletler biçiminde siyasal üstyapılar kuruluşuna kapı açan gelişimleri: Hep o Emperyalistin emperyalisti sömürgeleştirme gidişinden kaynak almıştır.

İkinci Cihan Savaşından sonra dünyamızın en köklü ve karakteristik deri değiştirişi: Amerikan Finans-Kapitalinin, öbür ufak tefek Avrupa Emperyalistçiklerini (örneğin Felemenk, Belçika ve ilh.) diş kovuğunu bile doldurmaz leblebi tanesi gibi çerez etmesi yanında, asıl en ulu Emperyalist Finans-Kapitalini de uydu, uşak, köle etmesi, bütün emperyalist ülkeleri Amerikan sömürgeciliği için hazırlanmış Amerikan üsleri haline getirmesidir. Amerikan üslerinin altında yatan emperyalistler için en acı gerçek: Amerikan Finansı-Kapitalinin silahlı hegemonyası ve egemenliğidir. Bu ilginç değişiklik, hem en korkunç, hem en umut verici anlamlarla yüklüdür. Korkunçtur. Çünkü bir tek ve tüm gangsterleşmis Finans-Kapital, Amerikan Emperyalizmi, (Avrupa emperyalizminin de haince suç ortaklığını sağlayarak) sinsi sinsi bütün kapitalist dünyayı Anavatanı ile sömürgesiyle, yarı-sömürgesiyle, sözde “bağımsız” geri kalmış ülkesiyle zapt etmiştir. Fena mı? denecek, yeryüzünde tek devlet, tek millet, tek önder… bir evrencil Enternasyonalciliktir. Hitler’in yapamadığı “Bin yıllık” “Pax Germena”nın (German barışının) yerini «Pax Romana» ile barış gölü yapmıştı. Şimdi Amerika tüm dünyayı zapt ederek “pasifize” eder. (müsalemetçileştirir.) Bu, kapitalizmin farkına varmadan sosyalizme geçişini kolaylaştırmaz mı? Evet, korkunç Amerikan Fınans-Kapitalinin yeryüzünü emperyalistçe kaplayışı, milletler arasında hiçbir “milliyetçi” haya hissi bırakmaması: Her türlü 19. yüzyıl önyargılarını yıkıp temizlerken, insancıl birleşim engellerini de istemeyerek temizliyor. Bu, bir çeşit Sosyalizme yolları açış olarak umut verici gelişmelerin belgesidir. Böylece, insanlık için korkunç olan emperyalizm, Finans-Kapital için ölmeden önce en seri yayılışla soluk alma umududur: Ve kapitalizmin ölüm selâsını okuyan bu korkunç evrencillik ve milliyetlerin inkârı, insanlık için sosyalizmin ne denli yakın bulunduğunu açıklayan kıyamet alametleri olarak umut verici olur. Amerikan Emperyalizminin yaptığı, -benzetmek gibi olmasın- bizim evlere şenlik Devletçiliğimize, en iyimser umutlarla “YÖN” cülerimizin yaptıkları yorumu andırır. Elbet kapitalizm, nereden kalkarsa kalksın sosyalizme varmaktan başka çıkar yol gösteremiyor.

FİNANS-KAPİTALİN SOYSUZLAŞTIRMA PLÂNI

Ancak, emperyalizm geberen kapitalizm çağıdır diye, sosyalizm adına onu ülküleştirmek, Nazilikten başka pratik sonuç vermiyor. Çünkü Finans-Kapital eşkıyaların eşkıyası olmuştur artık. “Hür basın”ın toz duman koparttığı yaygaraları ortasında her gün okunan iki üç satırcık Finans-Kapital havadisi kimsenin gözüne çarpmasa bile, kimi olaylar ürkütücüdür. İşte onlardan harcıâlem bir örnek: Gazetenin cinayetler sütununda (!) Mafya denilen Amerika’nın Uluslararası gangster teşkilâtı her yıl, yalnız Amerika’da “50 milyar dolar” haraç alıyor. Bu rakam bize neyi söylüyor? Amerikan genel bütçesi için de Amerikan silahlı kuvvetlerine ayrılan yıllık bütçe de, ne fazla ne eksik, Mafya gangsterinin yıllık bütçesi kadar: tam 50 milyar dolardır. Demek, Amerika’da Mafya eşkıyası ile Silahlı kuvvetler, Türkiye Cumhuriyeti’nin çeyrek yüzyılda toplayabildiği bütün paraları (500 milyar Türk lirası kadar parayı) her yıl ayrı ayrı harcamaktadırlar. Mafya kimdir? Amerikan Finans-Kapitalistlerinin içeride sivil savaş, vatandaş harbi yapmak üzere besledikleri eşkıya çetesidir. Bu gangsterliğin gerekince Kennedy gibi Amerikan Cumhurbaşkanlarını kim vurduya götürecek her aracı (bilimcil ölçülerle) kullanmasına şaşılır mı? Amerikan Finans-Kapitali, açık silahlı kuvvetlerinden çok (atom bombalarından çok; birinci derecede sakladığı gizli silahı gangsterliği kullanıyorsa, ondan hiç aşağı kalmayan, daha doğrusu onun gölgesinde yaydırdığı on büyük ikinci silâh olarak da keyif veren zehirleri kullanıyor. O ileri, müreffeh BATI MEDENlYETİ’nin genç kuşaklara hangi zehirli tatlı intiharları sunduğunu İstanbul sokakları bile, her yıl gittikçe daha aşırıca seyrediyor. Hazreti İsa kılıklı “turist” gençler, Ahırkapı’da, Bizans sur kovuklarında don paça esrar, afyon, morfin batakhaneleri kurdular. Bunlar, Finans-Kapital’in sosyalizmi önlemek için bütün bir gençliği hangi uçurumlara itmekten çekinmediğini ispatlayan “asi gençlik” döküntüleridir. Kızların pantolonlu kedi gezintileri, erkeklerin uzatılmış yağlı saç ve mini etek modaları, Finans Kapital Devletçiliğinin Demirperde ötelerine dek bulaştırmaya özendiği uyuşturucu emperyalizm başarılarıdır. “Cinai aşk” filmleri gibi, “Polis vakası” tuhaflıkları gibi bizim Süleyman beylerin ağızlarına dek olağanlığı kabul ettirilmiş bütün o ve benzeri olaylardan hiçbirisi aksi tesadüften ileri gelmez. Sunturlu Psikiyatri uzmanları, kişi ruhunda teleskopla ruh yıldızları keşfeden psikoloji profesörleri kültür alanını istedikleri kadar uzay araştırıcılığına benzetme çabası göstersinler. Hepsi, bilerek bilmeyerek, Finans-Kapital batağını altıncıl bilim yaldızlarıyla örtme görevlileridir. İnsan beyni kadar ulu yüceliş aygıtını Emperyalizm alçalışının boğucu gerizinde sarhoş etmek, Finans-Kapitalin en son moda Plân uzmanlığıdır. Ve hepsi birden, eğer işçi sınıfı emperyalizmin çanına ot tıkamazsa, kapitalist devletçilik yolundan, hatta sosyalizm söz ebelikleri duman perdesi altında insanlığı nerelere sürükleyebileceğini ispatlar. Bunlardan hiçbiri, bozuk düzenin kalbinde Finans-Kapital enfarktüsünü tedaviye çalışan hazakatli tabiplerin reçeteleri dışında doğmamıştır. Onun için, sık sık şöyle gazete havadisleri okunuyor: “20 yılda 16 lider öldürüldü” : Amman kralı – Birmanya başbakanı – İran başbakanı – Ürdün Kralı – Pakistan Başbakanı – Nikaragua Cumhurbaşkanı – Guatemala Cumhurbaşkanı – Irak kralı – Seylan başbakanı – Dominik Cumhurbaşkanı – Togo Cumhurbaşkanı – Güney Vietnam Cumhurbaşkanı – Birleşik Amerika Cumhurbaşkanı – Nijerya Başbakanı – Güney Afrika Başbakanı… Ölümleri şüphe uyandırmadan göçürülmüşlerin (rahmetli Türkiye Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel gibi «Koma» ya getirilenlerin veya adaletin pençesi ile götürülenlerin) sayısını ise ancak Finansı-Kapitalin Dolar Allah’ı bilir… Finans-Kapital böylesine enternasyonal «Temizlik» yapıyor! «New York (a.a.): Amerikan “Seventeen” mecmuası 19 ilâ 30 yaş arasında 1100 kişi ile yaptığı bir anket neticesinde bunlardan 55 inin marihuanadan başlayarak “LSD”ye kadar uyuşturucu madde ve ilaç kullandıklarını ortaya çıkarmıştır. Ankete cevap veren genç kadınlar, 15-17 yaş arasında bu maddelerden aldıklarını belirtmişlerdir. Bu uyuşturucu maddeleri ilk tecrübelerden sonra, onlardan vazgeçmenin imkânsız hale geldiğini ileri sürmüşlerdir.” Olay bu. Şimdi, Finans-Kapitalin bol uzmanlık-bahşişleri ile şımarttığı emperyalist bilginlerin aynı olayı çürütür görünürken nasıl propaganda ettiklerine bakın: “Bu arada bir bilgin, Marihuana kullanılması ile insanın dejenere olmayacağını ileri sürmüştür… Amerikan gıda ve ilaç idaresinden Doktor James Fox, Milli öğrenci birliğinin 250 temsilcisine hitaben yaptığı bir konuşmada: Marihuananın beyin Hücrelerine tesir etmediğini ve eroin iptilasına sebep olmadığı sonucuna vardığını… Fakat satışına izin verilmesinin iyi olmayacağını belirtmiştir…” (26.8.1966) Neresinden isterseniz okuyunuz. Amerikan Finans Kapitali, “Devletçiliğin” bütün yetkileri ile uyuşturucu maddelerin “Satışına izin” verilmemesini istiyor. Çünkü o yasak sayesinde, hem yalnız belden aşağı heyecanına göz yumulan gençlerde tecessüsü arttıracağını, hem de kaçak yoldan zehir satmanın kârı arttıracağını iyi biliyor. Yâni Finans Kapital kendisine kalsa daha bin yıl Sosyal bir ülkeye katıltmamak için kafadan gayrı müsellâh ettiği kendi Amerikan gençliğini dahi yavrusunu yiyen canavar hırsı ile, okşarmış gibi, bilimcil yalayışlarla öldürecektir.

Fuat Fegan’ın ikinci notu

ONBEŞLER

Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın bu yazısı, 1932 yılında yazdığı YOL serisi kitaplarından “Parti’de Konaklar ve Konuklar” eserinden bir bölüm.

28 Ocak’ı 29’a bağlayan gece (1921) katledilen 15 komünist için 11 yıl sonra yazılmış, hamasetten ve yas yazılarından uzak bir değerlendirme. O zamanki TKP merkez yönetimine sunulan YOL eserinde Onbeşler hareketinden çıkarılacak olumlu ve olumsuz dersler irdelenir ve partinin mücadelesine anılarının ışık tutmasına çalışılır bu değerlendirmede.

Günümüz için de önemli dersler çıkarılabileceğini sandığımız bu eleştiri/değerlendirmeyi, bu devrimci şehitlerimizin 104. ölüm yıl dönümlerinde yayınlıyoruz.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

ONBEŞLER

Mustafa Suphi ve yoldaşları, Marx’ın Paris komünarları için dediği gibi “göklere sıçrayan kahramanlık” timsalidirler. Tıpkı gene Paris komünarlarını kasıp kavuran sınırsız “saf çocukluk” niteliklerine kurban olup gittiler.

Paris Komünü’nde 1. Enternasyonal’in en ateşli yandaşları büyük etki göstermişlerdi. Fakat bu yandaşlar azınlıktaydılar. Çoğunluk hep ütopist (Blankici, Proudhoncu) küçük-burjuva sosyalistlerindeydi.

Mustafa Suphi ve yoldaşları da en büyük hızlannı, 1. Enternasyonal’in bütün devrimci geleneklerini yaşatan 3. Entemasyonal’den alıyorlardı. Ne yazık ki hareketlerine egemen olan taktik ve strateji ilkelerinde hem öznel, hem de nesnel koşullar yeterli derecede değildi. Leninist yöntemi ve taktiği uygulamadılar. Leninizm üslubundan yalnız “uçkun devrimcilik” (devrimci kanatlanış) aldılar, “yapkın devrimciliği” (Amerikanvari işçiliği) unuttular.

Onbeşlerde yeteri kadar devrimci hazırlık yoktu. Onbeşler, içinde devrim yaratmaya giriştikleri çevreyi devrimci mücadeleyle işlemiş değillerdi. Bu yüzden düşünceleri ne kadar enternasyonalci ve devrimci olursa olsun, yaptıkları nesnel olarak ve fatalman Blankici ya da Bakuninci bir hareket şeklinde kaldı. Yani anarşik hareketten ileriye geçemedi. Ve Türkiye’de Paris Komünü’nün bir minyatürü oldu.

Onbeşler hareketine neden anarşik diyorum ve Bakunin’le Mustafa Suphi arasında bir benzerlik görüyorum? Akıllardadır. 1848 Avrupa devrim sarsıntıları sırasında Marx ve yoldaşları Almanya içinde o zamanki sınıf ilişkilerine göre ve Fransız devriminden çıkmış derslerle, devrime varmak için uğraşarak başarılı olamadılar. Ve Avrupa’da yeni bir istikrarın başladığını sezerek, devrim açmanın şimdilik devrimci hazırlanmaya tercih edilemeyeceğini söylediler.

Bakunin ise, Fransa’da çevresine topladığı bir gönüllüler alayıyla Almanya’ya saldırmaya ve orada bu asker gücüyle devrim yapmaya kalkışmıştı.

Bakunin’in zamanına bakarak koşullar ne denli başka olursa olsun, Mustafa Suphi hareketi de özü itibarıyla bir Bakuninizmden ibaretti. Burjuva paşasının hilesine kanarak Bolşevik devriminin serbest bıraktığı tutsak Türk subay ve erlerinden alelacele yaptığı bir alayla Türkiye’de Bolşevizmi kurmaya yürüdü.

