2006-2011 yılları arasında ortağı ve yöneticisi olduğum Sosyal İnsan Yayınları o yıllar boyunca Kıvılcımlı yayıncılığında önemli görevler üstlendi. 2011 yılında ayrılmak zorunda bırakılmam sonrası o yayınevi ile ilgili anılarımı e-kitap halinde yazmak ancak 2023 yılında olabildi. Olanları olduğu gibi yazmaya çalıştım. Eksik ve yanlışlarım varsa ilgili kişilerle tartışmaya ve düzeltmeye hazırım. Metnin içinde kimleri muhatap aldığım açıkça yazılı. İlgili olmayanlar sataşmasınlar.
KAPİTALİZME DİRENEN OSMANLI: DR. HİKMET KIVILCIMLI VE MEHMET GENÇ’TE OSMANLI İKTİSADİ AKLI – BARIŞ AYDIN
Barış Aydın arkadaşımız Akdeniz Üniversitesi öğretim üyesi bir akademisyen. Daha önce onu, İstanbul Medeniyet Üniversitesi bünyesinde yaptığı; “Ernst Bloch ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı’da Sosyalizm, Din, Tarih ve Kültür Tartışmaları Üzerine Mukayeseli Bir İnceleme” başlıklı doktora teziyle tanımıştık. Oldukça önemli olan bu tezini, hem Kıvılcımlı’nın ölümünün 50. Yılı dolayısıyla yaptığımız anma videolarında, hem de geçmiş yıllarda kaybettiğimiz Nasrullah Ayan ile yaptığımız Kıvılcımlı tanıtım videolarında bizlere tanıtmıştı Barış Aydın. Kıvılcımlı için yaptığımız tanıtım ve yayma çalışmalarında desteğini hiçbir zaman esirgemeyen Barış Aydın arkadaşımızın bir makalesini yayınlıyoruz bu paylaşımımızda. Bu makale, 17-18-19 Aralık tarihlerinde İstanbul’da Güngören Belediyesi ve Marmara Üniversitesi’nin ortaklaşa yaptığı Uluslararası Osmanlı İktisat Tarihi Sempozyumu’na Barış Aydın tarafından sunulmuştur. Yayınlamamıza izin verdiği için arkadaşımıza teşekkür ederiz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
Giriş
Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ve sonrasında teşekkül eden devletin nitelikleri, sadece tarihçiler değil Türkiye siyaset ve kültürünü kavrama niyetindeki uzman olsun olmasın birçok kişi tarafından önemli bir merak ve araştırma konusu olagelmiştir. Cumhuriyet Türkiyesi’nin sosyo-kültürel ve siyasal köklerini Osmanlı’dan neşet eden çeşitli örüntülere raptiyeleyen ve oradan edinilecek ipuçlarını cari siyasal pratiğin yol haritası için bir reçete tayininde temel kerteriz addeden yaklaşımlar Türkiye siyasal düşünce tarihinin sağdan sola tümünü kapsayacak çapta revaçta olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kapitalizmle netameli ilişkisinin menşeini de Osmanlı İmparatorluğu’ndaki hakim sermaye birikim modelinde aramak gerektiği ve bu modelin modern kapitalizmin temel gereklilik ve getirilerinin -siyasal iktidarın lehte ciddi müdahalelerine rağmen- ülke sathında Batı’da cereyan ettiği şekliyle gerçekleşememesinin de baş müsebbibi olduğu, Osmanlı İktisat Tarihi çalışmalarında sıklıkla başvurulan bir açıklama biçimidir. Merkantilist kapitalizmin temel amentülerine aykırı bir iktisadi tıynetle hareket eden Osmanlı’nın, Batı’da yüzyıllar almış bir tarihsel süreci sıkıştırılmış bir biçimde elli yılda tamamlamaya çalışarak 19. yüzyıl itibarıyla kaçan trene hızlıca atlama çabasına girişmesi, hali hazırda birçok ekonomi-politik sıkıntılarla boğuşmasının da katkısıyla- klasik ve modern kapitalist yaklaşımların iç içe geçmesini ya da birbirini ikame etmesini beraberinde getirmiştir. Bu çalışma da Dr. Hikmet Kıvılcımlı ve Mehmet Genç’in Osmanlı siyasi-iktisadi aklına dair iki özgün yorumunun Osmanlı ve Türkiye iktisat tarihi açısından ne ifade ettiğini, buradaki kadim iktisadi aklın cari sorunlar bakımından etkisini ve bu yaklaşımların mukayeseli bir incelemesini hedeflemektedir. Bir diğer deyişle bu çalışma biri profesyonel tarihçi, diğeri otodidakt bir siyasal düşünce insanı bu iki müstesna ismin düşünsel mirasının verimli bir alışverişe imkan verip vermediğini ortaya koyma çabasında olacaktır.
Hikmet Kıvılcımlı’da Osmanlı’nın Siyasi-İktisadi Aklı
Teorik-pratik birikimiyle Türkiye sol sosyalist düşünce tarihinin en özgün ve üretken siması payesini fazlasıyla hak eden Dr. Hikmet Kıvılcımlı da bu mesele üzerine fazlasıyla kafa yormuş ve hatta bu mesaiyi fazla abarttığı eleştirilerine bile maruz kalmıştır. Kıvılcımlı, Osmanlı’nın adlı adınca bir kapitalizme intibak edemeyişini, mayasındaki eşitlikçi barbar göçebe kan teşkilatının ve İslam’ın teşekkül devrinin göreli demokratik niteliği nedeniyle oluşturduğu sosyal yönü ağır basan toprak rejimi ve askercil demokrasiye bağlamıştır. Zamanla bu niteliklerin bir dizi sosyo-ekonomik gelişmenin sonucu olarak giderek bozulması ve çağın ruhunun kapitalist bir yönelimi gerekli kıldığı inancıyla imparatorluğun ancak kapitalizme intibakla selamete ereceği düşüncesi Kıvılcımlı’ya göre bu yönde hayli aceleci birtakım girişimleri ortaya çıkarmıştır. Kıvılcımlı, Osmanlı’da hali hazırda yerleşik kadim tefeci-bezirgan sermayenin, Avrupa’da cari tekelci kapitalist düzenin finans-kapital ağıyla hızlıca ittifak etmesinin daha sanayi kapitalizmi evresine varamadan doğrudan tekelci finans-kapital evresine atlanmasıyla sonuçlandığını ve bu durumun da hem Osmanlı da hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde eli yüzü düzgün bir kapitalist gelişmenin yokluğunun temel nedeni olduğunu iddia etmiştir. Bir başka deyişle Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ya göre “Osmanlılık doğuramadığı için ölen anaya benzer. Doğuramadığı şey: Kapitalizmdir” (2007: 40).
Bu yaklaşımıyla genel Osmanlı iktisat tarihi literatürü açısından hayli dikkat çekici ve özgün bir çerçeve ortaya koyan Kıvılcımlı’nın bu görüşleri -fazlasıyla hak etmesine rağmen- şimdiye kadar ciddi bir akademik çalışmanın konusu olamamış ve Kıvılcımlı’nın kendi düşünsel üretiminin tümü için kullandığı sözle adeta bir susuş kumkumasına uğramıştır. Yaşadığı tarihsel kesitte memleket sathında önemli dünya-tarihsel ve siyasal dönüşümlere tanıklık etmiş biri olarak Kıvılcımlı, yeni Cumhuriyet’in kendini inşa evresinde mutlak öteki biçiminde konumlandırdığı Osmanlı’yı bu şekilde kavramamış; ülke çapında sosyalist bir tarihsel devrim ve değişim iradesinin ipuçları ve filizlerini bünyesinde barındıran bir imkanlar mıntıkası gibi kavrama gayretinde olmuştur. Kitabi birtakım devrimci yol haritalarını yerel dile tercüme etmenin bu türden bir değişim hamlesi için gerek şart olsa bile yeter şart olmadığının bilincinde hareket eden Kıvılcımlı, salt tercümenin yarattığı hercümerce sarahat getirmek amacıyla yerel tarihsel gelişmelere odaklanmış ve orada saklı cevherlerin günümüzdeki bir toplumsal dönüşüm hamlesine nasıl bir yakıt sağlayabileceğini tespite mesai harcamıştır.
Kıvılcımlı, buradaki metodolojik yaklaşımla çözümlemeye giriştiği Osmanlı Devleti’nin de İslam ve Bizans Antika medeniyetlerinin bir bileşimi olarak bu iki medeniyeti, kendi bünyesindeki barbar göçebe savaşçı kan örgütü asabiyesiyle aşıladığını belirtmiş ve buralardan aldığı mirası mahirane bir biçimde sentezleyerek cihan şümul bir imparatorluk seviyesine ulaştığını savunmuştur. Hikmet Kıvılcımlı bu araştırmaları ekseninde, Osmanlı’nın müspet barbar göçebe niteliklerinin devlet ve imparatorluk devrinde de kamusal faydayı esas alan bir devlet örgütlenmesini mümkün kıldığı neticesine varmış; Bizans ve Selçuklu’nun toprak rejimlerinin ilk bozulmamış halini elifi elifine kopyalayarak derebeylik zulmünden yılmış Anadolu ve Balkan halkları nezdinde büyük bir teveccüh görerek toprakları ve nüfuz alanını bu nedenle hızla genişletmeyi başardığına dikkat çekmiştir.
O güne kadar yapılan Osmanlı Tarihi çalışmaları, ağırlıklı olarak mal iradını temel alan dirlik düzeninden tümüyle rant ve para iradına dayanan kesim düzenine geçilmesini, salt birtakım ekonomik gerekliliklerin getirdiği teknik bir değişiklik olarak gördükleri gibi daha çok bu değişimin sonrasında onun gerekli nitelik ve denetimle işletilmediği savıyla buradan hareketle duraklama, çürüme ve yozlaşma meselelerini çözümlemeye çalışır. Bu yaklaşıma karşı Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin ruhunu teşkil ettiğini düşündüğü kuruluş aşamasında cari toprak teşkilatlanmasındaki değişim, kritik bir eşik, geçiş momenti ve mümeyyiz bir vasıf olarak kavranmadığı sürece oradan anlamlı bir resim çıkarmanın imkan dahilinde olmadığı kanaatindedir (Aydar, 2016: 121). Buradaki dar ekonomik ve siyasal bakışın Osmanlı Tarihine yönelik yorumların birçoğunda tezahür ettiğine vurgu yapan Kıvılcımlı, o dönemde gaddar bir derebeyleşmeye gark olmuş Avrupa feodalitesinin toprak rejiminin yerine bütün Müslümanların ortak malı olarak toprağın getirisinin onda dokuzunu çiftçiye, onda birini de işlenmek üzere toprağı taksim etmek ve itten uğursuzdan korumakla mükellef dirlikçi nezdinde devlete vermesi ve böylelikle kitleye müthiş ucuz bir devlet hizmeti sunması nedeniyle Osmanlı’nın, sadece Müslüman ahali tarafından değil Hıristiyanlarca da tercihe şayan bulunduğu düşüncesindedir (Kıvılcımlı, 2011d: 20-22).
Kıvılcımlı’ya göre, tesis ettikleri kamusal fayda odaklı ve ürün iradına dayanan dirlik düzeninin yerini, devletin genişleyen finansal ihtiyaçlarını daha hızlı karşılamak gerekçesiyle para iradına dayalı kesim (mukataa) düzenine bırakması devletle çiftçi arasına tufeyli nitelikli aracı sınıfların girmesine yol açmış ve böylelikle Osmanlı Devleti’ni kitle nezdinde tercihe şayan kılan niteliklerde ciddi gerilemenin olduğu bir isyanlar ve iç karışıklıklar dönemi vuku bulmuştur. Bu kırılmanın Cumhuriyet dönemine de aynen transfer edildiğini düşünen Kıvılcımlı, Türkiye kapitalizminin tefeci-bezirgân sermaye ve beynelmilel finans-kapitalin boyunduruğunda ne uzayan ne kısalan kadük yapısının da bu tarihsel kökler üzerinden şekillendiğini belirtmiştir.
Mehmet Genç’te Osmanlı Siyasi-İktisadi Aklı
Ömrünü hac yolunda karınca olmaya adamış, memleketin en müstesna Osmanlı iktisat tarihçilerinden Mehmet Genç de tıpkı Kıvılcımlı gibi Osmanlı iktisadi aklı ve yaklaşımına dair özgün bir model oluşturmayı başarmış ender isimlerden biri olarak temayüz etmiştir. Osmanlı iktisadi aklını sarayın, ordunun ve payitahtın iaşesini önceleyen provizyonizm, devletin mali gelirlerini belli bir düzeyde tutmayı temel hedef haline getiren fiskalizm ve bu ikisinin ilanihaye sürdürülebilir olması için sosyo-ekonomik yaşamın yeniden üretimine odaklanan tradisyonalizm adlı üç ilke üzerinden tarif etmiştir. Provizyonizm ilkesi gereğince malların pazarda bol ve ucuz bulunması için ihracatı baskılayıp ithalatı alabildiğine serbest bırakan Osmanlı bu tavrıyla, özellikle kapitalizmin merkantilist evresiyle müthiş bir tezat içinde olmuştur. Fiskalizm de bu evrede üretim geliri artış göstermediği için uzun yıllar boyunca aynı kalan mali gelirlerin giderek büyüyen merkezi devletin masraflarını karşılayamaz olmasıyla akamete uğramıştır. Tradisyonalizm de kadim toplumsal düzenin yeniden üretimine dayanan bu gelenekçi yaklaşımı arkaik hale getirmiş, kapitalist rasyonalitenin ağır baskısı altında yenilenmenin önündeki en ciddi engellerden biri olarak telakki edilir hale gelmiştir.
Bu üçlü koordinat sistemiyle ekonominin emek, toprak, üretim ve mübadele ilişkilerinde vücut bulan bütün faktörlerini sıkı bir kontrol altına tutan Osmanlı Devleti, böylelikle kapitalizm olmasa mükemmelen işleyecek bir düzen ihdas ettiği inancında olmuş ve resmi devlet belgelerinde bu mütekamil organizasyonlarına devlet-i aliye-i ebed-müddet ismini vermiştir (2000: 37). Sürekli kadimden beri olagelene verilen referans, toplumsal değişim ve gelişmelerin ekonominin objektif şartları gereğince de fazlasıyla zor ve yavaş olduğu bir tarihsel kesitte, toplumsal yaşamın kamilen sevk ve idaresini kolaylaştırdığı gibi bunun için gerekli toplumsal rızanın da bu yolla devşirilmesi anlamına gelmiştir. Buna mukabil Osmanlı siyasi ve iktisadi aklının bu girişimleri belli bir strateji ya da siyasal manevra kabilinden değil cari sosyo-ekonomik ve kültürel yapının hattı zatında böyle olması gerektiği ve hatta aksinin mümkün olmadığına dönük sahih inancı nedeniyle yaptığını da vurgulamak gerekmektedir.
Mehmet Genç’in uzun arşiv çalışmaları ve nicel veriler ekseninde ulaştığı bu nitel analizler, son iki yüz yılında tarihin alabildiğine hızlandığı ve doğal muarızlarıyla arasındaki sosyo-ekonomik farkın aleyhine olmak üzere müthiş bir hızla açıldığı bir tarihsel süreci de ihtiva edecek biçimde Osmanlı Devleti’nin, altı yüz yılı aşkın bir süre hayatta kalmasının adeta mucize kabilinde değerlendirilmesi gerektiğini bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır. Ayrıca Mehmet Genç’e göre, kapitalist gelişmenin ve merkantilist ekonomi politikalarının gemi azıya aldığı bilhassa son iki yüz yılı aşkın süre zarfında göreli eşitlikçi ve kamu refahını önceleyen yaklaşımından, çöküşünden elli öncesine kadar bile ısrar ve inatla vazgeçmeyen Osmanlı sistemi kapitalizme kapalı olmasının yanı sıra aynı zamanda da taammüden karşıdır (2000: 76). Bu anlamda ekonomiyi klasik kapitalist tercihlere aykırı bir biçimde insanın ve toplumun koşul ve önceliklerini temel alan bir bakış açısıyla tanzim eden Osmanlı ekonomi-politik muhayyilesine ilişkin Mehmet Genç’in bu tespiti, bugünden bakıldığında tuhaf ve çelişkili gibi görülen ve resmi Osmanlı tarih yazımında ihanet gibi sıfatlarla şehvetle kınanan, ithalatı alabildiğine kolaylaştıran kapitülasyonlar gibi uygulamaların ardındaki zihniyete de hayli sarahat kazandırmaktadır.
Osmanlı topraklarının en geniş sınırlarına ulaştığı 17. yüzyıl sonunda nüfusunun yaklaşık yüzde sekseninin gayrimüslim tebaadan müteşekkil olduğu ve o döneme kadar bu gayrimüslim tebaadan devlete yönelik ciddi bir karşı koyuşun olmadığı düşünüldüğünde buradaki ilişkinin karşılıklı bir rıza üzerinden ilerlediğini tespit etmek mümkündür. Bunun sebebini Mehmet Genç, Fernand Braudel’e referansla Osmanlıların gittikleri yerlerde cari kaotik düzenin yerine bir hayli hafif bir vergi yükü ve herkes için öngörülebilir nitelikte bir hukuk rejimi tayin etmek anlamında önemli bir sosyal devrim getirmelerinde müşahede etmektedir (2021: 25). Bir diğer deyişle Mehmet Genç’e göre Osmanlı’nın hususiyeti, gayrimüslim tebaaya görece eşitlikçi ve herkese karşı koşulları önceden belirlenmiş adaletli bir hukuk ve vergi sistemi ihdası nedeniyle oluşturduğu ciddi toplumsal rıza üretiminde vücut bulmaktadır.
Nihayet Mehmet Genç, Osmanlı iktisadi muhayyilesinin ilanihaye süreceğini düşündükleri optimal siyasal nizamlarının kendini yeniden üretmesi için gerekli koşulların oluşturulmasında provisyonalizm, tradisyonalizm ve fiskalizm eksenli üçlü koordinat sisteminin kurucu vasfı haiz olduğu kanaatine varmıştır. Bu koordinat sistemine destek olan zihniyet dünyasının başka hususiyetlerinin de bilhassa iktisadi sahanın sevk ve idaresinin yanı sıra kaynakların taksimatı ve bölüşümünde de kamusal faydayı önceleyen eşitlikçi temayül, klasik kapitalist pazar ilişkilerinde cari olan rekabet ve çatışmadan daha çok işbirliği ve dayanışmayı öne çıkarıp teşvik etme ve siyasi, iktisadi, toplumsal ve kültürel alanda her türden aşırılığı ve uç tavır alışı törpülemeye yönelik mutedil tavır olmak üzere üç başlık altında tanımlanabileceğini ifade etmiştir. Buradan hareketle Mehmet Genç, Avrupalı rakiplerinden nüfus, üretim ve teknolojik kapasite gibi birçok bakımdan geride olmasına karşın altı yüzyılı aşkın bir süre hayatta kalmayı becerdiği gibi sınırlı kaynaklarını müthiş bir maharetle sevk ve idare etmeyi beceren Osmanlı İmparatorluğu’nun bu başarısının Osmanlı tarihçileri açısından halen bile en önemli problematik olmayı sürdürdüğü inancındadır.
Sonuç
Mehmet Genç ve Dr. Hikmet Kıvılcımlı Osmanlı Tarihi’ne ilişkin hayli özgün nitelikte kavramsallaştırmalarıyla temayüz eden biri akademi içinden sebatkar bir müderris, diğeri otodidakt bir siyasal eylem ve düşünce insanıdır. Mehmet Genç bu meseleye akademinin rahleyi tedrisatından geçmiş biri olarak daha kitabi ve nicel veriler ekseninde yaklaşmış hem hocası Ömer Lütfi Barkan hem de Barkan’ın hocası Braudel üzerinden daha disiplinlerarası bir tarih yaklaşımıyla çok taraflı ve mukayeseli bir analiz çerçevesi oluşturma gayretinde olmuştur. Buna mukabil Kıvılcımlı daha ziyade siyasal saiklerle giriştiği bu tarihsel soruşturmada hayli zorlu şartlar altında daha dağınık da olsa bilimsel teamüllerden olabildiğince taviz vermeden Osmanlı’yı tarihsel materyalist bir zaviyeden inceleyerek sosyalist düşüncenin Türkiye şartlarındaki kök arayışının ve popüler muhayyilesinin bir parçası kılmaya çabalamıştır.
Bu anlamda arkasında -en azından zikredilmiş- herhangi bir siyasal motivasyon olmadan Osmanlı’nın altı yüz yılı aşan serüveninin alamet-i farikasını kamilen anlama çabasıyla kendi deyimiyle hac yolunda karınca olan Mehmet Genç’e mukabil Kıvılcımlı da anadan doğma sağcılıkla malul olduğu düşünülen Türkiye toplumunun ruhunu oluşturduğunu düşündüğü Osmanlı, İslam ve göçebe kan teşkilatı temelli sosyo-ekonomik ve kültürel bünyesindeki türlü zenginlikte eşitlikçi ve demokratik değerde sosyalist bir gömünün gizli olduğu kanaatindedir. Mehmet Genç’te toplumsal ve iktisadi yaşamın sevk ve idaresinde her daim kadim olana referans vererek bu alanlardaki eşitlikçi ve göreli demokratik uygulamalarına meşruiyet kazandıran Osmanlı’nın aynı hasletleri Kıvılcımlı’da ise mayasındaki eşitlikçi barbar göçebe kan teşkilatı temelli askercil demokrasi ve İslam’ın bilhassa Hulefayi Raşidin döneminin eşitlikçiliğinin kadim Bizans Medeniyetine yaptığı barbar aşısından müteşekkil olarak tanımlanır.
Öte yandan Mehmet Genç’in Braudel’e referansla sosyal devrim olarak tanımladığı hayli az vergi yükü ve öngörülebilir hukuk rejimi ihdasıyla da Osmanlıların tercihe şayan olduğu tezi Dr. Hikmet Kıvıcımlı’da da benzer bir yaklaşımla ucuz devlet hizmeti ve adam ayırmayan eşitlikçi toprak rejimi tanımlamalarında ortaya çıkmaktadır. Bu düzenin mal iradı temelli dirlik düzeninden para iradına dayalı kesim düzenine geçişle soysuzlaşma emaresi göstermeye başladığını iddia ederek bozulmanın başlangıcını Kanuni dönemine kadar çeken Kıvılcımlı’ya karşı Mehmet Genç, uzun arşiv çalışmalarıyla da gösterdiği üzere 18. yüzyılın sonlarına tarihler. Sonuç olarak hem Mehmet Genç hem de Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın, Osmanlı Devleti’ni beynelmilel bir dünya-tarihsel anlatının içine yerleştirerek okuma gayretlerinin yanı sıra onu ayrıksı kılan mümeyyiz vasıflarını da layıkıyla vurgulamak bakımından önemli müştereklere sahip olduğunu söylemek mümkündür.
Kaynakça
Aydar, Ö. (2016). Bir Sosyal Bilimci Olarak Hikmet Kıvılcımlı Üzerine Sosyolojik Bir Analiz. Yayımlanmamış Doktora Tezi. Erzurum: Atatürk Üniversitesi SBE.
Genç, M. (2000). Osmanlı İmparatorluğu’nda Devlet ve Ekonomi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Genç, M. ve E. Özvar (2021). Osmanlı Ekonomisine Dair Konuşmalar. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
Kıvılcımlı, H. (2011). Fetih ve Medeniyet. İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları.
Kıvılcımlı, H. (2007). Osmanlı Tarihinin Maddesi. İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları.
* Dr. | barisaydin@gmail.com | ORCID: 0000-0002-2629-5228
KIVILCIMLI’DA GERÇEK KOMÜN GÜCÜ
Bir önceki yazımızda Kıvılcımlı’nın “Toplum Biçimlerinin Gelişimi” kitabından “SOMUT KİŞİ GÜCÜ” bölümünü paylaşmıştık. O eserinde Kıvılcımlı, kendi TARİH TEZİ’ni Marks’ın Grundrisse eseriyle karşılaştırır. Bu karşılaştırmasında antika toplumun gidiş kanunlarıyla birlikte, KOMÜN’ün etkilerini, sınıflı topluma doğru parçalanışını da çok net biçimde ortaya koyar ve Marks usta ile çelişmediğini, aksine onu tamamladığını ve geliştirdiğini ispatlar.
SOMUT KİŞİ GÜCÜ bölümünde, Lenin ustanın kişiliğinde, tarihte kişilerin de bazen çok belirleyici roller üstlenebileceğini Ekim Devrimi gerçekliğiyle açıklar.
Bugün yayımladığımız SOMUT KOMÜN GÜCÜ bölümünde Kıvılcımlı Komün’ün gelişimi, rolü, etkileri ve parçalanışını, Marks’ın yazılarından da örnekleyerek işler. Deyim tam yerindedir. Bu bölüm Kıvılcımlı’daki GERÇEK KOMÜN GÜCÜ incelemesidir.
Bilindiği gibi burada daha önce de birkaç defa, 2000 yılında sahtekarca Kıvılcımlı imzasıyla yayınlanmış olan “Komün Gücü” kitabıyla ilgili teşhir yazıları yayımlamıştık. Bu yazılarımıza karşı sahtekarlığı yapan S. Şaşmaz ve onun yeminli ekibinden herhangi bir ses çıkmadı. Susuşla geçiştirebileceklerini sanıyorlar ve ne yazık ki şimdiye kadar da geçiştirmiş gibiler. Bu susuş ve geçiştirme çabalarında “Kıvılcımlıcı” insanlarımızın da büyük katkıları var elbette. Sosyal medyada meczupça savunmaya çalışan ya da küfürler savuran bir iki müptezeli saymazsak, Kıvılcımlıcı camia da anlaşılmaz –ya da çaplarına bakarsak anlaşılır- bir umursamazlık içinde. Bu konu aydınlanana kadar kitabı satıştan çekmelerini önerdiğimiz iki yayınevi aymazlığa devam ediyor. Bizim ve birkaç arkadaşımızın dışında herkes bu sahtekarlıktan memnun sanki. Kitabın yayımlanmadan önceki orijinalini ortaya çıkarmadıkları takdirde ilk yayınlayanlar sahtekar, daha sonra yayınlayıp uyarılarımıza kulak tıkayanlar sahtekarlığın katılımcısı, hiç tartışmayan diğer kalabalık ise susarak destekçi durumunda kalmaya devam edecekler. Bizler ise elimizden geldiğince sahtekarların peşinde olmaya devam edeceğiz.
Kıvılcımlı’nın Gerçek Komün incelemesi olan bu SOMUT KOMÜN GÜCÜ yazısını meraklıların dikkatine sunuyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
SOMUT KOMÜN GÜCÜ
İnsan topluluğunu Komün zamanında yürüten somut insancıl üretici güçler hangileri oldu?
Marks şunu belirtiyor:
“Komün, aynı zamanda kendi diyalektiği ile, fukaralaşma ve ilh. yoluyla değişebilir; özellikle savaş yoluyla, fütuhat yoluyla değişebilir; savaşın ve fütuhatın etkisi, örneğin Roma’da Komünün esaslı ekonomik şartları arasında sayılır ve Komünün üzerine yaslandığı gerçek bağı yıkar ve tahrip eder.” (23)
Yani, ortak mülkiyetin tabii kalesi olan Komün, gene kendi iç diyalektiğinin gelişimiyle, Komünü, kendisini yıktı. Burada, maddeci diyalektiğin vurucu gücü, İNSAN üretici gücü oldu.
İnsan üretici güçlerinin iki görünüşü vardır:
1- İÇ GÖRÜNÜŞ: NÜFUS ARTIŞI oldu. Bütün klasik Grek Kentlerinde görülen olay bu idi. Kent içinde nüfus beslenemeyecek kertede çoğaldı mı yahut babalarla oğullar arasında beliren çekişmeler yığıldı mı, iç boğazlaşmalara kalkışıldığı oldu. Kardeşçe ikiye bölünüldü. Kent Kandaşlarından bir bölüğü, başının çaresine bakmak yoluna girdi. Uzak illerde yeni bir Kent kurmak üzere başına bir kahraman geçirdi. Tanrı tapınağından Kâhin veya kadın Kâhinden gidilecek yanı ve yeri sembolleştiren kehanetler bekledi. Bulduğu kehanetleri direktif saydı. Böylece, ortasından bölünerek sonsuzca çoğalabilen tek hücreler gibi Kadim Komün de, zaman zaman bölünmelere uğradı. Yeni iklimler, yeni görenekler, yeni tanrılar, yeni ilişkiler aramaya ve yaratmaya çıktı. Her çıkış, ister istemez bir sürü değişikliklere kapı açtı.
2- DIŞ GÖRÜNÜŞ: SAVAŞLAR oldu. İlk savaşlar, yeni kurulan gürbüz Kentin, çevresindeki dayanıksız, eskimiş Kentleri talan etmesiyle başladı. Eşit Kandaşlı Komün, her ele geçirdiği yerde, yabancı ulusları veya kabileleri kendi patenti altına aldı. Bu yayılış ve ele geçirişler Komünün içinde YENİLEN-YENEN, YABANCI-YERLİ, YANAŞMA-ASİL, ZÜĞÜRT-ZENGİN gibi kutuplaşmalara çığır açtı. Ve tarih, bu zembereğin yayları ile işleyerek, 7 bin yıllık yolunu bata çıka aldı. Hele Kadim tarihin bütünü içinde hemen bütün büyük alt üstlükler gibi, mülkiyet biçimlerinin ve sosyal ilişkilerin şu veya bu duruma gelişleri de insancıl üretici güçlerin büyük rolleri ile gerçekleşti. GÖÇLER ve SAVAŞLAR, Tarihcil GELENEK-GÖRENEK üretici güçlerine uygun olarak işleyen KOLLEKTİF AKSİYON üretici güçlerinin eserleri oldular. Küçük ekincilerin kurduğu Roma adlı ilkel Kandaşlar Kenti, SAVAŞ yoluyla Köleliği yarattı. Barbarların akınıyla Roma’yı yıkan Komün, Köleliği yıktı, yerine Serfliği geçirdi. Bu sonuca varan insancıl üretici güçler, önce Roma Kenti içinde derin değişiklikler yapmıştı. Savaş Köleleri arttıkça, önce ilkel küçük Romalı ekincilik eridi. Roma Medeniyetinde eski küçük ekinci Patriciler, büyük arazi sahibi “ASİL” beyler haline geldi yahut iflas durumuna girdi. Eskiden yabancı ve aşağı sayılan Pleblerden, Tefeci ve Bezirgan ilişkiler sayesinde, giderek zenginleşenler kudretli parababaları kesildiler. Eski kudretli Patriciler cılız düştüler. Böyle bir toplumun gelişimini Marks ile birlikte izlemek için iki çeşit tarihcil proseyi göz önüne getirmelidir.
A) BİR NUMARALI TARİHCİL PROSE:
Kurulan Kadim EFENDİ-KÖLE toplumunda aynı insancıl güçler, hem Köleliği var eden, hem Köleliği yok eden elemanlar ve faktörler oldular. Tarihin diyalektiği, işleye işleye, en ilkel Komün durumunda olan insanlığı bulunduğu yerden alıp Köleliğin çözülüşüne dek ister istemez getirdi. İlkin küçük ekincilik, Komünü erite erite Köleliği yarattı. Sonra yaratılmış olan Kölelik, hem küçük ekinciliği, hem kendi kendisini eritti. Toplum, Roma Medeniyeti sonlarında görülen KOLON sistemine geçti.
“Mülkiyetin ilkel biçimleri, ister istemez, üretimi şartlandıran (ve sahip olunan) objektif faktörlerin (elemanların) ilişkileri içinde çözülür. Bu faktörler (yahut elemanlar), çeşitli topluluk biçimlerinin tabanı olurlar ve kendi paylarına özel topluluk biçimlerinin ön şartı haline gelirler (Kölelikte ve Serflikte olduğu gibi). Emeğin kendisi OBJEKTİF ÜRETİM ŞARTLARI sırasına girer girmez, bir numaranın kapsamına giren her mülkiyet biçimindeki basit teyid edici (affirmative: Olumlu) karakterin eriyip değişmesi sonucu olarak, o biçimler açıkça önemli (manidar, derin) değişikliğe uğrarlar. Bütün bunların bağrında hem kölelik saklı bulunur, hem de dolayısıyla köleliğin ortadan kaldırılışı potansiyeli saklı bulunur.” (38)
B) İKİ NUMARALI TARİHCİL PROSE:
“İki numaraya gelince… Orada emeğin özel türü, -yani, ustalık gücü ve dolayısıyla da çalışma aletinin mülkiyeti- üretim aletinin mülkiyetine eşit olduğundan (üretim aygıtına sahip olmakdemek olduğundan), burada Köleliğin ve Serfliğin imkansız (dışarıda) kalması kabul edilebilir. Ama o da, benzer olumsuz bir güdümle bir Kast sistemine yol açabilir.” (38-39, İng. 101-102)
Grundrisse’de Marks, kapitalizme geçiş bakımından, BİRİNCİ BASAMAĞI, “bir numaralı tarihcil prose” saydığı ekincilikte buluyor, İKİNCİ BASAMAĞI, “iki numaralı tarihcil prose” dediği kadim küçük esnaflıkta buluyor. Yani, esnaflık, kapitalizme uzanan zincir içinde kapitalizme üretmen çiftçilikten daha yakın düşen bir halka oluyor. Yalnız bu halka, ardından mutlak kapitalizm halkasını sürüklemez. Batı Avrupa’da Derebeylik çağının esnaflığı en sonra kapitalizme doğru çözülmüştür. Hindistan’da ise, tersine, esnaflık taşlanıp Kastlaşmıştır. Niçin? Marks orasını aramıyor. Aranmasın da demiyor tabii. Ancak, biz Grundrisse’de bulduğumuz açıklamaları ele alalım:
1- ZANAATKAR, ustalık gücüyle aletin mülkiyetine sahip olduğundan, Köleliğe ve Serfliğe gitmez. Burada elbet sosyal tekniğin (aletin) kendi ölçüsünde bir rolü vardır. Ama her zanaatın aleti toplumda Köleliği imkânsız bırakmış yahut Kastlaşmayı getirmiş midir? Arkeoloji gösteriyor. Değil Orta Çağlarda, en yüce Antik Medeniyetlerde bile, pek orijinal sayılan keşiflerin başlıcaları, hep o Fırat-Dicle ağızlarının batağı içinde 30-40 metre derine gömülüp unutulmuş Sümerler toplumunda bulunmuştur. Bu hal, Irak’ta ve Mısır’da köleliği imkânsız kılmadığı gibi, Kastlaşmaya da yol açmamıştır. Demek tek başına teknik üretici güç (alet), mülkiyetin şu veya bu biçimi almasına yetmemiştir. Marks da, tekniği Tanrılaştıracak öyle bir kavrama yer vermiyor. “USTALIK GÜCÜ” diyor. Bu bakımdan Orta Çağ esnaf mülkiyeti, ustalık gücüne, yani insancıl üretici güce dayanır. Ancak, her insancıl güç de bir toplumun veya bir mülkiyetin biçimi belirlendirmeye yetmez. Aynı USTALIK GÜCÜ;
a) Batı Avrupa’da esnaflığın çözülmesiyle kapitalist üretim biçimine yol açmıştır.
b) Hindistan’da, yıldırım çarpması ile kömürleşmiş vücutlar gibi, kaskatı kesilen Kastlar biçiminde insanları fosilleştirmiştir. Öyle ise, her insancıl güç gibi, ustalık gücünün de şu veya bu sonuca doğru gelişmesini, ancak “TARİHCİL PROSE” içinde somutça görürsek kavrayabiliriz. Tarihcil maddeciliğin ana prensibi budur.
2- Grundrisse, bize, Kastlaşmanın hangi tarihcil prose yüzünden geliştiğini de az çok veriyor. Marks şöyle yazıyor:
“Kadim devletlerin kabileleri (STAEMME) iki yolda teşekkül etmişlerdi: Ya GENTE’lere (Kan teşkilatına) göre yahut tuttukları YER’lere göre. Kancıl kabileler, tarih bakımından, yercil kabilelerden önce geldiler ve hemen her yerde onlar tarafından yerlerinden edildiler. Bunun en aşırı uç ve katı biçimi Kastlar kurumu (Kast sistemi)dur. Birbirlerinden ayırt edilen, ara-evlenme hakkından yoksun bulunan Kastlar, büsbütün başka başka tüzüklü (statülü) olurlar; her birinin kendisine has ve değişmez iş gücü vardır.” (18, İng. 70-77)
Bu anlatış, Kastların oluş sebebini, üzerinde hiç durmaksızın iki sözle açıklayıvermiştir.
İlkel Komünler, boyuna kımıldama, çalışma, savaş ve göç durumundadırlar. Bunlardan, üstün gelenler altta kalanları ne yaparlar?
Morgan’dan Engels’in aktardığı gibi; üstün gelen Kabile, yenilenleri ya bire dek kırıp yok eder yahut kendi içine katar. Yenilip de üstün kabileye katılmaya katlananlar, ister istemez, üsttekilerin buyruğuna boyun eğmiş duruma girerler. Mesela, Orta Asya da, bizim Türk oymakları gibi henüz kul köle etmeyi insana yaraştırmayan toplumlarda bile, Oğuz töresinde görüldüğü gibi, yenilenlere “kara”, yenenlere “ak” gibi zıt sıfatlar yakıştırırlar. Hindistan gibi ülkeleri işgal eden akıncı kabilelerden Çoğu Orta Barbarlıktadır. Akın edip ele geçirdikleri yerlerin eski toplumları ise, Zanaat ve tarım yolundan Medeniyete değilse bile, Yukarı Barbarlığa erişmişlerdir. Yani, yenenler sosyal gelişim basamaklarında daha alt ve aşağı iken, yenilenler daha üst ve yukarı bir konağın insanlarıdırlar. Yenenler, ilkel sosyalist Komün insanları oldukları için, yenilenleri köle etmezler. Ama, onlarla kız alıp vermemek, kaynaşmamak şartı ile yenilenleri eskiden beri gördükleri işlerine kapanıp çalışmak ve üretim yapmak zorunda bırakırlar. Eskiler, tarımcı ve zanaatkar Kastlara dönerler. Yeniler, üst insanlar, kutsal idarecilik veya savaşçılık mesleğinde imtiyazlı, hazır yiyici Kastlar durumuna girerler. Bu şartlar altında Kastlaşmayı yapan nedir? Tarım yahut zanaat tekniği değil, tarih prosesi içinde, belirli somut şartlar altında işleyen (işleyişi belli somut şartlar tarafından reel bir biçime uğratılan) insancıl üretici güçlerin KOLLEKTİF AKSİYONU ile GELENEK-GÖRENEKLERİ‘dir.
TOPLUMUN “BİR MERKEZDEN” GİRİŞİMİ
Cansız üretici güçlerle canlı üretici güçler, toplumun ekonomi temelindeki üretim ilişkilerini durmaksızın geliştirdiler. Bu gelişim, ister istemez, diyalektik gidişle zıtları bir arada yaylandırdı ve önce inkâr ettiğini sonra bir daha inkâr ederek yürüdü. Bu yürüyüş, bir mahşer ortasındaymış gibi gözükür. Ancak, tarihin bütünü göz önünde tutulursa, anarşik bir rastgelelik olmadığı, işin içinde bir determinizm bulunduğu görülür. Yürüyüş, bir yerden ötekine doğru geçişlerinde de gelişigüzel olmadı.
Somut, elle tutulur tarih şöyle görünüyor:
1- Tarım temeli üzerinde kurulu Kentten Medeniyet doğdu. İlk Tarım üretimi, Irak güneyinde, ister istemez TOPLUMCUL insan üretici gücü ile gerçekleşti ve ORTAK MÜLKİYET’e dayandı. Irak balçıklarında oturulacak arsa ve ekilecek tarla açmak, çamurları kurutmayı, Irak çölünde Tarım yapmak, su yolları açmayı gerektirdi. Her iki bakımdan üretim, büyük bayındırlık işleri istedi. O işleri tek başına KİŞİ yapamazdı. Ancak KOMÜN’ün bütünü birden kolektif emekle başarırdı. Bu yüzden; gerek Kent, gerekse Tanrıdan Bezirgana dek uzanan Kent kurumları, ancak kolektif insan gücünden yararlanabildi. Medeniyetin bu ilk konağında tek kişiye tek başına iş yoktu. Toplumu bütünüyle yaratan ve yaşatan Komünün kutsal varlığı tanrı idi. Irak Kentlerini vuran Barbarlar, Tarıma oturdukları vakit, aynı Komün güçlerini yenilediler. Bu sayede, sübtropikal ırmak Medeniyetleri ve o Medeniyetlerle ilişkili Komün gelişimleri, Marks’ın “Asyalı” yahut “Doğulu” dediği üretim sistemine uygun kaldı.
2- Bir yol gelişen Medeniyet, daha Irak’ta iken demiri buldu. Ormanı tarla yapacak demir balta, balçıktan ibaret olmayan katı toprağı sürecek demir saban, yararlı ülkeleri (maden, orman kaynaklarını) ele geçirecek ve Barbarları zorla işletecek çelik kılıç sahneye çıktı. Demir aygıtlar bilindikten sonra; Tarım yapmak, artık (Irak, Mısır, Sind, Sarı Irmak boylarında olduğu gibi) büyük bayındırlık işlerini gerektirmedi. Akdeniz (Grek ve Roma) Kentlerinde her üretmen, kendi sabanı ile kendisine düşen tarlacığını sürüp meyvalandırabilirdi. Ne var ki, Kent kurumu sürüp gittikçe toprak mülkiyeti, bir türlü, kesinlikle ORTAK MÜLKİYET BİÇİMİNDEN SIYRILAMADI. Kişi, tek başına üretmen olabildi. Ama kendisini, Komünün veya Komüne somut mümessil olan Kentin ortağı, ayrılamaz üyesi saydı. Böyle olmakla birlikle; üretimin küçük tarla işletmeciliği tipine dönüşmesi ile mülkiyetin Kent ölçüsünde ortak oluşu arasındaki çelişme ortak mülkiyetin İNKARI’nı gittikçe olağanlaştırdı. Akdeniz Medeniyetleri, Marks’ın Antik yahut “Romalı” dediği üretim ve mülkiyet karakterine doğru gelişti. Medeniyet, sübtropikal ırmak boylarından yeryüzünün öteki kesimlerine doğru adım adım ve sistemlice açılarak yayıldı. Kısır sınıf çekişmeleriyle Kent Medeniyetleri soysuzlaştıkça, bir avuç gürbüz Barbar Komün akını önünde yenildi. Böylece, sık sık tarihcil devrimler patlak verdi. Bir yandan savaşlar, bir yandan Tarihcil Devrimler ile sarsıla sarsıla ilerleyen Medeniyet içinde, ilkel Komünün ortak mülkiyeti gibi birçok kurumları ve ilişkileri de cılızlaştı. Onun için, Marks şu kuralı belirtti:
“Belki Dil ve ilh. bir yana bırakılırsa, üyelerinin başka hiçbir ortak şeyleri kalmayacak kertede soyutlaşmaya ulaşmış bir topluluk, besbelli çok daha geç görünen tarihcil çevre şartlarının ürünüdür.” (43)
Böylece; Doğulu Komün ile Romalı Komün arasındaki fark, -Marks’a göre dahi- Doğunun daha erken Medeniyete erişmiş, Roma’nın hemen hemen sondan bir önce Medeniyete varmış olmaları gibi ZAMAN içinde akmış değişik gelişim derecelerine bağlıdır. Grundrisse, bütün saydığı toplum örneklerinde, hep o gelişim hiyerarşisini izlemiştir.
“Ortak üretimle ortak mülkiyet, örneği Peru’da görüldüğü gibi açıktan açığa ikincil (sekonder: Tali) birer biçimdirler; fatih kabilelerce aktarılıp ithal edilmiş oldular. Bu fatih kabileler de, Hindistan’da ve Slavlarda rastlanıldığı gibi, daha Kadim ve daha basit biçimli ortak mülkiyetler ve üretimler tanırlar. Tıpkı onun gibi, Keltlerde, örneğin Galler ülkesinde bulduğumuz biçim, fatihlerce fethedilen ve edilir edilmez alt düzeye itilen Kabilelerin içine sokulmuş ikincil, miras kalmış bir biçime benzer.” (27, 28)
Görüyoruz. Morgan’ın tarih öncesi sınırlamasını öğrenmeden önce dahi Marks, ortak mülkiyetin yeryüzünde çok yaygın olduğunu, Peru’dan Hindistan’a, Slavlar’dan Keltler’e dek, hemen bütün uluslarda bulunduğunu iyice kavramıştır ve bu uluslararası ilişkilerde yenen Komünün yenilenlere kendi sosyal düzenini dayattığını belirtmiştir.
Çeşitli uluslarda rastlanılan ortak mülkiyet ve üretim biçimleri arasında Marks az çok bir HİYERARŞİ (basamaklar zincirlemesi) sezmiştir. Ona göre; en kadim Komün biçimi, Hindistan’la Slavlarda görüleni andırır. Sonra Perulularda görülen Komün gelir. Gallerin Kelt uluslarında görülen biçim, fatih kabilelerin dayatmış oldukları ortak mülkiyet biçimidir.
Bir ekonomik düzen dayatmış fatih kabile nedir? Barbar akınlarının vurucu gücüdür. Orada, insancıl üretici güçlerden kolektif aksiyon ve gelenek-görenek güçleri, tarih öncüsü olarak yenici durumdadır. Bu bakımdan Marks, “FETİH” olaylarını “KABİLELER”e bağlamakla, Kadim tarihte görülen BARBAR AKINLARl’nın önemine değinmiştir. Ortak üretim ve mülkiyet biçimleri arasında görülen hiyerarşi ve o biçimlerin birbirlerinden çıkışları, teker teker alınırsa, “tesadüf” gibi görülebilirler. Ancak, Engels’in deyimiyle, bütün bu tesadüfler mahşeri içinde gelişen billurlaşmalar göz önüne getirildi mi, ortaya, ister istemez birtakım kanunlar çıkar.
Barbar akınlarının öyle tesadüf görünüşlü tarihcil kanunlarla gelişmeleri Marks’ta dahiyane bir sezgi daha yaratmıştır. Elektronik aletlerin son mucizesi olan Ordinatörler gibi, Marks’ın beyni de içine aldığı her elemanı bin bir yanı ile işlemiştir. Ve o işleyişten insancıl TARİHİ gelişiminin bir noktadan başlayıp dünyaya sistemlice yayıldığı sonucunu çıkarmıştır. Slav-Pers-Kelt ve ilh. sistemlerini anarken şöyle der:
“Bu sistemlerin daha geç doğuşları gösteriyor ki, onlar yüce bir merkezden yola çıkılarak metotluca elden geçirilmiş ve tamamlanmış bulunmaktadırlar. Nitekim, İngiltere’ye ithal edilen Derebeylik, Fransa’da kendiliğinden doğmuş bulunan Derebeylikten daha başarılı idi.” (28)
Grundrisse’de açıkça sezilen “YÜCE MERKEZ” neresi idi? Marks’ın onu 1858 yılı açıklaması ve kestirmesi beklenemezdi. O “Merkez”, gerçek tarihte, Yakın Doğu’nun batmış Irak Medeniyetleri idi. O Kent Medeniyetleri ise, henüz yerin altında gömülü yatıyorlardı. Yüce merkezden yola çıkan Medeniyet, önce Barbar akınlarıyla İNKAR edildi. Sonra Barbarlığın, yani İNKÂRIN İNKÂRI yolundan daha yeni bir Medeniyet kuruldu. Ve ilkel Komün, kurulu saat düzeniyle 7 bin yıl kimi bozuldu, kimi yeniden kuruldu. Her yeniden kuruluşta, toplum bağlarını gevşeten etkiler altında, ORTAK MÜLKİYET ve ÜRETİM eski gücünü biraz daha yitirdi.
Bu gidiş dünyaya yayıldıkça, ortak mülkiyet cılızlaşarak yerini KİŞİ MÜLKİYETİ’ne doğru kaydırdı.
SOSYAL DİYALEKTİKTE BİRİNCİ TERİM
(Komün Kandaşlığının inkârı: Kölelik-Serflik), kişinin kamu ortak mülkiyetinden ayrı, ona zıt ve düşman, onu yok eden bir mülkiyete sahip olması Kadim dünya için basit ve olağan bir şey değildi. Onun için bu olay basit ve olağan bir düz çizgi üzerinde yürüyerek gelişmedi. Tümüyle diyalektik çelişkiler içinde düşe kalka oldu ve oluştu.
Kişi mülkiyeti ne demekti? Kişinin ana karnında yatarca içinde bulunduğu Komünden kopması demekti. Kapitalist kültürün deyimi buna kişinin “HÜR” olması adını verdi. Bir bakıma insanlık, ilkel Komün hayatı içinde yaşarken, çocuğun ana karnında yaşamasını andıran bir prekapitalist karanlıkça hayat geçirdi. Komünden kapitalizme geçiş, bir çeşit çocuğun doğması gibi, insanlık için daha ışıklı bir dünyaya serbestçe hür kişiler olarak girmesi demekti. Ne var ki, kişi mülkiyeti denilen “hürlük” ortaya çıkmadan önce, kişinin bir berzahtan [aralıktan] geçmesi gerekti. Olayı doğumla kıyaslamıştık. Çocuğun doğumu hadisesi, rahim içinde kendisine göre geniş ve rahat bir ortamda iken ana karnının havsala [leğen] gibi dar ve kemikli bir geçit yolundan sıkışarak dünyaya gelmesi idi. Tıpkı onun gibi, insan kişi, Komün denilen ana karnında kandaşlık gibi rahat bir canlılık geçirmişti. Orada her kişi az çok eşit ve hür kandaştı. Komünden kopup kapitalist anlayışla hür denilen duruma girmesi için kişinin en mutlak ve korkunç anlamda hürriyetini inkâr etmesi gerekti. Başka deyimle kişi kendisi hür ve mülkiyet sahibi duruma gelmeden önce ve gelebilmek için, kişinin kendisi “MÜLK” haline girdi. Kişi, Komünün göbek bağından “Hür” olabilmek üzere, ilkin KÖLE yahut SERF (toprakbent) oldu. Yani; kişinin, hürriyete doğru giden yolda en acıklı esaret kozasından geçmesi gerekti. Kendi Komününden ayrılması, ilkin yabancı Komünlerin, sonra düşman kişilerin esiri olması biçiminde ortaya çıktı. Onun için Marks, çok ince bir keskinlikle, ortak mülkiyet olmasa idi Köleliğin de Serfliğin de olmayacağını belirtti.
“Kabile kurumu üzerine yaslanan mülkiyetin (ki Komünün ilkel çözeltisinin bir neticesidir) temelli şartı kabileye mensup olmaktan ibarettir. Bu şartın sonucu şöyle olur: Fethedilen ve boyunduruklanan yabancı kabileler, mülkiyetlerinden çıkarılırlar (mülksüzleştirilirler) ve kendileri de topluluğun benimsediği anorganik (gayrı uzvi) yeniden üretim şartları sırasına itilirler. Kölelik ve Serflik, kabile kurumu üzerine temel atmış mülkiyetin daha sonraki gelişiminin sonucudur. Bunlar, ister istemez o mülkiyetin bütün biçimlerini değiştirirler. Yalnız Asya-tipi daha az dokunulmuş kalır.” (30)
Bir yol daha öğreniyoruz. Ortak mülkiyetin değişmesi, savaşın yani insancıl vurucu güçlerin sonucu olarak, Kölelik-Serflik kurumundan kaynak alıyor. Nasıl oluyor da eşit Komün Kandaşı kertesinde hür karakterli bir insan, ondan sonra Köleliğe ve Serfliğe katlanabiliyor? Yani bir insan, kendisinin veya başkasının mülkü, toprak gibi, alet gibi, hayvan gibi bir “MÜLK” olabileceğine inandırılıyor ve inanabiliyor? Bu durum, ancak ilkel Komünün tabii mekanizmasından doğabilirdi. Tarım Komününe bakalım. Orada insan, toprağı kendisinin vücudu yerine koyar. Hâlâ köylünün toprak uğrunda can verişi, bu derin ilişki yüzünden gelir. Kendi vücudu ve canı olan toprak Komünün mülkü olunca; üretmen kişi de, insan olarak, kendiliğinden ortak mülkiyetin bir parçası haline gelir. Objektif üretim şartları, topraktır. Sübjektif üretim şartları insandır. Böylece her iki şart yani toprakla insan, birbirine kaynaşık bulunur. O zaman, toprak fethedildi mi, onun bir parçası olan kişiler de toprak gibi fethedilmiş olurlar. Toprakla birlikte fethedilip esir düşen insan KÖLE’dir yahut SERF’tir. O zaman Kölenin toprakla birlikte veya ayrı bir mal gibi satılması, Serfin toprakla birlikte derebeylerce alınıp satılması veya elden ele geçirilmesi tabii bir tutum sayıldı. İnsanlarca olağan karşılandı. Bu gelişime Aristo mantığı ile bakarsak kavrayamayız. Çünkü kişinin, tarihte kişi mülkiyetine, özel mülkiyete sahip olması için, tümüyle mülkiyetten, Komün mülkiyetinden kopması bir çelişkidir.
Metafizik kafa ile bu anlaşılır iş değildir. Ne var ki, tarihin diyalektiği gelişimin başka türlü olmadığını gösteriyor. Marks, bunu sık sık belirtiyor:
“Demek ilkel olarak MÜLKİYET, insanın, kendisiyle birlik olan, kendisinin olan ve verili olduğu gibi kendi varlığı ile bitişik bulunan tabii üretim şartlarına karşı davranışından başka hiçbir anlama gelmez. Kendi şahsının tabii ön şartı olan üretim şartları, sözgelimi insanın kendi vücudunun uzayışını teşkil eder. Daha doğrusu burada üretim şartlarına karşı bir davranış yoktur; kişi orada çifte bir varlık olarak vardır. Kişi subjektif (kimesnecil) bir kendi kendisi olarak sübjektifçe (kimesnece) vardır; varlığının organik olmayan tabii şartları içinde ise, objektifçe (nesnece) vardır.” (29)
“Kişinin mülk sahibi gibi davranması, bir kabilenin yahut bir topluluğun üyesi olarak yaşayış yordamını tazammun eder [kapsar]. Öyle bir toplulukta, kimesnenin kendisi de bir kerteye dek mülkiyettir.” (33)
Tarım üretimine dayanan toplum Komününde kişi, kendi (KİMESNE) varlığını toprağın (NESNE) varlığı ile et ve tırnak olmuş bilir. Bu bilinç ile toprağın nesne olarak elden gittiği yerde kişi varlığının yani kimesne olarak çalışanın da elden gitmesi gerekir. Bunda anlaşılmayacak bir şey yoktur. Hiç değilse ilkel Komün insanının kafa yapısı bu anlayışla işliyordu. Marks onu belirtiyor. Marks hiçbir önyargıya kapılmıyor. Hatta kendi bulduğu ve koyduğu sosyal sınırlar ve ekonomik determinizm prensiplerini tanrılaştırmıyor. Büyük bir titizlikle yakaladığı bu olayı dört yanından inceliyor. Köle veya Serf, kişi olarak, kendi vücuduyla ve vücudu yerinde olan toprağı ile birlikte ilkel Komünden koparılıp ayrılmıştır.
Şimdi toprağın da ve dolayısıyla kendisinin de ortak sahibi kimdir? Ortak sahip eskiden kendi TOPLUMU idi; şimdi yabancı bir TOPLUMDUR. Ancak, şimdi kendi eski toplumundan kopmuştur, toprağıyla bağlılığı (serfte olduğu gibi az çok devam ettiği zaman dahi) canlı bir bağ değil ölmüş bir bağdır. Gerçi, henüz kapitalizmde işçi için olduğu gibi bir ayrılık yoktur. Toprak bir yana çalışan öbür yana, karşılıklı zıt durumlarda kalmamışlardır. Kapitalizmde, emekçi ile nesnecil çalışma şartları (aletler, toprak, hammaddeler) birbirinden apayrı iki dünyadır. Kapitalizmden önceleri böylesi ayrılık görülmüş şey değildir:
“O ayrılış, ne Kölelikçi sistemde, ne Derebeylikte olmadı. Oralarda toplumun bir bölüğü öteki bölüğünce kendi yeniden-üretimi için organik olmayan ve tabii bir şart imiş gibi kullanıldı. Kölenin nesnecil üretim şartları ile hiçbir ilişiği yoktur; tersine, Serfin şahsında olduğu gibi, Kölenin şahsında dahi emeğin kendisi, üretimin organik olmayan şartı imiş gibi saf tutar; davarın yanında öteki tabii varlıkların emeği ne ise, insan emeği de odur yahut emek yerin bir ekidir.” (26, 27)
Toplumun derebeylikten kapitalizme geçmesi için, emekçinin Serflikten “hür” işçi durumuna girmesi gerekir. Serfin hür olması, toprak bağının kopması, toprakla, davarla, yani nesnecil üretim şartlarıyla çalışanın hal ve hamur oluşunun ortadan kalkması demektir. Kölelikte ve Serflikte kişinin kendisi, öteki nesnecil üretim şartlarından ayrı ve başka değil, onlardan birisidir.
“Köleliği yahut Serfliği ve ilh. göz önüne getirelim: Orada emekçinin kendisi, bir üçüncü kişinin veya bir topluluğun gözü önünde, tabii üretim şartları sırasına girmiştir (bu yalnız Avrupalılarıngörüş ufkunca böyledir, yoksa örneğin Doğunun genelKöleliğinde böyle değildir). Burada mülkiyet, emekçinin objektif emek şartlarına karşı bir davranışı olmaktan çıkmıştır. Bu kölelik, bu Serflik daima ikincildir, hiçbir vakit orijinal (menşeindengelme) değildir; topluluğun ve topluluk içinde çalışma üzerine temelini atmış bulunan mülkiyetin gerekli ve gecikmiş sonuçları bahis konusudur.” (33, 34)
Demek, ilkel komünün ortak mülkiyeti içinde insan kendisini erimiş ve kaynaşmış bulmasaydı, Köle ve Serf tipi, yani toprakla ve davarla kaynaşmış insan kavramı bulunamazdı. Başka deyimle Komün mülkiyeti önceden yaşanmasaydı, Kölelikle Serflik doğamazdı. Onun için birinci basamak, Komünün üyesiyle üretim şartlarını tek vücut haline getirmiş bulunan ortak yaşantıdır. İkinci basamak, o ortak yaşantının gelenek ve görenekleriyle süregeldiği ilişkiler ortasında, ona benzer ilişkilerle Köleliğin ve Serfliğin yaşamasıdır. Avrupalı için Kölelik gibi görünen durumun, Doğulu için komün içinde kişiliği erimiş bir kişi hayatı gibi görünmesi bundan ileri geliyor. İnsan, ayrı seçik kişilik nedir bilmeyen Komün hayatına doğuşundan alışınca; kişiliğinin üretim şartları ile bir tutulduğu Köleliği birdenbire yadırgayamamıştır.
SOSYAL DİYALEKTİĞİN İKİNCİ TERİMİ
(Köleliğin ve Serfliğin Komünü İnkârı)
Diyalektiğin birinci terimini gördük: Kişi, Komünün ortak Kan kardeşi olduğu için, ayrı bir KİŞİLİK iddiası durumu ve Kavramı taşıyamaz. Kişinin bağlı olduğu Komün, olduğu gibi bir yabancı Komüne veya kişiye yenilip esir düştü mü, yeniden Komünün Kişileri de, içinde eridikleri Komünleri gibi, Köle veya Serf olmayı yadırgamadılar.
Bu terim bir yol gerçekleşti mi, yani kişi kendi ana kucağından, hatta ana karnı saydığı ilkel Komünden koptu mu, Kölelik ve Serflik adeta kendiliğinden oldubitti haline gelir. Ancak Kölelik ve Serflik doğar doğmaz, diyalektiğin İKİNCİ TERİMİ başlar. Kölelik ve Serflik olduğu gibi kalamaz ve kıyamete dek süremez. Birinci terimde nasıl Komünün tabii sonucu veya kendiliğinden sonucu Kölelik veya Serflik olduysa, tıpkı öyle, ikinci terim sırasında Köleliğin ve Serfliğin aynı derece tabii yahut kendiliğinden gelen sonuçlarıyla karşılaşırız. Başka deyimle, ilkin Komün, eşit Kan kardeşi olan kişiyi; hayvanlar ve aletlerle bir duruma sokulmuş Köle veya Serf durumuna doğru değiştirdi. Ondan sonra Kölelik ve Serflik, eşit Kan kardeşlerinin ortak mülkiyetine ve yaşayışına dayanan Komünü (artık üstün gelmiş, galip, Fatih Komün de olsa) parçalayarak kendi zıddına doğru geliştirdi. Yani, Komünü Komün olmaktan çıkaran mekanizma, kişinin Köle ve Serf biçiminde insanlıktan çıkarılması oldu.
Marks yukarıda da kısmen değdiğimiz gibi, başlıca dört türlü Komün ve ortak mülkiyet çözülüşü saydı.
“DÖRDÜNCÜ ÇÖZÜLÜŞ (inhilâl: Eriyiş), içinde emekçinin kendisinin ve emek biçimlerinin de henüz doğrudan doğruya OBJEKTİF ÜRETİM ŞARTLARI SIRASINDA sayıldığı ve o şartlar gibi yakalandığı şartların çözülüşüdür. O zaman karşımıza çıkan Köleler ve Serflerdir.” (36)
İnsanın canlı ve eşit bir Kan kardeşi iken böyle her türlü insanlık hakkından kopmuş tümüyle aşağılık bir nesne durumuna girmesi, insanlık ilişkileri içinde olumsuz bir olaydı. O zamana dek egemen olmuş insan ilişkilerine en kahredici biçimde zıt bir olaydı. Ama bu zıt olayın mümkün olabilmesi, insanın kardeşler arasında farksız bir kardeş oluşundan kaynak aldı. Böylesine keskin ve olumsuz zıtlıkların bir araya gelmesi, en yaman diyalektik bir zemberek yaratacağına belge idi.