Oysa burjuvazi, ülke içinde Müdafaa-i Hukuk örgütüyle siyasal ağını kurmuştu. Burjuva ordusunun sadık bekçi kadrosuyla yürütme gücünü eline geçirmiş bulunuyordu. Siyasal ve askeri alanda bir ülke ölçüsünde örgütlenmiş olan kapitalist sınıfa karşı, Mustafa Suphi’nin oluşturduğu kadar ne idüğü belirsiz, ülkesine dönmekten başka bir şey düşünmeyen, küçük-burjuva unsurlardan derleşik bir alayla karşı koymak ütopizmin, hayalci kuruntuculuğun en yüksek derecesi değil midir? Ve buna Puçizm, Blankizm ya da Bakunizmden başka hangi kavram uygun düşürülebilir?

Mustafa Suphi bir anarşist miydi?

Bu noktada henüz elimizde yeterli belge yok. İleride bu nokta da işlenirse açıklaşır. Fakat her hareketi dediğiyle değil, ettiğiyle ölçmek kaçınılmazsa, Mustafa Suphi hareketini ütopik sosyalizmden ve Bakuninizmden ayırdetmek oldukça güçleşir.

Doğrusu, Rusya’da Bolşevik devrimin tarihçesini, yani salt siyasal Bolşevik devrimin akışını izlerken tam Mustafa Suphi hareketi gibi değil, fakat ona şöyle böyle benzer öyküler işitmiş olanlarımız çoktur. Fakat o zamanki siyasal Bolşevik devriminin bu kısmi ve ender görülen özelliklerini Onbeşler hareketine benzetmek, Bolşevizmin karacahili olmak ve deva bulmaz bir körlükle batağa saplanmak demektir.

Bolşevikler de, bazı yerlerde karşı-devrimi kızıl kuvvetlerle ezdikten sonra siyasal devrimi başardılar. Ama Mustafa Suphi hareketiyle Bolşevik hareketi karşılaştırmak için şu noktaları göz önünde tutmamız gerekir:

1- Karşı-devrim merkeziyle kopuşma: Bolşevikler barikata çıkmadan 7 ay önce Çar devrilmiş ve hapsedilmişti. Rusya’nın her iki başkenti, gerek Petersburg, gerek Moskova bir hamlede karşı-devrim yuvası olmaktan çıkmıştı. Pek çok önemli merkezler gibi, devrimci işçilerin elinde bulunuyordu. Ülkede fiilen egemen olan örgüt, ezici halk çoğunluğunu oluşturan sovyetlerdi.

Oysa Anadolu hareketi Müdafaa-i Hukuk adı altında bir burjuva ulusal örgütünün yönetimine girmişti. Ve taşra burjuvazisinin güdücüleri, Bolşevizme dört elle sarılmış görünmelerine karşın, hâlâ bakanları, muhafız alayları, polisleri, mülkiye ve ordu güçleri bulunan sultana toz kondurmuyorlardı. Mustafa Kemal Ferit Paşa kabinesine, padişahı efendisiyle doğrudan temasa izin vermediği için çatıyordu. Büyük Millet Meclisi halka, bağımsızlık mücadelesinin amacını “Halife’i Zîşan Essultanı” kurtarmaktan ibaret gibi gösteriyordu. Anadolu’da başlayan Kemalizm, kendisine, İstanbul’da tutsak düşmüş padişahın vekili, ondan izin almış onun adına hareket eden has yaveri süsünü veriyordu.

Demek, Rusya’da desantralizasyon son haddini bulmuş, bütün burjuva devlet aygıtının çark ve kayışları birbirinden çıkmış, darmadağınık olduğu halde, Türk burjuvazisi halkın herhangi bağımsız ve devrimci ayaklanışına yol açmamak, “vaziyeti tutmak” için sultanın dokunulmaz kutsal bir egemen makam olduğunu ve tüm ulusun o makama bekçi köpekliği yapmaktan başka görev ve onur tanımadığını sonuna dek ilân ediyordu.

2- Ordu: Rusya’da orduya asker sovyetleri işlemişti: Ordunun bir kısmı Bolşevik parolalarını benimsemişti ve gerici genelkurmayın değil, sovyetlerin komutası altındaydı. Ordunun geri kalan kısmıysa tarafsızlaştırılmıştı.

Türkiye’de ordu kadrosu halifenin İstanbul’dan atayıp gönderdiği müfettiş “yaver’i has” Mustafa Kemal’in emrinde olduğu gibi, burjuva savunmacılığına azmetmiş bir durumdaydı. “Kuvva-yı Milliye” denilen milis örgütünüyse, ordu kadrosu ilk fırsatta dağıtıp emrine almak için tetikte duruyordu.

3- Demokrasi: Rusya’da Çarlık devrildikten sonra tam 7 ay süren egemen devlet sistemi; burjuva demokrasisinin dünyada seyrek ve az görülür en yüksek kertesini tutmaya zorunlu olmuştu. Bu süre içinde halk kitlelerini kendi deneyimleriyle Bolşevik siyasetinin doğruluğuna ikna etmek olanaklıydı.

Türkiye’de Kemalizm, iliklerine kadar militarist bir disiplinle halkı her türlü demokratik hareket ve örgütten sistematik olarak soyutladı. Bir yanda halifeyi tutup karşı-devrimi körüklerken, ötede halktan gelen her girişim yeteneğini şiddetle boğdu.

4- Bolşevik hazırlık: Rusya’da Bolşevik Parti 15 yıldır ayaklanmadan, meclis ve dernek faaliyetlerine kadar binbir tür siyasal ve sosyal mücadeleyle pişkin bir örgüt ve güç yaratmıştı. Leninizmin “halkı deneyle ikna etme” taktiği, tüm geniş halk yığınlarını Bolşevizme sempatizan etmişti. Ve Bolşevikler devrim ve ayaklanma bayrağını kaldırdıkları gün -Haziran ayında %13 gibi azınlıkta kaldıkları- sovyetlerin içinde %51 oranında çoğunluğu elde etmiş bulunuyorlardı. Hattâ Kurucu Meclis’te büyük toprak sahipleriyle burjuvaların oranı %13 olduğu halde, Bolşevikler %25’diler.

Tek sözle, Türkiye’de bunların hiçbiri yoktu.

Bunların hiçbiri yokken, yani yönetim ve ordu militarist burjuvazinin elindeyken, en küçük bir örgütü henüz olmayan halk tabakaları adına, devrime bir tür ayaklanmaya girişmek, en sonunda Mustafa Suphilerin başlarına geldiği gibi kışkırtılan kara halkın cahil saldırıları önünde 15 kişicik kalıp, Karadeniz’in mavi ve hırçın dalgaları arasında baltayla doğranmayı göze almak değil midir?

Bu bir kahramanlık olabilir. Fakat Marksist kahramanlık, yalnızca ölmeyi değil, kitleden kopuşmayarak ölmeyi bilmektir. Onbeşler’in Türkiye devrimci hareket tarihindeki nesnel konumları, öldükleri için değil, ölmeyi bilmedikleri için, Rusya tarihindeki Bakuninizm olur. Ya da, eğer mutlaka yakın Bolşevik tarihinden bir örnek almak gerekirse, modern Bakuninizmin, yani Troçkizmin başarılı olmuş, yani sonu belli ve uğursuz sonuna kadar varmış bir şekildir.

Burada başka bir itiraz gelebilir: Onbeşler hemen ve yalnız devrim ve ayaklanma yapmak için değil, Anadolu’da beliren anti-emperyalist mücadeleyi tutmak için de geliyorlardı…

O zaman Mustafa Suphi ve yoldaşlarının karşısına Marksizm-Leninizmin şu görevi çıkıyordu: Başlayan ulusal harekette demokratik burjuva devrimini son kertesine vardırarak proletarya devrimini ve halk sovyetler iktidarını kurmak…

Yoksa, salt ulusal hareketi tutarak, ne olursa olsun burjuvazinin siyasi iktidarını güçlendirmek, elbet Marksist değil, Menşevik bir harekettir. O halde, yani demokratik burjuva devrimini proletarya devrimine çevirmek için, ülke dışında ipten kazıktan kurtulmuş bir alay herifle, burjuva paşalarının ikiyüzlüce ve kahpece vaadlerine çocuk gibi kanarak harekete geçmek yeterli midir?

En küçük bir siyasal örgüt, kitleyle en basit teması olmaksızın, Onbeşler hangi sosyal gücü temsil ederek ve o güce dayanarak burjuva gibi kancık ve zalim bir sınıfla el ele verebilirdi? Burjuvazi Onbeşler’in elini, onları Karadeniz’in dibine indirmek için tutmaz mıydı?

Onbeşler’in bozgun nedenlerini özetlemek için özellikle göze çarpan şu noktaları sonuç olarak çıkarabiliriz:

1- Dünya ölçüsünde devrimde salt dış yedek güçlere dayanmak: Proletarya devriminin stratejisinde özgüç her zaman işçilerdir. Fakat dünya devrimin bir bütün oluşu, tarihte öyle anlar yaratır ki, henüz derebeylik ve kapitalizm-öncesi ilişkilerden ileriye varamamış ülkelerde bile, yerli burjuvazi zayıf, emperyalizm uzak, proletarya diktatörlüğü yakın, halk ezici çoğunluktaysa, sovyetler devrimini başarmak ve doğru sosyalizme geçmek olanaklıdır.

Çin örneği Leninizme bunu da kaydettirdi. Ama Marksistler için göz önünde tutulacak şey daima az fakat öz bir işçi sınıfına sıkı sıkıya bağlı, bilinçli keşif kolu (öncü) kurmaktır. Bir ülkede böyle bir keşif kolu varsa, o zaman yakın proletarya diktatörlüğünün de yedek güç olarak yardımıyla, yerel koşullara uyarlanan bir sovyetler devrimine geniş halk yığınları çekilebilir.

Onbeşler için böyle bir parti yoktu. Onlar yalnız dış güçlere, proletarya diktatörlüğüne dayandılar. O zaman, değil sovyetler devrimi yapmak, hattâ demokratik burjuva devrimini geliştirmeye bile varamamaksızın paşaların tuzağında mahvoldular.

Pekâlâ biliyoruz, Türk burjuvazisi de o dış güce, yani proletarya diktatörlüğüne dayandı. Bolşeviklerden para, silah, asker ve her şey aldı. Fakat bu aldığı araçları Anadolu’da kurduğu siyasal, yönetsel ve askeri burjuva örgütlerinin çerçevesine tabi tuttu. Yani önce iç gücünü örgütledi. Her türlü bağımsız halk hareket ve örgütlerini yaşatmamak için ne gerekse her önlemi aldı. Ve ancak özel mülkiyeti güvence altına alarak Bolşevizme dayandı. O iki şeyi aynı zamanda başarmasaydı, Kemalizmin yerinde çoktan yeller eserdi.

2- Bir ülke ölçüsünde nesnel ve gerçekçi olmamak: Devrimci hareket ve taktik her şeyden önce soğukkanlılıkla saptanan sınıf ilişkileri üzerinde yürür. Sınıf ilişkileri demek, bir ülkede komşu ülkelerde ve bütün dünyadaki sınıfların güç ilişkileri demektir. Herhangi bir Marksist hareketin ayıklığı, bu nesnel durumu dupduru görerek ona uygun öznel hamleler hazırlamaktır.

Onbeşler harekete geldikleri zaman, dünyadaki sınıf ilişkileri şiddetle devrim lehineydi. Fakat bu ilişkilerin Türkiye’deki özelliklerini, yani Türkiye halkının devrimci eğilimlerini öldürmek isteyen etkenleri Mustafa Suphi ve yoldaşları dikkate alamadılar. Onbeşler salt kendi vicdanlarında buldukları devrimci ve ayaklanmacı kanatlanışın hızına uydular. Onların gözleri amaçlarının gücü ve ışığıyla kamaştı.

Onbeşler sınıf ilişkilerinin kendiliğindenci ve bazen kör doğa gücüne benzeyen eğilimlerini gerçekçice, oldukları gibi göremediler. O eğilimlere dayanarak, halk kitlelerinin derin çıkarlarını, devrimci yöntemlerle bilince çıkartarak dövüşemediler. Ve dövüşemeden öldüler.

3- Öncü ölçüsünde gizli faaliyeti hiçe saymak: Komünist örgüt her şeyden önce devrimci ve altüstlükçü bir örgüt demektir. Dünyada hiçbir egemen sınıf, bıçağını çekmiş hasmın göğsüne saplamak üzere açıkça yürüyen mahkûm sınıf örgütüne “gel buyur, vur! Sen haklısın… Ben ölmeliyim…” demez.

Tersine öyle bir örgütü her zaman pusuya düşürmek için onu izler. Daha yakından ve açıktan açığa izlemek istediği legal sosyalist ve komünist partilere izin verdiği zaman bile amacı yalnızca tuzaktır.

Onun için Leninist örgüt ilkesi her şeyden önce siyasal keşif kolu mücadelesinde en güçlü gizlilikle olabildiğince geniş legal faaliyeti sentez halinde birleştirmektir. Modern savaşın en basit ve besbelli ilkesi düşmana hedef oluşturmama esası, Onbeşler için hiç yoktu.

Onbeşler topu tüfeğiyle başta bando mızıkasıyla Anadolu sovyetler hükümetini kurmaya geliyorlardı. Askerlikten anlayan paşalar için, bu kusursuz açık hedefi bir kurşunda devirmek bu yüzden çok kolay oldu.

Böylece zavallı Suphi “Ayasofya’nın kubbesinde uluslararası sosyalist iktidarın al bayrağını dalgalanır” göremeden saflığına, temizliğine ve mertliğine kurban gitti.

4- Örgüt yokluğu: Kendiliğinden anlaşılır. Onbeşler olgun bir proletarya örgütü anlamında örgüt değildi. Bir dalga, bir hücum kıtası, akıncı bir deli seldiler…

Geldiler ve geçtiler.