“İnsan, toprakla birlikle, toprağın organik eki gibi fethedilince, üretim şartlarının bütünleyici bir parçası olur, Kölelik ve Serflik böyle doğar; bu Kölelik ve Serflik, bütün toplulukların ilkel biçimlerini çarçabuk kalplaştırarak değiştirir ve bizzat o biçimlerin tabanı haline gelir; böylece basit örgüt, eksi (olumsuz) bir anlam kazanır.” (43, Not 6)
Ondan sonra, kapitalizme dek uzanacak olan birçok değişiklikler, çorap söküğü gibi gelişir, ve bu değişiklikler, ilk bakışta o sıra var olan topluluğu “ÇARÇABUK KALPLAŞTIRAN”, Kölelik ve Serflik adlı, o “OLUMSUZ” durumdan kaynak alır. Ne var ki, gerçekliğin diyalektiğinde sırf ve yalnız “olumsuz” ve “eksi” bir yan sonsuzca var olamaz. Her eksinin, ister istemez diyalektikçe bir artı yanı, her olumsuzun, bir olumlu karşılığı ortaya çıkar. Kölelik ve Serflik elemanları, ilkel Komün için elbet “OLUMSUZ” ve “KALPLAŞTIRICI” olmakla birlikte, eski ortak mülkiyet biçimlerini eritmekle kalmadı, yeni mülkiyet ilişkilerine kapı açtı. Böylece olumlu, artı biçimler ve sonuçlar yarattı.
Marks’a göre; ortak mülkiyetten kopan kişi, ya toprağı kişi mülkü eder yahut aygıtı (dolayısıyla emeği) kişi mülkü eder. Unutmayalım ki, İlkel Komünde bu iki şey de yoktur. Orada toprak gibi iş aygıtları ve dolayısıyla emek dahi kişinin değil, toplumun ortak malı sayılır. Onun için kişi, kendisine ait olmayan emeği gibi, aygıtı ve toprağıyla yabancı bir Komüne mal edilirken, ilkin bunu zannedildiği kadar yadırgamadı. Toprağın kişi mülkü oluşu, ROMALI biçimdir. Aygıtın (aletin) kişi mülkü oluşu, ORTA ÇAĞ ESNAFI biçimidir.
“Üçüncü bir OLAĞAN BİÇİM vardır ki, orada mülk sahibi (proprietor), ne toprağa, ne alete (ve dolayısıyla da ne emeğin kendisine) değil, sırf ve yalnız çalışan kimsenin tabii şartı içinde erimiş bulunan geçim araçlarına sahip çıkar (is to act: Eylem yapar) (Fransızcası: Çalışan kimsenin tabii şartı olarak verili bulunan geçim araçlarına uygulanır).
Doğrusu bu biçim, Köleliğin ve Serfliğin formülüdür ki bu da, sermaye haline gelen üretim şartlarıyla emekçinin ilişkisi içinde inkâr edilmiş veya tarihçe eritilmiş gibi görünebilir.” (36)
Köle veya Serf, kendisini (emeğini) satın alarak hür azatlı oldu mu çalışma şartlarının (toprağın) sahibine emeğini satabilir. Böylece, mülk sahibi Sermayeci (kapitalist) olur, emek sahibi ise işçi olur. Demek Köle ve Serf denilen insan elemanlar; canlı hayvanlar yahut cansız aletler kertesine indirildikleri zaman dahi bir hayvan veya alet biçiminde bırakıldıkları yerde oldukları gibi kalamazlar. İnsan olarak az çok bilinçli ve iradeli düşünce ve davranışlara girişirler. Bunun sonucu, her şeyden önce, Köleliğin yahut Serfliğin erimesine, dolayısıyla da ilkel mülkiyet biçimlerinin çözülmesine kapı açar.
“İlkel mülkiyet biçimleri, ister istemez üretimi şartlandıran çeşitli objektif elemanların mülkiyetle ilişkisi içinde erir.” (36)
İlkel mülkiyet biçimlerinin eriyişi iki türlü oldu:
1- Ortak toprak mülkiyetinden yoksun bırakılan, yani kopan kişi (savaşta yenilip esir düşen kişi), bir nesnecil üretim şartı, bir aygıt, bir araç haline gelir. Ancak, insan, hiçbir zaman cansız ve bilinçsiz bir alet olmadığı için, kendisini ve emeğini olsun efendisinden satın alarak azatlı ve hür olur. Roma’nın son günlerinde görülen KOLONLAR böyledir.
2- Ortak toprak mülkiyetinden kopan kişi, belirli bir sanatın ustalığını ve aygıtını tekelinde tutar. Bu kişi, Komünden kopmuş, topraktan kopmuş olmakla birlikte, kendi vücudu içinde koparılıp ayrılamaz ve alınamaz olan bir şeye sahiptir: Bir sanatın ustalığı ve becerikliliği onun yapısından uzaklaştırılamaz. Bu durumda, üretim aracı da, ancak o ustalığı becerebilen için yararlı bir nesnedir. Böylece, Komününden ve toprağından kopsa da usta kişi, Köleden de, Serften de apayrıdır. Orta Çağ esnafları böyledirler. Batıdaki tarihcil gelişim, hem küçük EKİNCİ’nin, hem küçük ESNAF’ın kişiliklerine bağlı kalan küçük mülkiyetlerini gösterir.
Bu küçük mülkiyetler, zamanla, bir yandan toprak beylerinin, öte yandan Tefeci-Bezirganların etkisiyle güneş gören kar gibi erir. İnsan emeği bir alet veya toprak gibi objektif üretim şartı haline gelince, bu durum, aynı zamanda Köleliği ve Serfliği hem yaratmış, hem sınırlandırmış, hem de ortadan kaldırmış bulunan şartlar durumuna girer.
“Burada EGEMENLİK İLİŞKİSİ ile KULLUK İLİŞKİSİ, eşit olarak, o üretim aletlerinin benimsenmesi kavramı içinde toparlanır; o ilişkiler, hem gelişimin köklü mayasını teşkil ederler, hem de her türlü ilkel mülkiyet ve üretim ilişkilerinin sınırlarını deyimlendirirler ve bu sınırların ortadan kalkışlarının da mayasını teşkil ederler.” (39)
Böylelikle Köle ve Serf, insanın toplum içinde bir çeşit “ölü ruh” durumuna getirilmiş, dondurulmuş biçimi gibi görünür. Ne var ki; Köle ve Serf, yaşadığı sürece ve sırf var oluşuyla, ilkel mülkiyet biçimlerini bir yandan sınırlandırır, bir yandan kaldırır. Bu mekanizma, tarihte, en köklü gelişimlerin mayası olur. Onun için, gerek Kölelik, gerekse Serflik, toplum serüveni içinde en ulu gelişim ve atlayışlara manivela rolünü oynar. Marks, bütün Antik Çağların en karmaşık ve derin iç yüzünü böylece basitleştirir. Nasıl, ilkel ortak mülkiyet olmasa, Kölelik ve Serflik doğamaz idiyse, tıpkı öyle, Kölelik ve Serflik olmasa, ondan sonraki gelişimler ve en sonunda kişi mülkiyeti de doğamazdı. Grundrisse’nin büyük aydınlık getiren bir ölmez buluşu da bu gerçekliğin diyalektiğidir.
AVENE-PLEB KLİYAN
Marks’ın dehası, ortak mülkiyetin çözülüş biçimlerinde görülen karakteristikleri verirken hiç yanılmıyor. Örneğin, Kadim Batı toplumunda iki tip ortak mülkiyeti görüyor:
1- PATRİCİ‘nin mülkiyeti,
2- DEREBEYİ‘nin mülkiyeti…
Marks bambaşka iki tip olan bu mülk sahiplerinin karşısına gene bambaşka iki tip toprak mülksüzü çıktığını belirtiyor:
1- Patrici efendinin KLİYAN’ı (Antik Çağın yanaşması),
2- Derebeyi’nin SERF’i (toprakbendi)…
Grundrisse, bu iki tip sosyal sınıf ilişkisinin her ikisini de “ÜÇÜNCÜ OLAĞAN BİÇİM” içinde topluyorsa bile, bunların arasında “TEMELİNDEN BAŞKALIK” bulunduğunu açıklamaktan geri kalmıyor. Şöyle diyor:
“Geçim araçlarının mülkiyeti demek olan üçüncü biçimin içinde, emekçi kişinin üretim şartlarıyla münasebeti ve dolayısıyla emekçinin varoluş şartlarıyla münasebeti hiç bulunmaz; meğerki bu biçim, Kölelik veya Serflik içinde çözülmüş bulunsun. Üçüncü biçim, ancak, toprak mülkiyeti üzerine temel atmış ilkel Komünün PANEM ET CİRCENSES (ekmek ve sirk) çağındaki Romalı PLEB durumunda bulunan üyesinin statüsü olabilir. Bu insan, mülkiyetinin birinci biçiminden yoksun bırakılmıştır, ama ikinci biçimine henüz kavuşmamıştır.” (39, İng. 111)
Buradaki PLEB, ekmek ve sirk diye haykıran “AYAK TAKIMI” oluyor. Roma Kentinin son Medeniyet çağlarında görülüyor. Medeniyet ile birlikte toprak mülkiyetinden ve KÖYLÜ’lükten kopuyor, ama esnaflığa da giremiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun son çağlarında başkenti dolduran ayaktakımı aynı tip kalabalıktır. Kapitalizmde bile, geri ülkelerin büyük şehirlerinde, buna benzer oy davarı yerinde konulmuş işsiz güçsüz yığınlar bulunuyor.
Marks’a göre bu tip ilişkiler yanında,
“Avenesiyle (Trainers) birlikte bey sistemi yahut kişicil hizmet vergisi (prestation personelle) sistemi, temelinden bambaşka şeydir.” (39)
Derebeyi ile Avenesi arasında bulunan kişicil hizmet ilişkisi, neden Romalı Efendi ile Plebin ilişkisinden “bambaşka şey” oluyor? Pleb, doğrudan doğruya KENT olarak mülkiyeti dışında kalmıştır. AVENE, doğrudan doğruya ilkel KOMÜN olarak mülkiyeti dışında kalmıştır. Bu iki tip ilişki arasında, Medeniyet ile Barbarlık arasında yatan başkalık vardır. Marks, haklı olarak (Fransızca’da: Foncierment: temelinden, İngilizce’de: Essentially; Esaslı, diye çevrilen) bambaşka FARK bulmaktadır. Çünkü bu iki tip sosyal ilişki, Kadim Tarihin bambaşka çağlarının özelliklerini taşır. Morgan’ın tarih öncesi sınırlamasına göre; Bey veya Ağa, Osmanlı tarihindeki “SAHİB-ÜL ARZ” adlı tipin gittikçe azan bir gelişim tipidir. Batı tarihindeki SENYÖRLER’le, Doğu tarihindeki BEYLER’in hiçbir farkları yoktur. Çünkü gerek Cermen, gerek Türk ulusları, Kadim tarihe girerlerken, henüz göçebe ÇOBANLIK ekonomisini aşamamış toplumlardı. Senyörlük ve Beylik kurumu, Komünün ORTA BARBARLIK KONAĞl’nın ürünüdür. Orta Barbar çobanlar ansızın çökmek üzere olan Medeniyetlere saldırınca, ilkel Komünleri, ister istemez, yeni biçimlere doğru değişir.
Engels’in “Origine etc…” kitabında pek güzel anlattığı gibi, kabile üyeleri, askercil demokrasi kuralına göre, savaş komutanları seçerler. Bu komutanlar, zafer kazanılıp geniş ülkeler ve kalabalık Medeniyet yığınları fethedildikçe, yavaş yavaş sivrilip ırsi krallar haline gelirler. Bunların ilk işleri, eski Komünde kendilerine eşit olan Kandaşlarını (Osmanlı tarihçisi Naima’nın açıkça anlattığı gibi) temizlemek olur. O zaman, Arapça’da GAZİ, Türkçe’de İLB, Fransızca da ŞOVALYE adını alan yoldaşlar birer birer taranır; onların yerine AVENE durumunda emir kulları ortaya çıkar. Demek Avene; Yukarı Barbarlığa varmasına fırsat ve zaman bulamadan Medeniyet ile ilişkileri hızlanmış yahut Medeniyet içine yenice girmiş olan Orta Barbarlığın yarattığı mülkiyet biçimine uygun düşen tiptir.
Tarihte Kliyan veya Pleb ile Trainers (Avene veya Arkadaş) kurumları ve tipleri, hiçbir zaman saf olarak kalmamışlardır. Çünkü Batı Avrupa’da o sosyal tiplerin belirdiği çağa dek insanlık, 5-6 bin yıl Medeniyet yaşamıştır. Orada KENT-KOMÜN savaşları, durmadan med-cezir yapmıştır. Yukarı ve Orta Barbarlıklarla Medeniyetleri birbirine karıştıran alt üstlükler sürüp gitmiştir. O mahşer ortasında, ne tek başına saf Kliyan veya Pleb kalmıştır, ne de sırf ve dokunulmamış Avene kalmıştır. Bununla birlikte, Kliyan ve Pleb, Yukarı Barbarlığın Kent Komünü içinde mülksüz olanlardır. Avene, Medeniyet yığınları arasına daldığı sırada Orta Barbarlığın Kabile Komünü içinde mülksüz kalanlardır. Daha doğrusu, her iki tip de ortak mülkiyetten kopmuşturlar; ama henüz ne Köle ve ne de Serf olmaya vakit bulamamış olan kişilerdir. İki tipin gerek paralel yanları, gerek başka başka yanları, iki sosyal konakta yaşamış olmalarından ileri gelir.
BASAMAKLARIN SOMUT TARİHLE YORUMLANIŞI
Kadim toplum tarihini somut akışıyla göz önüne getirdik mi, bundan önce sezilenlerin gerçek olduğu daha iyi göze çarpar.
1- KENT: Bildiğimiz gibi temeli toprak ekonomisine dayanan bir HÜCRE’dir. Kurucusu Komün Kandaşları, eşit topraklı ve eşit haklı olurlar. Roma’da Patrici, Mekke’de Kureyş adını alırlar. Sonraları Medeniyet kalabalığı içinde “ASİL” adını alacak kişiler, bu Kent kurucularıdır. Her ünlü Kent, Bezirgan sisteminin yol kavşaklarında az çok emniyetli bir antrepo gibi kuruldu. Bezirgan ilişkilerin çözüp dağıttığı çeşitli eski Komünlerden kopmuş olan kişiler, ister istemez, o yeni Kentlere doğru süzüldüler. Kent koltuğunda bir iş yapabilmek için, Kent “asil”lerinden birinin koltuğu altına sığınmak gerekti. Öyle sığıntı olanların Roma’da en çok ün kazanmış iki tipi görüldü: a) Kliyan, b) Pleb…
a) KLİYAN: Patrici’nin ailesi içine katıldı. Onun bir parçası oldu. Mekke’de Kliyan’ın karşılığında Abd denildi. Ne Kliyan ve ne Abd, sonradan, Medeniyet ilerledikçe beliren KÖLE değildir. Bugün, örneğin “Abd’ül Muttalip: Muttalip’in Kölesi” diye tercüme ediliyor. Yanlıştır. Köle, Medeniyet içinde bezirganca alınıp satılan kişidir. Yukarı Barbarlıkta henüz öyle bir Köle yoktur. Yalnız aile üyelerinden biri durumuna kabul edilmiş Kliyan veya Abd bambaşka kişidir.
b) PLEB: Patrici’nin ailesi dışında kaldı. Mekke’de Plebin karşılığına MÜSLÜM adı verilmiş görülüyor. Roma’nın Plebi gibi Mekke’nin Müslümü de (Hazreti Muhammed’in ve ashab-ı kiramın hepsi gibi), daha çok, ufak tefek alışveriş, küçük sanat ve Tarım işleriyle yaşardı.
Marks, Pleblerin toprak üretmeni olduklarını söylerken, Kent dışında ve ötesindeki -mülkiyeti ortakça Kente ait- topraklarda çalışan kimseleri anar.
Tekrar edelim. Gerek Kliyan, gerek Pleb, Medeniyetten önceki YUKARI BARBARLIK KONAĞI biçiminde yaşayan toplumun ürünüdürler.
2- KOMÜN: Bildiğimiz gibi Kent kurulmadan önce vardır. İlkel toplumlar, gerek VAHŞET, gerekse BARBARLIK çağlarında, toptan ORTAK MÜLKİYET ilişkileri içinde idiler. İster Aşağı Barbarlıktaki AVCI olsun, ister Orta Barbarlıktaki ÇOBAN olsun, ister Yukarı Barbarlıktaki EKİNCİ olsun, insanlar, her zaman, özellikle toprağın mülkiyetine hep birden, ortaklaşa sahip oldular.
Marks’ın ele aldığı Roma tarihi sonları Avrupa’sında ne görüyoruz? Birtakım Senyörlerin çevrelerini silahlı Aveneleri sarmış. Doğuda Senyörlere Türkler BEY, Rumlar AĞA demiştir. İngilizlerin TRAİNERS, Fransızların SUTTE veya SUIVANTS, Almanların GEFOLGE dedikleri tip vardır. Buna Türkçe’de, ilkin Batı dillerindeki anlamına uygunca ARKADAŞ denilmiştir. Sonra Arapça (yardımcılar) demek olan, fakat soysuzlaştıkça kötüleyici anlamda kullanılan AVENE denilmiştir.
Marks, ortak mülkiyette bulduğu ÇÖZÜLÜŞ biçimlerini, SOYUT olarak, daha çok EKONOMİK elemanlar halinde koyuyor ve birkaç türlü çözülüş (dissotlution) eriyiş biçimleri sayıyor. Sayı rakamları bir yana bırakılırsa, çözülüş biçimlerindeki belirlilik kalitece değişmiyor. Somut tarih gelişimi içinde, aynı biçimleri, hiç değiştirilmemiş olarak buluyoruz.
Somut tarih olaylarını Morgan’ın sınırlamasıyla ele alalım. Burada açıkça görüyoruz. İlk toplum, ilkel sosyalizm Komünü biçimindedir. Bu Tarih öncesi Komün KENT biçimine girerken, Marks’ın “ÜÇÜNCÜ OLAĞAN BİÇİM” dediği durumla karşılaşıyoruz. Yani Marks’ın üçüncü saydığı hal somut tarih hiyerarşisinde birinci sıraya giriyor. Marks’ın onu üçüncü sayması şundan ileri geliyor: Konu, Roma’nın yıkılışı üzerine görülen gelişmeler çerçevesinde işleniyor. Doğrusu aranırsa, tarih boyunca bu konak, zaman zaman kimi birinci, kimi de üçüncü konak olarak “TEKERRÜR” etmiş durmuştur. O bakımdan, aynı konağı bir yerde ve zamanda üçüncü, başka bir yerde ve zamanda birinci saymak yanlış olmaz.
İlk Medeniyet Kentte başladığına göre, Kent, ileri bir toplum biçimi idi. Mantıkça, ileri bir toplum, geri toplumu her zaman yenmeliydi. Öyle olduğu halde, Kentten -tarihçe- bir çağ daha geri ve eski olan Komün, zaman zaman Kenti alt edip yıktı. Onun için Kentten önce gelmesi gereken Komün, zaman oldu, Kentten sonra da geldi. Hatta bir yol Medeniyet kurulduktan sonra, hemen daima Kentin ardından onu yıkan Komün gelir oldu. Barbar Komün konağının toplumcul ve ekonomik ilişkileri, Kent yıkılırken, erimiş Medeniyetin üzerinde yeniden suyun yüzüne çıkabildi. Bu, kıyasıya diyalektik gidiştir. Sosyal konakların somut hiyerarşisine göre sıraya dizilince iş başkalaşır. Örneğin, Roma Tarihi için “SON” gibi görünen KOMÜN (Cermen Barbarları), somut insanlık tarihi için “İLK” durumda bulunur.
Somut tarihte eskimiş KENT İLİŞKİLERİ‘ni yıkan KOMÜN, bir tek ve homojen toplum konağı değildir. Tarihcil Devrimlerin hepsi, ilkel sosyalist Komün çağını yaşayan, tümüyle Barbar toplumların vurucu güçlerinden doğmuştur. Ancak, o Barbar güçlerin kimisi YUKARI BARBARLIK konağında, kimisi ORTA BARBARLIK konağında bulunmuşlardır. Grundrisse’de bütün tarihcil ayrıntılara bağlı toplum karakterlerinden özlü ve özet olarak MÜLKİYET İLİŞKİLERİ çıkarılmıştır. Bu mülkiyet ilişkilerinin Doğulu veya Romalı biçimleri arasındaki fark, Kent ile Komünler arasındaki ilişki farklarına dayanır. Grundrisse, daha çok, Akdeniz ortamında yaşamış Kent ve Komün ilişkileri içindeki ortak mülkiyet biçimleri ve çözülüşleri üzerinde durmuştur.
İLKEL BASAMAK-DİRLİK DÜZENİ-BARBAR SALGINI
Buraya dek incelediğimiz karakterlerden şu sonuç ortaya çıkıyor:
1- KLİYAN Kentin (daha doğrusu Medeniyetin), AVENE Komünün (daha doğrusu Orta Çağın) İLK başlangıç dönemlerindeki insan tipleridir.
2- KÖLE Kentin (daha doğrusu Medeniyetin), SERF Komünün (daha doğrusu Orta Çağın) SON gelişim dönemlerindeki insan tipleridir.
Antik tarihte insanın alınır satılır, kırılır atılır aygıt ve hayvan durumuna sokulması demek olan KÖLELİK, çok ayaklanmalara, isyanlara kapı açtı. Yalnız, sosyal bir sınıf olarak, iktidara gelip yeni bir sosyal düzen kuramadı.
Barbarlarca Medeniyete dışarıdan baskın yapılarak başarılan TARİHCİL DEVRİM Medeniyet apsesini yarmadıkça, yüzde yüz Medeniyet etkisi altında kalmış olan toplumlar, bütünüyle taşlaşıp mezara gömüldüler. Irak’taki Sümerler, Akadlar, Mısır’daki Firavun sülaleleri ve ilh. gibi. Tersine, Medeniyet toplumu dışarıdan Barbar akınlarıyla TARİHCİL DEVRİM’e uğradığı zaman, iş başka türlü oldu. Medeni toplumu boyunduruklayan insanlar, ortak mülkiyet prensibine dayanan ve o karakteriyle ilkel de olsa, SOSYALİST olan Komünün insanları idiler. O yüzden, Barbar Komünün boyunduruğuna girenler, bütün insanlık haklarından yoksul bırakılmadılar. Tarım temeli üzerine kurulmuş TEFECİ-BEZİRGAN ekonomisinde boyunduruklanan (Medenilerce esir alınan) insanlar gibi Köle olmadılar. Hatta; Köle adını taşıdıkları sürece, Medeniyet Kölelerinden ayrı durumda kaldılar. Medeniyette Kölelik, çetin şartlı bir alt sınıf idi. Gerçi, bütün Bezirgan Medeniyetleri son günlerini yaşarken, Kölelik verimsizleşti ve bu yüzden Roma’nın son günlerinde olduğu gibi, kendi kendisini inkâra başladı. Ancak, Medeniyet düzeni ayakta kaldıkça, taşlaşmış KÖLE-EFENDİ sosyal ilişkileri, hiçbir zaman katılığını yitirmedi. Tek Tanrılı dinlerin Köle azat etmeyi ibadet saydığı toplumlarda bile, Kölelik kaldırılmadı. Genel ve pratik olarak tümüyle Kölelik, prensip halinden çıkmadı. Barbar Komün, boyundurukladığı insana efendilik değil, sadece egemenlik tasladı. Bu tutum, hiç değilse bir geçit çağı için, orantılı ve izafi olarak, insanların yarım hürriyete kavuşmasına benzedi. Nitekim Osmanlı İmparatorluğu’nun ilk kuruluş günlerinde yaşayan DİRLİK DÜZENİ içinde, fethedilen insanlar, Toprak Kölesi değil, Serften bile daha hür çiftçi idiler. Batı Avrupa’da Barbar Cermen ve Frank krallıkları başka türlü olmadılar. Fransa’da MEROVELİLER çağı, Osmanlı Dirlik Düzenini andıran toprak ilişkilerini yaşadı.
14. ve 15. yüzyıllar İngilteresi de böyle idi. Yalnız, orada farklı başka yeni bir durum doğmuştu. Kapitalizm başlamak üzere idi. “Das Kapital”in üzerinde durduğu hür ve otonom küçük ekinci tipleri öyle bir “Altın Çağ” köylüleri oldular. Bu özelliği, daha duruca kavrayabilmek için, azıcık soyutlaştıralım. Barbar kabile geldi. Eski yerleşik ve tarımla uğraşan toplumu egemenliği altına soktu. O zaman insan üretim ve mülkiyet ilişkilerinde ne görüyoruz?
Grundrisse öyle durumlar için, bir hipotez veya farz ve kabul edilecek tahmin yapıyor. Yaptığı, gerçek tarih olaylarının en aslına uygun gidişidir. Ve şöyle der:
“Öyle tarihcil proseler farz ve kabul etmek yerinde olur ki, orada belirli bir millet ve ilh. bir kişiler yığını gerçekten hür emekçiler durumuna değilse bile, -henüz öyle değildirler- hiç değilse farazi olarak (virtuellemen), hür emekçiler durumuna sokulmuştur; o emekçilerin tek mülkiyeti, var olan değerlerle değiş edebildikleri iş güçleridir. Bu kişilerin karşısında, bütün objektif üretim şartları, onların mülkiyeti değilmiş, başkasının mülkiyeti imiş gibi vardırlar; ama aynı zamanda, belli bir kertede, canlı emek sayesinde edinilebilecek olan değişebilir değerler gibi vardırlar. Bu tarihcil çözülüş proseleri başka başka görüntüde görünürler.” (39-40)
Grundrisse bu satırlarla başlıca iki büyük tarihcil olayın üzerine basıyor:
1- Bir HÜRLEŞME vardır. Ama bu durum, modern kapitalizmde görülen HÜR İŞÇİ gibi gerçekten hürlüğe kavuşmuşluk değildir. Ortada bir hayli FARAZİ (virtuel) karakter gösteren bir hürleşme, serbestlik vardır. Gerçekten hürleşmek iki anlam taşır:
Bir yanda emekçinin, objektif üretim şartlarından serbest kalması vardır, öte yanda emekçinin, gerek Komünden, gerekse herhangi bir Efendi yahut Bey mülkiyet ve egemenliğinden serbest kalması vardır. Bu iki anlamda tam bir serbestlik bulunduğu zaman, Antik Çağ ortadan kalkmış, yerine kapitalizm çağı başlamış olur. Yani, hür işçi ile üretim şartlarının sahibi kesilen patron karşı karşıya kalırlar.
Grundrisse’nin belirtilen farazi hürlük, izafi serbestlik, kapitalizmin hür ücretliliği değildir. Tarihcil prose henüz kapitalizme varamamıştır. Prekapitalizm çağındadır.
2- “TARİHCİL PROSELER” bir tek değil, bir çokturlar. Grundrisse, bunu özenle belirtiyor. Yalnız, o çeşitli proselerin ayrıntılarına girmiyor.
Biz o çeşitli proseleri tarihin sosyal oluşlar zinciri içinde ele alabiliriz. İlk Sümer toplumunun Barbarlıktan Medeniyete geçişi üzerine elimizde hemen hemen hiçbir malzeme net değil. Buna karşılık, ilk Kent Medeniyeti bir yol doğduktan sonra, onu temizleyen Barbar akınlarından pek çok örnekler biliyoruz. Onları başlıca iki toplum biçimi içinde derleyip toparlamak elden gelir:
a) YUKARI BARBARLIK’tan Medeniyete geçiş gerçekleşti mi, Kent içinde Kliyan ile Pleb tipleri kalkar; onların yerine kaskatı, hürriyetsiz KÖLE sosyal sınıfı geçer. Bu, bildiğimiz ünlü orijinal Medeniyetlerin klasik tarihlerde ayrıntılarıyla açıklanmış GİDİŞİ prosesidir.
b) ORTA BARBARLIK’tan Medeniyete geçiş: Yakın ve Uzak Doğuda TÜRK-MOĞOL göçebe akınları, Batıda HUN-CERMEN göçebe akınları (tarihteki deyimiyle ULUSLARIN GÖÇÜ, Muhaceret-i Akvam) bu geçişin örneğidir. Orada Komünün seçimle başa geçirilen asker şefi sivrilerek kral olur. Olur olmaz yanındaki “ARKADAŞLAR”ı yerine kimler geçer? İşte burada tarihcil prose bakımından, birbirine zıt yönde gelişimler önümüze çıkar. Evrencil insanlık tarihinde tuttuğu yere ve zamana göre bambaşka tipler görülür. O tiplerin hepsindeki insan, önce kaskatı hürriyetsiz, yani KÖLE değildir. Böyle olmakla birlikte, içine düştükleri SOSYAL ORTAM’a göre, bu insanların kaderleri, iki zıt yöne çevrilir. O iki yönü gözümüzde en klasik biçimiyle belirtecek örnekler Hindistan ile Batı Avrupa’da görüldü:
1- HİNDİSTAN’DA: Tarihcil prose, kapitalizm gibi GENİŞ YENİDEN ÜRETİM yapan bir ekonomik gelişime uğramadı. Yerinde saydı. Barbar Komünün o topluma getirdiği VIRTUEL hürriyet taşlaşıp kaldı. Fatih kabile, toplumun kutsal din veya savaş Kastı oldu. Yenilgiye uğrayan öteki yığınlar, zanaat yahut tarım işlerinde kastlaştılar. Marks’ın “KASTLAR SİSTEMİ” dediği şey budur. Toplumu o fosilleşen ekonomik ve sosyal ilişkiler durumundan söküp çıkarmak, kendiliğinden, yani kendi iç güçlerinden gelemez. Ancak dışarıdan zor gerekir. Bu da başlıca iki biçimde gerçekleşiyor. Birisi Antik Barbar akınıyla, ötekisi Modern Kapitalist akınıyla…
Klasik Antik Barbar akınları, Tarihcil Devrimler yaptılar, toplumu o taşlaşmış hali içinde altüst ve harman ettiler. Kastlar kabuğunu kırıp yeni gelişimlere kapı açtılar. Ancak; Hindistan, her yanı dünyanın en aşılmaz dağları ve en korkunç derin denizleriyle çevrili bir ülke idi. Barbar akınları, Hint toplumu için, ancak binlerce yılda bir gelen şans oldu. O da, hiçbir zaman, tam bir altüstlük sağlayamadı.
Tarih öncesinde, Sümerlerden İndüs ırmağı boyuna atılmış gözüken Kentleşmeler üzerine, belki Tufan Irak Medeniyetine inerken, Asya Barbarları Hindistan’a indiler. Ondan sonra geçen binlerce yıl, Kastları ebedileştirdi. Akdeniz Grek Medeniyetinin tasfiyesini yapan İskender, Hindistan’ın kapılarından öteye geçmedi. İskender’den sonra Hindistan’a yapılan bütün Barbar akınları, oradaki Antik Medeniyetçe, hemen kolaylıkla -söz yerinde ise- AMORTİZE edildi. Ve Hindistan, Kastlar ile baş başa kaldı.
İkinci ihtimal kapitalizm çağında belirdi. Ta uzaklardaki Batı Avrupa’dan, iliklerine dek kişicil ve çıkarcı kapitalizm geldi. Sarsılmaz Kastlar Sistemiyle, sarsılmaz bir efsane hayvan Dinozor gibi yatan koca Hindistan’ı sistemlice yağma ve çapul etti. Dünyanın en dayanılmaz şartlı SÖMÜRGE durumuna soktu. Kapitalizm, Kastlar kamburu üstüne Emperyalizm kamburunu bindirmekle yetindi. Avrupa metropollerinin Hintli uşaklarına dağıtabildikleri KAPİTALİZM SADAKASI, ülkeyi geniş yeniden üretim ekonomisine ve toplumuna götürmekten uzak kaldı. Böylece; fosilleşmiş acıklı Kastlar Sistemi, uzun yıllar evren işçi sınıfının sosyalizmini bekleyecekti.
2- AVRUPA’DA: Avrupa’da tarihcil prose, yıkılan Roma Antik Medeniyetinin yerine DEREBEYLİK SİSTEMİ’ni getirdi. Burada, Marks’ın deyimiyle: “İSTER ÇALIŞAN MÜLK SAHİBİ OLSUN, İSTER MÜLK SAHİBİ ÇALIŞSIN”, yeni insan kümeleri doğdu. Marks’ın “DÖRDÜNCÜ ÇÖZÜLÜŞ” adını verdiği biçimde ortak mülkiyetin eriyiş ortamı geçildi. Avrupa’da Derebeyliğin yerleştiği çağlarda, o çözülüş biçimlerinden ikincisi ile üçüncüsü akıp geçti. Birinci çözülüşte, ilkel Komün veya Orta Barbarlar, Tarım ekonomisine geçerek Yukarı Barbar Kentini kurdular. Ortaya çıkan toprak ilişkileri, henüz mülkiyeti toplumun olan toprak üzerinde çalışan üretmenleri yarattı. Çözülüşle ilkel Komünün vardığı mülkiyet biçimi ortaya çıktı. Dördüncü çözülüş, o kurulmuş Kent içinde belirdiği zaman, KÖLE-EFENDİ ilişkilerine yol açtı. Kent dışında belirdiği zaman, Orta Barbarlığın zaptettiği SERF-BEY ilişkilerine yol açtı. Ortak mülkiyet, o sınıf münasebetleriyle damgalandı.
Buraya dek, Marks’ın Grundrisse’de açıkladığı dört çözülüş biçimini özetledik. Bu dört biçimden birinci çözülüş, başlangıcı, dördüncü çözülüş, sonu gösteriyorlar. Biz, bu başlangıç ve son çözülüşleri bundan önce anlatılan iki ayrımda gördük. Şimdi, başlangıçla son arasında orta yere gelen ikinci ve üçüncü çözülüş biçimlerini izleyebiliriz. Marks’ın dört çözülüş biçimini anlattıktan bir sahife sonra belirttiği ve birinci ve ikinci “TARİHCİL HAL: Etat Historique”lere karşılık düşerler.
KÖLE-SERF
Grundrisse, toprak üretimiyle ilgisi bakımından, en çok Köle ve Serf kurumları üzerinde durdu.
Niçin, aynı Tarım üretimi uğruna çalışanlardan bir bölüğü KÖLE, başka bir bölüğü SERF oldu? Grundrisse bunun üzerinde durmadı.
Biz problemi incelemek üzere öncüleyin (a priori) yapıyormuşça, ilkin şu hipotezi koyalım:
1- Köle: KENT’in ürünüdür,
2- Serf: KOMÜN’ün ürünüdür.
Daha doğrusu:
1- KÖLE: Kent’in içinde Kliyan’ın yerini tuttu,
2- SERF: Komünün içinde Avene’nin yerini tuttu.
Kent PATRİCİ’si, ilkin ailesine yardımcı olarak aile içine aldığı yanaşma Kliyanlardan yararlandı. Medenileştikçe fütuhat yapan Kentliler, zaferlerin bol bol getirdiği esirleri Köle olarak çalıştırma yolunu tuttular. Böylece Köle, aile içinde Kliyandan daha çok yadlaşmış (yabancılaşmış) ve hürriyetini yitirmiş bir insan idi.
Komün BEY’i, ilk fütuhatını eşit arkadaşları ile yaptı. Biraz irkilip irileşince, savaş yoldaşlarını Avene durumuna soktu. Gene de Bey, yanında beslediği Avene ile çapul yaparak bir çeşit kolay geçim yolu sağlamıştı. Zamanla; Çobanlık üretimi yerine Tarım ekonomisi geçti. Tarım ürünü yanında, Avene ile yapılacak çapulun verimi ve değeri iğretileşti. Daha oturaklı Tarım üretiminde çalışacak yabancı yığınlar, toprak üzerinde Serf durumuna getirildiler.
Görüyoruz. Kliyan ile Avene gibi, Köle ve Serf de gelişigüzel tesadüf yahut keyfi davranış ile ortaya çıkmadı. Hepsi, belirli toplum biçimlerinin kaçınılmaz ürünleri oldu. Köle, Kentin MEDENİLEŞME KONAĞI’nda, Serf, Komünün MEDENİLEŞME KONAĞI’nda ortaya çıktı. Serfin ortaya çıktığı konağa, Çoban ekonomisinin Tarım ekonomisine geçiş konağı da denilebilir.
Böylece gerek Köle, gerekse Serf, iki ayrı tipte ekonomik ve sosyal ilişkilerden doğdu.
Doğuş karakterlerine göre KÖLE statik, SERF dinamik birer gelişimin elemanı oldular. Köle, bütün Antik Medeniyetleri batırdı. Serf, köleleşmediği ölçüde hürleşmeye doğru gelişti ve Batı toplumunu Derebeylik düzeninden Kapitalizme geçiren döner plakalardan, manivelalardan biri oldu. O sebeple Grundrisse, daha çok Serfliğin gelişimi üzerinden bulduğu ilginç sonuçlara yer verdi. Bu sonuçlar Marks’ın “CERMANİK MÜLKİYET BİÇİMİ” adıyla andığı ORTA ÇAĞ düzeni, yani DEREBEYLİK sistemi içinde görüldü. Batıda “ORTA ÇAĞ” adıyla anılan ekonomik ve sosyal düzen ne idi? Onu Marks’tan daha derin temeliyle belirten kimse bulunmadı.
Şöyle anlattı:
“Temelinde, mülk sahibinin kendi var oluş yordamı budur: Mülkiyet sakini artık çalışmaz; onun mülkiyeti içine, üretim şartları arasında, emekçinin kendisi ve Serf ve ilh. olarak girmiş bulunur.” (39)
Batıda Kentin PATRİCİ’si, ilkin bizzat kendisi basit bir toprak emekçisi köylü, küçük ekincidir. Yani, Patrici, Tarım üretiminde fiilen çalışmakla işe başlar. Barbar BEY ise, askercil demokrasinin savaşı zanaat haline getirmiş fütuhat elebaşısıdır. Değil yercil ekonomi işlerinde çalışmasın, istese çalışamaz. Çünkü o Bey doğrudan doğruya Çobanlıktan gelmiştir. Tek sözcükle BİLMEZ Tarımın ne olduğunu. Kentin fatih asilleri (Patriciler) ile Komünün fatih beyleri (önce Şövalyeler, İlbler, sonra Derebeyler) arasında göze çarpan derin başkalık, hatta uçurum buradan gelir. Ne var ki Barbar Beyler, savaş zanaatlarında yürürken, talihleri yüzlerine güldü mü, gözü alabildiğine geniş topraklara ve o topraklar üzerinde yaygın insan yığınlarına ansızın EGEMEN duruma girmişlerdir. Onların bir anda anladıkları şey bu egemenliktir. Mülkiyet değildir. Ne toprağın, ne insanın üzerinde MÜLKİYET ilişkisi kurmak, Barbar Komün insanı için bilinen şey değildir. Onu ancak çok sonraları, geçmiş Medeniyetlerin sofrasında öğrenecektir. Bu yüzden, Komün Beyleri, ellerine geçen topraklara o zamana dek alışageldikleri gözle bakarlar. Onların gelenek ve göreneklerine göre her şey orta malıdır. Toprak da herkesin yararlandığınca ortak mülkiyeti olabilir. İlk Roma çağlarındaki AGER PUBLİCUS, İslamlıktaki MIRI ARAZİ, bu bakışın ürünüdür. Gene aynı gelenek, görenek ve toprak üretimiyle uğraşmamış olmak, Patrici’ce davranışın tersine, insanı Köle olarak çalıştırmayı şart koşmaz. Aslına bakarsak Kent de ilkin bir Komün tarafından kurulmuştur.
Farkı, Kent kuranların Tarıma ulaşmış Yukarı Barbar oluşlarından ileri gelir. Ve Kentte Kandaşların toprak üretimi ile çalışmaları, onlarda, Komünün ortak mülkü olan toprağa karşı bir mülkiyet içgüdüsü yaratır. Orada mülkiyetle egemenlik birbirine katılır. Marks, gerek Serflik, gerekse giderek Kölelik ilişkilerinin toplumda ekonomik anlamıyla gelişmelerini hep birden şöyle anlatır:
“Bu DOMINATION: EGEMENLİK İLİŞKİSİ, burada, esaslı bir benimseme (approppriation: Sahip çıkma) ilişkisi gibi görünür. Hayvana, yere ve ilh. karşı egemenlik ilişkisi gösterilemez ve olamaz; çünkü, hayvan da bir görev yerine getirdiği halde, benimseme ilişkisi içinde bulunur. O egemenlik ilişkisini şartlandıran şey yabancı bir iradenin benimsenişidir. İradesi bulunmayan şey, örneğin hayvan, gerçi hizmet edebilir; ama, o şeye sahip olan, o şeyin efendisi haline gelmez. Öyle ise görüyoruz, burada HEM EGEMENLİK İLİŞKİSİ, HEM KULLUK (SERVİTUDE) İLİŞKİSİ, ikisi birden üretim aletlerinin benimsenişi kavramı içinde toparlanır. Bu ilişki, bütün ilkel mülkiyet ve üretim ilişkilerinin, sınırlarını deyimlendirdiği gibi, hem gelişimleri için ve hem de ortadan kalkmaları için gerekli olan mayayı teşkil eder.” (40)
Kliyan ve Avene, henüz böyle sosyal ilişkiler içinde asıl mülk sahibine ve ailesine karşı yadlaşmış birer sosyal sınıf değildirler. Belki ileride, tarihcil gelişim şartlarına göre, sosyal sınıfların tohumu olacaklardır. Bununla birlikte, egemenlik, bir benimseyişin, sahip çıkmanın başlangıcı olmuştur. Osmanlı Miri topraklarında “Beyt-ül Mal-i Müslimin” adına KONTROL yapan Beylere, son zamanlara dek, “Sahib-ül Arz: Yerin Sahibi” denirdi. Sahip sözcüğü, ilkin Arapça’da lügat anlamı ile “KORUYUCU” demektir. Ancak, sonraları, toprağı ve üretmeni korumakla görevli olan “Sahib-ül Arz”ların nasıl “MÜLKİYET SAHİBİ” durumuna doğru soysuzlaştıklarını ve Derebeyleştiklerini yerinde görmüştük. Bu ayrılıkları gözden geçirince anlıyoruz. Kölelik, Kent biçimine girmiş Komünün son basamağıdır. Serflik, Kent biçimine girememiş KOMÜN’ün son basamağıdır. Bu iki kurum, önce Komünün başını yerler; sonra, Kölelik üzerine dayanan Medeniyetin ve Serflik üzerine dayanan Derebeyliğin başını yerler.
ORTA ÇAĞ KÜÇÜK EKİNCİSİ
Tarihte Köleliğin sonu, orijinal Antik Medeniyetin yok olması ve Tarihcil Devrimin başlaması demektir. Kölelikten sonra yeni bir sosyal devrimin toplumda belirdiği görülmemiştir.
Tarihcil Devrimlerin uzun çağını kapatıp Sosyal devrimler çağını aşan, Serflik kurumunun gelişimi olmuştur. Bu gelişimin somut adına AVRUPA ORTA ÇAĞI diyoruz. Marks’ın soyut olarak ele aldığı Orta Çağ yahut Cermen Çağı, Serflik çağı diye de adlandırılabilir. Orta Çağda iki tip emekçi insan ortaya çıktı:
1- KÜÇÜK EKİNCİLER,
2- ESNAFLAR… Bu iki tip insan da, Orta Çağın KÜÇÜKBURJUVA kümelerini teşkil ederler. Kapital öncesi gelirler. Kapitale sebep olurlar.
Grundrisse Orta Çağ küçük ekinciliğini şöyle karakterize eder:
“Çalışan kişi toprakla kendisine ait bir şey imiş gibi ilgilenir. Toprağın mülk sahibi imiş gibi çalışır ve üretir. En iyi durumda yalnız toprağı işleyen kişi olmakla kalmaz; aynı zamanda toprağı kendi mülkiyetinde tutarak, toprakla çalışan kimse olarak ilişkili bulunur. Farazi olarak, toprağın mülkiyeti içinde, hem ilk maddenin, hem orijinal (aslından beri) aletin, toprağın kendisinin ve kendiliğinden bitmiş yer ürünlerinin mülkiyeti de bulunur. İlkel biçimiyle göz önüne getirilen bu ilişki, bize kişiyi, toprağı benimseyen, orada ilk maddeyi bulan, aleti bulan ve emekle yaratılmamış olup toprağın kendisince yaratılmış yaşama araçlarını bulan kişi olarak gösterir. Bu ilişki yeniden üretilir üretilmez, ikinci kerte aletlerin ve bizzat emeğin yarattığı ürünlerin fışkırdığı görülür; ve bütün bunlar ilkel biçimleriyle arazi mülkiyeti içinde bulunur.” (36-37)
Marks, bu çeşit üretim yordamındaki mülkiyet ilişkisine “DAHA CEVHERLİ MÜLKİYET İLİŞKİSİ” der.
“Bu bir numaralı tarihcil hal, (emeğin sermaye ile olan) ilişkisi içinde inkâr edilir yahut o ilişki içinde tarihcil çözümünü bulmaya adanmış olur.” (37)
Grundrisse’nin yukarıki tanımlaması, Kent içinde ilk eşit Kandaşların paylaştıkları toprakları göz önüne getiriyor. Orada, çalışan ile mülk sahibi aynı kişidir. Ancak, Kent içinde bile, ilk zamanlar, Kentdaş üretmen çiftçi, toprağın açıkça “mülkiyet sahibi” olmaktan uzaktır. Kentdaşlar, daha çok, tapınağın veya toplumun, yani Allah’ın sayılan toprak üzerinde eşit haklı TASARRUF sahipleri olarak görünürler. Bunu, “Asyalı” olan Irak ve Mısır Kentlerinde daha açık görüyoruz. Ne var ki, Akdeniz Bezirgan Kentlerinde bile keyfiyet, nitelik bakımından Kent, aynı ilişkilerle doğmuştur. Roma’da belli sürelerle yapılan CENS araştırmaları vardır. Orada bütün Kentdaşlar, yoklama yerine bir eksiksiz toplaşırlar. Varlarını yoklarını açıklayıp doğruca yazdırırlar. Osmanlı toprak düzenindeki “TAHRİR” adını alan resmi kontroller de, Roma’nın “Cens” usulünü andırır. Bütün bunlar toprak üzerindeki mülkiyet sahibinin henüz KOMÜN olduğunu gösterir. Kişilere verilen, yalnız tasarruf (işleyip yararlanma) hakkıdır ve bu hak bile, eşitliği bozmasın diye, sık sık denetlenir. Göçebelikten gelen Komün, fütuhatla ele geçirdiği topraklar üzerinde, daha başka türlü bir münasebet kuramaz. Ancak, kendiliğinden bir basamak ileri bir toplum olan Kent içindeki toprak ilişkilerini, hemen hemen oldukları gibi benimseyip uygular. Bu uygulamanın en belli örneği, Osmanlılıkta görülen ünlü DİRLİK DÜZENİ’dir. Bu düzene göre (Roma’nın AGER PUBLİC dediği) “MİRÎ TOPRAK”ların “RAKABESİ” (yani mülkiyet ve kontrolü), “MÜSLÜMANLAR MAL EVİNİN”, yani bütünüyle toplumundur.
“Çiftçi”ye, verimi de göz önünde tutularak, eşitçe üleştirilen toprağın yalnız tasarruf hakkı bağımlanmıştır. Beyin bu toprak üzerinde ne mülkiyet, ne tasarruf diye hiçbir hakkı bulunamaz.
Sonra nasıl oldu da ÇİFTÇİLER, kimi yerde mülk sahibi, kimi yerde “YERLERİN ESİRİ” durumuna girdi? Buna karşılık, nasıl oldu da ne mülkiyet ne de tasarruf hakkı bulunmayan “SAHİB-ÜL ARZ” Beyler, yavaş yavaş “EŞRAF, AYAN, MÜTEGALLİBE” adlarıyla, koruyup savunacakları topraklar ve üretmen insanlar üzerinde, mal sahibi haline geldiler? Yani Batının “FEODAL: Derebeyi” dediği sosyal sınıfı biçimlendirdiler? Buna, Osmanlı toprak düzeni üzerine “OSMANLI TARİHİNİN MADDESİ” etüdümüzden bir özet olarak aktardığımız “TARİH-DEVRİM-SOSYALİZM” kitabında kısaca dokunduk.
Marks, o gelişimin derin mekanizmasını çok daha ilkel başlangıcından ele alıyor. İlk toprağa el atan çiftçi, toprakta, hemen her şeyi hazırca, “Hudayinabit” olarak buluyor. Onlara Komün aracılığı ile sahip çıkıyor. Onun için, başta toprak gelmek üzere, Komün sayesinde edindiği aletleri, ilk maddeleri, ürünleri modern anlamdaki MÜLKİYET biçiminde kendi kişiliğinin tekeline koyamıyor. Gel zaman, git zaman emekçi kişi toprak üzerinde üretime devam etti mi, her seferinde YENİDEN ÜRETİM yapmaya başlar ve bu daha küçük köylü ekonomisinde yeniden üretilen “aletler ve ürünler”, çiftçi emeğinin yaratığı olurlar. Bu yüzden, emek ürünü olan her yeniden üretilmiş nesnenin benimsenmesi, “KİŞİ MÜLKİYETİ” biçimine doğru gelişir. Nitekim Osmanlı “Miri Toprak” düzeninin ilk çağı olan DİRLİK DÜZENİ sırasında, Kanunlara göre dahi toprak, toplumun mülkü sayılır. Ama toprak üzerinde kurulan “EBNİYE, ESCAR ve GÜRÜM” (yapılar, ağaçlar, asmalar) gibi çiftçinin alın teri ile yarattığı nesneler, gerçekten KİŞİ MÜLKÜ sayılır. Bu durum toprakla üzerinde yaratılan nesneler arasında kapanmaz bir çelişki yaratır. Zaman ilerledikçe mülkiyet hakkı yapılar, ağaçlar ve ürünler kanalından toprağa da bulaşıp yerleşecektir.
İşte Marks’ın gerek Grundrisse, gerekse “Kapital” yazılarında “KÖYLÜLÜĞÜN ALTIN ÇAĞI” diye andığı İngiliz “YEOMEN” tipi böyle doğdu. Engels’in (Orijin etc.), Roma Medeniyeti batarken, Kölelik artık verimsizleştiği için, Barbar akınları altında ortaya çıkıp yayıldığını belirttiği “KOLON”lar tipi de böyle doğdu. Antik tarihte, her orijinal Medeniyet batıp yerine yenisi çıkarken, ikisi arasında, daima Barbar akınlarının yaptığı “TARİHCİL DEVRİMLER” görüldüğünü biliyoruz. Bu devrimlerin üretim temelinde yarattığı şey, bir çeşit Antik ve kendiliğinden TOPRAK İHTİLALİ denilecek şeydi. O toprak ihtilali sayesinde, örneğin Osmanlı Dirlik Düzenine bağlı ilk “ÇİFTÇİ” veya “REAYA” tipleri de böyle doğdu.
ORTA ÇAĞ KÜÇÜK ESNAFI
Roma Kadim Medeniyeti çökerken, barbar akınları ortasında, Marks’ın “İkinci Çözülüş” dediği olay belirdi. Bu olay, kişinin ortak mülkiyetle bağlarını büsbütün koparması idi. Bu kopuşma ile ortaya çıkan emekçi insan tipinin en son biçimi “ORTA ÇAĞ ESNAFLIĞI” oldu. Orta Çağ dışındaki esnaflığı, Orta Çağ esnaflığı ile karıştırmamalıdır. Örneğin kapitalizmde de “ESNAF” vardır. Kapitalist sınıfı, sayıca azalıp, büyük güçleri tekelinde tuttukça, yapma tedbirlerle, işçi sınıfı içinde bile, aristokrat bir yarı esnaf tipi türetir. O tip türeme “esnaf”, Roma’nın son günlerinde her sabah zenginleri “EKMEK VE SİRK” dileğiyle selamlayan, modern ayak takımına benzetilebilir. Modern şehir küçükburjuvazisi, en ufak kolektif savunma örgüt ve aracından yoksuldur. Finans-Kapital, attığı olta yemleriyle o küçükburjuvaziyi kursağından yakalar, bağırta çağırta kendi zafer ve zulüm (sömürü ve baskı) arabasına beygir yerine takıp kullanabilir.
Faşizm, bu trajedinin en acıklı örneğidir. Orta Çağ esnaflığı, Komünün ortak mülkiyetine Orta Çağ ekincilerinden daha uzaktır. Ortak mülkiyeti anaya benzetirsek, küçük ekinci, olgunlaşmış ve doğum sancılarından az önce havsala berzahına [legen kemiği aralığına] girmiş çocuğa benzer; henüz ana karnında sayılır. Esnaf doğmuş, yalnız, göbek bağı henüz anasının plasentasından kopmamış çocuğa benzer. Eski Komünün gölgesi olsun, Orta Çağ esnafının üstünde Jürandlar, Loncalar biçiminde koruyuculuk yapmaktan henüz çıkmamıştır.
Marks bu durumu bütün canlılığı ile karakterize eder:
“İkinci hal: ALETİN MÜLKİYETİDİR; emekçinin, şahsına ait olan aletle ilişkisidir; emekçi, aletin mülk sahibi gibi çalışır. (Not12: Burası aletin kişi emeğine boyun eğdiği konaktır; bu durum,emeğin üreticiliğinin prodüktivitesinin özellikle dar bir gelişimdüzeyidir. s. 44) Buradaki kişi mülkiyet sahibi emekçidir. Yahut emekçi mülkiyet sahibidir. Bu durum, arazi mülkiyetinin yanı başına ve dışına konulmuş bir bağımsız biçimdir; bu durum, emeğin esnafcıl ve şehircil gelişimidir. Orada emek artık, birinci biçimde olduğu gibi, arazi mülkiyetinin arızi ve ek bir faktörü olmaktan çıkmıştır. Esnafın mülkiyeti olan ilk madde ile yaşama araçları, bundan böyle, kendi zanaatı ve alet mülkiyetiyle dolaylandırılmış (mediatize edilmiş) bulunur. Artık ikincil bir tarihcil sahanlıktayız. Bu tarihcil basamak, emekçisiyle aynı zamanda ve onun dışında var olur ama önemli bir değişikliğin alametlerini gösterir; çünkü, İKİNCİ MÜLKİYET TÜRÜ VEYA BU MÜLKİYETE SAHİP EMEKÇİ, ÖZERK (OTONOM) BİR KURUM HALİNE GELMİŞTİR. Aletin kendisi bir emek ürünü olduğundan, o da emekle elde edilmiş mülkiyeti teşkil edici bir eleman olduğu için, bundan önceki durumda olduğu gibi topluluk, artık kendiliğinden (spontane: Hudayinabit) ve tabii biçimiyle gözükmez. Tam tersine, burada, emekçinin kendisince üretilmiş bir topluluk, neden sonra, ikinci kerte düzeyde (ikincilseviyede) doğmuş bir topluluk vardır. Şüphe yok, aletin mülkiyeti emeğin üretim şartlarının mülkiyeti demek olduğu vakit, alet, gerçek faaliyet içinde kişicil emeğin ARACI’ndan başka bir şey değildir. Aleti olduğu gibi benimsemek zanaatı, üretim aracı olarak elden geçirmek ve işletmek zanaatı, emekçinin hususi bir becerisi, bir mahareti gibi gözükür; zanaat, emekçiyi aletin mülkiyet sahibi olarak ortaya koyar. Kısacası, içinde zanaatkar emeğinin hem kimesne (süje: Teba) olarak ve hem mülkiyet sahibi olarak teşekkül ettiği Jurandlar veya Loncalar sisteminin esaslı karakteri, üretim aracı ile (mülkiyet olarak iş aletiyle) ilişkisinin hadleri (terimleri) içinde incelenebilir. Bu durum, mülkiyet olarak elde tutulan toprakla, yerle (olduğu gibi ilk madde ile) olan ilişkiden bambaşkadır. (İngilizcesi: Birinin mülkü olan toprakla, yerle ilişkiden, daha doğrusu toprağın mülkiyet olarak hammadde oluşundan bambaşkadır.[İng.101]) Kimesneyi (süjeyi), ister mülkiyet sahibi emekçi, ister emekçi mülkiyet sahibi olarak koysun, bu durum, üretim şartlarının hususi bir momenti (bir manivela anı) ile ilgilidir. Bu iki numaralı tarihcil haldir; bu hal, tabiatı iktizası [gereği], ancak birinci hale karşıt durumda var olabilir yahut, istenirse, değişikçe bir tamamlayıcı durumda var olabilir; ve kendisi de, sermayenin birinci formülü içinde inkâr edilir.” (40)
Orta Çağ esnaflığı, bugünkü gibi cidden “sahipsiz” ve “Başıbozuk” esnaf, yani tek başına anarşiye düşmüş Donkişot değildir. Temiz, ilkel sosyalist Komünden gelmiş ortaklık ve kardeşlik havası ile yaşar.
“2. Emekçinin alete mülk sahibi olarak göründüğü ilişkisinin çözülüşü: Nasıl, birinci mülkiyet biçimi, gerçek bir topluluğu ön şart biliyorsa; tıpkı öyle, bu alet mülkiyeti de, zanaatkar emeği olarak Manifaktür emeğinin hususi bir gelişim biçimini ön şart bilir; Jurandlar, Loncalar ve ilh. sistemi o biçime bağlanır. Orada emek, henüz yarı artistiktir, yani kendi kendisini amaç edinmiş ustalıktır. Hususi beceriklilik, aynı zamanda alete sahip olmayı garantiler. O zaman, söz yerinde ise, bir çalışma yordamının, örgütünün ve aletinin mirası olur. Orta Çağ Kenti: Çalışma henüz şahsidir; kısmi istidadın [yetenek, yatkınlık] iyice belirli gelişimi ve kendiliğinden kabul edilmiş gelişimi vardır, ve ilh.” (35)
Toplumdaki üretim ilişkileri, mülkiyet biçimini yukarıki durumlara getirince, yeni prose başlar. Doğan kapital, küçük köylünün toprağını, esnafın aletini elinden alır. Her iki üretmen, çalışma araçları üzerindeki mülklerinden edilir. O zaman, bu kişiler, “hür” emekçi adını alırlar. Onların, işgüçlerinden başka satacak şeyleri kalmamıştır. Ücret karşılığı işgücünü satın alan kişi, kapitalist olur; satan kişi, işçi olur ve kapitalizme geçilir.
Bundan sonra gelişen kapitalist mülkiyet biçimi, Marksizm’in ana kitaplarında yeterince, ayrıntılarıyla ve bütünlüğü ile en ufak elden geçirilmeye hacet kalmayacak biçimde açıklanmıştır.
DONANMA DAVASI SAVCISINDAN…
Bugünkü paylaşımımız 1938 Donanma Davası savcısı Binbaşı Şerif Budak’ın esas hakkındaki mütalaasından bazı parçalar olacak.
Donanma Davası’nı ayrıntılarıyla yayına hazırladığımız “KIVILCIMLI’NIN DAVALARI ve SAVUNMALARI” kitabında ayrıntılarıyla yayımlayacağız.
Donanma Davası’nın ilk savcısı Haluk Şehsuvaroğlu, objektif bir hukuk adamı olmaya çalışan biri. Sanıklara saygılı, hukuk kurallarına bağlı biri. Ancak zamanın genelkurmayı sanıkların ağır biçimde cezalandırmasından yana. O yüzden H. Şehsuvaroğlu davadan alınır ve yerine Şerif Budak atanır.
Şerif Budak dönemin bir savcısı. Daha önce aynı yıl açılan Harbiye Davası’nda da savcılık yapmış ve Nazım Hikmet’in 15 yıl ceza almasını sağlamış. Mareşal Fevzi Çakmak’ın isteğiyle önce askeri görev verilir, hatta deniz kuvvetlerine binbaşı rütbesi ile atanır. İşte bu Şerif Budak, davanın son aşamasında “Dr. Kıvılcımlı için delil arayacak kadar saaaafdil değiliz diyen savcıdır.
Buraya aktaracağımız paragraflar işte bu savcının duruşma esnasındaki mütalaalarından bölümlerdir. Bu bölümleri daha önce Kıvılcımlı Enstitüsü’nün düzenlediği “Tanıklarla Kıvılcımlı Sohbetleri” serisinde Emin Karaca bizlere aktarmıştı. Geçtiğimiz aylarda video çekimlerini yayımlamıştık. Aynı videoların bant çözümlerini, 2016 yılında Kıbrıs’ta yaptığımız röportajların metinlerini de ekleyerek önümüzdeki ay kitap olarak yayımlayacağımızı da duyuralım.