(YOL serisinin 3. Kitabı Partide Konaklar ve Konuklar’dan, s. 21-27)

TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Batı’nın sosyal bilimler alanında oynadığı bu ‘görmek istemeyen körlük’ rolü, sahici körlükten daha aşırıca görmezlikler yaratıyordu. Batı, Toynbee ayarında Entelijans Servis’in doğucul sosyalizm sektörünü yaratmıştı. O sektörde teorisyen geçinen burjuva ideologlarına rahatça at oynatacakları bomboş alanlar bırakılmıştı. Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz, pahalı, toptan perakende satmakla yetindi. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Toplum Biçimlerinin Gelişimi, sf. 12)

“Fransız Diyogene Dergisi’nde 1956 yılında yayınlanan, Arnold Toynbee’nin ‘Yapmaya Çalıştığım Şey’ yazısı üzerine Kıvılcımlı, Toynbee’nin diğer eserlerini de gözden geçirerek, aşağıdaki eleştiri yazısını yazarak, yayımlanmak üzere Diyogene Dergisi’ne gönderir. Türkçesini hiç bulamadığımız bu metnin Fransızcasını mikrofişlerde bulup, çevirisini yayınlıyoruz. (Sunuş Notu)

Bu hafta yayınladığımız yazı, Kıvılcımlı’nın Toynbee’nin tarih anlayışının eleştirisi olarak Sultanahmet cezaevinde yazıp Diyogene dergisine yolladığı, orijinali Fransızca olan bir metin. Bu metin ilk defa Mart 2011’de, o zaman ortak ve yöneticisi olduğumuz Sosyal İnsan Yayınları için derlediğimiz Tarih Yazıları kitabında yer aldı. Kıvılcımlı’nın bazısı yayımlanmış ve yayımlanmamış tarih yazılarından oluşan bu derlemede yer alan, TARİHİN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ (Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor) incelemesi, o yıllarda Ahmet Erdal Aksungur tarafından Türkçeye çevrildi. Ömer Ergun arkadaşımızın kontrolünden sonra yazı adı geçen kitaba yukardaki alıntı ve notla tarafımızdan eklendi.

Arşivdeki orijinal Fransızca metnin üzerine Fuat Fegan, Kıvılcımlı’nın eski yazı el yazısıyla bir notunu da eklemiş. O notu da sevgili Hamza Tığlay çevirdi. Diyogene dergisi yöneticisinin Kıvılcımlı’ya yazdığı cevap olan bu notu da bu yazının sonuna ekliyoruz.

“Bana atfen iletmiş olduğunuz A. Toynbee’nin eserine ve bu konu için neşrettiğimiz Diyojen nüshasına dair şerh ve izahlara canlı bir alaka ile muttalî oldum. 

Maalesef bu konuya tekrar dönmek bizim için imkansızdır ve tahrir komitesi, vasıflarını takdirle karşıladığı el yazınızı size geri göndermemi benden talep etti.

Dergimize karşı göstermek lütfunda bulunduğunuz ilgiye ve İngiliz tarihçisine ait görüşlerin sizde uyandırdığı polemik düşünceleri bize ulaştırmak hususundaki zahmetinize bir kere daha teşekkür ederim.

En mümtaz hislerimin ifadesine inanmanızı rica ederim bayım.”

Diyogene Dergisi’nde yayımlanmayan bu yazısından sonra Kıvılcımlı 1965 yılında yayınladığı, kendi Tarih Tezi’nin ana kitabı olan Tarih Devrim Sosyalizm kitabına Toynbee ile ilgili bir bölüm koyar. Fransa’ya yolladığı eleştiri yazısına benzemekle beraber, TARİHSEL DEVRİM ve SÖZDE DİNCİLİK başlıklı 4 kitap sayfası uzunluğundaki bu yazıda Toynbee’nin “Dincilik” yönünü de eleştirir. O bölümü de ekledik bu haftaki paylaşımımıza.

Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

TARİH’İN BİLİMSEL KANUNLARI ve Mr. A. TOYNBEE’NİN “ELİT”İ

(Mr. Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor)

Tarihi, geçmişte gerçekleştiği biçimiyle, aslında bulunan en canlı ilişkileri içinde, nasılsa öylece yeniden kurmak kendini dayatan çok büyük bir iştir. Onun genel ortak ruhu üzerine yalınkat bir fikir vermek için, bizim yayımlanmamış araştırma sonuçlarımız ile Mr. A. Toynbee’nin ciltler tutan çalışmalarının bazı noktalarını karşılaştırmayı tercih ediyoruz.

Mr. A. Toynbee, bir yandan «kendi yeni bilimi»nden söz ediyor (A .T. : «Ce que j’ai essayé de faire», p.12), öte yandan ise : « İnsanların işleri », « bilimsel kanunlara boyun eğmemektedir, (bilimsel kanunlara tabii değildir.)» şeklinde ahkâm çıkarıyor. «Mister» Toynbee için, her şey «Mystéres (Esrarengiz, sırlı, gizemli)»dir ve bu yüzden Tarihin bütün determinizmi tümüyle içinden çıkarılıp atılıyor. Oysa, fazla önyargılı düşünülmediği zaman, her şeyden önce insan olaylarında, Doğanın yürüyüşü ile Medeniyetlerin doğuşu arasında şaşırtıcı kertede paralel bir determinizm görmemek imkansızdır.

Medeniyetlerin zincirleme birbirini izleyişi, tıpkı géomorphogénique [yeryüzü yapısının şekillenmesi] dönemlerinde, tektonik kanunların etkisi altında yer kabuğunun géosynclinaux hareketlere uğradığı gibi gelişmiştir. En yüksek noktalarıyla kıtalar, en yüksek doruklarındaki Medeniyetlere ve okyanuslar ise, Tarihte bu Medeniyetlerin her defasında çevresini kuşatmış, her zaman çepeçevre sarmış Barbar yığınlarına[1] tamamen denk düşer. Tıpkı oldukça istikrarlı evrim dönemlerinde olduğu gibi, zaman zaman bütün dünya haritasını değiştiren devrimci kıyametler ile kesintiye uğradığı sırada da, yine her Medeniyet ile dünyanın geri kalanı arasında iç içe geçmiş, karşılıklı pek yakın bir etki ve tepki işleyişi vardır. Ve bunlar o kertede çok ve o kerte ısrarlıca kesin determine olmuş sebeplere ve sonuçlara boyun eğmektedirler ki, sonunda hep onun dramatik ahenkli gidişleri, hiç takılmadan şu meşhur «Tarihin Tekerrürü» ile karıştırmaya varılıyor!

Sonsuza savrulan tarihcil manichéismin en bulanık kaosuna baş aşağı dalmamak için, Mr.Toynbee’nin, dünya gerçekleri tarafından uzun zamandan beri bir yana atılmış, güya aktüel siyasi öğütlerini ve Tarihöncesi [Préhistoire] toplumlar üzerine çabalaya çabalaya meydana getirip ortaya döktüğü, son dönemdeki arkeolojik araştırmalar tarafından (Bak. Bay Robert Heine-Geldern’in değerli makalesi) kökten çürütülmüş bilgincil cevherlerini bir kenara bırakalım ve biz TARİH’te, deyimin gerçek anlamıyla: Medeniyetlerin Yazılı Tarihi’nde kalalım. 

Batı’nın Thucydide’inden[2] (ki Mr. A.T.’nin ilham aldığı) ve Doğu’nun İbni-Haldun’undan[3] (Mr. A.T. tarafından asla anlaşılmamış) beri bizim canlı romanımız: somut Tarih, kendisinin en devcil pratik ve teorik gerçekleşmesini yaptı. Ve özellikle XIX’uncu yüzyılın ikinci yarısından beri, üst üste yığılmış pek çok tarihcil belgeler, tarihcil bilgimizdeki bütün eksikleri, boşlukları yeterince dolduruyorlar; böylece, bizim eski metafizik varsayımlarımıza hiçbir varlık nedeni, sürü sürü sübjektif kurnazlıklarımıza hiçbir yer bırakmıyorlar.

Bugün, biz ne materyallerden, ne metottan yoksun değiliz. Tarihcil bilgimiz, yeni bir biçim kazanabilir ve kazanmalıdır; Nicelik bilimi (Engels’in “accumulation: Birikiş” bilimi) durumundan, Nitelik bilimi (Engels’in «classification: Sınıflama» bilimi) durumuna atlayış yapabilir ve yapmalıdır. Okullardan herhangi birinin klasik kitapları bile, pek kabaca tahrif edilmemiş oldukları zaman, bizim için yeterince malzemeler saklıyorlar; hiç değilse, sonuç olarak biricik olan ve aynı zamanda, 7.000 yıldan beri, o derece çok bağlanılan ve adına MEDENİYET denilen: peş peşe o muhteşem ve acımasız kalbin çarpıntılı kasılmaları tarafından, o kadar onurlandırılmış ve aşağılanmış, o kadar üst üste yığılmış ve parçalanmış Havva ve Adem’in çocuklarının alınyazısını birleştiren Evrensel Tarih’in bir sentezinin ortaya konmasına elverişlidirler.

MEDENİYETİN KÖKÜ

(De l’origine de la civilisation: Proche-Orient)

İtirazsız kabul edilen su götürmez bir gerçeklik var. Laik ve dinî mitolojilerden son arkeolojik kanıtlara kadar, bütün tarihcil kazanımlarımız, medeniyetin orijininin [aslının, kökeninin, başlangıcının] yeri ve zamanı üzerine hemen hemen aynı fikirdedirler: Yakın-Doğu.  «Kuşkusuz, İ.Ö. dördüncü binyılda Yakın-Doğu’da varolan şartlar içinde, Medeniyetin çimlenip filiz vermesi pratik olarak kaçınılmazdı.» (Robert Heine-Geldern: “Kadim Medeniyetlerin Kökü ve ilh…” , s.125)

Bu şartlar nelerdi? 

Bay R. H.-Geldern tarafından belirtilen iki eleman: “Ekilebilir graminees: Ekilebilir otlar, çimenler“ ve “sürekli değiş-tokuş: mübadele’’, Tarihöncesi insanlığının, otomatik bir biçimde, direk olarak «Tarih»e, imalı deyimle Medeniyete atlayışını açıklayamaz. Hatta bu elemanların rollerini bile daha iyi anlamak için, İnsanlık Tarihi’nin iki kutbunu: bir yandan jeofizik ortamı ve öte yandan sosyal ortamı, birbirine bağlı olarak ve bunu da soyut olarak değil, fakat aralarındaki karşılıklı ve sürekli ilişkileri içinde göz önüne getirmemiz gerekir. Medeniyetin doğabilmesi için, Doğa ve Toplum arasında, -deyim yerindeyse- karşılıklı bir «réceptivité: almaya elverişlilik» gerekecektir. Eğer kendi gelişme derecesi bakımından, bizzat kendi ilerlemesi için gerekli olan elamanları düzenleyip yoluna koyacak yetenekte bir toplum biçimi, aynı yerde ve aynı zamanda yok ise, en elverişli doğa tek başına hiçbir şey doğuramaz. Medeniyetin en göze çarpan belirgin karakteri, Toplumun iç ve düzenli bir fonksiyonu olarak Ticaretin kurumsallaşması ve bu görevin dayanağı bir tüccar sınıfın ortaya çıkması oldu. Para ve yazı, aynı ticari doğumdan dünyaya gelen iki ikiz kız kardeşten başka bir şey değildir. Bezirgânlar sınıfı ile ticaretin gerekliliği ve medeniyetin iyi bilinen bütün bu sosyal-politik üstyapısı, medeniyet öncesinde, İki büyük sosyal iş bölümünün temeli üzerinde yükseliyor.

Demek ki, ilkel toplum, medeniyet aşamasına ulaşmadan önce, bu iki büyük sosyal işbölümünden geçmek zorundaydı. Birincisi, göçebe ve yerleşik tribüler [oymaklar, boylar yahut kabileler, aşiretler] arasında bölünme: DIŞ DEĞİŞ TOKUŞLAR. İkincisi, genel olarak tarım ve endüstri, özel olarak bütün üretim dalları arasında bölünme: İÇ DEĞİŞ TOKUŞLAR. Birinci bölünme [işbölümü] sürülerin oluşumunu içine alır (Orta Barbarlık Konağı). İkinci bölünme [işbölümü] Demir’in keşfini içine alır ki, onun yardımıyla insan eli değmemiş bakire ormanları açıp yok etme olanağına (balta), tarlaları sürmeye ve ekmeye (saban), zenginlikleri, kıtaları, işgücü kölelerini fethetmeye (kılıç), ve ilh, ve ilh, ulaşılıyor. (Yukarı Barbarlık Konağı)… Ancak gerçek anlamıyla tarımın gelişmesinden sonra, (Toynbee tarafından küçümsenip aşağılanan) birbirlerini tanımayan, birbirinden ayrılmış üretmenlerin ürünlerinin değişimiyle yaşayabilen “yığın”dan, giderek farklılaşmış bir sosyal sınıf, özünde zorlayıcı bir aparey olan o güne dek görülmemiş DEVLET cihazını kurmaya ve elleri arasında tekelleştirmeye ulaşıyor!

Birinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, coğrafyaya olarak tarıma en elverişli bölgeler, subtropikal büyük ırmak boylarıdır: Amerika’da Missisipi, Çin’de Sarı ve Mavi, Hindistan’da Sind ve Ganj, Yakın-Doğu’da Chattel-Arap ve Nil ırmakları. Fakat tek başına subtropikal alüvyon, yalnız Çömlekçiliği kolaylaştırır (Aşağı Barbarlık Konağı), ki bu da ancak, eğer Ateş toplum olarak keşfedilmişse olasıdır (Vahşi durumdan Barbar duruma geçiş). Bunun en inandırıcı kanıtı Kolomb öncesi Amerika’da bulunan sosyal durumdur. Yeni-dünyanın hiçbir Kızılderili kabilesi hiçbir zaman Orta Barbarlık Konağından yukarı geçemedi. Niçin? Engels’in «Ailenin, ve ilh.. Kökenleri» eserinde onu gösterdiği gibi, Amerika’da -lama hariç-, Göçebe barbarlardan birinci büyük işbölümünün bilinçsiz gerçekleştiricilerini umulmadık kertede zenginleştiren, evcilleştirilebilir türden hayvanlar yoktu. Tam tersine, Orta Asya’nın steplerinde [bozkırlarında], özellikle Hazar Denizi ve Aral Denizi arasında, Amu-Derya, Sri-Derya vadilerinde bu çeşit hayvanlardan bol bol vardı.

İkinci Jalon (yol gösterici kazık): Yerküremiz üzerinde, yalnızca Yakın-Doğu, Orta Barbarlık aşamasından yukarı aşamaya geçmek için önceden belirlenmiş gibi idi. Niçin Çin yahut Hindistan değil? Çünkü bu kara parçaları, Orta Asya’ya doğru, dünyanın en aşılamaz dağlarının ardında, neredeyse «hermétiquement clos: sımsıkıca kapalı» bulunmaktaydı. Buna karşılık, Orta Asya hemen hemen doğal olarak doğruca Yakın-Doğu’ya açılıyordu. Onun için, Pan-Babilon olmayı reddeden Bay R.H.-Geldern şunları belirtirken «Pan-Mısırcı» Sir Elliot Smith’den daha haklıdır:

«Bu ancak Uruk dönemi boyunca, yeni uyarıcı-canlılık verici unsurların tahta çıkışından dolayı olabilirdi. Demek ki, bu yüzden kesin bir sonuca götüren yola ilk girenin Mısır yahut Suriye değil, Babil olmasına ‘bir tarihcil kaza’ denebilir. Fakat iş Babil’de gerçekleşiyor ve dünyanın bütün öteki medeniyetleri, belli bir ölçüde, direk yahut dolaylı olarak, onunkinden türemiştir.» (R. H.-G: ibid, s.125).