Bu vesileyle kıymetli ağabeyimiz Emin Karaca’yı da bir kez daha saygıyla analım.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
SAVCI BİNBAŞI ŞERİF BUDAK’IN DONANMA DAVASI SÖZLERİ
“Ey yüce hakimim, muhterem mahkeme heyeti, dirayetli Reis Bey. Sizlere utanarak üzülerek söylüyorum, biliniz ki şu anda ünlü şairlerle meşhur doktorlarla, ismini kitaplara gazetelere geçirmiş kadın ve erkek yazarlarla, Rus üniversitelerinde ihtilalcilik tahsil etmiş birtakım şaşkın maceracılarla, mutfağında bulaşığını bile doğru dürüst yıkamayan kadınlarla, politikaya özenmiş henüz bıyıkları bile terlememiş acemi saatçi çıraklarıyla, vatan hizmetini taşınmaz bir yük sayan asker kaçaklarıyla karşı karşıyasınız. Vaktiyle köprü altlarında yatan aç sefil iki üç kuruş para için kundura boyacılığı yapan çıplak ayaklı zavallı kabak çekirdeği satan bahtsızlar, şu gördüğünüz sıralarda oturmaktadır. Devletin kanatları altına aldık. Sığındıktan sonra ancak karınları iki kaşık çorba, sıcak aş görebilen kuş beyinliler karşınızdadır. Yangın yerlerinde vatansız birtakım haydutlara zevk kokması olan yüzü kirli genç insanlar bunlar. Devletin güçlü kanatları altında yani donanmada adam sınıfına kavuşur gibi olunca da amiral olmaya kalkan bir hain kargalar sürüsüyle karşı karşıyasınız. Bunlar ziyana dadanmış vahşi hayvan sürüleri gibi vatanımızdaki her güzel şeyi haince silip süpürmek, kopası gırtlaklarından geçirmek istiyorlar…
“Ey yüce kişiler! Bunlara baş kaldırtmayınız, bunlara katiyen aman vermeyiniz. Şu anda vatan kurtaran kahramanlar, serhatta dizilmiş yaman bir merakla bizleri gözlüyorlar…
“Ey yüce hakimim, muhterem mahkeme heyeti, dirayetli Reis Bey. Biliyorsunuz ki öğleden evvelki ilk oturumda karşınızda sıralanan bu bahtsızların yüzlerindeki sis perdesini bir hamlede acımaksızın yırttık. Şimdi de suçun dayanaklarına geldi sıra. Bizler düşmanı kahretmek kararında olsak bile katiyen adaletten ayrılmayız. Yarın gelecek nesillerce bu sözlerimiz kayıtlardan okunacaksa, elbette yüzleri kızaran bizler olmayacağız. Gülüşmeler, yorumlar. Savcı günümüzü değil geleceği de garanti alıyor. Şerif Budak sürdürüyordu. Muhterem mahkeme başkanı. Bu dava aslında iki kutupta toplanır. Bunlardan birincisi Nazım Hikmet, ikincisi de Doktor Hikmet Kıvılcım’dır. Makamımız her iki kutbun da gerçek maksatlarına ta temeline kadar inerek araştırdı. Bir an bile afaki davranmayı elden bırakmadı, ihmal etmedi, göz ardı tutmadı. Şimdi bunları sizlere hem yetkiyle hem de vicdan huzuruyla açıklayabilirim. Ama hedef bizim için hakikatler ve yalnızca onların aydınlanmasıdır. Muhterem Başkan, şimdi açıklamama Nazım Hikmet’le başlarsam herhalde yadırgamazsınız. Biz onun mısralarının, isyankâr da olsalar, elbette farkındayız. Ancak bir an dikkatlerinizi çekmek isterim ki konumuz şiir değil gözbebeğimiz donanmamızın karıştırılmasıdır. Söz konusu olan işte burada ünlü şairi gene yıkıcılıkta başrol oynarken görüyoruz. Şaşmadınız değil mi? Kim derdi ki Harbiye’de yaşananlar bize donanmada ışık tutacak? Oysa bir anlamda şimdi anlıyoruz ki donanma öne geçmiş. Yani şair yıllar önce orduya göz dikmiştir. Şu var ki, bir şeyi açıklarken daha önemli bir şeyi görmezden gelmek gafletine düşmemeliyiz. Üstünde titizlikle durmak, açıklamak gerekir. Donanma için asıl tehlike Doktor Hikmet Kıvılcım ve onun arı gibi çalışan Kıvılcım Kütüphanesi’nden gelmektedir. O burada sinsi sinsi yeraltı metotlarıyla çalışmakta, sadece donanmayla uğraşmakla kalmayıp sözde bilimsel çalışmalarıyla Cumhuriyetimizin temeline dinamit koymaya hazırlanmaktadır. Onun bu yolda en yakın yardımcısı Fatma Yalçı’dır. Unutmayınız, kanunu polisi hiçe sayan yeminli militan Kerim Korcan’ı açıklıyorum. Tahkikat derinleştikçe anlaşılıyor. Nazım Hikmet de şifa bulmaz bir kimlikle yeniden karşımıza çıkmakta. Şurada birçok tutuklu arasında hiçbir şeyden habersizmiş gibi bir havada görünmektedir. Daha bundan birkaç ay evvel benim savcısı bulunduğum bir mahkemede 15 sene temyiz tasdikli ceza almış. İnsanız, bizleri derin derin düşündürmüştü ama donanma dosyasını elime alınca şaştım. Bu kanaatim onun aleyhine değişmiştir. O günden beri Doktor Hikmet Kıvılcım güvenlik kuvvetlerinin varlığından habersiz midir nedir? Hiç perva etmeden bildiğini okumakta, tuttuğu batıl yolda hiç duraksamadan ilerlemektedir. Bir taraftan harıl harıl tercümeler yaparken, nasıl yapar bilinmez, bir taraftan yeni yeni eserler telif etmektedir. Birinin ismini merak eder misiniz? Geberen Kapitalizm. Dileriz bu badireden ulus kurtulur ama o bir şeyleri öldürmekte kararlıdır bu vatanda. Son derece kararlı bir adam karşısındayız. Yüksek heyetinizi naçizane uyarıyorum. Evet Nazım Hikmet’in Ankara’da Harbiye Mahkemesi’nden aldığı 15 senelik hüküm aslında çok ağır bir cezadır ve bunu çekmesi sanıldığı kadar kolay değildir. Ama Muhterem Başkan, ülkemizde hakimiyet bilâ kayd ü şart milletindir. Bir Büyük Millet Meclisimiz vardır. Onun nedamet duymuş, yata yata ıslah olmuş mahkûmu affetmek şanından değil midir? Daha dün Yüzellilikler affedilmediler mi? Hem bunlar milli mücadeleye karşı haince bayrak açmış kişilerdi. Bendeniz Ankara’da oturur Muhterem Başkan. Bu bakımdan İstanbul’da bulunan Doktor Hikmet Kıvılcım’a muayene olmadığımı elbette söylemeye gerek yok. Ancak bir noktaya dikkatlerinize çekmek isterim. Bu fikir eserlerini meydana getiren bir hekim. Hem de askeri hekim. Elbette iyi bir doktordur. Peki öyleyse neden kendi öz mesleğiyle uğraşmaz da ki askeri doktorların değeri aşikar, tutar fikir hareketlerine en vurucu siyaset akımlarına soyunur, bu çalışkan kabiliyetli bey? Bunu anlamayacak ne var? O kendisini sakat bir davaya adamıştır. Biraz evvel de söylediğim gibi donanma dosyasını elime alınca derin bir hayrette kaldım. Nazım Hikmet şaşırttı beni. Bu büyük şaire Harbiye’den aldığı ağır cezadan dolayı duyduğum merhameti, acımayı da kaybettim. Öyle ya, o bizler onu Harbiye’de mahkeme altına almadan tam 4 sene evvelde açık açık askeri kişilerle temasa gelerek birtakım gözü dönmüş Rusya’da ihtilalcilik tahsil etmiş maceracılarla onların desteğinde şanlı donanmamızın içine sızmaktan hiç perva bile etmemiştir. Bunu derin hayretlerimle sizlere de duyuruyorum. Öte yandan Doktor Hikmet Kıvılcım elbette boş durmuyor. Gördüğünüz gibi kitaplarının harıl harıl satılması onu durdurmuyor. Ötelere, ta ilerilere ulaşmak niyetindedir. Çok iyi de bilir ki silahsız bin kişiden silahlı bir kişi her zaman için kuvvetlidir. Onun için ele geçirdiği kendisine kayıtsız şartsız bağlı yeminli militan Kerim Korcan’la Kıvılcım Kütüphanesi’nde basılan kitapları koli koli donanmaya sevk etmeye başlamıştır. Bazı gafil gedikliler de bu kitapları okumuş ve sapıtmışlardır. Demiştim ya belki de amiral olmak istiyorlar. Ey yüce hakimim, muhterem mahkeme heyeti, dirayetli Reis Bey. Harbiye’den aldığı ağır cezaya rağmen Nazım Hikmet gene ıslah olmaz bir kişi olarak yeniden karşımızdadır. Onun gözleri dönmüş taraftarları, suç ortakları Hamdi Şamilof ve karısı Emine Alev, başgedikli Hamdi Alevdaş, Kemal Tahir ve diğer arkadaşları dosyaları geçmiş olayları bütün ayrıntılarıyla ele veren ifadelerinin hesap kitabı ile meşguldürler şimdi. Lütfen birer defa bakın. Hiç nedamet hissine benzeyen bir alamet görüyor musunuz yüzlerinde? Boşuna zahmet etmeyiniz, boşuna aramayınız. Onlar bir kere bu günaha bulaşmış, öyle de gideceklerdir. Bakın Doktor Hikmet Kıvılcım tuttuğu yolda kararlıdır. O Marksist fikirlerini hummalı bir şekilde memleketimize taşımakla Kemalizm’i tarihin çöp sepetine atmaya çalışmaktadır. Fatma Yalçı onunla yakınlığından zerre kadar pişmanlık duymamıştır. Kerim Korcan fakir bir saatçi çırağı parçası olduğu halde acaba üstçavuş Seyfi Tekdilek’e bedava kitap göndermekle hangi maksadı mahsusa hizmet etmiştir? Bu noktaya da yüksek nazarlarınızı çekmek isterim. Bunlar katiyyen ıslah kabul eden kişiler değildir.”
HİKMET KIVILCIMLI’DA SOSYOLOJİK TEMALAR VE DURKHEİM SOSYOLOJİSİNİN ERKEN DÖNEM ELEŞTİRİSİ – VEFA SAYGIN ÖĞÜTLE & GÜNEY ÇEĞİN
Kıymetli arkadaşlar. Bir süredir sitemizde yazı paylaşmıyoruz. Yaz durgunluğu, bizim seyahatlerimiz, “Tanıklarla Kıvılcımlı Sohbetleri” ve “Kıbrıs Röportajları” kitaplarının hazırlığı derken 2 ay kadar bir şey paylaşmadık. Bundan böyle yine on beş günlük aralıklarla paylaşımlar yapacağız.
Bu arada daha önceden ara sıra paylaştığımız bazı akademik tez ya da akademisyenlerin yazıp yayımladıkları bazı makaleleri belli aralıklarla yazarlarından izin alarak burada paylaşmayı düşündük. Ayda bir defa gibi bu tür tez ve makaleleri de paylaşacağız.
Bu hafta Pamukkale Üniversitesi öğretim üyelerinden arkadaşımız Güney Çeğin’in Vefa Saygın Öğütle ile birlikte yazdıkları ve 2008 yılında Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi’nin 6. Cilt 11. Sayısında yayınladıkları HİKMET KIVILCIMLI’DA SOSYOLOJİK TEMALAR ve DURKHEİM SOSYOLOJİSİNİN ERKEN DÖNEM ELEŞTİRİSİ başlıklı makaleyi yayınlıyoruz.
Daha önce de defalarca katkısını aldığımız sevgili Güney Çeğin ve arkadaşı Vefa Saygın Öğütle dostlarımıza izin verdikleri için teşekkürlerimizle.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
Hikmet Kıvılcımlı, 1902 yılında, Posta-Telgraf Müdürü Hüseyin Bey ile eşi Münire Hanım’ın oğlu olarak Priştine’de doğdu. Yaşamına dair belli kesitler sunarsak: 1919’da İzmir’in işgâli üzerine Yörük Ali Efe’nin çetesine gönüllü olarak girerek, Yunanlılara karşı savaştı. Köyceğiz’de Menteşe adlı bir gazete çıkardı. Sonrasında İstanbul’a gelen Kıvılcımlı, 1925’te Askeri Tıbbiye’yi bitirdi. 1925 yılı Kıvılcımlı için bir dönüm noktasıdır. Zira bu yıl, Kıvılcımlı, Türkiye Komünist Partisi’ne girdi ve aynı yıl içinde iki kere tevkifata uğrayarak, birincisinde 1 ay yatıp çıktıktan sonra ikincisinde 10 yıl hüküm giydi. Ancak dönemin Türkiye Cumhuriyeti ile Sovyetler Birliği arasındaki hassas dengeler sonucu bir yıla kalmadan yoldaşlarıyla birlikte salıverildi. 1929 yılında, İzmir Davası kapsamında tutuklanarak 4,5 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve Elazığ Hapishanesi’ne gönderildi. İlk eserlerini yayımlamaya başlaması bu hapislikten sonrasına rastlar. 1935–1936 yıllarında kurduğu “Marksizm Biblioteği” serisinde Fatma N. Yalçı ile birlikte 13 kitap yayımladı, daha sonra iki arkadaş “Emekçi Kütüphanesi”ni kurarak bu seriden de beş kitap yayımladılar.
1936 yılı, Kıvılcımlı’nın politik yaşamı açısından önem arz eder. Zira bu yıl Komintern, TKP için likidasyon, yani partinin dağıtılması kararı aldı. Bu kararın ardından, Kıvılcımlı’nın TKP ile ilişkisi koptu ve karardan hemen sonra, 1932’de partiden atılmış olan Nâzım Hikmet ile kendisine gizli komünist cemiyet kurdukları suçlamasıyla dava açıldı. Yaklaşık iki yıl süren davanın ardından 1938 yılında Nâzım Hikmet’le birlikte ünlü Harp Okulu davasında 15 yıl hapse mahkûm oldu. Uzun yıllar yattıktan sonra, 1950’deki af kapsamında salıverildi. Kıvılcımlı, 1954’te Vatan Partisi’ni kurdu. Ancak bu partinin ömrü uzun olmadı. Parti 1957’de kapatıldı ve buradaki faaliyetlerinden dolayı Kıvılcımlı 1 yıl hapis yattı.
Kıvılcımlı’nın çok önceleri kendini gösteren TKP’den kopuşu 60’ların ortalarındaki yol ayrımında Milli Demokratik Devrim (MDD) tezinden yana tavır almasıyla son hâlini aldı. Kıvılcımlı, 12 Mart 1971 darbesini sağlığı oldukça kötü bir hâldeyken karşıladı ve bu yüzden yeniden tevkifata uğramamak için yurtdışına çıktı. Önce Bulgaristan’a gittiyse de, TKP Genel Sekreteri İsmail Bilen’in gayretli çabaları sonucu (!) Bulgaristan’dan sınır dışı edildi ve yaklaşık 22 yılı hapiste geçen ömrünün son günlerini yaşayacağı Yugoslavya’ya geçti. Prostat kanserinin yol açtığı dayanılmaz ağrılar, 11 Ekim 1971’de Belgrat’ta sonsuza dek dindi. Dışişleri Bakanlığı aracılığıyla Türkiye’ye getirilen cenazesi, 23 Ekim 1971 günü İstanbul Topkapı mezarlığına, Ulubatlı Hasan’ın bayrak diktiği rivayet edilen burcun tam karşısına defnedildi. Mezar taşına kendi isteği üzerine, Marx’ın da mezar taşında bulunan Latin düşünürü Terentius’a ait şu söz yazıldı: “İnsanım, insana ait hiçbir şey bana yabancı değildir.”
I. Tarih Tezi ve İlkel Komünal Topluma Dönük Romantik Tavır
Devrim düşüncelerinin tipik izleklerinden biri, o uğursuz bozulmadan önceki kadim zamanlara yönelik kurulan imgelerdir. Haksızlığa uğranıldığı inancı, yaşamın kusursuzca güzel, aydınlık ve eşitlikçi olduğu bir ilkçağa dönük özlemleri tetikler. Bazen bu anlatımlara, pastoral güzellik unsurları da eklenir. Tarih, bir hatalar silsilesidir ve ezilenler, açılan yaraların iyileştirilmesini, uzun yıllardır süren haksızlıkların giderilmesini, bir başka deyişle ilahî adaletin tecelli etmesini talep etmektedirler. Marx’ın, modern messiyanizmin de beslendiği bu damarla tüm bağlantıyı kesmeye kararlı olduğu malûmdur.[1] Ancak bu Altın Çağ söylemi, bilhassa gericilik dönemlerinde, birçok Marksistin yakasına hep yapışa gelmiştir. Hikmet Kıvılcımlı da bunlardan birisidir.[2]
Kıvılcımlı’daki bu romantik geriye bakışın içeriğini tam olarak kavramak ve buradaki sosyolojik içerimleri ortaya sermek için, onun Tarih Tezi’ne çok kısaca da olsa bir göz atmamız lâzım gelir. Hikmet Kıvılcımlı tarafından oluşturulan Tarih Tezi’nin, teorik olarak iki temele dayandığı açıkça görülmektedir. Bunlardan ilki; İbn-i Haldun tarafından Mukaddime’de ayrıntılı olarak ortaya konan, medeniyetlerin gelişimi ve batış-çıkışı ile ilgili düşüncelerdir.[3]
İbn-i Haldun’da Kıvılcımlı’yı etkileyen kavramlardan birisi, “asabiyye” kavramıdır. İbn-i Haldun düşüncesinde, en yüksek derecede “asabiyye”ye sahip toplumlar olarak göçebe barbar kavimler gösterilmektedir. Zira bunların doğayla çetin bir savaş içinde bulunuşu ve savaşçı nitelikleri ile yaşamlarını devam ettirebilmeleri, sınıfsal farklılıklar oluşturmalarına engel olmakta, aralarındaki dayanışma ruhunu diri tutmaktadır. Bu durum, Kıvılcımlı’da olduğu gibi insanî değerlerin en yüksek hâli olarak da okunabilir ki bu, insanı insan eden erdemler olarak hangi erdemleri gördüğünüze bağlıdır. Örneğin, buradakine benzer bir anlatımı, Homeros’un Atina’nın kahramanlık çağına ilişkin anlatımlarında da görmekteyiz: Homerik toplumda aslolan eylemdir ve bütün statü eylem içinde oluşur. Erdem (arete) ise, savaş tanrısı Ares’ten geliyor olup, eril bir özellik taşımaktadır. Dolayısıyla temel erdem “cesaret” olup, bu erdem, dostluk, güvenilirlik ve sadakât ile sıkı bir bağıntı içindedir. Kıvılcımlı’nın, barbar kavimlerin yalansız, riyasız, sözünün eri vb. olduğunu söylerken anlatmaya çalıştığı budur.[4]
İbn-i Haldun medeniyetlerin gelişimine ilişkin teorisini de, yine “asabiyye” kavramı üzerinden şekillendirir. İbn-i Haldun’a göre, toplumların tabiî ömürleri vardır ve buna uygun olarak doğar, yaşar ve ölürler. Güçlenen ve devlet kurma aşamasına gelen yüksek asabiyyeli topluluk, çürüyen ve çökmek üzere olan medeniyeti fethettiğinde, yeni medeniyet doğar ve döngü başlar. Oluşan medeniyet İbn-i Haldun’un teorisinde belli aşamalardan geçer: Zafer Devri’nde, zafere ulaştıran asabiyye henüz varlığını koruduğu için devlet ile halk ayrımlaşması sözkonusu değildir. Asabiyyeye ters orantılı olarak istikrârın artmasıyla birlikte bu ayrım kendini gösterir, devlet bürokrasisi ve ordu kurumlaşması oluşur; medeniyet istibdat, refah-sükûn ve barış aşamalarından geçtikten sonra israf ve yıkım devrine girer. Bu süreç, aynı zamanda asabiyyenin ortadan kalktığı, kişisel hırsların, çekişme ve iç çatışmaların, rehavet sonucu oluşan israşarın medeniyeti yıkıma götürdüğü süreçtir[5] ki bu aşamada medeniyet için tehlike çanları çalmaya başlamıştır: Asabiyye sahibi barbar kavim beklenmektedir artık. Kıvılcımlı tam da bu noktada devreye girerek, söz konusu döngüyü “Tarihsel Devrim” olarak kavramlaştırır ve kapitalizm öncesi toplumlar için yasa düzeyine çıkartır. Kapitalist toplumda “Sosyal Devrim”in görüldüğünü söyleyen Kıvılcımlı “antika” toplumda sosyal devrim olmamasının sebebi olarak, toplumun iç dinamiklerinin ve sömürülen sınıfın yapısının buna elvermediğini, sözkonusu koşulların ancak kapitalizmle birlikte oluştuğunu söyler.[6]
Kıvılcımlı’yı etkileyen ikinci temel kaynak ise, Engels’in Devletin, Ailenin ve Özel Mülkiyetin Kökeni adlı eseri ve dolayısıyla Morgan’ın çalışmalarıdır. İnsanlığın gelişim aşamalarını tanımlarken, Morgan’ın yaptığı vahşetlik çağı, barbarlık çağı ve medeniyet çağı tanımlarını kullanan Kıvılcımlı, yine bu esere uygun olarak, vahşetlik ve barbarlık aşamalarını alt, orta ve üst olmak üzere üçer konağa ayırır. Teoride tarihsel gelişimin motoru olarak görülen barbar kavim eğer barbarlık aşamasının orta konağında ise, fethettiği medeniyete aşı yaparak onu diriltir ve böylece medeniyet rönesansını gerçekleştirir (Macar ve Cermenlerin Hıristiyanlaşarak Roma medeniyetini, Moğol ve Türklerin Müslümanlaşarak İslâm medeniyetini diriltmeleri gibi). Barbar kavmin içinde bulunduğu aşama üst barbarlık konağı olduğu durumda ise, söz konusu kavim eski medeniyeti tamamen ortadan kaldırarak yeni bir medeniyet kurar (Atina’yı fetheden İskender’in Helen medeniyetini kurması ya da Mısır, Hint, Çin, vb. medeniyetlerinin oluşumu gibi).
Sonuçta Tarih Tezi, teorik anlamıyla, İbn-i Haldun’un döngüsel gelişim anlayışı ile Morgan ve Engels’in tarihsel aşamalarının teorik düzeyde bir üst sentezi olarak okunabilir. Politik anlamıyla ise, insanlık tarihinin barbar kavimlere rağmen geliştiğini söyleyen Batı-merkezli anlayışlara karşı, sözkonusu kavimlerin itibarı, tarihin gidişatında onlara merkezî bir rol biçmek suretiyle iade edilmektedir. Kıvılcımlı’nın politik yaşamı göz önüne alındığında, bunu Batı’nın karşısında Doğu’nun iade-i itibarı olarak değerlendirmek gerekir.[7] Ve bunun, İslâm’a yönelik çözümlemelerde de şüphesiz karşılığı olacaktır.[8]
Kıvılcımlı’nın XX. yüzyıl ulusal bağımsızlık savaşları ile ilkel dönem barbar akınlarını benzeştiren tutumu, bize tarihsel materyalist bir anlayışın değil, romantik bir sıçramanın emâresi gibi gözükmektedir. O, kolektif eylemin temel yapıtaşı olarak gördüğü ahlâkî nitelikleri ve karakter özelliklerini, bizzat ilkel komünal toplum insanına (ve tabiî çağdaş bakımdan da Doğu halklarına) yansıtmakta; başka bir deyişle, bu niteliklerle donanmış olduğunu varsaydığı komün insanını (ve tabiî Doğu halklarını) idealize etmektedir. Kapitalizmin parçalanmış ve tutarsız (“asabiyye”sini yitirmiş) bireyine karşıt olarak geliştirilen bu ideal insan, Kıvılcımlı’da, Batı-Doğu karşıtlığının da temeline yerleşmektedir. Alman felsefesinin geneline hâkim olan, madde-bilinç ve olgu-değer arasındaki yarılmaları ilga etme ve bütünlüklü, parçalanmamış insana ulaşma temel yönelimi, nasıl ki kimi zaman olan ile olması gerekenin henüz ayrışmadığı varsayılan Homerik toplumun epik insanına yönelik bir özleme işaret eder; aynı şekilde Kıvılcımlı’da da ilkel komün insanına yönelik benzer bir atıf sözkonusudur. Bu, ekonomik temelli değil, aslolarak antropolojik ve etik temelli bir atıftır. Sözgelimi Çernişevski, mezkûr ideal insanı, çağının köy komünlerinde bulduğunu düşünüyordu;[9] Kıvılcımlı ise bu “alp yiğit”i, başta Müslüman coğrafya olmak üzere tüm Doğu halklarına iz düşürür. Bu amaçla, Animizmi Marksist evren kavrayışının ilkel biçimi olarak tanımlamaktan dahi çekinmez. Çağdaş Marksizm’in kökleri, yani doğa-toplum birliğine yönelik kavrayış, Animist dinlerde basit ve yüzeysel anlamıyla mevcuttur O’na göre; tıpkı komünizmin, ilkel komünal toplumlarda basit hâliyle mevcut olması gibi.[10]
Sosyolojinin Batı kapitalizminin bir ürünü olduğu göz önüne alındığında, Kıvılcımlı’nın metafizik sosyoloji eleştirilerinin bu romantik tavırla ilişkisi sarih bir biçimde ortaya çıkacaktır. Zira resm-i geçit yapan “metafizik sosyolojiler” birer birer çürütülmeye çalışılırken, bu romantik tavırdan doğan argümanlara sürekli bir atıf sözkonusudur.
II. Sosyoloji versus Marksizm
Kıvılcımlı, sosyolojinin sosyalizme karşı oluşturulduğunu düşünür. Bu, bilindik bir Marksist argümandır. Ancak argümanın bilindik olması, bunu savunan herkesi aynı kefeye koyma yanlışına neden olmamalıdır. Zira bu karşıtlığın nasıl bir Marksist sosyal bilim kavrayışı temelinde oluşturulduğu, en az bu karşıtlığın kendisi kadar önemlidir.
Kıvılcımlı’ya göre sosyoloji biliminin ilk ve eşsiz müjdecisi Saint-Simon’dur. Gelgelelim Saint-Simon sosyalisttir ve sırf bu yüzdendir ki sosyalizme düşman olan cephe (ki sosyal bilimler Kıvılcımlı’ya göre “sosyalistler” ve “anti-sosyalistler” şeklinde iki kampa bölünür), Labriola’nın deyişiyle “dâhi Saint-Simon’un soysuz ve gerici öğrencisi” Auguste Comte’u sosyolojinin müjdecisi saymıştır. Comte, Kıvılcımlı’ya göre, Saint-Simon’un eserini hem intihâl, hem de tahrif etmiştir.[11]
Marksist gelenek içerisinde buradan genel olarak iki hat çıkar. Bu hatlardan Karl Korsch’ta en karakteristik ifadelerinden birini bulan ilki; bu ‘iki kamp’ savından hareketle, sosyolojiyle tüm bağları koparır ve Marksizm’in eleştirel biliminin inşâsına yönelir (ya da Althusser gibi, aynı kamplaşmayı tam ters, yani yapısalcı bir istikâmete temel yapar).[12] İkincisi ise; karakteristik örneğini Buharin’de bulduğumuz üzere,[13] “gerçek bilimsel bilim” savından hareketle, tarihsel materyalizmi bir sosyoloji sistemi olarak, yani “işçi sınıfının sosyolojisi” şeklinde inşâ etmeye yönelir. Burada, bir bilim alanını gerçek anlamıyla bilimselleştirme çabası sözkonusudur; sosyoloji bir bilim olarak tanınır ama Ortodoks bir tavırla, gerçek bilim hâline getirilmeye çalışılır. “İşçi sınıfının sosyolojisi”, herhangi bir sosyoloji değil, bizâtihî gerçek sosyolojidir.
Kıvılcımlı kendisini bu Ortodoks tavrın içine yerleştirir; bir başka deyişle, Kıvılcımlı’nın ayrımı Marksist’tir ama buradan hareketle tuttuğu yol Ortodoks’tur: “İşçi sınıfı sosyolojisinin, Tarihsel Maddecilik adıyla, bütün öteki sosyoloji okullarına karşı kesin sınırlı bir bilim cephesi ve ayrı bir dünya olduğunu kavramalıdır”.[14] Ancak Kıvılcımlı’yı herhangi bir Ortodoks Marksistten ayıran iki temel kıstas sözkonusudur. Bunlardan ilki; Kıvılcımlı’nın bizzat kendi politik-pratik tecrübesinden çıkarsadığı bir ortodoksi eleştirisidir: “Sırf sözde ‘Marksizmin yanılmazlığı’ adına, Patrik lâtası gibi sırta geçirilmiş delinmez bir ‘büyüklük manisi’ ile susulurdu. Bu susuş, ‘Stalinist’ bıyıklarımız ölçüsünde uluslararası bir disiplin heybetine bile sokulabilirdi.”[15] Bu eleştirinin geliştirilmesinde, Kıvılcımlı’nın Doğu halklarına dönük romantik vizyonunun dolaysız payı vardır. Gelgelelim bu sezgisel eleştirel tavrın teorik düzeye çıkarılamadığını, bir başka deyişle Kıvılcımlı’nın teorik çerçevesi içersinde merkezî bir pozisyon tutmadığını vurgulamak gerekir. Kıvılcımlı, sadece bu ilk kıstasa bakıldığında, (kesinlikle sıradan değil ama) özgün bir Ortodoks Marksist olarak kalır.
İkinci kıstas ise, Kıvılcımlı’nın Durkheim sosyolojisine yönelik geliştirdiği eleştiridir. Türkiye ölçeğinde Marksistlerin Durkheim’a eleştirel bakmaya başlamalarından çok önce, uluslararası ölçekte ise tam da Sovyetler Birliği’nin yapısal-işlevselci bir sosyoloji pratiğini yaşama geçirdiği bir zamanda[16] geliştirilmiş olan bu eleştirinin mahiyeti, bazılarını bizzat Kıvılcımlı’nın kendisinin dahi fark edemediği önemli teorik ve politik içerimlere sahiptir ve ayrı bir başlık altında ele alınmayı hak etmektedir.
III. Durkheimcılık Eleştirisi
Bu bağlamda yazının bu bölümünü, Hikmet Kıvılcımlı’nın metafizik sosyolojilerin en güzide örneği olarak telâkki ettiği Durkheim sosyolojisini nasıl eleştirdiğinin detaylı tahliline ayıracağız. Ancak evvelâ Kıvılcımlı’nın Durkheim okulunu neden “açıkgöz bir formalizm” numunesi olarak tanımladığı üzerinde durup, ardından da Metafizik Sosyoloji Eleştirileri’nin muhtelif yerlerinde –Ortodoks Marksizm’in toplum kavrayışı açısından da önemli içerimlere sahip olduğunu düşündüğümüz– Durkheim’ın toplumu Tanrılaştırdığına dair önemli ipuçlarını Kıvılcımlı’nın çok erken bir dönemde hangi açılardan tespit ettiğini vurgulayacağız.
Kıvılcımlı’ya göre her şeyden önce tarihsel maddeciliğe teslim olmamak ve ona karşı palazlanmak saikıyla yola çıkan formalizm, bir akım olarak, sosyalbilimsel araştırma tasarımlarında biçimi bütün değerlerin, inşâ normlarının, işlevin ve iktisadî faktörlerin üstünde gören ve sosyal yapıyı biçimden ibaret sayan anlayış olarak tasvir edilebilir. Herhangi bir vakıa açısından sosyolojinin temel analiz biriminin salt “biçim” olduğunu düşünen “genel formalistler” bir yana, Durkheimcı formalizm, Kıvılcımlı’nın hakîkî eleştiri odağını oluşturur. Bu okul, sosyoloji disiplininin diğer bütün sosyal bilimlerle ilişkili olduğunu iddia eder ki; kuramsal niyetleri, sosyal bilimleri yok saymaksızın, onu “elverişli/işlerine gelen” bir biçim altında kurumsallaştırmaktır.
Kıvılcımlı’nın şemasına göre Durkheimcılar ile Formalistler, “biçimcilik” mevzusunda ortaktırlar:
| Formalistlere göre | Durkheimcılara göre | |
| Sosyal olay | Psikolojiktir | Entellektüeldir |
| Toplumda motor güç | Mesafedir | Sayı ve yakınlık kertesidir |
| Son sığınak | Psikolojidir | Psikolojidir |
Bu tabloda Kıvılcımlı’nın asıl eleştirisi; hem genel formalistlerin, hem de Durkheim okulunun canlı ve somut toplumu, “kırpıla kırpıla Nasreddin Hoca’nın kuşundan beter esrar parçalayıcı, mefruz [varsayılan] ve mevhum [hayalî] Hûma Kuşu’na”[17] çevirdiklerine ilişkindir. Durkheim sosyolojisinin bu noktadaki tahrifi genel sosyolojiyi, sosyal bilimler felsefesine dönüştürme amacı doğrultusundaki biçimci yatkınlık ile sanayileşmeyle beraber insanlar arasındaki mesafeyi toplumun gelişiminin tayin ettiğine değil de, mesafe değişiminin bizzat kendisinin insan ilişkilerini belirlediğine dair idealist yönelimli anlayıştır. Kıvılcımlı’nın iddiasına göre Durkheimcılık, bu hat üzerinden, kendisinde bilimler-üstü bir güç bulacaktır. Dahası sosyolojinin varoluş koşullarını bu eksende, yükselen burjuva toplumunun ihtiyaçlarına nakşedip, maddeciliğe sırt çevirerek maneviyatçılığa sıkışıp kalacaktır. Kıvılcımlı bu yöntemi, bir soysuzlaşma olarak tarif eder ve süreci kronolojik olarak tahlil eder. Öyle ki, Durkheim’ın 1893 tarihli Toplumsal İşbölümü adlı yapıtı, açıkça maddeci yöntemi karşısına alır. Kıvılcımlı bu konuda Durkheim’ın şu cümlesini kendi argümanına dayanak yapar: “Ruhsal yaşantıyı maddecil yaşantının çiçekleşmesinden başka bir şey saymayan bütün doktrinlere savaş açmak.”[18]
İlginçtir Kıvılcımlı, Durkheim’ın haleflerinin tam da Durkheim’ın amacına ihanet ettiklerine dair bir dizi örnek de sıralar. Zira Durkheim, sosyal tahlilleri Marksizm’in ötesine taşıma manevrası içinde iken, takipçileri, özellikle de kendini kolektivist addedenler –Kıvılcımlı’nın ifadesiyle– “tarihsel maddeciliğin sarsılmaz yöntemi”ne kapılırlar. Kıvılcımlı’ya göre Okulun üyelerinin eleştirileri ve sapmaları, Durkheim’ı harekete geçirecek ve 1894’te Sosyolojik Metodun Kuralları’nı yazacaktır. Bu eser Kıvılcımlı’nın kavrayışına göre en dik âlâsından bir formalizmdir. Böylece Durkheim “toplumsal olanı toplumsalla açıklama istencinde somutlaşan sosyolojik emperyalizm” biçiminin kurucusu durumuna yükseltir kendisini.
Her toplumsal sürecin ilk koşulu toplumun kendi içyapısında mevcuttur. Ancak Kıvılcımlı’ya göre bu, totolojiye düşmektir: “Toplum olayları, toplum olaylarıdır” der gibidir Durkheim. Formalizmden ödün vermeyen bu anlayış vasıtasıyla, Durkheim şunu demeye getirir: İnsanlar arasındaki işbirliği, ruh evrenine aktarılmalıdır. Böylece “orada nereden geldiği bilinmeyen kişi ruhları birbiriyle kucaklaşırlar, bundan Ruhçu Sosyologların Tanrılaştırdıkları ‘kollektif bilinç’ doğar”.[19]
Durkheim’ı Meşrutiyet çağının resmî Osmanlı sosyoloji okulu hâline dönüştüren Ziya Gökalp’in “ma’şerî vicdan” olarak dilimize tercüme ettiği mezkûr kavrama ilişkin, Kıvılcımlı şu soruları sorar: Toplumda insan ruhlarının kaynaşabileceğini kabûl etsek de, neden bu kaynaşmadan sonra çıkan kollektif bilinç bugün bireysel bilincin tıpkısı değildir? Geçmişte bu tarz bir bireysel-kollektif bilinç zıtlığı var mıydı? Gelecekte olacak mıdır? İşte Kıvılcımlı’ya göre tarihsel maddecilikten kaçan Durkheim sosyolojisi, sırf bu nedenden ötürü tüm bu sorulara hiçbir cevap getiremez:
Makine bir ekonomik ihtiyaç aygıtıdır. Aynı zamanda bir kapitalistin malıdır. Makinelerin bulunduğu fabrikada yüzlerce işçi bir arada çalışır. Üretilen matahlar [metalar] toplum ölçüsünde dağıtılır, değiş edilir. Bütün bu ekonomik ilişkiler hangi tek kişinin tek başına bir organı olabilir? Durkheim’ın karıştırmak için parmağına doladığı işbölümü: en az birden çok kişinin arasında yapılmaz mı? Durkheim o gibi gerçeklikleri kulağının arkasına atar. “Sırf ekonomik ilişkiler insanları birbirinin dışında bırakır” gibi cevherler yumurtlar. Bir fabrika, üretimiyle yüzlerce işçiyi, uzmanı ve patronu bir araya getirir. İlk madde ve pazar arama yollarından bütün bir ülkeyi kapsadığı gibi, bütün dünya insanlarını da ilgilendirir. Durum böyleyken, Durkheim ekonomik ilişkilerde insanları birbirinin dışında bırakan karakteri nerede buluyor?[20]
Bu sorunun cevabı için, Kıvılcımlı açısından doğru teorik adres, Durkheim’ın Toplumsal İşbölümü değil Marx’ın Kapital’idir. Kapitalist Üretim Tarzı plansız ekonomiye dayandığı için insanın geleceği, metaların değer ölçüsüyle tespit edilir. Meta değerleriyse pazarda belli olur. Bu nedenden ötürü de beşerin geleceği pazardaki gizil güce bağlıdır. Buradan da meta fetişizmi çıkar. İnsan kendi ürününe hükmünü geçirmek şöyle dursun, o ürünlerin hükmü altına düşer. Kıvılcımlı’nın deyişiyle “bezirgân ekonomisi” olarak tasvir edilen bu süreci Durkheim es geçmiş ve o hâlihazırdaki bu düzeni genel ve mutlak bir kategori olarak saymıştır. Tarihsel maddeciliğin ekonomik determinizmini ilgaya dönük bu tavrın ardındaysa, işte Durkheim’ın mistik, formel ve fatalist taklitçiliği vardır.
Oysa Durkheim’ın nesnel toplum kanunlarını bulma yönündeki “ilk olma hülyâsı” beyhûdedir; zira Kıvılcımlı’nın iddiasına göre, ondan bir asır önce Saint-Simon “İnsanlar evrime farkına varmaksızın uyarlar” sözüyle, Marx da “İnsanın varlığını belirleyen bilinci değil, aksine, bilinci belirleyen sosyal varlığıdır” sözüyle, Durkheim’ın kendine mâl etmeye çalıştığı nesnel toplum kanunlarını açıklamıştır. Kıvılcımlı şöyle der:
Tarihsel Maddecilik bilincin maddesel izahını gösteriyordu. Dünya kör gelmiş kör gidecek demiyordu. Sosyal kanunlar bilince çıkarılırsa insanlığın görerek ve bilerek ilerleyeceğini anlatıyordu. Durkheim ise kişi bilinçleri üstünde nedeni bilinmez bir “kollektif vicdan” varlığını Tanrılaştırıyordu.[21]
Hattâ Durkheim daha da ileri giderek “maddesel” ekonomik ilişkileri “kanaat şeyleri” adı altında soyutlaştırmak suretiyle, ekonomi-politiğin incelediği olayları “ya topluma katılmış şeyler ya da sosyal faaliyet ürünü şeyler” olarak tanımlar ve bu bağlamda ona göre ekonomik olayların bütünü, “kımıltısız” ve “statik”tir. Kıvılcımlı Durkheim’ın bu tezine ironik olarak şöyle cevap verir:
Demek üretici güçler: Avrupa’yı uzak dış ülkelerde hammadde ve pazar aramaya götürür, sömürge çapul ettirip büyük endüstriyi kurdurur, serbest rekabeti kaldırıp tekelci şirketlerle cihan dengesini ekonomik ve politik kesin bunalımlar çağına sokar. (…) Ama bütün bu olaylar Durkheim’a göre bayağı durgun birer hareketsizliktirler. Durkheim yaptığı uydurularla tarihin gerçek motorunu bir yana ittikten sonra, topluma kendi işkembesinden bir filozof motoru takmaya kalkışır.[22]
Bu “filozof motoru”nun iki ürünü de ‘etik’ ve ‘epistemoloji’dir. Böylece Durkheim bizi modern ispritizmacılığın lâbirenti içine sokar. Toplumsal bilinç ve bireysel bilinç arasındaki antagonizma burada kasten devre dışı bırakılır. Hâlbuki bireysel bilinç basitçe bir sinir sisteminin somutlaşması değil, toplumsalın bir ürünüdür. Kıvılcımlı Marx’dan mülhem “Bireysel bilinç toplum ilişkilerinin insan beyninde yankılaşması ve minyatürleşmesidir” diye yazar ve sosyal olayın bizzat kendisini özü itibariyle bir “düşünce olayı” olarak tasavvur eden Durkheim’ın aslında ideoloji mefhumuna karşı, kaçak güreştiğini iddia eder.
Sonuç olarak Durkheim sosyolojisi, Kıvılcımlı’nın deyişiyle “bezirgân işbölümünü, ilişkilerini ve onun sonucu olan kapitalist ilişkileri”[23] kollayan bir metafizik sosyolojidir.
Sonuç: Çağdaş Saserdoslar’a Karşı Diyalektik Sosyoloji
Kıvılcımlı’nın çözümleme-odağı olarak Metafizik sosyolojiler, onun eleştirileri göz önüne alındığında, Tarihsel maddeciliğin getirdiği kazanımların ve teorik arayışların tasfiyesine dönük girişimlerin topyekûn adı olarak özetlenebilir. İnsanlar arasındaki mütekabil, sosyal nitelikli ilişkileri kavrayamayan ve hakikat arayışının en üstü örtülmüş alanına müdahil olmaya yönelmiş her teorik hamleyi ekonomik determinizm yaftasıyla karalayan Metafizik sosyolojiler, Kıvılcımlı’ya göre, Diyalektik sosyolojinin anti-tezi olarak burjuvazinin bayraktarlığını yapmaktadır. Hattâ sosyoloji, XIX. yüzyıl serbest rekabetçi kapitalizmin ve XX. yüzyıl tekelci finans kapitalizminin emrine âmâde bir mistifikasyon aracıdır. Kıvılcımlı günümüz sosyologlarını antikite devrinde Tanrı’ya adanmış zenginlikleri tapınak diplerinde halktan gizleyen Saserdoslar’a (kutsal ayrıcalıklı ailelere) benzetir.
Sosyoloji tarihsel maddecilikten sonra icat edilmiş ve işçi sınıfına karşı savaşmak için geliştirilmişken bu disiplinin aktörleri de tarih ile sosyolojiyi birbirinden ayırt ederek her ikisini de kısırlaştırmıştır. Burjuvazinin bilginleri sosyoloji aracılığıyla Tarihi tahrif etmeye ve toplumu dönüştürmekten alıkoymaya çalışmışlardır. Çağdaş Saserdoslar’ın stratejilerine karşı “diyalektik yöntemi” kullanan hakîkî sosyolojiyi bir an evvel kurmalıdır.
Diğer yandan, Kıvılcımlı’nın Durkheim eleştirisinin odak noktasını oluşturan, “kollektif bilinç/vicdan”ın ve bizâtihî toplumun Tanrılaştırıldığı eleştirisi, sosyal istikrârı ve düzeni sağlamaya yönelmiş, bu yolda dizginleyici ahlâkî norm ve değerlerin önemini vurgulayan, bu demektir ki bireylerin ruhlar âleminde birbirleriyle kucaklaştığı Sovyet Toplumu’nu tesis etmeye çabalayan Sovyet Sosyolojisi’ni bilmeden suçüstü yakalamıştır. Burası, Kıvılcımlı’nın Ortodoks Marksizm’den bilinçsizce taştığı yerdir ve kanımızca bu maden filizi, ince ince işlenmeye değerdir. Kıvılcımlı şu basit önermeyi yankılarken, kendisinin dahi izlemediği bir patikaya kerteriz koymuş olur: Adına lâyık bir sosyal bilimin görevi, eşik bekçiliği değildir; her ne surette ve her ne adına olursa olsun…
[1] Karl Marx, “The Eighteenth Brumaire of Louis Bonaparte”, Marx ve Engels, Selected Works, Londra: Lawrence and Wishart, 1968, s. 97: “XIX. yüzyılın sosyal devrimi, şiirsel anlatımını geçmişten değil, sadece gelecekten alabilir. Bu devrim, geçmişle ilgili tüm hurafelerden kendini sıyırmaksızın kendine varamaz. Daha önceki devrimler, kendi içeriklerine dair kendilerini uyutmak için, geçmiş dünya tarihinin hatıralarına gereksinim duydular. XIX. yüzyılın devrimi ise, kendi içeriğine varmak için, ölülere, kendi ölülerini gömmeleri için izin vermek zorundadır.”
[2] Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, İstanbul: Ararat Yayınevi, 1970, s. 47–48: “Bugün biz ‘Altın Çağ’ın sınışı ve kördöğüşlü Medeniyetlerden önceki, sınıfsız kardeşlik toplumu olan ilkel komuna olduğunu biliyoruz. İlk insan Medeniyet berzahına girdikten sonra kaybettiği kan-kardeşlik çağını bir türlü unutamamıştır.”
[3] Hikmet Kıvılcımlı, a.g.e., s. 39: “İbn-i Haldun Kadîm Çağın Müslüman Marks’ı gibidir.”
[4] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1996, s. 25: “Barbar, ilkel de kalsa ‘SOSYALİST’ bir KAMU düzeninin çocuğu idi. Eşitsizlik bilmiyordu. O yüzden yalanı ve korkuyu kendi toplumu içine sokmayan alabildiğine ülkücü yiğitti. Böyle yüce karakterli kişilerden derleşik olan Barbar topluluğu…”.
[5] Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, s. 19: “İlk Kandaşlık demokrasisinde seçimle iktidara getirilen şefler, savaşla zafer ve zenginlik kazandıkça sorumsuz kral olmuşlardı.”
[6] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, s. 35–37
[7] “Uzun saçlı Çin’den, kıvırcık başlı Afrika’ya, Amerika’dan Küba’ya dek yeryüzünün ‘geri’ yahut ‘Asyalı’ denerek ‘antika’lığından başka değer verilmeyen ülkeleri mahşer yerine döndü” (Kıvılcımlı, Tarih Tezi, s. 13); “(…) önce ‘sarı insan’, ardından ‘zenci insan’, lânetle damgalanmış organlarına bakmaksızın, organ asâletli seçkin ‘ak insan’a tası tarağı toplatıverdi yeryüzünün yarısından” (Hikmet Kıvılcımlı, Tarih-Devrim-Sosyalizm Işığında İlkel Sosyalizmden Kapitalizme İlk Geçiş: İngiltere, İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1994, s. 8). Bu, Kıvılcımlı’ya göre toptan bir “Mazlum Milletler” akını idi ve “Avrupa, Ortaçağdan önce olduğu gibi kapitalizmin sonunda da, tarihinde ikincidir, yeni bir ‘Muhaceret’i Akvam: Ulusların Göçü’ ılgarına, hiç beklemediği yönlerden uğramıştı.” (Kıvılcımlı, Tarih Tezi, s. 14.)
[8] Kıvılcımlı sadık bir Marksist olarak Marx ve Engels’in sınışı topluma karşı mücadelesinde “üstün insan” gibisinden çarpıtmalarla nasıl mücadele ettiklerine değinirken hemen takip eden cümlede şöyle yazar: “Antika çağların en son büyük devrimcisi Muhammed Mustafa da o gerçeği ortaya koydu. 1- Kur’an diliyle: ‘Mâ ene, illâ beşerûn mislikûm’ (Ben tıpkı sizin gibi insandan başka bir şey değilim) demekten korkmadı. Çünkü safkan devrimci olması Muhammed’e yetip artıyordu.” (Hikmet Kıvılcımlı, Tarihte Büyük Devrimler, İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1995, s. 13). Yine Kıvılcımlı’nın son eserindeki (‘Tarih Tezi’ Işığında Allah-Peygamber-Kitap, İstanbul: Bumerang Yayınları, 1999) iddiası da bu mesele açısından bir örnek olarak verilebilir: Kuran’ın tarihsel maddeci tefsiri. Bu ve benzeri değerlendirmelerin güncel politik içerimleri konumuz değildir; ama çarpıcı bir örnek olması bakımından, Kıvılcımlı’nın izleyicilerinden birinin ettiği şu sözler, Kıvılcımlı’nın tezlerinin nerelere vardırıldığını görmek açısından tam ibretliktir: “Hz. Muhammed, sınıfsız toplumun Yukarı Barbarlık Konağından medeniyete geçmiş, İlkel Komünal Toplum gelenekli bir halk şefidir. O İlkel Sosyalist Toplum ki, insanlık tarihinin belleğine ‘Altın Çağ’ olarak kazınmıştır. Yalan, dolan, korku nedir bilmeyen insanların oluşturduğu adil ve eşit toplum biçimidir”. ‘%99’u Müslüman olan bir ülkede’ politika yapmak adına, en açık sosyolojik gerçekler iğdiş edilmektedir: “İslamiyet, Hıristiyanlık gibi bir sınışı toplum dini değildir.” (Kurtuluş Yolu Gazetesi, sy. 30.)
[9] Buna benzer fikirlerin, Çernişevski’de antropolojik ve estetik düzeylerde nasıl tezahür ettiğine dair yaptığımız bir analiz için bkz. Vefa Saygın Öğütle, “Çernişevski”, Felsefe Ansiklopedisi c. III, Ahmet Cevizci (der.), Ankara: Ebabil Yayınları, 2005.
[10] Bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, s. 17–18.
[11] A.g.e., s. 58–62.
[12] Korsch ile Althusser arasında bu hususta yaptığımız karşılaştırma için bkz. Vefa Saygın Öğütle, “Sunuş / Karl Korsch’ta Marksizm ve Sosyal Bilimler: Bir Paradoks İmâsı mı?”; Karl Korsch, Sosyal Bilimler ve Marksizm: Seçme Yazılar, V. S. Öğütle (der. ve çev.), İstanbul: Salyangoz Yayınları, 2007, s. 20–30.
[13] Bkz. Nikolai Buharin, Historical Materialism: A System of Sociology, (Source: International Publishers, 1925), http://www.marxists.org/archive/bukharin/works/1921/histmat/index.htm, 2002
[14] Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, s. 26.
[15] Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi, s. 12
[16] Stalin sonrası dönemde gelişen Sovyet sosyolojisinde, genel olarak, Parsons’ın “bilimsel yöntem”inin, modern sosyal bilim metodolojisinde “ilerlemeci” bir gelişmeye işaret ettiği düşünülmektedir. Bu husustaki bir tartışma için bkz. Alvin W. Gouldner, The Coming Crisis of Western Sociology, Londra: Heinemann, 1971, s. 447–477 ve Alexander Vucinich, “Marx and Parsons in Soviet Sociology”, Russian Review, 1974, c. XXXIII, sy. 1, s. 1–19. Sosyolojinin Sovyetler’deki genel gelişim sürecine dair bkz. Dmitri N. Shanin, “The Development of Soviet Sociology, 1956–1976”, Annual Review of Sociology, 1978, c. IV, s. 171–191.
[17] Hikmet Kıvılcımlı, Metafizik Sosyoloji Eleştirileri, s. 121.
[18] A.g.e., s. 125.
[19] A.g.e., s. 128.
[20] A.g.e., s. 129.
[21] A.g.e., s. 131.
[22] A.g.e., s. 133-134.
[23] A.g.e., s. 188.
101. DOĞUM, 56. ÖLÜM YILDÖNÜMÜNDE FATMA NUDİYE YALÇI
Türkiye’nin en önemli komünist kadınlarından Fatma Nudiye Yalçı’yı doğumunun 101., ölümünün 56. Yılında, 2006 ve 2012 yıllarında yapılan iki anma toplantısından yapılan karma bir video ile anıyoruz.
1904 İstanbul doğumlu olan Fatma Nudiye Yalçı, genç yaşlarından itibaren mücadeleye katılmış, 1969 yılında Varna’da ölümüne kadar da sürdürmüştür.
1935 yılında tanıştığı Dr. Hikmet Kıvılcımlı ile hem mücadele hem de yaşam arkadaşlığını yürütmüş, Hem TKP içinde, hem de Marksizm Bibliyoteği, Emekçi Kütüphanesi ve Kıvılcım Kitabevi gibi yayınlarda birlikte çalışmışlar.
1938 Donanma davasında da birlikte yargılanmışlar, Fatma Nudiye Yalçı 10, Kıvılcımlı ise 15 yıl hapis cezası almışlar. Bu cezanın tamamını yatmış Fatma Nudiye. Kıvılcımlı ise 12 yıl yattıktan sonra af ile çıkmış hapisten.
Hapishane sonrası 1954 yılında kurulan Vatan Partisi’ne katılıp Kültür Divanı başkanlığı yapmış.
Marx’tan (Enternasyonal Açış Konuşması) ve Engels’ten (Komünizmin Prensipleri) çevirileri yapmış. Sosyete ve Teknik, Gölgenin Çocuğu, Güneşin Çocuğu, Beyoğlu 1931 (Tiyatro Oyunu), Çabuk Öğreten Elifba ve Milli Alfabe gibi telif eserler de yazmış. Ayrıca çeşitli dergilerde makaleleri de yayınlanmış.
Bu büyük devrimci kadın için bugüne kadar sadece iki anma toplantısı yapılabildi. Hayatı ve eserleri üzerine sadece iki kitap derlenebildi. Bunlar “Fatma Nudiye Yalçı Hayatı ve Eserleri (Ahmet Kale imzasıyla yayınlanan kollektif çalışma)” ve Memnune Kayagil imzasıyla yayınlanan “Fatma Nudiye Yalçı Kadın, Komünist, Yoldaş”. Ayrıca bir de Bilgesu Erenus’un F. Nudiye Yalçı’yı anlatan Yaftalı Tabut isimli oyun var. Bu oyun İstanbul Şehir Tiyatroları tarafından başarıyla sergilendi.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
KIVILCIMLI’DA KÜRT SORUNU
Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın İHTİYAT KUVVET; MİLLİYET, ŞARK başlıklı incelemesi diğer 8 kitapla birlikte 1932 yılında Elazığ cezaevinde o zamanki Türkiye Komünist Partisi Merkez Komitesi’ne tartışılmak üzere yazılan YOL başlıklı bir raporun önemli bir bölümü. Yazılışından 46 yıl sonra (Kıvılcımlı’nın ölümünden de 8 yıl sonra) ancak yayımlanabilmiş ve halkların gündemine sunulmuş.
Önceleri bazı bölümler kitaplaştırıldı. İhtiyat Kuvvet; Milliyet, Şark bölümü en önce kitaplaşan bölümlerden oldu. Nihayet 2009 yılında, o zamanki Sosyal İnsan Yayınları tarafından eserin tamamı 9 kitap halinde yayımlandı.
2014 yılında o zamana kadar Sosyal İnsan Yayınlarınca yayımlanmış tüm Kıvılcımlı kitaplarının hazırlanıp basılmasında birinci derecede katkıda bulunmuş biri olarak bu eserlerin tanıtılmasını da görev bilerek, KIVILCIMLI KÜLLİYATI (AYRINTILI BİBLİYOGRAFYA) kitabını hazırlayarak Bilim ve Gelecek yayınlarından bastırmıştık.
O kitapta Kıvılcımlı’nın o tarihe kadar yayımlanmış olan 60 kadar kitabının ve 8 broşürünün ayrıntılı tanıtımını yapmaya çalışmıştık.
Aşağıda paylaşacağımız yazı da o kitaptan alınarak düzenlenmiş bir tanıtım yazısıdır.
“Çözüm” süreci tartışmalarının ortalığı kapladığı bu günlerde Kıvılcımlı’nın Kürt ve Kürdistan sorunuyla ilgili bu çok önemli eserini yeniden tanıtmayı gerekli gördük.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
İHTİYAT KUVVET; MİLLİYET, ŞARK (DOĞU) [KÜRT MESELESİ]
YOL serisinin 8 kitabı İhtiyat Kuvvet… Kısa, tanınmış adıyla Kürt meselesi. Gerek konunun öneminden, gerekse Kürtlerin mücadelesinin son yıllarda çok gelişmiş olmasından dolayı bu kitap serinin en bilinen kitabı oldu. Önemi ve doğru çözümlerinden dolayı çok öne çıkarken, serideki diğer çok önemli kitabı da gölgede bıraktı adeta. Kitap, 1978 yılında yayınlanmaya başlayan YOL kitaplarının ilk yayınlananlarından. Yayınlandığı zaman iki türlü etki yaptı.
İlk etki biz Kıvılcımlı izleyicilerine oldu. Kitap çıkana dek, gereksiz bir kabızlıkla bu konuda laf etmeyen bizler, birdenbire ustamızın görüşlerini içip, her yerde tekrarlar olduk.
İkinci etki de sosyalist ortama oldu. Kıvılcımlı’nın Kürt meselesine getirdiği teşhis ve çözümler o zamana kadar görülmemiş netlikte ve doğrulukta idiler. Bir süre tartışıldı ancak 12 Eylül faşizmi bu tartışmaları yarıda bıraktı. Yazılışından bu yana 93 yıl, ilk yayınlanışından bu yana ise 47 yıl geçmiş. Daha sonra birkaç kez daha basıldı. Ancak Kürt hareketi Kıvılcımlı’nın tezlerinden etkilenmiş olmasına rağmen, bu etkiyi hiçbir zaman açıkça kabullenmedi.
216 sayfalık kitabın girişten sonraki ilk bölümü Ermenilik, Ermeni sorunu ve katliamına ayrılmış. Daha 20. Yüzyılın başında oluşan bu katliam, Kıvılcımlı’nın deyimiyle “Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı.” Katliamın üzerinden 110 yıl geçmiş. Ancak halen bırakalım Türkiye finans-kapitalini, bırakalım ırkçıları, sosyalist geçinenlerin bir kısmı, hatta Kıvılcımlı izleyicisi olduklarını iddia edenlerin bir kısmı bile bu katliamı kabullenmek istemiyorlar, yıldönümlerinde faşistlerle beraber anmacılara saldırıyorlar. Kıvılcımlı izleyiciliği açısından ne büyük tezat!
Kitabın tanıtımına girmeden önce, Kıvılcımlı’nın bir önceki kitabı olan Müttefik: Köylü eserine dönelim. Orada Kıvılcımlı köylü hareketlerine değinirken şunları saptıyor:
“Kemalizm kurulalı beri yalnız Doğu vilayetlerini kasaphaneye çeviren isyanlar, dünyanın her yerinde kolay kolay görülür köylü hareketleri değildir. Evet, Kemalizm’in, Bağımsızlık Savaşı’ndan beri ezberlediği ve aydın küçük burjuva kuyrukçularının her şeyi yutmak ve hazmetmek için kiralanmış kırkambar midelerine bir lök gibi indirdiği ve her gün her çeşit sayfalarında geviş getirdiği “Devrimci frazeoloji”ye [laf ebeliğine] bakılırsa, Doğu, “karanlık kuyu” cinsinden bir facia piyesi ve sırf bir gericilik batakhanesidir. Fakat boş lafla hiçbir meselenin açıklanmadığını bilen insanlar için, Doğu isyanlarının maddi özü hiçbir zaman ne şeyhin sarığı, ne seyidin üfürüğü, ne derebeyin şatafatı değildir. Bütün bu faktörler sıfır değildirler. Fakat bu faktörlerin rol oynayabilmesi için maddi şartlar bulmaları gerekir. İşte Doğu vilayetlerindeki isyanların temel vasıfları, köylü isyanları oluşudur. Fakat biz bu her yıl şiddetle patlak veren ve her gün kronik, dağınık bir şekilde devam edip giden köylü isyanlarının karakteristiğini burada yapmayacağız. Çünkü bu isyanlar genellikle köylü meselesini ve özellikle milliyet meselesini ilgilendirirler. Doğu isyanlarını, özellikleri bakımından Milliyet konusuna bırakarak…” (Müttefik: Köylü, s. 221-222)“…
Milliyet konusuna bırakarak” deyip konuyu bu kitaba aktarıyor ama genel karakter olarak da Doğu (Kürt) isyanlarının köylü karakterini belirliyor. Kitabın yazıldığı dönemlerde iki büyük Kürt isyanı yaşanmıştı. Şeyh Sait isyanı ve Ağrı Dağı isyanı. Burada “köylü karakterli” dediği Kürt isyanları bunlardır. Kitabın daha girişinde, bugün de çok geçerli olan iki şeyi göze batırır:
“1- Batı’daki mahkûm sınıflar, hâkim sınıfların sistematik propagandaları altında, Doğulu hakkında yalnız bir şeyi öğrenebiliyorlar: Doğulu vahşidir! Niçin vahşidir, nasıl vahşidir, yok. “2- Doğu’daki mahkûm sınıflar ise, Batı’dakilerin tamamen aksine, “Batılı”nın ne olduğunu, etiyle, kemiğiyle, derisiyle, her gün duyuyor. Ve ‘Batılı’dan her yediği tekme, dipçik ve süngü önünde şu kanaati kökleştiriyor: Batılı düşmandır! Hangi Batılı düşmandır, neden düşmandır, yok. İki taraf da zannediyor ki; gerek “vahşi”lik, gerek “düşman”lık anadan doğma bir huy, tabii, fıtri [yaradılıştan gelen] bir zarurettir. Tekrar edelim, bunu böyle zannedenler, özellikle iki tarafın da geniş, çalışkan, mahkûm sınıflarıdır. Yoksa gerek Doğu’nun, gerekse Batı’nın hâkim sınıfları, birbirlerinin ne kadar vahşi, ne derece medeni, ne biçim dost, ne çeşit düşman olduklarını domuz gibi bilip duruyorlardır. “(İhtiyat Kuvvet… s.12)
Ve bu tespitinin arkasından daha ilk sayfalarda konuyu çok net bir biçimde açıklar: “Türkiye’de Doğu ve Batı bölünüşü milliyet bakımından nedir? Daha açık koyalım. “Batı”da hakim millet Türk olduğuna göre, Doğu’da hangi milliyetler mahkûmdur?…“Türkiye’de bugün Doğu Vilayetleri denilen yerin ne olduğunu göreceğiz…“Bu Doğu Vilayetlerinin evvel ezel, meşhur veya meçhul, her nasıl olursa olsun iki adı vardı: Ermenistan – Kürdistan. Buralara bizzat Osmanlı İmparatorluğu tarafından verilen isimler bunlardır. Bugünün haritasında böyle isimler bulunmamasına rağmen, bu iki isimden anlaşılan, Doğu Vilayetlerinde Ermeni ve Kürt milliyetlerinin bulunup bulunmadığını araştırmak lazım gelecektir.“ (Kitap, s. 13)
Ve araştırmaya girişince de
“Buracıkta, önce birincisine kısaca bir işaret edelim:” diyerek, birinciden kastı olan Ermenilik konusuna girer. Ermenilik konusu zaten çok özetçe geçildiği için, buradaki zamanına göre emsalsiz olan tespitlerini alıntılayalım:
“ERMENİLİK“
Osmanlı İmparatorluğunda, Çarlık Rusya’sı ile İngiliz emperyalizmi arasında Orta Asya pazarları üstünde başlayan rekabet ve anahtar noktası, bugünkü Doğu Vilayetlerinde, bir Ermenistan hükümeti veya özerkliği kurup kurmamak meselesi idi. Bu meseleye, bir zamanlar “Doğu Meselesi” denirdi. Osmanlı İmparatorluğu derebey saltanatı şeklini muhafaza ettiği sürece, Doğu Vilayetlerinde iki zümre vardı. 1- Kürtlük: Daha çok derebey klan ve aşiret sistemler içinde, dağınık, siyaset dışı bir kalabalık şeklinde idi. 2- Ermenilik: Genellikle burjuvalaşan ve İstanbul, Trabzon gibi önemli ticaret merkezlerindeki kodaman kapitalist ırkdaşlarıyla sıkı sıkıya bağlı, İngiliz mallarını İran yaylasından İç Asya’ya taşımakla görevli bir küçük burjuva çoğunluğu üzerinde kurulmuş bezirgânlık manzumesi demekti. Emperyalist çelişkilerin dış kışkırtmaları yüzünden biraz daha şiddetle alevlenen Kürt-Ermeni çelişkisi, bu iki zümre insanın arasındaki din, dil ve ilh. farklarından çok, adeta bu rejim farkından doğma bir derebey-burjuva çelişkisi oldu. İki kutup, Osmanlı Avrupa’sında geniş çapta rol oynayan: Müslüman-Hristiyan (derebey-burjuva) çelişkisi, daha çok tarihi ve yerel şartlar yüzünden Doğu Vilayetlerinde, Balkanlar’dakinin aksine, ikincilerin mağlubiyeti ile halloldu. “Meşrutiyet burjuvazisi, “Doğu Meselesi”nin terörü altında, ilk ve büyük tehlike olarak gördüğü Ermeniliğe çullandı. Zaten Osmanlı saltanatı içinde kalmış milliyetler içinde, -Balkanlar bir tarafa bırakılırsa- siyasi bilinç ve örgüte kavuşmuş en keskin metalibli [talepler ileri süren] yığın, Ermenilerdir. Meşrutiyet burjuvazisi, birçok sahada olduğu gibi, Ermeni milliyetçiliğine karşı da, derebeylikle el ele verdi. El ele verdiği derebeylik, öteden beri iki ayrı rejim karşıtlığı ile Ermeniliğe karşı tutulan Kürt derebeyliği idi! İttihad ve Terakki devlet cihazı, illegal bir kararla başa geçti; Kürt derebeyleri milis örgütler halinde silahlandırıldı, Kürtlükle Türklük, Ermenileri, dünyada nadir görülmüş sinsi bir vahşet içinde katliama uğrattı. Fakat bu katliamdan Türk Meşrutiyet burjuvazisi kadar ve belki ondan çok daha fazlasıyla yararlananlar Kürt derebeyleri oldu. Ve Kürdistan’da derebeylik biraz daha rakipsiz, çapul ettiği Ermeni mallarıyla, biraz daha şişman oldu.” (Kitap, s.15-16)
Ermenilikle ve katliamla ilgili bu tespitleri yaptıktan sonra, o zamanki Sovyet Ermenistan’ını işaret ederek, Ermeni sorununun Sovyet iktidarı tarafından çözülmüş olduğunu ileri sürerek çözümü sosyalizme ve Sovyet iktidarına bağlar. Sonraki bölümler Kürtlüğü ve Kürt sorununu inceleme ve çözüm yollarını tartışma bölümleridir.