Eklenecek tek şey şudur: bu «yeni canlılık verici, uyarıcı unsurlar» öyle şanslı ve tesadüfi «bir kaza»dan gelmiyorlar, fakat elverişlilikler ve üst üste birikmiş koşullarla aralarında birbirine bağlanmış, Tabiat’ın ve İnsan Tanrıların gözde sevgilisi olan kaçınılmaz olarak sınırları çizilmiş bu yerlerin belirlenmesi, inkâr edilemez kertede pek belli bir iktisadi-coğrafi determinizmden geliyorlar. Mazdeizmin ölümsüz Ateş’i (Petrol), Gökçül [Semavî] ilahi kudret olmadan önce, geçmişte sadece Yercil [Dünyevî] bir üretim aracından başka bir şey değildi ve Orta-Doğu’nun mitolojik ırmaklarının alüvyonlarını pişiren (Seramik) ve zekânın besleyici mallarını aydınlatan (Sürü) olarak, Yakın-Doğu’da toplumun üzerinde geliştiği üçlü maddeyi, üçlü-tabanı, bize göstermiştir:

Babil’in «proto-literer medeniyet»i, «Bir büyük tarihcil hareket veya tamı tamına, birinin diğerine zincirleme bağlandığı bütün bir hareketler serisi», «daha önceden gelmiş bütün bir dizi kültürlerin karşılıklı ilişkileri..» (R. H.-G.: İbid. s.124-125) sonucudur.

Birkaç yüzyıl içinde, Eridu’nun [Abu Sharia] avcı oymakları (Metal, İ.Ö. 4000), Uruk’un ikinci dönemine, yani Cemdet-nasr [Asurlular zamanı Kiş] dönemine geçmişti (Yerleşme ve Yazı, İ.Ö. 3900).

MEDENİYETİN EVRİMİ-GELİŞİMİ

(A L’EVOLUTİON)

Medenileşmiş hücre, artık bir defa oluştuktan sonra, içinde doğduğu alüvyonlarda boğulup gitmiyor. Hatta onun ilk izleri, kumlar altında kefenlenmiş [gömülmüş, saklanmış, görünmez hale gelmiş] olduğu zaman bile, Medeniyetin her zaman yeniden dirilen canı, -tıpkı kutsal tarihin Adem’i gibi-, dönemden döneme, yerden yere, karış karış dünyayı allak bullak edip kökten değiştirerek, birbiri ardından yenmek ve yenilmek için tehlikeli bir geziye başladı. Bu kısa aralıklı kopuk kopuk dönemlerden her biri, coğrafya bakımından belli bir sınır içinde tutulan kendine özgü bir [..m: Üç harfli bir kelime okunamadı.] durum alıyor, bu yüzden o dönemler insanlığın biricik tarihinde, ancak hayvan ve bitki türlerine benzer, her biri ötekilerden tamamen bağımsız olan bazı belli «türler» gibi görmeye varılıyor.

Kuşkusuz türlerin evrimi ile Antika Medeniyetlerin evrimi arasında inkâr edilemez bir andırış, benzerlik vardır. Onların orijiner [köklerinde var olan] kanunlarında, aynı zamanda hem birlik, hem de çeşitlilik hüküm sürer. Birlik: genel olarak hayatın, özel olarak toplumun [birliğidir]. Çeşitlilik: genel olarak türlerin, özel olarak medeniyetlerin [çeşitliliğidir].

Eğer olayların diyalektiğini ciddiye almazsak, gönüllü olarak aynı gelişmelerin sadece şu veya bu yüzüne kapılıp gideriz. Medeniyetlerin kendi «Şemaları»nın «Birliği» üzerine ya da «Çeşitliliği» üzerine tek taraflı ve söze dayanan tartışmalar, asla bitmek tükenmek bilmeyecek, asla kuruyup gitmeyecektir. Örneğin: «Bay Toynbee, tarih sahnesinde tamamen gelişmiş yirmi bir toplum veya medeniyet, onun yanında yaklaşık altı yüz elli kadar da üzerlerine veri sahibi olduğumuz oymak toplumları ayırt ediyor.» (Lewis Mumford : «Une étude de l’histoire», p.23).

«Tarihin sap şeklindeki bu şeması yerine, bizzat kendimiz ağaç şeklinde bir şema kuruyoruz, ve ilh…» (Arnold Toynbee : 1. c. p.12).

Derin bilginler arası tartışmalarda, Tarih’in «sapı» yahut «ağacı»nın keyfe bağlı olarak canımızın istediği gibi «bizzat kendimizin kuracağı» bir «şema» olmadığı, fakat «bizzat kendisinin» gelişen canlı bir gidiş olduğu ve bizim onu nasıl gerçekleşmişse tıpkı öylece sadakatle incelemek ve objektif olarak açıklamak zorunda bulunduğumuz, sistematik olarak unutuluyor. Tarihin otantik yürüyüşü, dümdüz bir hat çizmiyor, tam tersine, doruklar ve uçurumlar ile dönemcil eğriler çiziyor.

Her medeniyet bir yol gelişti mi, -tıpkı «tümevarım işleyişi» gibi- bağrında bizzat kendisine zıt bir başka medeniyet doğurtuyor. Peş peşe gelen bu iki medeniyet arasında kurulmuş maddi ve manevi ilişkiler, her şeyden önce Göçebe barbarların düzenli olarak araya girmesiyle gerçekleşmiş, bu arada, bir dizi bitmez tükenmez savaşlara yol açılmıştır.

Biri olmaksızın ötekisi var olamayan bu iki zıt Medeniyet, kısır-verimsiz bir «struggle for life» [“Yaşam mücadelesi”] içinde iki bağdaşmaz vuruşan hasım haline geliyorlar. Onların boşu boşuna boğazlaşmaları, onların «Gordion düğümü», Barbarların arkaik [eski tarz] kahramanlığından başka bir şey olmayan İskender’in hareketini[4] bekliyor. Bu barbarlar, elde kılıç, sırası gelen kendi medenileştirici rollerini yerine getirmek için Tarih’in saflarına atılıyorlar. «Çin Seddi» onların ağırlığı altında çöküyor. «Tufan» başlıyor. Eski medeniyetin muhteşem dorukları yıkılıyor. Uçurum açılıyor.. Fakat sonsuza kadar değil…

Bu dramatik son, bütün Antika Medeniyetlerin ortak alınyazısı; biz ona, çok yalın bir şekilde: modern Sosyal Devrim’lerin tersine TARİHCİL DEVRİM adını veriyoruz. Her çelişkide olduğu gibi iki terim kendi arasında her zaman pek yakın bir ilişkiyi kapsar; bu iki türden DEVRİMLERİN adlandırma karşıtlığı da, bizim gözümüzde, onların çok sıkı tarihcil iç ve karşılıklı bağımlılıklarını ve sosyal orijinlerinin ortaklıklarını maskelememelidir. Yoksa TARİHCİL Devrim, eğer deyim yerindeyse, “Ersatz”dır [bu deyim başka bir malın yerini alabilen mal için kullanılır]; SOSYAL Devrimin yerine aynı rolü oynayan bir başkasını koymaktan, yerine bir benzerini geçirmekten, onu bir benzeriyle yenilemekten başka bir şey değildir.

Bizzat DEVRİM, kendi tanımlaması ile, «EVET»ini içeren bir «HAYIR»dır. Ne TARİHCİL devrim, ne SOSYAL devrim mutlak son değildirler. Onlar birtakım başlangıçların başlangıçlarıdırlar. Her devrim, hangisi olursa olsun, bir insan probleminin sadece hoyratça bir çözümüdür. Sosyal Devrimde, bir sınıf, o güne dek egemen iken, yerini bir başka sınıfa bırakmak üzere ortadan yok oluyor. Tarihcil devrimde bu defa -eğer deyim yerindeyse- bir «ırk»[5] o güne dek egemen iken, eski medeniyete yabancı, bir başka ırk tarafından yeri doldurulmak üzere ortadan kayboluyor.

İki devrim olayında, kanlı alt üstlüğün belirleyici gücü, kaynağını her zaman medeni toplumun iç çelişkilerinden alır. İkisi arasında var olan tek fark şurada bulunur: Sosyal Devrimde çelişkilerin düğümü iç güçler tarafından çözülür, hâlbuki Tarihcil Devrimlerde keskin kılıç dışarıdan getirilmek zorundadır. Sosyal devrimler, Modern Çağa özgüdürler. Çünkü modern toplum, can alıcı çatışma ve anlaşmazlıklarını çözmek için, reel ve yeterli güçleri bizzat kendi organları içinde-ana karnında, bulabilmektedir. Fakat Tarihöncesi ve Modern Çağ arasında, ister istemez, İnsanlık ileri sıçrayışlarını başka bir biçimde, tükenmiş medeniyete sosyal olarak yabancı güçler tarafından gerçekleştirilmiş, şaşırtıcı TARİHCİL Devrimlerle yapmak zorundaydı.

Tarihcil Devrimlerin Derin Sebepleri Nelerdir?

Büyük medeniyetler arasında aracı olan, en üstün derecede barbar tüccarlar tarafından uydurulmuş, Tek-tanrılı dinler, bu evcilleştirilebilir hayvan çobanlarının ürünleri ve terbiye edilemez ruhların papazları, Tarihcil katasroflarda, asi medenilerin taşkınlıklarını cezalandıran, bir İlahi Fataliteden [ilahi alınyazısından: kaderden, uğursuzluktan] başka bir şey görmüyorlardı. Sosyolojinin dahi müjdecisi İbn-i Haldun, kendi değerli bilginler topluluğu tarafından dizginlenmiş doğulu tarihçilerle, «Devlet»lerin «doğal hayatı»nda kesintisiz tekrarlanmış medeniyetlerin ölüm sebebini veriyordu.

Bay A. Toynbee’nin söylediğine inanılırsa, tarih sahnesi yalnızca bir oyun masasıdır, onun üzerinde: «başlangıçta, elit, toplumun tüccar bölüğü, yığınları, zorla değil ama onların serbest rızalarıyla, peşinden sürükleme yeteneği gösterdi.» Bu Rousseau’cu «Sosyal Anlaşma» idili gerçek mi? Ve gerçekse niçin? Sanki burada, tesadüfen veya şans eseri «elit» kazanıyor. E, daha sonra: «Bir an geliyor, artık yığın elitin eğilimini takip etmez oluyor.»

Bu beklenmedik, umulmayan dik kafalılık nerden geliyor? Bilinmez. Her zaman tesadüfen veya bu anlaşılmaz dik kafalılığın mantık sonucu: «Yaratıcı azınlık zorlamaya-baskıya başvurmaya mecbur kalmış», «Toplum, biri egemen ve öteki ezilen, düşman sınıflara bölünmüş bulunuyor.» Yani, «zora başvurma», toplumun sınıflara bölünmesi ve yığınların direnişini doğuran egemen sınıfın son derecede azgın sömürüsünden dolayı değil, fakat saygıdeğer Bay Toynbee’ye göre tam tersi: Durgun yığınların belli sebebe dayanmaksızın ve düşüncesizce direnişi, «yaratıcı azınlık»ın «zora başvurmasını» haklı kılıyor ve «toplumun sınıflara bölünmesini» gerektiriyor! O halde: «Medeniyetin bağrında mukadder bir kıyamet -Breakdown- meydana geliyor ve ondan beri, artık kendisine meydan okumalara karşılık verme yeteneği olmayan medeniyet çaresi bulunmayan bir çöküş içine giriyor.» (Jeaques Madaule: «Une Interprétation Biologique et Mystique de l’Histoire»: «Tarih’in Biyolojik ve Mistik bir Yorumu», D. 13, s. 48).

Şeyleri «mukadder bir şekilde» tersine çevirip baş aşağı koyan bu görüş, düzinelerce ciltlerden derleme kıtıkla tıka basa doldurulmuş yüzyılımızın entellektüel sürmenajında, sırf tesadüfî bir izah değil, aynı zamanda dünyanın en emperyalist misyonerizmine kapılanmış bir dönek ve en spirtüalist emperyalizmin bir ex-süjesi tarafından, bilime karşı yapılan kinci bir «meydan okuma» değil midir?

Her şeyden önce, Mr. Toynbee’nin göze batan en aşikâr hatasının, iki çeşit insan devrimini birbirine karıştırma temeli üzerine oturduğunu apaçık görüyoruz. Tarihcil devrim ile Sosyal devrim arasındaki hiçbir farkı gizlemiyor. Buna karşılık, doğaüstü efsanelerin alacakaranlık bulutlarında Antika çağ ile Modern devirleri tamamen birbirine karıştırıyor. Bu yüzden, bize, başında saygıdeğer Papa Hazretlerinin ve Mr. Arnold Toynbee’nin ulu muammalarının ışığının bulunduğu, mükemmel bir din devri getireceğini söylediği Orta-Çağın yeniden bir dirilişini bekliyor. Bizi, kendi para-tarih mucizeleriyle bulutlara yükselterek, Antika çağın doğaüstü tekerrür delillerinin tehdidi altında Toynbeeci sihirli gerçek inanca hidayete çağıracak. (İşe bakın, kaprisli bir tesadüf ile isminin Türkçe anlamı şudur: TOY = Yeniyetme, NEBİ=Peygamber!)

Hâlbuki bir tek evrensel medeniyet altında kesin olarak birleşmiş gezegenimizde, medenileşmiş dünyamızı bir vuruşta istila edecek ve meşhur «Breakdown»u [Kıyamet-Tufan] yerine getirecek yetenekte bir «Dış Proletarya» (Barbarlar) «yığını» bulmak mümkün değildir. «İç Proletarya»ya gelince, o, yoksul durumuna rağmen, son derece duru bir bilinç ile kendi elleriyle kurduğu medeniyete yabancı ve düşman bir barbar yığını değildir.

Avrupa’nın Orta-Çağından beri, -Tarihte Medeniyetler kadar çok Orta Çağlar vardır-, «Breakdown»lar [«Tufan-Kıyamet»ler], artık mümkün değildir. Çünkü sanayi devrimi ve sınıflar ilişkisi ve bilincinin aydınlatılması sayesinde, sosyal devrim, sadece mümkün olmakla kalmadı, aynı zamanda kaçınılmaz bir gereklilik oldu. Diğer yandan, gerçek tarih bize, «zorlama»nın, duruma göre, somut bir medeniyetin bazen boğazlayıcısı [cellâdı], bazen doğurucusu [ebesi] olarak ortaya çıktığını gösteriyor. Oldukça uzak olan Zagros ve Babil Barbarları arasındaki, Hixos ve Mısır Barbarları arasındaki ilişkiler üzerine tartışmaları bir yana bırakalım. Onların «nostrum denizi»nden, bizim denizimiz Akdeniz’e doğru, rol sıralarına göre, peş peşe tarih üzerine çullanmış, medeniyetimize en yakın-akraba olan, bize en yakın «elitler»i: Grekleri, Romalıları, Müslüman Arapları ele alalım. Birbiri ardından gelen bu medeniyetlerin doğuşları ve önceki kuşakları esnasında, onların «elitleri», bu son derece kahraman yüksek barbarlar, kesici İngres kemanlarını, zorlu-kılıçlarını oldukça kabaca-hoyratça çalmadılar mı?

Kuşkusuz, onların ilkel ve soylu-yüce barbar atılımlarında, içeride ve dışarıda yenilmiş olanlara, ister istemez, anlayışlarını belli bir ölçüde zorla benimsetmeleri, vardır. Fakat hangi güven ve hangi mekanizma ile verili bir toplumda, «bezirgân azınlık» geride kalan çoğunluğa zorla tahakküm edebilir?.. «Kapasite (Yetenek) ile» diyor Mr. Toynbee. E öyleyse, ufak ufak buharlaşan, gözden kaybolan «elit»in bu başlıca kapasitesi nerden geliyor? Burada bir defa daha, acaba mutlak surette sırf bireycil, her derde deva bir sübjektif psikoloji panaşı [limonata ve bira karışımı içki] ile yetinebilir miyiz?

Biz usulüne uygun olarak, tarihte medeniyetlerin doğuşunu hem oldukça somut, hem de genelleştirerek iki çeşide ayırıyoruz:

1- Antik SİTE içinde SPONTANE [KENDİLİĞİNDEN] veya “İNDUCTİON-TÜMEVARIM İLE“ doğan medeniyet;

2- Bir barbar akını üzerine SECONDAİRE [İKİNCİL] yahut «KUVVET-ZOR İLE» gelişmiş medeniyet.

Birinci durumda, bir bezirgân sınıf tarafından parçalanan ve şeytanca oynanan küçük üretim anarşisinin kışkırttığı mübadele ilişkileri, bir sınıfın egemenliğini hazırlayıp gerekli kılıyor, haklı gösteriyor ve güvence altına alıyordu. Hemen hemen kimsenin haberi olmadan, herkesten gizli olup biten olayları dayatarak ve yavaş yavaş Devlet’in bu müthiş [çok büyük-korkunç-dehşet saçan] politik apareyinin yaratılmasında payına düşeni vererek «elitler»in ekonomik-sosyal durumlarını sağlamlaştırıyordu. Bu Devlet apreyi ki, ancak çoğunluk «yığının» çıkarlarını savunmak için, içinde hiçbir spesifik [kendi türünde, çok özel, kendine özgü özellikler taşıyan] teşkilatın bulunmadığı bir toplumda yenilik yapabilirdi… Burada, «zorlama [dayatma-baskı]» (Devlet) kaçınılmaz, önüne geçilemez ekonomik, sosyal ve politik gerekliliklerin altında gizlenmiştir.

İkinci durumda, zorlama-dayatma, Barbarların iki yüzü keskin kılıcı, olayların görünen yüzünde yerini alıyor. Fakat ekonomik ve sosyal kaçınılmaz gereklilikler, şeylerin tarihcil ruhunu daha az oluşturmuyorlar. Ancak, bu şartlar, özellikle ekonomik şartlar, görünür dayatmanın-zorlamanın altında pekiyi gizlenmiş bulunurlar. Bu görünüş altında, aynı bezirgân dürtüleri son derecede yumurtlayıcı bir rol oynuyor. Hiç değilse eşantiyon olarak, pek yayılmış tarihcil bir tavrı, Babil ve Mısır arasındaki Barbar Semitlerin, Uzak-Doğu ve Yakın-Doğu arasındaki Türk-Moğol’ların etki ve tepkilerini hatırlayalım.

Adem’den İbrahim’e kadar Yakın-Doğu’lu dinlerin kutsal ve ortak tarihi -Musa’ların, İsa’ların, Muhammed’lerin bilinen gerçek kaynakları- Göçebe Semitlerin ve onların kervan-toplumlarının, Antika çağın tarihcil ticaret yolları üzerinde, hücreleri bölüne bölüne hızla çoğalan Yakın-Doğulu medeniyetlerin iki kutbunu (gösterici ve sürükleyici): Mezopotamya ve Mısır’ı birbirine bağlayan sürekli savaş başarılarının bir hikâyesidir. Cengiz ve Timurleng, Uzak ve Yakın-Doğu’nun eski önemli medeniyetleri üzerine acımasızca atıldıkları zaman, acımasız kararlarının değişmez harekete geçirici sebebi, sadece Moğol tüccarlara karşı medeni yöneticilerin hainlikleri üzerine dayanıyordu. Onların istila yolları, kusursuz olarak adım adım aynı yönü, şu İpek Yolu’nu: Zagarosların, Hiksosların, Asurluların, Hititlerin, Sartların, Perslerin ve ilh, ve ilh, en azından 6 [altı] bin yıldan beri aralıksız Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya, üzerinde vızır vızır gidip geldiği, Yakın-Doğulu kervanların geleneksel büyük yolunu izliyordu. Timur, Smyrne’e hücum hazırlarken, Fransız kralına: «Dünya ancak Bezirgânlar sayesinde müreffeh ve medenidir (abadandır)» diye yazıyordu.

Bu olaylar ve binlerce daha başka örnekler, sosyo-ekonomik şartlar (Antika çağ için bezirgânlar) imdatlarına yetişmediği zaman, ne Mr. Toynbee’nin «kanı»sının, ne «elit»in zora başvurmasının, herhangi bir azınlığa hiçbir «kapasite» veremediğini tartışmasız bir biçimde belgeliyor.

Bununla birlikte, Mr. Toynbee için bir başka bilinmezlik yahut «muamma»: tarihin hangi ironisi ile aynı «elit», daha önce o kadar «yetenekli» iken, bir gün hangi talihsiz aksiliklerle «çaresi olmayan bir çöküş içine giriyor» ve «yeteneksiz» hale geliyor ve hatta ilk çağlarının uyuşukluğu içindeki «yığın» önünde suçlu hale dönüşüyor?

Mr.Toynbee, «Bencillik, budalalık veya metanet eksikliği ile» diyor (Cilt VI). Bir kere daha, soyut kişicil psikolojicik, tarih’in büyük kanunlarının yerine konuyor… boşu boşuna. Çünkü aynı adamlar veya onların yakın kuşakları, nasıl onmayacak kertede «egoist-bencil» iken başkalarını düşünen insanlar haline gelebildiler, lanetlenmiş bozguncu iken kendilerini «yaratıcı» insanlara dönüştürebildiler.. hiç nedensiz, ne objektif bir sebep, ne bir motif olmadan?

Mr. Toynbee’nin bizzat kendisi çöküşün sebebini budalalığa mal etmemeliydi. Çünkü o, tarihte, Grek bilgeleri tarafından bir imparatorluk birliğinin gerekliliği üzerine yapılmış, asla işitilmedik, dâhiyane öğütleri gibi, birçok olağanüstü akıllılık örneklerini sayıp döküyor. Bu örnekler, tarihin yürüyüşünde en namuslu bilinçli dâhileri kırıp döken ezici bir şeyler var olduğunu gösteriyor. Bu bir şeyler pençeleriyle doğal olarak kişilerin ruhlarını da biçimlendiriyorlar, fakat bu pençeleri bir uydurma-psikolojik laf ebeliği ile açıklayamayız.

Antika Medeniyetin «elit»i, tıpkı gösterdiğimiz gibi, «yürüyücü»den çok «yürütücü bezirgân» idi. O, malları fakat bizzat kendisinin üretmediği malları satmak için insan kervanının önünde yürüyordu. Bu durumda, kelimenin maddi anlamıyla «yaratıcı» değildi. Antika medeniyetlerin gerçek yaratışı, onların üretimi, esas olarak toprak üzerine dayanıyordu. Tarihöncesinin antik sitesinde, toprak, eşit yurttaşlar arasında, hakkaniyetle, eşit olarak bölünmüştü. Antika medeniyetin «Zwillingbruder» («İkiz-kardeş»)i -Bezirgân sermaye ve Tefeci sermaye- ancak bu hür ve eşit küçük üretmenleri borçlandırarak ve iflas ettirerek gelişebilirdi. Gidiş, henüz Yukarı Barbarlıkta başlamıştı, Medeniyet boyunca şeytani bir hal ve hız aldı.

İlkel para sermayesinin-kapitalinin gitgide büyüyerek birikimi sonsuza dek onun likit biçimi altında devam etmiyor. Toprak, geçmiş zamanın saf tarım toplumunun maddesini ve ruhunu seviyor, ısrarla kendisi üzerine insanları ve parayı ve şerefi çekiyor. Bu arada topraksız eski bezirgân ve tefeci, -tıpkı Romalı ve Osmanlı plepleri gibi- önce toprak sahibi, daha sonra büyük toprak ve mülk sahibi haline geliyor. Kendi politik-sosyal iktidarı ile birlikte, iflas etmiş küçük üreticilerin sınırsız ve amansızca mülklerini ellerinden alarak toprak sınırlarını genişletiyor. «Gırtlağına kadar» borçlanmış olanlar, borçlarını ödemek için, kendilerinde satacak canlı bedenlerinden başka şey bulamıyorlar, dürüstlüklerinin zoruyla kesip biçmeye ve tepe tepe kullanmaya elverişli köleler haline geliyorlardı.

«Elit»in refahı, «tırnağına dek» ve beynine dek silahsızlandırılmış «yığın»ın sürekli yoksulluğu ile ters orantılı olarak artıyor. Yoksullar ile onların zengin efendileri arasındaki gerilim, Site’ler arasında her zaman tüten düşmanlığı alevlendiriyor. Üretim ilişkileri ve mülkiyet ilişkileri arasındaki çatışma, özel mülkiyet için ve özel mülkiyete karşı amansız mücadeleler, bir dizi iç ve dış savaşlar doğurarak, bütün kişicil ve sosyal ve Siteler arası durumları zehirliyor. Toplumda ve bilinçlerde, bir «kör dövüşü» şiddetlenip çığırından çıkıyor. Para, Tapınaklarda, antika çağın «uyduruk kutsallıklar»ı içinde üst üste yığılırken, «fetişleştirilmiş: putlaştırılmış» ve tanrılaştırılmış, (İlahileştirilmiş kadim herşey gibi), bütün erdemlerin lanetli ve kutsal sembolü haline geliyordu. Sermaye, her zaman daha dolaysız (yani likit olarak) geri dönerken ve toprağa geri dönmeksizin, Toprak ve Gökyüzü ve bütünüyle derebeyileşmiş toplumun canlı zenginliklerini taşlaştırıyor.

İşte böylece, Toprak; yeryüzünün en unutulmuş meselesi, Kadim Medeniyetlerinin bütün ululuklarının ve çöküşlerinin birinci temel problemi haline geldi.

İlkel komün insanının yüksek kaliteleri üzerine

Çökmekte olan böyle bir medeniyetin ölümü, doğal bir ölüm olamıyor fakat hemen hemen her zaman kaza eseri bir ölüm oluyordu. «Kaza», gene her zaman umut kırıcı bir tekdüzelikle çevre barbarlardan geliyor, onlar, iyice hak edilmiş olan vuruşu: Le coup de grâce [Öldürücü darbeyi] var gücüyle vuruyorlar.

Niçin? Çünkü her şeyden önce, Antika Toplum, bir geniş yeniden üretim biçimine sahip değildi, sanki bu geniş yeniden üretim biçimi, bütün evreleri içinde Modern Medeniyet içinmiş gibidir. O [Antika Toplumun basit-dar yeniden üretimi], çarçabuk, dış ve iç sarsıntılarla parçalanmış, dayanıksız bir üstyapı ile durgun ve hatta gerileyen bir ekonomi sunuyordu. Yetersiz bir maddi temel üzerine dayanan ve elle tutulur ileri bir senteze götüremeyen, belli belirsiz, köksüz ve korkudan titreyen bir üstyapının iç karartıcı labirentlerinde yolunu şaşırmış olan sınıflar savaşı, «fatalman: kaçınılmaz olarak» kısır ve bitkin, boğulmuş, hüzünlü bir hale geliyordu. Pratik ve ideolojik yürüyüşler, en dâhiyane emeller gibi en kahramanca girişimler, yığınlar için ne bilinçli ve sonuçlu bir hareket, ne duru ve yararlı bir ideal, Sosyal temellerin yokluğu yüzünden, rönesansta ve devrimci tierseta için veya çağdaş proletarya için mümkün olduğu şekilde sonuçlarına ulaşamıyorlardı.

Bu çökkün toplumun varlıkları çerçevesinde kendi otokton [yerli] güçleri tarafından hiçbir şey çözümlenemiyordu. Kimse, yerleşmiş bir bunalımı ve eli kulağında bir sosyal katasrofu, çaresiz alınyazısı saymaktan başka bir şey; ne yapabiliyor, ne isteyebiliyor, ne görebiliyor, hatta tasavvur bile edemiyordu. İşleri likide etmek [tasfiye etmek, yoluna koymak, çözümlemek] için, -çünkü insanlığın yürüyüşü, her çıkmazda ve doğal olarak kendi tarzında, her zaman bir likidasyon dayatıyor,-yeryüzünde ancak bir tek güç vardı: medeniyete yabancı ve dış güç olarak… çoğunluktaki barbar insanlık.