Ermeni katliamı konusundaki bölümden sonra, genel olarak milliyet, özel olarak da Kürt ulusunun tanımı ve sorunun çözümü üzerine devam eder kitap. Öncelikle çok net bir tespit yaparak girer lafa:
“Şurası muhakkak ki milliyet meselesi, Komintern’in olduğundan çok, partimizin en zayıf cephesidir.”(Kitap, s. 21)
Daha YOL serisini tanıtmaya başlarken de söylemiştik. YOL’un 9 kitabı da Kıvılcımlı’nın tartışmak umuduyla o zamanki TKP Merkez Komitesi’ne yazdığı öneri ve eleştirilerden oluşan raporlar toplamından oluşur. Burada da “…partimizin en zayıf cephesidir” diye başlıyor. Ve konuyu tartışmaya başladığı ilk paragraflarda Leninist prensiplerle yol almaya başlıyor. Öncelikle sorunu yaratan düzeni, onun hakim sınıfını ve siyasi temsilcilerini saptıyor:
“Türkiye’nin kendisi, bu milli kurtuluş hareketlerinden bir önemlisine sahne oldu. Fakat bu kurtuluş hareketi, Kemalist burjuvazinin iktidar ve diktatoryası altına girdiği için, kapitalist vasıflarından ve çelişkilerinden kurtulamadı. Ve kurtulamazdı da. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, Türkiye dış ilişkilerinde mazlum bir millet olmasına rağmen, iç ilişkilerinde zalim bir millet rolünü oynamaktan geri kalmadı. Bugün Türkiye nüfusunda önemli toplamı tutan iki milli varlık mevcut: Türklük-Kürtlük. Siyasi, ekonomik hakimiyet ve üstünlük, Türk burjuvazisinde olduğu için, Kürt halkı mistik ve belirsiz “Doğu Vilayetleri” kelimesi altında, özel ve gizli bir çalışma, bir sömürge, şiddetli bir temessül [asimilasyon] ve daha doğrusu bir imha siyasetine uğratıldı. Kemalizm’in bu sömürgeci, yok edici siyaseti birçok tarihi ve siyasi zaruretler yüzünden, uluslararası denge içinde bugüne kadar adeta tarafsız bir ilgi veya ilgisizlikle görüldü. Hatta belki emperyalizm Türkiye’nin bu “Doğu Meselesi”ne daha büyük bir ilgi göstermeyi, çeşitli manevralarına uygun buldu.” (Kitap, s. 21)
Ardından gelen satırlar da adeta o zamanki Kürt isyanlarına karşı TKP’de hakim olan zihniyetin paramparça edilişidir. Şöyle devam ediyor: “Halbuki derebeyliğin Kürdistan’da ayaklandırdığı veya ayaklandırabildiği yığınlar için söz konusu olan şey, dini alet etmek veya emperyalizme alet olmaktan çok ekonomik ve milli baskıya karşı bir tepki idi. Yani Kürt halkı, zulüm denizine düşen herhangi bir insan gibi, emperyalizm veya feodalizm yılanına sarılmaktan başka bir şey yapmıyordu.”(Kitap, s. 22 abç)
Ezelden beri Kürt isyanlarına “emperyalizmin güdümünde” yaftası takılmaya çalışılır. Oysa Kıvılcımlı, “denize düşüp emperyalizm yılanına sarılıyorlar” dedikten sonra; “Bu mazlum halkı, acıklı durumunda yalnız bırakmamak için, onun özel durumunu inceleyip tespit etmenin zamanı artık gelmiş ve geçmiş bulunuyor. Çünkü bizzat “emperyalizme alet olan” zümreler bile, bu kitleler arasında artık sırf dini ajitasyonlardan başka usûllerle propaganda ve hareket yaratmak teşebbüsündedirler” diyerek partiye düşecek görevleri çizmeye başlar. Bu bölümdeki çok önemli saptamalar kitap okunduğunda daha açık görülecektir. Bundan sonraki bölümde Kürt Milliyeti’nin tarihi durumunu, niceliğini, ulus olma niteliğini ve sınıfsal durumunu ayrı ayrı bölümler halinde ayrıntıyla inceler. Biz de bunları birer ikişer cümle ile anıp, asıl sözü kitaba bırakalım.
Tarihini incelerken özellikle Kürdistan dediği yaylanın tarihi olarak Anadolu’dan ayrı bir ülke ve tüm ticaret yollarının dört yol ağzı olduğunu özenle belirtir. Daha yakın tarihteki duruma geldiğinde yeniden ve dolaylı olarak Ermeni kıyımına değinerek Kürt ulusunun durumunu belirtir. Kitaba bakalım:
“Derebey Osmanlılığının son devirlerine doğru, Türk burjuvazisi adına, yabancı kapitalizmin dayattığı reformlarla yan yana, saltanat devletinin merkezileşmesi başladığı ve kuvvetlendiği zamanlarda, Kürdistan’daki klan sisteminin kılı kımıldamadı. Hatta “Tanzimat-ı Hayriye” sıralarında küçük derebeyliklerin “ilga” edilmesi [ortadan kaldırılması], Kürdistan aşiretleri için bir felaketten çok bir nimet olmuştur. Tam merkeziyetli bir devlet şebekesi kuruluncaya kadar, aşiretler daha başıboş ve serbest kalmışlardı. Meşrutiyet burjuvazisinin sahnede görünüşü, Kürdistan aşiret ulularının, ağa ve beylerinin ekmeğine yağ değil, kaymak sürmüştür. Söylediğimiz gibi Kürdistan’da milli uyanış; iç gelişme ve dış kışkırtmalarla büyüyen Ermeniliğin, tarihinde nadir görülür bir ölçüde çapul edilmesi, bir sanatları da çapul olan ağa, bey ve uluları biraz daha tombullaştırmak ve kuvvetlendirmekten başka bir netice vermedi. Tarihin ters cilvelerinden biri de, Kürdistan yaylalarında gerçekleşti. Yalnız ekonomik temel üst katlara etki etmez, üst katlar da, hatta aynı derecede ekonomik temele etki ederler. Siyasi hakimiyeti elinde tutan Türk burjuvazisi, ekonomik olarak geri bir klan sistemi (Kürt aşiret ve beyleri) ile el ele vererek, daha yüksek bir ekonomik gelişimi temsil eden Ermeniliğin, Türkiye’deki kökünü hemen hemen kazıyabilmiştir. Türk burjuvazisi birdenbire, koca Kürdistan’da sırf Kürtlükle karşı karşıya kalıvermişti.” (Kitap, s.27)
Daha sonraki Nitelikçe Kürtlük (Millet olarak) başlığında millet olmanın özellikleri sıralanmadan önce şu açıklama yapılır:
“Tabi ciddi bir konuda “Kürtleşmiş” olanların hangi “ırk”tan olduklarını anlamak, “kan muayenesi” usûllerine başvurmak, ancak Kemalist milliyetçiliğin, o da nalıncı keseri kabilinden harcıdır. Halbuki böyle bir metodun mantıki neticesini Anadolu Türklerine de uygulamaya kalkışmak gibi, Kemalizm için tehlikeli, bizim için boşuna bir olasılık da vardır. O zaman kimlerin kanlarında nelerin bulunacağını “Allah bilir”di… Fakat milliyetin, tarihi ve sosyal bir kavram, ırkın ise doğal ve çevresel bir nitelik olduğunu bilenler için bu üzüntü ve yapmacıkların anlamı yoktur. Onun için biz, insanların “Kürtleşmiş” veya “Türkleşmiş” olduklarıyla değil, bugün sosyal olarak “Kürt” mü, “Türk” mü tanındığı ile yetineceğiz.” (Kitap, s. 36)
Bu belirlemeden sonra millet olma vasıfları sıralanır ve içleri doldurulur. Başlıklar halinde sıralarsak: 1) Yurt birliği, 2) Öz dil birliği, 3) Kültür birliği, 4) Ekonomi birliği gereklidir. Bu başlıkları da birer ikişer cümle ile özetleyelim:
“YURT BİRLİĞİ: “Kürtlerin, yüzyıllarca süre Anadolu’dan coğrafya bakımından bağımsız, özel dünya yollarının geçit ve uğrağı olmuş, iklim ve tabiatça az çok homojen bir yurt içinde bir arada yaşamış bir topluluk olduklarını ispata gerek kalmaz” (s. 36)
“ÖZ DİL BİRLİĞİ: “Kürtçe, Türkçe ile hatta taban tabana zıt bir dildir.” (s. 36) Dendikten sonra özel bir gayretle belli başlı Kürt şiveleri denerek Asıl Kürtçe ve Zazaca anılır, bazı sesler karşılaştırılır.
“KÜLTÜR BİRLİĞİ: “Kürdistan’ın her tarafında, Kürtlüğe has ortak özelliklerin bulunduğunu, o kadar ki, bu özelliklerin, burjuvazinin bile ödünü patlatacak kadar çok sağlam ve sarsılmaz olduğunu, bizzat burjuva yazıcıları da sıkıntıdan terleye terleye anlatırlar.” (s. 38) denir ve devamında Türk burjuvazisinin başlıca baskı politikalar İskan ve Tehcir olarak sergilendikten sonra konu, “Türk burjuvazisinin hakimiyet ve baskısının müddet ve şiddeti ile doğru orantılı olarak Kürtlüğün zihniyeti ve kültürü genişleyecek ve homojenleşecektir. Kürdistan halkının öyle bir “Kürt kafası” deyişi vardır ki, bu kafa ezildikçe büyüyen ve kesildikçe çoğalan masal devlerinin başlarına benziyor”(s. 40) diye bağlanır.
Kıvılcımlı’nın kuşağı göremedi belki ama özellikle şimdiki kuşaklar mücadelenin hangi biçimde ve ne kadar büyüdüğünü görüyor, yaşıyorlar.
“EKONOMİ BİRLİĞİ: “Kürdistan’a has, yani Türkiye’den az çok bağımsız bir pazar ilişkilerinin bulunup bulunmadığını tespit etmek yeterlidir. Kürdistan’ın kendisinin, bağımsız pazar ilişkileriyle Anadolu’dan ayrı kalışını bize açıkça gösterecek iki su götürmez olay var: 1 – Kaçakçılık, 2 – Gümüş para.” (s. 41)
Kürdistan ve Kürt milletinin nitelikleri bu 4 başlıkta böylece açıklandıktan sonra Kürdistan’daki sosyal sınıfların analizine geçer sonraki bölümde
“Kürdistan’da Sosyal İlişkiler ve Sınıflar
“Doğu Vilayetlerinin “namuslu” bir istatistiğini bulmak hayaldir.” (s.51) diye başlar bu bölüme Kıvılcımlı. Çok sınırlı verilerle oluşturmaya çalışır görüşlerini. Yine de çok çeşitli rakamlar kullanır. Ve şu genel sonuca varır ilk olarak:
“Bu rakamlar sınıf ilişkileri bakımından tasnif edilecek olursa, şu neticeler elde edilir: 1 – Köylülük, 2 – Öteki sınıflar ve zümreler.. Ve bu iki cephenin karşılaşmasında, köylülüğün (Tarımcılar) adeta bütün ve yüce bir kitle hâlinde yükseldiği ve tüm nüfusun % 86.24’ünü kapladığı anlaşılır.” (s. 52)
Bu kadar muazzam bir çoğunluğu oluşturan köylülüğün incelenmesi arkaya bırakılarak, öncelikle diğer tabakaların tahliline girişilir. Bu tabakalar, 1) Şehir ve kasaba küçükburjuvaları, 2) Tefeci ve ticaret kapitalistleri ve 3) Aydınlar ve devlet memurları olarak anılır. Daha sonra bu başlıklar teker teker ayrıntılandırılır. Bunların Kürdistan köylülüğüne veya Türk burjuvazisine olan yakınlık ve uzaklıkları da belirlenir. Örneğin:
“Şehir küçükburjuvaları, şehir burjuvalarından çok, zaten organikman ilişkili bulundukları Doğu köylülüğüne bağlı ve eğilimlidirler.” (s. 54) denirken, aydınlar için bambaşka bir tespit yapılarak;
“Cumhuriyet burjuvazisinin, yerli halkı ezip soyuşunda maddi manevi ara vasıtası ve alet oluşunda… Hiç unutmamalı ki, Kemalizm Doğu Vilayetlerinde siyasi örgütünü bu aydınları avlayabildiği oranda kuvvetlendirir. Ve manevi nüfuzunu aynı zümreler ile propaganda eder. Şu halde Kemalizm, Doğudaki temelini iki direğe dayatıyorsa, direklerden birisi bu aydınlıktır. Cumhuriyet burjuvazisi, Doğuda iki bacakla yürüyorsa, bacağın bir tanesi aydınlıktır.” (s. 58) denilir. Nihayet, Kürdistan’ın burjuvaları diyebileceğimiz kesime gelinir:
“Doğu Vilayetlerinde burjuva unsurları var mı? Var. Bu unsurların zümreleri nelerdir? Doğu Vilayetlerinin klasik anlamı ile “burjuva”dan çok “burjuvalaşan” unsurlar içinde egemen tip: Ticaret kapitalisti ile tefeci sermayedarıdır. Bu iki başlıca kategoriden sonra gelenler finans kapitalistler ve en belli belirsiz olanlar da sanayi kapitalistleridir. Sanayi kapitali burada hâlâ koza devrinde, el imalâthanesi aşamasındadır. Banka kapitali, Batı’daki rolüne Doğu’da da girişmek üzeredir.” (s. 59)
Bu tespitlerin daha 1932’lerde yapılmış olduğuna dikkat çekmiş olalım.
KÖYLÜLÜK: Kıvılcımlı bu başlıkta Kürdistan köylülüğünü iki ana bölüm olarak inceler: 1 – Genel olarak bey ve ağa denilen sınıf, 2 – Mahkûm köylülük. Ve yine asıl büyük kitle olan Mahkum Köylüleri geriye bırakarak öncelikle Bey ve Ağa bölümünü ele alır. Bir iki paragraf almakla yetinelim:
“Ortaçağ Avrupasında iki çeşit derebeylik vardı: 1- Fani, 2 – Ruhani. Kürdistan’daki ağalık için de böyle bir sınıflandırma yapmak mümkündür. 1 – Seyidlik ve şıhlık (ruhani), 2 – Asıl Ağalık (fani).” (s. 69)
Bu tespitten sonra ruhani ağalık olan Seyidlik ve Şıhlığın daha ağır bastığını, bu iki tür ağalık arasında sürekli bir rekabet olduğunu özellikle Şeyh Sait İsyanı sırasındaki gelişmelerle örnekler. Bakalım:
“O zamana kadar, pusuda yatan bu rekabet, Şeyh Sait isyanı ile birlikte, epey enteresan bir şekil aldı. Ve bir zamanlar Meşrutiyet burjuvazisi ile elele vererek Ermeniliği ekspropriye eden [mülklerine el koyan] Kürdistan ağaları, Şeyh Sait İsyanında da, ezeli yaradılışları gereği, Cumhuriyet burjuvazisi ile birleşerek, seyidliği ekspropriye etmeye teşebbüs ettiler.” (s. 70)
Bu kesimler böylece özetlendikten sonra asıl büyük kitle olan Mahkûm Köylülük’e girilir.
“Burada, Kürdistan nüfusunun hiç şüphesiz onda sekizini oluşturan büyük yığına, doğrudan doğruya temas ediyoruz. Fakat köylülük deyince, onun ağalıkla ilişkisini esas biliyoruz. Tezimiz de bu. Kürdistan köylülüğü deyince, başlıca dört tip göz önüne gelir: 1- İskan edilmiş köylüler; 2 – “Ameliye”ler; 3- Doğrudan ağa idaresindeki köyler; 4- Serbest (muhtarla idare edilen) köyler;” (s. 71)
Burada sayılan her dört kategorinin de Kürdistan köylülüğü içindeki yerleri, sosyal ilişkiler içindeki durumları uzun uzun ve detaylarıyla anlatıldıktan sonra, İŞÇİ SINIFI VE KÖYLÜLÜK başlığına geçerken, anlatılanların sonucu olarak şu net belirleme yazılır:
“Buraya kadar geçen açıklamalar, bundan sonra gelecek olanların da (göstereceği gibi) Kürdistan içinde eğer bir milli baskı ve bir milliyet meselesi varsa, bu mesele, özünde köylü meselesinden başka bir şey olamayacağını kâfi derecede gösterir.” (s. 83)
Daha sonra da Kürdistan’a ilişkin strateji planı önerisine geçmeden önce sınıfsal konumlar yeniden özetlenir:
“Buraya kadar geçen rakamlardan yuvarlak hesap bir netice çıkarmak istersek, Doğu Vilayetlerindeki sınıfların kitlece oranları şöyledir: “Mazlum köylülük: % 85; diğer küçük burjuvalar: % 7; şehir proleterleri: % 1.5; orta ve büyük ağalar ve beyler: % 1.5; aydınlar; % 2; şehir burjuvaları: % 0.5.“İşte Kürdistan’da, herhangi bir strateji planında rol oynayabilecek sınıfların birbirleri ile olan oranları aşağı yukarı ve yuvarlak hesap, bu rakamlarla gösterilebilir.” (s. 84)
Kürdistan proletaryasının, Kürdistan devrimindeki rolü:
“Kürt proletaryası ne kadar yeni, siyasi mücadelede tecrübesiz ve örgütsüz olursa olsun, Kürdistan köylülüğüne kılavuz olmaya aday mıdır? Evet biz Kürt proletaryasının bu adaylığını yalnız nicelik oranı bakımından kestirebiliriz. Birisi (burjuvazi) % 0.5, ötekisi (beyler, ağalar) % 1.5 gibi oranlarda olan iki sınıf, köylülüğü isyana sürükleyebildi. % 1.5 gibi bir oranla, nicelikçe gerek Kürt ağa ve beyler sınıfları, gerek Kürt burjuvazisi sınıfından ayrı ayrı hiç de aşağı kalmayan Kürt proletarya sınıfı vardır. Eğer bu sınıf örgütçü ve mücadeleci kabiliyetini geliştirerekten Kürt aydınlarının ve de özellikle ve hele köy sadık “ameliye”si, aydının menfaatliğini ve emek beraberliğini temin edebilirse, Kürdistan’ın bağımsız siyasi ve sosyal kurtuluş dövüşünde, Kürt köylülüğünün en aldanmaz ve en kabiliyetli yoldaşı olabilir. Bu suretle Kürdistan’da Kemalist burjuvaziye ve kısmen Kemalizm’le sarmaş dolaş olmuş Kürt burjuvazisine, Kürt ağalığına karşı: Kürt köylülüğü + Kürt proletaryası (işçi sınıfı) + Kürt aydınları… Kürdistan ihtilâlinin stratejik ilişkileri böyle olabilir.” (s. 85-86)
Bundan sonraki bölüm, Türk burjuvazisinin sömürgeleştirme stratejisinin incelenmesidir. Bu bölüm, 1) Ağalıkla Uzlaşma, 2) Ekonomik Sömürü ve 3) Siyasi Baskı başlıklarıyla incelenir ve sergilenir. Oldukça uzun olan bu bölümde (72 sayfa) sömürge sisteminin bütün belirtileri sergilenir. Ekonomik baskıdan iskan, tehcir, imha ve asimilasyon politikaları örneklerle göze batırılır. Bu bölümün tamamını özetlemek için Türk finans-kapitalinin isteklerini ve hedeflerini içeren bir paragraf alalım:
“Kemalist burjuvazi, Doğu Vilayetlerini layıkı ile sömürebilmek için iki şeye muhtaçtı: 1- Orada kendisine müttefik hazırlamak, 2- Oralarda kendisine ekonomik örgüt ve kurumlar kurmak. Bu iki işi, bildiğimiz gibi dünyanın bütün sömürgeci anavatan hâkim sınıfları öteden beri uygularlar. Bu iki kuşu vuracak bir tek taş vardır. Finans kapital hazretleri. Finans kapital sayesinde Kemalizm şu neticeleri elde edebilir: 1- Yerel değerleri finans kapitalleştirmek, 2- Finans kapital ile kaynaşan değerlere bağlı sınıf ve zümreleri, Kemalizm’in kuyruğuna takmak, 3- Belli başlı değişim merkezleri demek olan vilayet merkezlerini, bu finans kapitalin nüfuz ve sömürüsüne uygun gelecek şekilde bezemek ve her türlü girişimleri, finans kapital emrinde toplamak; 4- Tarımı finans kapitalin emrine sokmak ve ilah… Herhangi bir anavatan, herhangi bir sömürgede, bu birbirinden çıkan neticeleri bir şebeke gibi yayamadıkça tutunamaz.” (s. 109)
Türk finans kapitali Cumhuriyetin ilk yıllarından beri Kürdistan’da bu taktikleri bazen aşırı zora da başvurarak uygulayagelmiştir. Kitabın bundan sonraki planı, Kürt halkının kurtuluş mücadelesindeki strateji ve taktikleri ve bu mücadelede TKP (o zamanki)’ye düşen görevlerin belirlenmesine ayrılmış.
Buraya kadar Kürt sorununu çeşitli yönleriyle inceledi kitap. Ermenilik, nicelikçe ve nitelikçe Kürtlük ve Kürdistan’da sınıf ilişkileri gibi ana konularda yazılan bölümlerden sonra sıra Türk finans kapitalinin sömürgeci politikalarının Kürdistan’da doğurduğu sonuçlara geldi. Kıvılcımlı bu sonuçları, “Tepkiler” ve “İsyanlar” ana başlıklarıyla değerlendiriyor. Değerlendirmelerinden sonra da “Parti ve Doğu” başlığında Parti’ye tutulacak yol ve Kürdistan kurtuluş mücadelesine yapılacak katkılarla ilgili önerilerini sıralıyor. Şimdi biz de bunlara bakalım:
“Tepkiler” başlığında öncelikle Kürt halkının sosyal psikolojisi üzerine görüşler öne sürülür. Çeşitli olumsuz ve olumlu örneklerden sonra şu teşhise varılır.
“Kürdistan halkının, belki de kapitalist mantığından bambaşka, bizim düşünüş tarzımızdan apayrı bir ‘yoğurt yiyişi’ var. Bundan ne netice çıkar? Kürdistan halkını zıtlıklar içinde kıvranmaktan kurtararak ona ‘kurtarıcı kılavuz yoldaş’ olacak sınıf ve örgütlerin; eğer deyim caizse ‘Kürtçe konuşmaları’ icabettiği… Maalesef tarih öncesinden ortaçağa kadar doğal ve sosyal parçalanışlarla başka başkalaşmanın çeşitlerine uğrayan insanlık, kapitalizm zamanında da, bir rejimin eşitsiz gelişimi yüzünden, ekonomik ve sosyal uluslararasılaşma eğilimine rağmen, insan yığınları arasında, zıtlıklı farklılaşmayı arttırmaktan geri kalmadı. Onun için, mantıktan, mantık öncesine kadar uzanan bir dizi düşünüş tarzlarında rastlayacağımız örnekleri ve nüansları hesaba katmaya mecburuz.” (s. 165)
Günümüzü de anlamamıza yarayacak biçimde şu öngörülü saptamaları yapar sonra da:
“Kürdistan halkı hayatın o kadar doğal çocuklarıdır ki, onlar için ölmek ve öldürmek en basit bir mücadele şekilleridir. Bütün zulüm görenler gibi şu kötü hayattan iyice bıkmış olan Kürdistan köylülüğüne göre, yaşamakla ölmek bir birinden pek ayırt edilemeyen iki biçim zaruretten başka bir şey değildir. Onlar için çarpışırken ölüm korkusu yoktur. “Kemalizm’le uzlaşmış ve bu uzlaşmanın kaymaklı tadına konmuş olan, Kürt ağalarla, Kürt burjuvaları bir tarafa bırakılırsa, Kürdistan halkı içinde mevcut sosyal ilişkilerden ‘İllallah’ demeyen bir tek fert yoktur. Orada herkes, Lenin’in deyimi ile istemiyoruz, tahammül edemiyoruz, diyor. Bunun anlamı malum.” (s. 166)
Yine “Tepkiler” konusuna devam ederken, tepkileri 2 başlıkta görür. 1) Anarşik tepkiler, 2) Siyasi tepkiler. “Anarşik tepkiler” derken, “Ezilen köylünün, ilk tepkisi silahını alıp, dağa çıkmaktır.” (s. 167) diyerek başlar lafa. Daha çok bireysel ya da küçük grupların haksızlıklar karşısında öç alma duygularıyla dağda “eşkıya”lık yapması kastedilir burada. Fakat Kürdistan’daki eşkıyalığın, yine kızgınlıkla dağa fırlayan yoksul Türk köylüsünün eşkıyalığından daha dehşetli olduğunun da altı çizilir. Buradaki asıl önemli tepkiler, siyasi tepkilerdir. Bu tepkilerin karakterini de
“Kürdistan’da gelmiş geçmiş bütün siyasi örgüt ve faaliyetlerin ruhu Kemalizm’le henüz uzlaşmamış Kürt ağalığı ve beyliğinin ideolojisi olmuştur” (s. 171) diyerek belirler.
Yıl 1932. Ayrıca bu siyasi hareketin örgüt biçimini de tanıtır bize: “Bu kısaca karakteristiğini yaptığımız siyasi örgüte örnek, Şeyh Sait isyanlarından sonra “Güney sınırları” civarında teşekkül eden “Hoybon” (Kürdistan Kürt Muhipleri [Sevenleri] Cemiyeti)dir.” (s. 172) Hoybon Cemiyeti’nin sınıfsal karakterini de; ” … büyük ağalığın örgütü niteliğinden henüz sıyrılamamış olan Hoybon Cemiyeti” diye anar. Bu karakterinden dolayı da bu Cemiyet, içlerinde Kürtlük davasını samimice savunanlar olmasına karşın, emperyalizmle el ele vermekte beis görmez.
Geliriz o zaman kadarki Kürt isyanlarına: Kıvılcımlı bu bahse,
“İsyan, ezilen Kürdistan köylüsünün yemek içmek kadar zaruri ihtiyacı ve her günkü meşguliyetidir.” (s. 181) diyerek başlar. Bundan sonra da o zamana dek olan Kürt İsyanlarının en belli başlıları olan Şeyh Sait ve Ağrı Dağı isyanlarını inceler. Kendi kaleminden aktaralım:
“Ruhani ağalığın idaresinde ve şeyh “Sait” ideolojisi altında patlak verdi. Fakat, Doğu Vilayetlerinin (mesleksiz + hizmetkâr + ameliye + miriyvo) yığınlarının o müthiş zaptolunmaz çığı, çarçabuk bütün ağırlığını hissettirdi. Yukarıda kaydetmiştik: Şeyh Sait isyanı birbirlerine pamuk ipliğiyle bağlı olan ruhani ağalıkla fani ağalığın arasını daha belli bir surette açmaktan, sonra fani ağalığın Kemalizm’le el ele vererek ruhani ağalığa karşı son bir darbe indirmek istemesinden başka bir neticeye varmadı. Hatta, sübjektif iddiaları bir tarafa bırakır da objektif durumu göz önüne koyarsak, Şeyh Sait isyanı her şeyden evvel fani ağalığın, uhrevi ağalığa karşı kurduğu bir tuzaktır. Çünkü Şeyh Sait ile birlikte isyan meselesi etrafında konuşan ve isyanın merkez komitesi rolünü oynayacak olan öteki üç beylikten ikisi, Şeyh Sait’ten ayrılır ayrılmaz her şeyi Kemalizm’e haber verirler. Ve bu ihbarı yapanlar uhrevi değil fani ağalardır.” (s. 183)
Ağrı dağı isyanını da her iki isyanı kıyasladığı bir paragrafla anıp geçelim:
“İki doğu isyanı arasındaki fark, dünya içindeki mevkilerinden çok, bir memleket içindeki özellikleri bakımındandır. Şeyh Sait isyanı, din kisveli ağalığın açıkça geçmişe doğru kıyametli bir koşusu idi. Ağrı dağı isyanı, daha çok Kürdistan’daki Kemalizm’le uzlaşamayan (burjuva + ağa) unsurlarının, fakat daha modern olan burjuva sloganlarını yani milliyetçilik prensiplerini ideoloji edinerek harekete geçmesi ve halkın hoşnutsuzluğundan istifadeye girişmesi idi. Nitekim Kemalist basınında yayınlanan Ağrı Dağı bildirileri, açıkça Kürt milliyetini öne sürüyordu.” (s.189-190)
Ve nihayet kitabın son bölümüne geliyoruz:
PARTİ VE “DOĞU”
Bu başlıkta Kıvılcımlı bütün tahlillerinin sonucunda Kürt ulusal kurtuluşu için strateji önerilerini ve bu stratejide Türkiye Komünist Partisi’nin tutması gereken yolu formülleştirir. Unutmayalım sene 1932, yer Elazığ cezaevidir. Kaynaklar çok sınırlı olmasına karşın, bugün bile aşılamamış tahlillerin ardından önerilerini getirir:
“Kürdistan’ın kurtuluşu, burjuvazinin eseri olamaz, Kürt burjuvazisinin Kürt milliyetçiliğini az çok tanıyoruz, Kürdistan halkı, ondan ümidini tamamıyla kesmek üzeredir. Türk burjuvazisinin Kürdistan’da onlarca yıllık hakimiyeti, eski devirleri gölgede bırakacak derecede bir sömürge soygunundan başka ciddi bir netice vermedi. Gerçi ara sıra Kemalizm’in Doğu’da derebeyliğe atıp tutan palavralarını herkes işitti. Fakat herkesin bilmediği ve işitmediği gerçeklik, Kemalizm’in ve Cumhuriyet devlet cihazının Kürdistan’daki klan-derebey sistemine yapışırcasına adapte olması, ağalıkla ve bir kısım en kalın Kürt burjuvalarıyla el ele vererek, aman vermez bir surette Doğu Vilayetleri çalışkan halk tabakalarını soyuşu ve en barbar sömürge usûlleriyle ezişidir. (s. 207)
Demek ki kim olurlarsa olsunlar, Kürdistan hakim sınıflarından öncülük, hatta katkı beklemek boşunadır.