Gerçekte, barbarlar, özellikle göçebeler, bu likidasyon görevi için, hemen hemen belirlenip adanmış bir topluluk oluşturuyorlardı. Onlar medeniyetin eşiğine gelmişler ve hatta bazı noktalarda bu eşiği yapay olarak atlamışlardı. Aynı eşiği kesin olarak atlamak için, medeniyet cephesinden sadece bir işaret bekliyorlardı. Ve medeniyet kendi yanından bu zayıflığının işaretini, yabancı barbarları paralı askerler olarak ödünç alışıyla, çoktan vermişti; egemen sınıfın, (Mr.Toynbee’nin «elit»i) ne kendi adamlarına karşı, ne bizzat kendi kendine karşı artık hiçbir güveni kalmamıştı. Böylece, olayların gidişiyle, barbar: hatta medeniyete boyun eğdiği ve köle olduğu zaman bile, onun hayatı üzerinde, önce askeri daha sonra sosyal-politika bakımından, gitgide artan tehlikeli bir nüfuza-etkiye, kısaca önceki medeniyetin hayatı üzerinde sözünü dinletme gücüne, bilmeksizin sahip oldu.

Hiç şüphesiz, gerçekte barbar salt hoyrat bir güç değildir. O son derece enerjik kusursuz bir savaşçı idi. O demirden ve kandan destanının, taşkın kahramanlık çağını yaşıyordu. O katıksız fedakârlığa ve temiz şan ve şerefe âşık-tutkun, doğuştan-idealist idi. Ve aynı zamanda, o medeniyetin başlıca problemlerinin çözümüne son derece hayran olunacak kertede yanıtlar getiren başlıca iki eşsiz kaliteye-üstün karaktere sahipti: O; 1-Sınıfsız, 2-Toprak üzerinde özel-kişi mülkiyeti bilmeyen bir topluluktan[6] geliyordu.

SINIFSIZ demek onun toplumu içinde: Eşitsizliğin olmadığı, Korkunun olmadığı, Yalanın olmadığı, Haksızlığın olmadığı, Baskının olmadığı.. Bir Kandaş Komün toplumu demektir.

MÜLKİYETSİZ demek: Bütün zenginlikleri yalnız kendisi için sahiplenmeyi ve fethedilmiş toprakları kendi elleri arasında tekelleştirmeyi henüz bilmiyor demektir. Bütün toprağı ve zenginlikleri, son ganimet parçasına dek, gönüllü olarak, kendi adamları arasında ve hatta kendisine katılan fethedilmişleri arasında, hiçbir art niyet taşımadan, hayranlık uyandırıcı bir hak güderlik-dürüstlük-adalet ile dağıtıyor. İşte, safahat ve asalaklıkla soysuzlaşmış, hayâsızca veya sinsice mal mülk yığmış doymak bilmeyen açgözlü medeni efendiler üzerinde barbarların maddi ve manevi eşsiz üstünlükleri… İlkel Komun insanlarının yüksek kalitesi üzerinde, bütün eski tarihçiler ve objektif modern etnograflar şaşılacak derecede bir mahcubiyet ile hemfikirdirler.

İşte bu insanlar can çekişen medeniyet üzerine atılıyorlar. Medeniyeti paramparça ediyorlar (Mr. Toynbee’nin Breakdown’u). Onun tozunu savuruyorlar. Her yerde ve herkes için hükmünü yürüten bu kanun, hâlâ hem de daha çok medenileşmiş milletlerde bile ağır basan savaş kanunudur, ne istiyorsunuz? Böylece, çağdaşları tarafından inanıldığı gibi «örneği olmayan» değil, tasvir edilemez bir kaos önünde kalınır. Bu, genel olarak medeniyetin asla kesin sonunu getirmeyen, tam tersine… İslamiyet’in «Kıyamet»lerinden (Dünyanın son altüstlüğü) sadece biridir. Toplumun toptan bir geri çekilmesidir bu. Homo sapiens tarafından bir başka bölgede daha dev bir başka adım atmak için, dünyanın sırası gelmiş yerinde, geriye doğru atılmış dev bir adımdır…

Kıyamet, -Breakdown-, katasrof, bize barbar madalyonunun yalnızca olumsuz yüzünü, bütün klasik sübjektivist tarihçileri şaşkına çeviren dehşet verici-korkunç çehresini gösteriyor. Biz onun öteki yüzünü çevirelim: Barbar, şunu bir daha tekrar edelim, aşkın-sevginin manevî anlamında hemen ateş alabilir-kolay tutuşur ve büyük ölçüde patlayıcı bir idealisttir. O, birey-kişinin (Çıkar) korunmasının, komün-topluluğun (Aşk) korunmasını yüz kademe geriden izlediği bir toplumdan geliyor. Gücün aşkı (aşağılık, bayağı, değersiz olan zayıflıklardan, gevşekliklerden iğrenme-tiksinme-nefret), Sadeliğin- basitliğin-saflığın aşkı (Gordion düğümlerini çabuk ve kararlı bir biçimde kesip atmak), Dünyevî aşk (ömrün, yaşın, çağın, zamanın, devirin çarpıcı, içe işleyen, şaşırtıcı idilleri), Semavî aşk (ilk gelen dinlerden herhangi birine hemencecik inanıp.. Yığın olarak katılma), Hayat aşkı (hepsi için kendinden geçmiş, meraklı ve hayranlık içinde coşkun atılış), Ölüm için aşk (Hiç için şehitlik), Eğer denilebilirse, kısaca aşk için aşk. Açgözlülük ve fedakârlık, fanatizm ve tolerans gibi barbardaki bu çeşit benzer bütün psiko-moral [ruhcul-manevi] çelişkiler; gerçek olmayanların hesaba alınması ile bilinçaltına atılmış, yapay kusurlar (bireycil dürtüler) değil, fakat tam tersine; tıpkı orijinal yaratılışların enerji kaynağı gibi doğum durumunda ona bırakılmış yaratılıştan gelen erdemler (toplumcul içgüdülerdir).

Barbar, insanlığın çocukluk ve kahramanlık çağının gönül yüceliğini kendinde taşır. O, kolayca inanır ve en boş inançları için gene daha da kolayca ölür. Topraklar üzerinde bir o yana, bir bu yana gider gelir, başıboş dolaşır; kendisi için değil, fakat mutlak tanrı, sonsuz adalet adına ve en üstün derecede yüceleştirilmiş iyimser bir altrüizm [başkalarını düşünen özgecilik] için. O, Türklerin «Alp»ı ya da «ilb»i, Arapların “Gâzi”si, Batının “Şövalye”si.. Gülünçlüğe katlanmayan ölümsüz Don Kişot‘dur. Savaşını kazandığı zaman, genelde alışıldığı gibi tanrı olmak için şişinmez, kasılmaz. Fakat bütün kutsallar, ermişler önünde sofuca saygı ve sevgiyle eğilir. Eski sömürücüler tarafından değeri düşürülen toprakları ve Aksak Timur’un, Yıldırım Bayezid’in Timurtaş Paşası’nın hazineleri önünde dediği gibi, «boşuna» biriktirilmiş, onu büyük hayrete düşüren değerleri yeniden paylaştırıyor. Bizzat kendisi kaçınılmaz bir derebeyi haline gelmeden önce, eski medeniyetin çalışmayı sevmeyen tembel asalak derebeyleri tarafından tıkanmış, kendi çağının ticaret yollarını açıyor. Görünüşte kendisinin yıkıcı aygıtlarını ve şimşekler çaktıran askeri güçlerini ilerletmek için, gerçekte anonim bezirgânların sonsuz kervanları için krallara yaraşır-eşsiz yeni yollar inşa ediyor. Bunlar cehennemcil-korkunç problemler için umulmadık bir yalınlıkta çözümler ve Tarihcil çıkmaz için bir çare, bir çıkış yoludurlar. Yeni devir başlıyor.

Dinler ve tarihçilerin çoğunluğu tarafından mistifiye edilen, TARİHCİL DEVRİMLER’in somut ve unutulmaz görünüşü kısaca böyledir. Mr. A. Toynbee, bu sansasyonel [heyecan verici, hayret uyandıran] olayları görememezlik edemeyecekti. Fakat önce o, sadece onun olumsuz yanlarına ve pek hüzün verici karamsarlıklarına bakıyor; fakat orada durmuyor, Tarihcil Devrimin bu olumsuz yanlarını alarak, bunları genelleştiriyor. Daha sonra; bir toplumun katasrofik kaosu, belki uzun, fakat esas itibariyle yalnız tarihin spesifik [kendine has olayları ve kendine özgü karakteriyle farklı türden, özel] bir dönemi için gerçek ve mümkün iken ve [Mr. Toynbee] ne Tarihöncesinde, ne Modern çağda, asla yetkisi dışına çıkamaz iken, haddini aşarak insanla ilgili sonsuz tarihin bütünü için ve daha da ileri giderek modern çağ için de bu olumsuzlukları genelleştiriyor.

Bizim modern çağımızın, XIV. Yüzyıldan beri, milletler ve dünya çapında en kanlı vahşi savaşlara rağmen, artık bir daha Breakdown (Tarihsel Devrim)e ihtiyacı yoktur. Bunun nedeni basittir. XIV. Yüzyıldan beri, hepimizin olan toplumumuz, medenileşmiş olan ve olmayan insanların sayılamayacak kadar çok deneyimleri ile hazırlanmış bir platform üzerinde kuluçkaya yattı ve beş kıta insanlığının aktif yahut pasif katkıları sayesinde, Avrupa’da, kusursuz çiçeklenip açılışını buldu; böylece gitgide genişleyen bir yeniden üretim temelinde modern üretim biçimini gerçekleştirebildi. Bunun sonucu olarak, sınıfların ilişkileri, insan ilişkilerinin cisimleşmesi, modern şeyler ve düşünceler, gitgide daha basit ve açık ve anlaşılması daha mümkün hale geldi.

Toplumun sağlam ve yaşanabilir geçerli temellerine oranla görece bilinç sahibi olmaları, en anarşik [paramparça olup karmakarışık dağılmış] toplumcul pazılların [resim parçalarının] sentezleştirilmesine izin verdi.

Böylece, insanlığın çoğunluğu, «yığın» alınyazısının ve şeylerin az çok bilincine vardığından beri, inanılmayacak şekilde doğaüstü uğursuz bir fatalite altında, ruhunda ve bedeninde ölünceye kadar boyun eğeceğine, bütün Gordion düğümlerine kendi medenileşmesine has özellikleriyle inandırıcı bir çözüm istedi ve arayabildi ve bulabildi. 1748’de, 1789’da, 1848’de ve ilh. patlamalar yaptı ve yine günden güne bir yüzyıldan beri eskimiş, zamanı geçmiş bir toplum biçiminin kabuklarını patlattı. Son medeniyetimizi bütünüyle paramparça etmek yerine, İnsanlık çoğunluğunun gerisinde gözlere kül serpen gösterişli «meydan okumalar» yapmak yerine; Modern toplumumuzun ilerlemiş güçleri daha alçakgönüllüce, gösterişe kaçmadan ve daha gerçeklere uygun bir şekilde, kendi «meydan okumalarını» yapıyorlar. Yalnız tembel-asalak ve yararsız-gereksiz aynı zamanda katlanılamaz hale gelmiş bir «azınlığa» karşı değil; donmuş ve boğucu ilişkilere karşı, abuk sabuk yahut saçma sapan fikirlere karşı da; kendi politik partileri ile duru planlarını ve elle tutulur somut programlarını belirtiyorlar; Mr.Toynbee’ler tarafından son derece küçümsenmelerine ve tepkilerine rağmen «yığın», gerekli ve kaçınılmaz değişiklikleri yaparak, payına düşeni yerine getirmesiyle, çöken «elitler»i arızaya uğratıyorlar ; duyulmadık bilinçli yahut bilinçsiz fatalistlere «Breakdowncu» zevkleri vermemek için SOSYAL DEVRİMİ gerçekleştiriyorlar.

TARİHCİL DEVRİMLER çağı yaklaşık 5000 yıl sürdü. Dileyelim ki, SOSYAL DEVRİMLER çağı da 500 yıldan fazla sürmesin ve yarım bilinçlilik devri yerini modern insana yaraşır, daha onurlu ve bilincinin tam olduğu bir çağa bıraksın.

Dr. Hikmet KIVILCIMLI

TARİHSEL DEVRİM VE SÖZDE DİNCİLİK

Mister Toynbee’ye gelelim. Gobineau, içine gömüldüğü derebeylik kalıntısı Donkişotluk şatosunun kalın duvarları arasından, 1877 yılı yayınlanan Morgan’ın “Ancient Society, or Researches in the Lines of Human Progress from Savagery through Barbarism to Civilization” (Kadim Toplum) eserini belki görememiştir, diyelim. (Engels’in “L’Origine etc.” eseri de Gobineau öldükten 2 yıl sonra çıktı). Bay Toynbee içimizde yaşıyor, 20. yüzyılda: Tarihöncesi bilimi, “Mısır’daki sağır Sultan’a bile varlığını işittirmiştir. Türkiye’de bile Toynbee: “Dünyanın en tanınmış Tarihçisi”, diye alkışlanan bir “bilgin”dir. Kendisi Tarihsel Devrimlere “Breakdown: Alaşağı ediliş” adını koymuştur. Ayrıca: “Hem yeni çıkmış, hem köhne olan modern Batı tasavvuru [düşünce tarzı], Çin’e veya Hint’e hiç yer vermez; hatta Rusya’ya yahut Amerika’ya bile şöyle böyle yer verir” diyerek, İngiliz vatandaşlığına küsmüş, “İnteligent-service” (İngiliz casusluğu) kanalından Amerikan Uyrukluğuna geçmiş bir profesördür.

Milyonlarca nüsha basılan onlarca iri ciltlik yazılarında: “Mascience nouvelle: Benim yeni bilimim” dediği buluşlarına şöyle başlar:

“Tarihle tüm Sosyal bilimleri, insancıl işlerin biricik anlaşılışı içinde eritmeye muhtacız. “(Arnold Toynbee, Bir Tarih Etüdü)

“Benim ‘Bir Tarih Etüdü için ilk notlarımı hazırlamaya başladığımdan beri 27 yıldan fazla geçti. Ve ben şu olayın bilincine vardım ki, o yıllar zarfında görüşüm kılığını değiştirmiştir. Ben ilerledikçe, din bir yol daha benim Evren tablomun merkezini tutmaya gelmiştir.” (A. Toynbee, age.)

Ruh hekimi, karşısındaki kişide ilkin bulunmayan sofuluk duygularının yaşlandıkça artmasına “kılık değiştirmek” değil “Mistik hezeyan” teşhisini koyar. Fakat Bay Toynbee ruh hastası değil, Müslümanca deyimi ile birden “Hidâyete ermiş”tir. Ve dinlerden din beğenmeye bulaşır [soyunur], der ki:

“Bununla birlikte ben, yetiştirilmiş bulunduğum dinsel görüşlere dönmüş değilim. YAHUDİ (Judaik) dinlerinden (Musa, İsa, Muhammed dinleri. Yakındoğu dinleri demek istiyor) farklı olarak Hint dinleri tekelci değildir. Varlığın esrarına başka ulaşma yolları bulunabileceğini kabul ederler… İşte kitabımın son dört cildi bu açıdan bakılarak kaleme alınmıştır.” (A. Toynbee, age, s. 14)

O “Başka bakımlar” sırasına Tarihsel Maddecilik de girer sanmayın. Tarih bilimi, Firavunlar çağının “okkültizm’i, [gizliciliği], tarikat şeyhlerinin “istihareye yatma”sı gibi bir şey olmuştur. “Son eseri ile şöhretini bir kat daha arttırmış” (Bü. Dü., agy.) olan bilgin herkesi rahat rahat imana çağırır:

“Her birimiz için bir evren esrarına ulaşmanın en kolay yolu, şüphesiz kendi ata dinidir. Ama bu, her kişi için başka başka olan dinlerin sundukları ulaşma (tasavvuftaki ‘Vuslat”) yollarını hesaba katmamak anlamına gelmez. İnsanın kendi dini kadar, öteki dinlerin de içlerinden geçebilmekte kazanılacak çok şeyi vardır ve kaybedilecek hiçbir şeyi yoktur.” (A. Toynbee, age., s. 15)

Böylece Bay Toynbee [dini] bütün bir Enternasyonaldir. Karl Marks’ın: “Bütün ülkelerin işçileri birleşiniz! Zincirlerinizden başka yitirecek bir şeyiniz yoktur” çığlığı gibi “Bütün dünya dinlileri birleşiniz” parolası!.. Tarih ve Toplum bilimlerinde, 1848’den beri, Batı Kültürü “Zirve”leri, böylesine “Zırva”laşmışlardır. Tarihin can alacak yer ve yönlerini duman perdesi altında yitirmek için, nasıl en birbirini çürüten kıyamet gibi fikir ve olay kargaşalığı yığdıklarına en şaheser örnek Toynbee’nin 10 koca ciltlik “Bir Tarih Etüdü”dür. Biz burada konumuzu en çok ilgilendiren iki noktada birkaç örnek verelim:

1- Tarihte Determinizmi Maskelemek: Toynbee, Toplum hareketini hiçbir maddi sebebe dayanmaz göstermek için. Tarihin geçirdiği çağları özel kanunlara uymuş ayrı birer Toplum biçimi saymaz. Vico’nun en olumsuz yanını taklit eder: Tarihi bir “tekerrür” sayar. Toynbee’ye göre, Tarih ve Tarihöncesi yahut Medeniyet ve Barbarlık. Tarihöncesinde: Vahşet ve Barbarlık, Tarihte: Antika Tarih ve Modern Tarih, Toplumun ayrı maddi gelişim çağları değil, hepsi bir arada, manevi tecellilerdir.

Barbarlık: “Işıkla karanlığın birbirine karıştığı bir bölgedir”: Medeniyet: “Boşuna tekerrürler”dir. (A. Toynbee, Diyogene, 1956, 13. s. 50)

Öne sürdüğü “Yeni Tarih anlayışı”:

“Olayların bir tek sırayla zaman içindeki hikâyesi olarak değil, fakat birçok paralel olay serileri arasında gözetilecek kıyaslamaların ve geri geri gidişlerin (“recurrence”ların) incelenimi olmalıdır.” (A. Toynbee, age., s. 54)

Vico’nun, zamanı için bir yenilik olan “Kıyaslama metodu”nu böylece bozarak sağ cebine koyduktan sonra, sol cebine de Marks’ın “Proletarya” sözcüğünü yerleştirir. Toynbee için “proletarya”: modern kapitalizmin ücretli İşçi Sınıfı değildir. Köle, toprakbent gibi bütün Toplum biçimlerindeki alt sınıflar “İç proletaryadırlar. Barbarlar da, “Dış proletarya”dırlar. Bu bilimsel el çabukluklarıyla:

“Toynbee bütün gücünü kullanarak iki nokta üzerinde ısrar eder: 1- Medeniyetler birçokturlar, asıllarından beri birçok kaldılar, nitekim Mısır Medeniyeti ile Sümer Medeniyeti muasırdırlar [çağdaştırlar]; 2- Medeniyetler arasında herhangi bir hiyerarşi kurulamaz.” (A. Toynbee, age., s, 43)

En son arkeoloji buluşları: Mısır’ın, Sümer Medeniyeti’nden sonra Irak’tan etkilenerek geliştiğini ispat durumundadır. Bütün en eski gelenekler (Oziris Efsanesi gibi) bu gerçekliği anlatırlar. Fakat Toynbee, bu olayları herkesin bilmediğinden yararlanarak, medeniyetler arasındaki ana oğul ilişkilerini örtbas etmeye çalışır. O zaman bütün Tarih: “boş bir tekerrür” olur.

2- Tarihte üretici güçlerin rolünü maskelemek: Vico’nun bir “Corsi-Riscorsi”, Marks’ın “Tez-Antitez” anlayışları vardır. Toynbee o görüşleri de iki cebine yerleştirerek, bütün Tarih olaylarının gidişinde, ne olduklarını açıklamaktan kaçarak: bir “Défi” (kışkırtma, meydan okuma!) bir de “Repons” (karşılık, cevap verme) diye iki mistik zıt davranış keşfeder. Tarih, ne ekonomik güçlerin, ne insan yığınlarının yarattığı bir gidiş değil, bir “Azınlık Elite”in (bir avuç gözde kişinin) “Kışkırtma”lara “karşılık” vermelerinin eseridir.

“Onun düalizmi (ikiciliği): yaratıcı azınlık ile désincarné (etsiz, cansız, maddesiz!) ruh, pasif ve âtıl beden demek olan proletarya arasındaki zıtlıkta kendisini belli eder.” (A. Toynbee, age)

Onun için Tarihsel Devrimler: üretici güçlerle, üretim ilişkileri arasındaki zıtlaşmalardan, değil, bir avuç gözde “Elite”in gevşemesinden ileri gelir;

“Elit, toplumun yürüyen parçasıdır, insan yığınlarını peşinden sürüklemekte başarı göstermiştir. [Nasıl? Burada Bergson’un “Mimelisme” (1- Canlıların çevrelerine benzer hale gelmesi, 2- Davranış ve hareketlerin makine gibi taklidi, -Y.N.) lafı, araya karışır. Yığın. Eliti taklit ederek sürüklenir! H. K.] “Bir an gelir ki yığın, elitin verdiği hızı takip etmez olur. Bu sefer, o zamana dek yalnız ikna yoluyla hareket etmiş olan yaratıcı azınlık, baskıya başvurmak zorunda kalır. (Neden ikna yolu sökmez? Asıl problem bu, ona çözüm aranacak yerde, o örtbas edilir H. K.) Bu durumda toplum, hasım sınıflara bölünmüş olur. (Ondan önce; köle-efendi, toprakbent-derebeyi sınıfları yok, baskı yok, hepsi: yığın elite kanmadığı için ortaya çıkar. H. K.) O zaman, medeniyetin sinesinde bir kopuşma (rupturne) oluşur. Toplum artık kendisine teklif edilen defi’lere (meydan okuyuşlara) karşılık verecek kabiliyette değildir. (Niçin? İşte öyle. Durup dururken! H. K.) Onun için, medeniyet deva bulmaz bir dekadansa (çöküntüye) uğrar.” (A. Toynbee, age, s. 48)

“Barbar dünya ile medeni dünya arasındaki dostça (ilk doğan medeniyet. Barbarları kırıp köle ederken: Dostça!) ilişkilerin yerine hasımca ilişkiler geçer. Ve Barbar, medeniyetin bütünlüğünü tehdit etmekte iç proletarya biçimine girer. Öyle bir an gelir ki, medeniyetin içinde ancak savaşçı yokluğundan ötürü savaşmalar sona erer. Medeniyetin bölündüğü askerci devletlerden birisi, bütün ötekiler üzerine kararlıca üstün gelir. (Bu üstünlük de. “Elit: gözde” gericilerin ihanet ve el altından çağrıları ile değil, kendiliğinden olur!) Böylece ortaya çıkan “Evrensel Devlet” de bir yol başlamış bulunan “husumet”leri arttırınca, Din ortaya çıkarak: iç proletarya ile dış proletaryayı birleştirir ve yeni medeniyeti doğurur.” (A. Toynbee, age, s. 50-51)

İşte 20. yüzyıl ortasında Mister Toynbee’nin ünlü “Tarih Felsefesi” budur. On cildinden şu cevher özet ve sonuçlar çıkar:

“Bir toplumdaki güdücü azınlık: egoizma, budalalık, sebatsızlık, metanetsizlik yüzünden bir defi’ye (meydan okuyuşa) karşılık vermeyi bilemedi mi, çökmeye başlar. O toplumun proletaryası, kendini kurtarmak için, yeni tip bir toplum yaratır. Bu, medeniyetin müzmin başarısızlıklarına ilaç bulmaya çalışan yeni bir Kilisedir. “(A. Toynbee, “Bir Tarih Etüdü”, s. 28)

“Yaratıcı (Tanrı) bir kurtarıcı rolünü oynamaya çağrılarak yardıma koşar, çünkü o Toplum tepki göstermeyi bilememiştir, çünkü yaratıcı olmaktan çıkmış bulunan ve en sonunda artık egemen olmaktan başka bir şey olmayan azınlığı, birtakım güçlükler ezmiştir.

“Yeryüzünün cihat açmış Kilisesinde hizmet gören asker (papaz) biliyor ki, bu dünya onun kendi evi değil, ruhani bir savaşma meydanıdır.” (A. Toynbee, age, c. VII, s. 177)

Tarih biliminde miyiz, Papazlar kongresinde mi?

Tarihin gidişi üzerinde hiçbir kanun iddiası bulunmayan modern basit Tarihçilerden sonra, iki tip etüt şekli daha vardır: 1- Modern Uzman tipi, 2- Modern Tarih Filozofu tipi.” (Tarih Devrim Sosyalizm, Sosyal İnsan Yayınları, s. 37-40)


[1] Bu yazıda geçen “Barbar” ve “Barbarlık” deyimlerinin ne olduğunu günümüzde iyice müzminleşen “entellektüel sürmenaj” yüzünden bir daha hatırlatmak gerekiyor:

“Yunancada ‘BARBAROS’ sözcüğü ‘YABANCI’ anlamına gelir. (Bizim ünlü Barbaros da, kimi Frenkçe bilenlerin yakıştırdıkları gibi ‘Kızıl sakal’ değil, yabancı demektir.) Sokrates, der ki: ‘Ispartalılara Helenlerden, çok kere de barbarlardan altın, gümüş akıyor.’ Buradaki ‘Barbarlar’ Perslerdir. Sokrates ‘Barbar’ dediği Perslerin medeniyetlerini övmek için şunu göze batırır: ‘Ispartalıların zenginliği Helenlerinkine göre büyükse, Perslerinkine göre hiçtir.’ (Eflatun: Alkibyades, s.48-49).

Demek, Yunanlılar kendilerinden çok zengin ve üstün bir ‘medeniyetin’ insanlarına ‘Barbar’ diyorlardı. Bu kitapta kullandığımız ‘Barbar’ sözcüğünün ‘Yabancı’ anlamıyla hiçbir ilişiği yoktur.

Bugün Batılılar, beğenmedikleri uluslara sövmek için ‘Barbar’ diyorlar. Bu kitapta öyle pejoratif (kötüleyici) anlama gelecek ‘Barbar’ sözcüğü de akıldan geçemez.

‘Barbar’ sırf bilimsel sosyal anlamda kullanılabilir. Amerikalı Morgan, Medeniyetten önceki Toplumda iki sosyal çağ ayırır: Birincisi VAHŞET, ikincisi BARBARLIK çağıdır. Yeryüzünde ilk Medeniyet doğarken Vahşet çağını yaşayan toplum kalmamıştır. Bütün dünyayı kaplayan insanlar: (Aşağı-Orta-Yukarı) olmak üzere üç konağa ayrılan BARBAR toplumlardır.

Bizim bu kitapta söylediğimiz Barbarlık, Medeniyetten önce insanlığın geçirdiği o hayat biçimidir. İnsan olarak Barbar, Medeniden çok üstündür: çünkü yalan, korku ve eşitsizlik bilmez. Medeni: birbirinden ödü kopan, eşitlik bilmeyen, yalansız konuşmayan insandır. Bu bakımdan Tarihte bir ulusa Barbar denirken, insan olarak onu, Medenilerden çok üstün karakterli buluyoruz. Ve göreceğiz, gerçekte de Medeniler her zaman Barbarlardan çok daha gaddar, zalim, müstebit, alçak, yırtıcı, yıkıcı insanlardır. İlkel de olsa Sosyalist bir toplum olan Barbarlığın insanı ise yiğit, cömert, toleranslı; Frenklerin Şövalye, Arapların Gaazi, Türklerin Alp dedikleri temiz ülkücü kişilerdendir. Bunu böyle bilelim. Yanlış anlaşılmasın.” (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Tarih Devrim Sosyalizm) (Çevirenin notu.)

[2] Thucydide: M.Ö. 460-395 arasında yaşadı. Grek tarihçisi. “l’Histoire de la guerre du Péloponnèse” adlı eserin yazarıdır. Bilimsel ciddiyetle olayları anlattı ve olayların derin nedenleriyle ilgilendi. “Temiz gerçekçi Herodot metodu” ile yazdığı eserinde, Herodot’tan farklı olarak yaptığı şey, ekonomik ve sosyal olaylara gerçek değerini ve önemini vermeye çalışmasıdır. (Çevirenin Notu.)

[3] İbni Haldun: Tunus 1332 – Kahire 1406. Kadim çağda Arap dünyasının yetiştirdiği en önemli Tarihçi ve filozoflardan biridir. Tek sözcükle İbni Haldun, “İslâm Medeniyetinin Aristotalisi” ve Modern Sosyolojinin “müjdecisi” olan büyük bir düşünürdür. (Çevirenin Notu.)

[4] «Nœud de Gordien»: «Gordion düğümü» ve İskender tarzı çözüm, kördüğüm olmuş, çözümü müzminleşmiş bir sorunu, bir kılıç darbesiyle kesip atacak kertede yalın bir güç ve metotla, pratik ve köklü bir şekilde çözmek. (Çevirenin notu.)

[5] Burada «Irk», -doğal olarak söylemek bile gerekmez,- sürüp giden ve kusursuz sayılan faşist bir tabu değil, fakat tamamen tarihcil bir coğrafik-sosyal realite’dir. (Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın notu.)

[6] Burada «communauté: topluluk» olarak anılan gerçeklik İlkel Sosyalist Toplum’dur: «İlkel Sosyalist Toplumda bir tek insan yoktu ki, KAN teşkilatı dışında kalsın. Kan teşkilatı içinde yaşayan her kişi ise, hiç kimsece köle edilemez idi. Onun için, KAN örgütünden dışarıya atılmak (Batı Ortaçağında aforoz edilmek, bizim Alevilikte boykota uğramak) ölümden beter sayılırdı.»

«KAN TEŞKİLATI» ise: «İlk insanlar sınıflara bölünmeden önce ‘KAN’ denilen örgütlere ayrılırlardı. O KAN bir tek Aşiret içinde herkesi içine alan kan kardeşlerin belli sayıda örgütüdür. Türkçedeki damar KANI da, ilk beylere verilen HAN adı da, o İlkel Sosyalist insan örgütü olan KAN’dan gelir.» (Dr. Hikmet Kıvılcımlı: Türkiye Halkının Teşkilatlandırılması-Halk Savaşının Planları.)

Tarihöncesi ve Tarihte “Barbar” olarak bilinen SINIFSIZ TOPLUM İNSANI yüzbinlerce yıl, Sınıflı Toplum pisliklerini HİÇ BİLMEDEN, eşitsizlik ve sömürünün, haksızlık ve baskının, yalan ve korkunun olmadığı; her insanın iliklerine dek eşit ve hür, dişinden tırnağına dek örgütlü ve silahlı, hak güder ve dürüst olduğu bir KANDAŞ TOPLUM içinde yaşamıştır. (Çevirenin Notu)

DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU

2024 yılının Eylül ayında uzunca bir çalışma sonucu hazırladığımız Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın Dergi Yazıları’nı 3 cilt halinde yayımlamıştık. Bu çalışmanın sunuş yazısında da “Bulabildiğimiz bütün yazıları almaya çalıştık” demiştik. 45-46 yıla yayılan yüzlerce dergi yazısı olduğunu göz önüne alırsak, bulamadıklarımız ya da ulaşamadıklarımızın olması olağandı. Gözümüzden kaçan, ulaşamadığımız bazı yazıların da gerçek araştırmacılar ve samimi dostlarca tamamlanacağını düşünüyorduk. Açık söylemek gerekirse; Kıvılcımlı izleyicisiyiz diyenlerden bir beklentimiz kalmamıştı. Alıp okuduklarından bile emin değiliz.
Bu konudaki ilk katkı, dostumuz TÜSTAV üyesi Bülent Erdem’den geldi. B. Erdem, incelemek için ulaştığı Kerim Sadi özel kütüphanesinde onun 1966 yılında sadece 2 sayı çıkardığı OLAY Dergisi’nin Aralık 1966 tarihli sayısında Kerim Sadi’nin Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile yaptığı bir röportajın resmini çekip yolladı bize. Ropörtajı yapanın bizzat Kerim Sadi olduğu, kendisinin derginin kenarına yazdığı nottan anlaşılmış. Bütün çabaları için Bülent Erdem’e çok teşekkür ederiz.
10.11.1966 tarihli bu röportajın başlığı, DR. HİKMET KIVILCIMLI’YA BİRKAÇ SORU. Konusu ise, o tarihlerde Türkiye İşçi Partisi yönetiminin, TİP’e eski sosyalistlerin “sızmasını” önlemek için aldıkları tedbirler ve bu konudaki söylemleri. Röportajda geçmiyor ama o zamanki TİP yönetiminin bu “sızmaları” önlemek için aldıkları tedbir, bu eski ve sicilli komünistlerin partiye üye başvurularının ancak genel merkeze yapılacağı kararıdır. Böylece il ve ilçelere başvurup partiye sızmalarının önüne geçilecektir. M. Ali Aybar’ın söyleminde bu insanlardan “tehlike” olarak bahsedilmesi vahimdir. Nitekim Nihat Sargın da anılarında bu kararı nasıl çabalarla uygulamaya çalıştıklarından bahsetmiştir.
Bu dergi röportajını hem resim olarak, hem de yazılmış olarak paylaşıyoruz. Böylece hem yeni yayımlamış olduğumuz kitaba ek bir katkı sağlamış, hem de bu çok az bilinen belgeyi okuyucuya sunmuş oluyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya

SORU: Bay Mehmedali Aybar, İşçi Partisinin Ankara İl Kongresinde “Eski Sosyalistler”den yakınmış. Onların “Maziye mal olmuş” bulunduklarını “Tehlike” olduklarını ve “Partiyi içinden çökertmek” istediklerini söylemiş. Ne dersiniz?

KARŞILIK: Söylediklerinin aslı elimde yok. Sahiden böyle şeyler yazdıysa, bu seferlik ağır konuşmayayım ama yanılıyor. “Eskiler”, gerinin zâlimi bir ortalıkta: DÜŞÜNCE ve DAVRANIŞ’tırlar. Başlıca 3 prensip koydular:

1- Antiemperyalizm + Antifeodalizm

2- İkinci kuvayımillîyecilik (Millî Kurtuluş)

3- Türkiye işçi sınıfının öncülüğü.

Bugün birinci prensip bütün Türkiye solcularının parolasıdır. İkinci prensibi Yön’cüler, Üçüncü prensibi TİP’çiler kendilerine MAL EDİYORLAR. Mal etsinler diye konulmuştu o prensipler. Yeter ki içtenlikle ve ezberlemece mal etmesinler. O prensipleri kendilerine mal edenler parti savunucusu oluyorlar da, o prensipleri koyanlar ve uğrunda kelle koyanlar nasıl “Partiyi içinden çökertmek” isterler? Anlaşılmıyor.

“Eskiler”in en son teklifleri de başlıca şu üç uygulama metodu oldu:

1- Kişisel dedikodu esnaflığı yerine İŞSEL OTOKRİTİK

2- Kürsü Sosyalizmi yerine (HALK) yığınlarımıza İNMEK

3- Yeter zaman bulamayan üye eksiği yerine İŞÇİ – KÖYLÜ GÖNÜLLÜLERİ.

Teorik prensipler gibi pratik metodlar da herkese yazılı ve basılı olarak 30 yıldan beri sunulmuş bulunuyor. Bunlar kimin için “tehlikeli”dir? Gene anlaşılmıyor.

SORU: Bu anlaşılmamak problemin çok karışık olduğunu mu gösteriyor?

KARŞILIK: Hayır. Anlaşılmayan Mehmet Ali Beyin sözleridir. Yoksa problem aşırıca apaçıktır. “Eskiler” böyle niceleriyle karşılaştıkları için, B. Mehmet Ali’lerin daha “Leb” derlerken, “Leblebi” demek istediklerini pek iyi biliyorlar. B. Mehmet Ali gibi “Yeniler” en az yüzyıl eskidirler. Yayınladığımız: “KARL MARX’IN ÖZEL DÜNYASI” kitabında “LASSALLE” ayırımını azıcık okuyunuz. Kendilerini “Yeni” sananların bir yanda yukarıki prensipleri sık sık tekrarlamakla birlikte, neden Türkiye’mizin tükenmez BİSMARKİZM çağında bocaladıklarını kolayca anlarsınız.

“Yeniler”in çoğu kitap çocuklarıdırlar. Bir şey okumuşturlar: Büyük işçi partilerinde zaman zaman sağ uca da sol uca da vurmak vardır. Biz de büyük partici olmak için onu yapacağız, demek isterler. Bir yol, gerçekten büyük sosyalistler sağa vururken Solu kullanmışlar, Sola vururken sağı kollamışlardır. Ondan sonra, hiçbir vakit prensip ve metot ortaklığı bulunanları sağ veya sol göstermeye kalkmamışlar, dağıtmanın yerine derlemeyi başarmışlardır. Bu genel kural bir yana, Türkiye’miz, o kitapların yazdığı ülkeler değildir. Türkiye’de 40 yıldır bütün kanunlar hep hem Sağa hem Sola vurmak bahanesi altında çıkarılmıştır. 141-142, Ceza Kanunu maddeleri gibi.

Mehmet Ali Bey Avukattır. Bir kerecik olsun 141-142’nin faşistlere uygulandığını işitmiş midir? Eskilerin “Vatan Partisi” dâvâsına avukat Mehmed Ali Bey tam 2 yıl devam etti. Bu davada 141-142’ye girecek bir tek olay gördü mü? Ceza Kanunu hep öyle uygulandı ve uygulanıyor. Vurmadı burjuvazi sağına. Şimdi ortanın Soluna duvar örerken bile: Ortanın Sağındakilere daha genişçe yer bırakmak için bunu yapıyor. Neden? Çünkü Türkiye, kitabın-Yabancı kitabın!-yazmadığı ülkedir: Eskilerin “TÜRKİYEDE KAPİTALİZM” kitabının 5’inci sayfasında ise yazılıdır: “Özel sermayemiz. Batı Sanayiinin prosper kalkınmasını hiçbir zaman yaratmadan ultramodern oldu: Tekelci Finans-Kapital emrine girdi. “Onun için:” Bir yandan kendi milletine karşı insan hakkı tanımaz bir keskin yırtıcılık kazandı; öte yanda millet önündeki zaafını telafi etmek için, Uluslararası YABANCI FİNANS KAPİTALE KUL KÖLE OLMAK ZORUNDA KALDI.» Mehmet Ali Beyin yakındığı CIA onun için Türkiye’de bu denli elini kolunu sallaya sallaya dolaşabiliyor.

Buna karşılık Mehmet Ali Bey ne yapıyor? Önce kanunların yasak etmediği adı geçen kitapları aforoz ediyor. Bugün artık “Sol Papa” Sayın İnönü. “Sosyalizm Papalığı” Yön’de İşçi Partisine Vatikan uğur getirir mi? İnanmıyoruz. Türkiye’nin binde 999 kişisi için Milli Birlik peynir ekmek kadar ihtiyaç iken: 27 Mayısçılar ile 22 Şubatçılar çıngarı kime yaradı? CIA’ya. Mehmet Ali Bey CIA’ya karşı: “Yiğit olduğumuz kadar akıllı ve tedbirli olmak da zorundayız” buyuruyor. En “akıllı tedbir” olarak da, tam CIA gölgesinde İnönü Paşa, Demirel Beyle kol kola “Sulh Taarruzu” yaparlarken, Mehmet Ali Bey: “Eskiler avına” çıkıyor.

SORU: İşçi Partisine yazılıyor musunuz?

KARŞILIK: İşçi Partisine biz ezelden yazılmışız, evlât… Kâtiplerin defterlerinde silinsek bile… O bizim alın yazımız…

SORU: Ama B. Mehmet Ali Ankara mesajında: “Hevesleri kursaklarında kalacak” demiş.

KARŞILIK: O kursak felsefesi. Heves kolayca ele geçirilecek şeye özentidir. Eskiler için İşçi Partisi anlayışına kolay külah yapmadır ne özentidir: Yedisinden yetmişine dek kendilerini adadıkları bir yaşayıştır. Bu yaşayışı işkence zindan, ölüm onların elinden alamamış: Kapıkulu ekipleri mi alacak? Küçük burjuva tupesi.

SORU: B. Mehmet Ali, Ankara yazısından 2 gün önce İstanbul söylevinde “Her ne etiket altında olursa olsun” Parti dışındaki sosyalist iddialara bakılmamasını bildirmişti. Bu sosyalist olan partiye girer, demek değil miydi?

KARŞILIK: İşçi Partisi elbet disiplin partisidir. Ancak dünyaya kulakları tıkamak partisi değildir; Hitler usulü Sosyalist kitapları yasak etme partisi değildir; hele burjuva yasaklarının siperi ardında horozlanıp kursak felsefesi yapmak partisi hiç değildir.

Bir yanda prensiplerini savunduğum kimseleri, kanun el verse de partiye soksam yanda, parti dışı bıraktıklarımı partinin iyiliği için olsa da söyletmem denir ise, bu davranışın adına disiplin demezler. Osmanlı kesim Düzencilerinin dekadan çiftlik paşası teorisi denir. “Bu çiftlik” “Bil irs vel istihkak” benim kursağımdan geçecek. Kulum olmayanın kılını kıpırdatmam! “Ve de zorlu sosyalistim.”…

Yağma mı var? Eskiler durup dururlarken boyuna destekledikleri işçi partisi içinde neden ikide bir çıngar koptuğu şimdi anlaşılıyor. CIA düşmanlığı ile övünebilmek için illâki eskilerle hiç yoktan mız çıkarılırsa böyle olur.

SORU: Yön Dergisi TİP büyük kongresinin Malatya’ya götürülmesini TİP güdücülerinin kaçışı sayıyor. O fikirde misiniz?

KARŞILIK: Yöncüler kendilerine baksınlar. İşçi sınıfımızı anlamamakla “Kendileri muhtac’ı himmet bir dede”dirler.

Küçük kişi gerekçeleri ne olursa olsun, TİP’in Doğu illerini önemsemesi en gerekli davranışlarından biri olur. Yeter ki ANTIFEODALİZM çabası da, “Antiemperyalizm” gibi genel söylevlerde soyutlaştırılmış bir formül olarak yozlaştırılmasın.

Özet: Her ülkede sosyal hareket, kendi tarihine saygı gösterdiği ölçüde sağlam temellere oturur. Şarkta her zıpçıktı hükümdar: Tarihi kendisiyle başlatmak istemiştir. Onun için de batmıştır. Ancak bir düşünce ve davranış getiren İslâm Tarihi Muhammedin göçüyle Hıristiyan tarihi İsa’nın doğumuyla başlamış ve yaşamıştır. En seçkin EDEBİYAT, Gılgamış destanı, kendisi yaşamış ama insanlar onu bir daha yaşayamamıştırlar. Yaşanacak düşünceli davranışlara özenelim.

Röportaj tarihi: 10.11.1966