“Kürdistan halkının kurtuluşundan vazgeçmek, devrimden vazgeçmektir. Türk burjuvazisi anti-emperyalisttir. Devrimi tutmak için her pahasına olursa olsun Türkiye’de Kemalizm’i tutmak lazımdır. Şu halde Kemalizm’e karşı olan mazlum Kürt halkının kurtuluş hareketi duraklasın… ve ilh. tezi, partimiz için pek de yeni bir tez olamaz… Mazlum bir halk kitlesini Kemalizm’e feda edebilenler için, esasen fedakarlığın ucu bucağı yoktur “ ( s. 208)
Demek ki ne olursa olsun Kemalizm’den medet ummak bir yana, ondan kesin kopuş lazımdır.
“Şu halde Kürdistan halkının kurtuluşu demek, ayrı bir devlet teşkil etmeye kadar bütün mazlum Kürtlüğün kendi kaderine, siyasi bağımsızlık derecesinde kendisinin sahip olmak hakkı, yalnız Türkiye’deki Kürtlerin değil, Doğu Balkanları üstünde parçalanmış olan bütün Kürtlüğün bir tek sosyal ve siyasi yapı halinde kurtuluşu demektir. Bu kurtuluşun mefkûreleştirildiği (ülküleştirildiği, idealleştirildiği) gün, Irak ve Suriye’de de, Kürtleri, eski zamanın “koç başı” gibi sömürge halkına karşı tokuşturmakta çıkarı olan emperyalizm, Kürtlükten layık olduğu silleyi yemiş olacaktır.” (s. 210-211)
Demek ki Kürdistan’ı bir bütün olarak görüp, tümünün kurtuluşu için strateji-taktik ve örgüt geliştirilmelidir. Bu da ancak tekmil Kürdistan için tek bir komünist parti öncülüğünde olacaktır. Ve sonuçta:
“Kürdistan’da (Merkez Komite)’sinden (Hücre)lerine kadar bütün unsurları ile tam Bolşevik bir parti yaratmakta, Türkiye işçi sınıfının keşif koluna önemli mecburiyetler gelir dayanır. Herhangi siyasi akımlar içinde taktik bakımından yönelişlerde aldanmamak, harekette kitlelerin yanlış sürüklenişlerine meydan bırakmamak ve hatta kapılmamak için, bağımsız Kürdistan Komünist Partisine doğru gelişmek idealdir. Böyle bir örgüt, partimizin gizli faaliyet tecrübelerinden çok istifade edebilir. Mamafih partimiz özde kardeş olmakla beraber, önce ana örgüt, sonra ağabey örgüt olduğuna göre, Kürdistan’ın yeni yerel ve özel şartlarına göre büsbütün mahsus (spesifik) savaş şekil ve sloganları bulmakta, özellikle ilk zamanlarda, bütün kuvveti ile ve imkanlarıyla uğraşmalıdır.” (s. 214-215)
Ne yazık ki bugün Türkiye sosyalistleri olarak Kıvılcımlı’nın “ağabey örgüt” dediği örgütlenmenin çok uzağındayız. O zaman da görev kendiliğinden belirmez mi?
DİNİN TÜRK TOPLUMUNA ETKİLERİ’NDEN
“Dinin Türk Toplumuna Etkileri” uzun bir makale halinde 1967 yılında Milliyet Gazetesi’nin aynı başlıkla açtığı bir yarışmaya katılmak üzere yazılmış.
Aynı makale, daha sonra, yeniden gözden geçirilerek Aydınlık Sosyalist Dergi’nin 1970 Mart tarihli 17. sayısında yayımlanmış.
Sonraki yıllarda çeşitli yayınevleri tarafından broşür olarak ya da Kıvılcımlı’nın yazılarından derlenen seçkilerin içinde defalarca yayımlanmış.
En son Ekim 2024’te TÜSTAV tarafından yayımlanan ve tarafımızın hazırladığı 3 ciltlik Dr. Hikmet Kıvılcımlı – Dergi Yazıları derlemesinde de tam metin olarak yer aldı.
Bu çok önemli araştırmanın “TÜRK TOPLUMU” ve DİN başlıklı bölümünüilginize sunuyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
“TÜRK TOPLUMU” ve DİN
“Batı’da Akdeniz medeniyetinden ROMA İmparatorluğu çökerken, ona “coup de grace” (son kurşun)u indiren Barbarlar akınının koçbaşı Hünler idi. Uzakdoğu’da Roma’nın karşılığı demek olan Çin medeniyetinden TANGLAR sülalesi çökerken, ona son kurşunu vuran Barbar akınının koçbaşı, İslam kültüründe “Kıyamet alâmeti” sayılan Tibetli TUFAN ulusları oldu.” (H. Kıvılcımlı: Tarih – Devrim – Sosyalizm, s. 260).
Yakındoğu’da Antika medeniyetler zincirinin son halkası olan İSLAM medeniyeti çökerken, ona son kurşunu vuran Barbar akınının koçbaşı, bir çeşit Tufan sayılan, Hün torunlarından Cengiz Moğolları, Timur Tatarları oldular. Roma medeniyetinin rönesansı olan BİZANS medeniyeti, Batı’dan gelme Hristiyan Barbarlarla, yalnız aşı edildi; çökeceği sıra, Doğu’dan gelme son Müslüman kurşunu vuran koçbaşı artık (Hün-Moğol – Tatar değil) doğrudan doğruya TÜRKLER (Selçuklu – Osmanlı) oldu.
Önce Din nedir? En geniş anlamıyla, her şeyden önce Toplumcul bir olaydır. “Toplum mu Dine etki yapar, Din mi Topluma?” sorusu önümüze çıkmamazlık edemez. Toplum Dini yarattığına göre, yaratan mı yaratığı etkiler, yaratık mı yaratanı? Bu, metafizik “Yumurta mı tavuktan çıkar, tavuk mu yumurtadan?” sofizmidir. Gerçekte, hem tavuk yumurtadan, hem yumurta tavuktan çıkar. Dolayısıyla, Toplum Dine etki yaptığı gibi, Din’ de Topluma etki yapar. Mesele, hangi elle tutulur, somut şartlar içinde, Toplumun Dine ve Dinin Topluma neden ve nasıl etki yaptığını araştırmak ve bulmaktır.
Özel anlamıyla Din Nedir? Toplumda, insan kişilerin düşünce ve davranışlarına, kişiler üstü güçlerin etkilerini yorumlayarak uygulayan, teorik bir dünya görüşü ve pratik bir evren düzenidir. İsa’nın doğumu sıralarında doğduğu anlaşılan “Türk toplumu”na, hangi kişiler üstü etkiler, ne gibi yorumlamalara ve uygulamalara yol açan dünya görüşleri getirmiştir?
“TÜRK DİNİ”
Ziya Gökalp bir “Türk dini”nden bahsederken, o dinin Türk sosyal yapısının bir ürünü olduğunu şöyle açıklar:
“Türk dininin genel izahı bize gösterecektir ki, eski Türklerde Tanrılar, sosyal zümrelerin sembolleri gibidir. Her Tanrı mutlaka bir zümrenin vicdanını temsil eder. Aşiretin timsali Ogan, Batınların timsali Yersu’lardır. Batınlar aşiretten dukları gibi, doğ Yersular da, Ogan’ın oğullarıdır. Buguhan, cemaatini 4 orduya ayırmış, her birini bir cihetin bekçisi tanıtmıştı. Bu sosyal örgütün lahuta in’ikasından (gökyüzü aynasına çarpmasından): Gök, Kızıl, Ak, Kara Han’lar diye 4 ikinci derece Tanrı vücuda geldi. Bunlar Ogan’ın oğulları sayıldı. Sonraları, sosyal zümreler bölündükçe, Tanrıların sayısı da o bölümlenişe paralel olarak arttı. Bu tanrılara Yersu adı verilmesi, Türklerin toplantılarının vahalara ve büyük ırmaklara tabi olmasındandır.” (Z.Gökalp: Türk Töresi, s. 29).
Görüyoruz. Burada Dinin Türk toplumuna etkisinden çok, Türk toplumunun Din üzerine kesin etkisi vardır. Gerçi bir yol doğmuş bulunan Din’in, ondan sonra karşılıklı olarak Türk toplumuna yapmadığı etki kalmayacaktır. Örneğin:
“Türklerin ülkelere bağlı “Yersu”ları olduğu gibi, doğrudan doğruya her Boy’un koruyucusu olmak üzere, özel bir Tanrısı vardı. Mahmud-u Kaşgari bunlara Cığı = Cıvı adını veriyor. İki Boy savaşacakları zaman, savaş gününden önceki gece sırasında, o kabilelerin Cıvı’ları savaşırlarmış. Bunlardan hangisi üstün gelirse, sabahleyin onun Boy’u üstün çıkarmış. Böylece, kan davalarının, gazvelerin, kabile savaşmalarının başlıca sebeplerinin Cıvı’lar olduğu anlaşılıyor. Bir kabileden bir tek kişiye saldırmak, onun taptığına saldırmaktı. O halde, tek kişinin öcünü almak; taptığın öcünü almak demek olurdu. Bu suretle, kadın dininin bir asabiyet dini olduğu ortaya çıkıyor. Aile dayanışmasını var eden ve boyuna kuvvetlendiren Cıvı’larla, Yersu’lardır. Oguş ile Boy ilk ailelerdir. Bunların dayanışması, aile asabiyetidir.” (Z. Gökalp: Keza, s. 30).
Bu sözlere bakılırsa, “Savaşanların başlıca sebebi Cıvı’lar” sanılır. Ama daha önce Z. Gökalp’in kendisi, Cıvı’ların da Yersu’lar ve Ogan’lar gibi, “Gök aynasında görünen” sosyal örgüt sembolü olduklarını açıkladıydı. Demek Cıvı’lar savaşın sebebi değil; Kabile, Boy, Aile savaşlarının sadece bayrağıdırlar. Yakındoğu’nun İslamlığından ve Uzakdoğu’nun Budistliğinden önceki Türk toplumu, kendi NORMAL Tarihöncesi çağını yaşarken, yaptığı bütün kişi üstü etki yorumlarında, yani Din kavramlarında kendi öz yapısının gerekleriyle sıkı sıkıya bağlı kalmıştır. Dinin Türk toplumu üzerine etki yapmasından çok, Türk toplumunun Din üzerine yaptığı etki göze çarpmış, idealistler dahi bu yanı saklayamamışlardır. Türk toplumuna Din dışarıdan gelmemiş, kendi içinden doğmuştur. Dinin etkisi toplumun etkisi ile kaynaşık bulunmuştur.
NUH – TUFAN – TÜRKLER
Türk toplumuna dışarıdan geldiği için “etki yapmış” sayılabilecek iki Din vardır: 1- Uzakdoğu’da Budizm, 2- Yakındoğu’da İslamlık. Bugünkü Türkiye’de yapılan bir anket, “Türk toplumuna Dinin etkileri”ni araştırınca, ne Tarihöncesindeki, ne Uzakdoğu’daki Türk toplumları muradedilmemiş sayılabilir. O zaman konuyu şöyle belirlendirmeliyiz: “Yeryüzünün Türkiye denilen toprak bölümündeki Türk toplumuna İslam dininin etkileri nelerdir?”
Türklerin İslam dininden etkilenmeleri, Cermenlerin Hristiyan diniyle etkilenmelerini andırır. Semit geleneği, ilk insanı Adem ile Havva’ya bağladı. Bunun anlamı ayrı bir konudur. İlk Sümer medeniyetini, İslamlığın Tufan adını verdiği biçimde, suların basması gibi basan Semit Barbarları akını üzerine insanlık Nuh oğullarına bağlandı. Tarihte ve mitolojilerde anılan Nuh oğullarının adlarına bağlı uluslar göz önüne getirilirlerse, şaşılacak bir gerçekle karşılaşıyoruz: Bütün adı geçen uluslar, Tufan olayı sırasında, Yakındoğu medeniyeti ile uzaktan yakından ilişki kurmuş Tarih öncesi toplumlardır. Başka deyimle, “Nuh Oğulları” denilen insanlar, Tarihe değmiş Barbar yığınlarıdırlar: Frigyalılar, Cimmerler, İskitler, Medler, İonyalılar, İberyalılar, Toğormanlar JAFET’in oğulları; Elamlar, Asurlar, Ermeniler, Aramlılar v.s. HAM’ın oğulları Keldanlılar, Araplar, Mısırlılar, Libyalılar, Faslılar, Nümidler, Ken’anlılar, SAM’ın oğulları sayıldılar.
Tufan’dan sonra Tarihe (ama Yakındoğu medeniyetlerinin tarihine) giren bütün o adı geçen uluslar, Tufan sırasında MEDENİYET siciline geçirilmiş bulunan Semit jenealojisine bağlanmak zorunda kaldılar. Yakındoğu medeniyetleri çevresinde Tarihe giren Türkler, Nuh oğlu Yafes dölünden sayıldılar. Müslüman Pers tarihçileri o kadarla da yetinmediler. Türkleri Muhammed peygambere yaklaştırmak için, Arapların bağlandıkları SAM adından çıkartmaya çalıştılar. Bu kadarına karşı artık Türk Müslüman yazarlar bile karşı çıktılar:
“Oğuz Khan, İbrahim Aleyhisselam oğlu, İshak oğlu, Iys’in oğludur dediler. Yanlış yaptılar. Çünkü, Iys Küçük – Rum atasıdır ki, İkinci – Rum’dur. Sam oğlu Erfahşad dölündendir. Oğuz ile Türk ve Moğol, Birinci – Rum gibi Yafes çocuklarındandır. Selçuklular dahi İbrahim’e ulaşır demek, kimi Pers tarihlerinde anılır, ama bu Perslerin şeni taassuplarındandır.” (Neşri Tarihi, C. I, s. 56).
TÜRKLER DİNSİZ YA DA TABİATA TAPICIYDI
İslam tarihleri, çoğu, Mitolojilere karışık ve karanlıktırlar. Ravzat’üs Safa’ya göre, Yafes Pers kahramanı Cyrus (Kiyumres) gibi, İsa’dan 600 yıl önceleri yaşamıştır. Yafes 240 yaşındayken Zib Bakuy sahneye çıkar. Cyrus’ten 170 yıl sonra Oğuz görünür. Hangi rakam doğru?
Neşri, tarih kargaşalığına bir düzen vermek için, Nuhoğlu Yafes’e bağladığı Bulcas’la Türk Tarihini başlatıyor. Önce, “Bulcas’ın iki oğlu vardı: Biri Türk, biri Moğol” diyor. Bu oğulların kum gibi, ağaç yaprağı kadar kalabalık dölleri bulunduğunu anlatıyor. Daha bu sözü bitirmeden, Bulcas’ın iki oğlunu unutuyor. “Bulcas ölünce, büyük oğlu Zib Bakuy yerine geçti” diyor. “Bunun atasından mülkü ve saltanatı ve şevketi ve mehabeti ve askeri çok” bildirisi ile, Zib Bakuy’un şu dört oğlunu sayıyor: 1) Kara Han; 2) Or Han, 3) Güz Han, 4) Gür Han.
Kara Han, “Dinsiz, kafir ve cebbardır. Türkistan’dan Doğu ve Kuzey ülkelerini ele geçirdi” (Neşri,1/10).
Kara Han’ın kendisi “dinsiz” iken, bir de bakıyoruz, anasından doğar doğmaz Müslüman olan bir harika çocuğu dünyaya geliyor. “Oğuz adında bir oğlu oldu. Hak teala anı Tevhid’e (Tanrının birliğine) irşad etti. Bu, halkı hakka davet edince, atasıyla yaman savaş (vahşet-i azim) oldu. Oğuz’la atası arasında 75 yıl öldürüşme (kıtal) yapıldı… En sonra Kara Han öldürüldü. Oğuz Doğudan Batı’ya varınca yeryüzünü ele geçirdi.” (Neşri,1/10).
FETİH VE MEDENİYET
İstanbul’un Osmanlılar tarafından alınışı günümüze kadar iki zıt gibi görünen kutupta tartışıldı, tartışılıyor.
İslamcı-Türkçü kesimler bunu İslam’ın zaferi biçiminde sunup o yönde kutlamalar yapıyorlar. Her 29 Mayıs’ta mehter gösterileri eşliğinde surlara çıkılıyor, İstanbul adeta yeniden “fethediliyor”. İçi bomboş bir hamasetten ileri gitmeleri mümkün olmadığından onları 500-600 yıl önceki kafalarıyla bırakalım.
Bir de kendilerini çok “hassas” sayan liberallerimiz var. Onların da İstanbul’un fethine yaklaşımı aynı sığlıktadır. “Zulüm 1453’te başladı” gibi sığ sloganlarla boy gösteriyorlar onlar da.
Kıvılcımlı İstanbul’un fethinin 500. Yılında (1953) Fetih ve Medeniyet broşürüyle konuya yaklaşımını yayınlamıştır. Ömrünü adadığı Tarih Tezi ışığında İstanbul’un fethinin insanlık için taşıdığı önemi bilimsel bir bakışla ortaya koymuştur.
Broşürün daha ikinci cümlesinde “İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.” diyerek konuya hangi boyutlarda yaklaştığını belirtir bize. “Fetih”in sadece zapt ve işgal anlamına gelmediğini, aynı zamanda “açmak” anlamına geldiğini açıklayarak aydınlatır olayı.
Henüz Tarih Tezi ile ilgili hiçbir yayın yapamamış olan Kıvılcımlı bu broşürle Tarih Tezi’nin bir uygulamasını yazıp aydınlatmış, adeta bir giriş yapmıştır kendi tezine.
Bu önemli broşürün giriş bölümünden birkaç başlık paylaşıyoruz.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
I– FETİH BİR MEMLEKETİN Mİ? İNSANLIĞIN MI?
İstanbul’un Fethini sırf bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık savaşına bağlamak, en az beş yüz yıl evvelki kafa ile düşünmek olur.
İstanbul’un Fethi; bir dinin öteki dine karşı zaferi değil, ilerlemenin gerilemeye karşı zaferidir.
Din, kadim savaşlar için başta gelen bir bayraktır. Ama sade bir bayrak… Bugün de bayrak, harbin sebebi değil, dövüşen ülkülerin elle tutulur sembolüdür. Fetih savaşlarındaki dinî esbâb-ı mucibeler [gerekçeler] kimseyi aldatamaz. Din gayretleri, çelişkili tarih hengâmelerini [kargaşalarını] güden derin maddî kanunların satıhta yüzen [yüzeyde görünen] sembolik anlatımlarından ibarettir.
Onun için, ancak medeniyet tarihinin bütünlüğünü kavramayanlar, İstanbul’un Fethini bir Müslümanlık ve Hıristiyanlık çarpışması derecesinde küçültebilirler.
Gerçekte, İstanbul’un Fethi, her şeyden evvel bir insanlık ve medeniyet hamlesidir. Arapça’da “Fetih” sözü güzel bir tesadüfle: “Açmak” anlamına gelir. İstanbul’un Fethi de o zamanki insanlığı bir çıkmazdan kurtarmış, medeniyete yeni ufuklar açmıştır. İstanbul’un Fethi, tarih yolu üstüne kâbus gibi çökmüş bir cesedin (Bizans engelinin) kaldırılması, Bizans çöküntüleriyle tıkanmış medeniyet yollarının -Yalnız Müslümanlara, Yalnız Türklere değil- Tüm İnsanlığa yeniden açılmasıdır. Açılış biraz acıklı mı olmuştur? Mümkün. Fakat o zaman ölüleri böyle kaldırmak âdetti.
Demek, İstanbul’un Fethi, yalnız Türklerin değil, bütün dünyanın kutlayabileceği, kutlamakta haklı -hatta bir dereceye kadar, insan olarak görevli- sayılabileceği büyük Tarihsel Devrimlerden biridir.
II– FETİH ZORLA MI? GÖNÜLLE Mİ?
Bizzat İstanbul’un Fethine yakından bakalım. Orada Hıristiyan-Müslüman bütün geniş halk yığınlarının, adeta farkına varmadan, hatta belki istemeyerek, elbirliği ettikleri görülür. Fetih açılmak manasına gelince: İstanbul’un açılışı hem içeriden, hem dışarıdan olmuştur. İstanbul’un kapıları, dışarıdan genel olarak Türkler ve Müslümanlar, içeridense Hıristiyanlar ve Museviler eliyle açılmıştır.
Bu gerçeği bize en iyi anlatan Osmanlı belgesi, Fetva derecesinde yetkili bir hükümdür. Hicri 945, Milâdî 1538 yılında, yani fetihten 75 yıl sonra, Kanunî Süleyman zamanında ortaya nazik bir dava çıkıyor:
İstanbul zorla mı alındı? Barışla mı?
Gerek İslâm, gerekse genel olarak göçebe geleneğinde: Bir şehir, ya Zorla (An’veten) yahut Barışla (Sulhen) ele geçirilir. (An’veten) yani zorla zapt edilen şehirde bütün başka din mensupları kılıçtan geçirilir veya köle gibi satılır; yabancı din mabetleri yok edilir. Halbuki fetihten sonraki İstanbul’da Hıristiyanlarla Yahudiler tamamen hür yaşıyorlardı, kiliselerle havralar ayakta duruyordu.
Neden İstanbul’daki gayri Müslim tapınakları yıkılmıyor? Neden Müslüman olmayanlar köle edilmiyor?
Kanunî devrinde bu sorular zihinleri öylesine tutuşturmuş ki, alevler meşihat [şeyhülislamlık makamı] saçağına kadar yükselmiş: Ve bunun üzerine, Padişahların bile önünde eğildikleri fetva yoluna gidilmiş. İnkılâp Müzesinin 88 numarasında kayıtlı: “Kanun-u muteber der-zaman-ı Süleyman”[Süleyman zamanında yürürlükte olan yasa] elyazması (Kaleme alınışı: Hicrî 988, Milâdî 1580) Ebussuud’un şu fetvasını tespit ediyor:
“MESAİLİ ŞETİY (AYRIŞIK MESELELER): Merhum Sultan Mehmet Han Mahmiye’i İSTANBUL ve etrafındaki KARİYELERİ [köyleri] an’veten fetheylemiştir.
ELCEVAP: “Maruf olan [ bilinen] an’veten fetihdir. Ama kenaisi kadime hali üzere ipka olunmak [kiliselerin eski haliyle yerinde bırakılması] sulhen fethe delâlet eder [gösterir]. Sene-i Hams ve Erbain ve Tis’a mie(3) tarihinde bu husus teftiş olunmuştur [araştırılmıştır]. 110 yaşında bir kimesne [kimse] ile 130 yaşında bir kimesne bulunup Yahudi ve Nasara [Hıristiyan] taifesi [topluluğu] elaltından Sultan Mehemmet Han ile ittifak edip Tekfure Nusret [yardım] itmiyicek olup Sultan Mehemmet dahi anları sebyetmeyip [esir almayıp] malları üzerinde mukarrer idicek [karar verecek] olup bu veçhile [yolla] fetih oldu deyu müfettiş muhzirinde [huzurunda] şehadet [tanıklık] idüp bu şehadet ile kenais-i kadime [eski kiliseler] hali üzere kalmıştır. Ketebehu [yazan] Ebussuud”
Demek, İstanbul yalnız Müslümanın zoru ile değil, aynı zamanda Hıristiyan halkın gönlü ile fethedilmiştir.
Filhakika, Fatih devrinin Türkleri, zamanımızın Atom bombası kadar müthiş görünecek, yeni teknik keşiflerle İstanbul surları önüne gelmişlerdi. Macar mültecisi Urban, o zamana kadar görülmedik topu dökmüştü. 60 öküzle ve iki bin insanla iki ayda Edirne’den İstanbul’a gelen bu topun çevresi 9, çapı 3 kademdi [112.5 santimetreydi], sesi 30 milden işitiliyordu. 1200 okka çeken granit güllesi bir mil uzağa düşüp, 6 kadem derinliğinde toprağa gömülüyordu.
Fakat, bazı manidar noktaları unutmayalım:
l- Macar Urban, ilkin Bizans hizmetinde idi. Osmanlılar, onu Bizans’tan kendilerine çekmeyi bildiler. Çünkü, terakki [ilerleme] beri taraftaydı. Bizans geriliğe batmıştı.
2- “Rumların da topları vardı.”, “Yalnız cephaneliklerde barut azdı.” (Ahmet Refik, Bizans Önünde Türkler, s. 402) ve Bizans topları, kullanılması pek becerilemediği için, geri teperken kendi surlarına zarar veriyordu. Demek Bizans’ta eksik olan top değil, insan imanı idi.
3- Nihayet, bütün dehşetine rağmen Urban’ın “Şahî” adlı topu, Bizans’ı fetheden şey olmadı. “Bir gün patladı. Mucidini de, zabitlerini [subaylarını] de öldürdü”. (a. g. y., s. 402)
Osmanlılar, top tekniğinden başka, yaman bir ahşap kule de kullandılar. Lâkin, bir sabah, kulenin geçmesi için doldurmuş bulundukları hendeğin yeniden boşaltılmış olduğunu görünce şaşırdılar. Gene Osmanlılar yeraltı yolları ile surların altından geçmeye çalıştılar. Lâkin bir Alman, Bizans tarafında dahi dehlizler açıp, Rum ateşiyle Türkleri karşılamayı akıl etti. Osmanlı donanması, Haliç zincirini kıramayınca, karadan Haliç’e aştı. Lâkin, bu daha çok manevî tedhişe yaradı.
Bütün tarihi değişmelerde bu böyledir, İstanbul’un Fethinde de yalnız başına teknik unsur, yetici bir kuvvet olamamıştı. Bütün mesele o tarihsel savaşta, iki taraftan hangisinin insan gönüllerini kazandığına gelip dayanıyordu. İnsan meselesinde Bizans yaya kalmıştı. İnsanı Türkler cezbediyordu. Bu cazibe elbet Bizans hükümdarına karşı açıkça itiraf edilemezdi. Ancak, Ortaçağ yığınlarına has bâtıl itikatlar [boş inançlar] şeklinde belirtiler veriyordu. Kuşatma günlerindeki Bizans’ın halk psikolojisini tarih şu satırlarla anlatır:
“Bazen ortaya bir takım şayialar çıkıyor, gökten bir emir geldiği ve bu emirde Türklerin şehre girmelerine mümanaat [engel] olunmaması, hattâ Jüstinyanüs sütununa kadar bırakılması, orada bir melek zuhur ederek kendilerini perişan edeceği ağızdan ağıza geziyordu. Bu şayialar Bizans’ı müdafaa için silâha sarılmak istemeyenleri memnun ediyordu.” (a.g.y., s. 398)
O zamanın insanı, içgüdülerine başka dil bulamıyordu. Bu hali sözde “Bizans ihaneti” ile izah etmek, büyük tarih olaylarını, küçük hilekârlıklara indirgemekten farksızdır. İhanet, yüzeyde görülen şeydir. Asıl derin sebepler: Bizans toplumsal düzeninin halk için dayanılmaz hale gelmiş bulunmasında gizlenir. Ezilen Bizans Halkı, Dini ayrı Osmanlı Türklerinde adalet ve insanî kudret sezmiştir. Bizans rejiminin baskısı, halk için dâfia [itici] rolü oynamış; Osmanlılığın getirdiği yeni düzen, bunalan halkı cazibe kuvveti gibi çekmiştir.
Ve bir gün, en kritik anda, Bizanslı insan, şehir surlarının o aşılmaz kapılarından birini, görünmez elleriyle, ansızın, Kostantin’in arkasından Türklere açıvermiştir.
III- KADİM TOPRAK DAVASI
İstanbul’un Fethine, Müslüman olmayanlar neden taraftardılar?
Nasıl oldu da aynı İsa dinli Papa’nın Katolikliği ile bir türlü kaynaşamayan Bizans Halkı, can düşmanı Müslümanlarla “El altından ittifak” ediverdi?
Bu çelişkili görülen gerçeği, Hıristiyanların güya şaşkınlığı ile yorumlamak, en hafif manasıyla şaşkınlığın ta kendisi olur. Gerçek tarihte, şaşkınlıklar ve yanlışlıklar aramak bilim dışı bir kuruntudur. Tarihte en kör tesadüf saydığımız olaylar bile, son duruşmada, önüne geçilmez: “Tunç kanunlar” icabıdır. Bizans çelişkilerinin iç yüzünü idare eden kanunların başlıcaları, Kadim Çağların Toprak Meselesine dayanır.
Bizans 10-11’inci yüzyıllar arasında en parlak devrini yaşadı. 11’inci yüzyılla beraber derebeyileşmeye başladı. Derebeyileşme, köy topraklarının mütegallibe [zorbalar] eline geçmesi demektir. Toprağı tekeline alanlar, toprak vasıtası ile geçinenlerin hayatları kadar, devlete de hükmettiler. Derebeyileşmenin ilk tepkisi, merkezî devletin can damarını tıkamak oluyordu.
“Arazinin kamilen [tümüyle] kilise ve manastırlara geçmesi hazinenin varidatını [gelirlerini] azaltıyordu. Rahiplerin imtiyazı orduyu kuvvetsiz bir hale getiriyordu.”
Bunun üzerine, bütün kadim imparatorluklarda adeta “tekerrür” eden fasit daire [kısır döngü] harekete geçti.
Gelire susayan:
“İmparatorlar, ahalinin vergisini arttırmaya başladılar. Kilise ile bazı imtiyazlı sınıflar vergiden muaf oldukları için bütün yük köylü ile esnafa yükletildi.” (SCH. DİEHL, “BYZANCE. Grandeur et Decadance” ve St. Rumciman, “La Civilisation Byzantin” eserlerinden özet: Ş. B., Ül. 79, Temmuz 1939, s. 410)
Derebeyileşmenin yarattığı çelişkiler, yalnız alt tabakaları ezmekle kalmaz. Üst imtiyazlı zümrelerin dahi tepişmelerine yol açar. Derebeyilerle merkezî Kral arasında çarpışmalar alır yürür.
“Osmanlı imparatorluğu kurulurken bu mücadele son safhasına [evresine] varmış. Beyler lehine neticelenerek büyük bir kısım toprakların mülkiyeti ile birlikte, devlete ait nüfuz ve salâhiyetlerin [yetkilerin] de malikâne sahiplerinin ve kiliselerin eline geçmesini mucip olmuştu [gerektirmişti].” (Zahariae: Boissonadde’den nakil. Ö. B., Ül. 61, Mart 1938)
Osmanlı yıldızının parlaması böyle bir fırsat çağında başlar.
“Osman Bey zamanında Bizans imparatoru, ikinci Andronikos’tu (1283-1338). Andronikos, sekizinci Mihail Paleologos’un oğlu idi. Zamanında Anadolu perişan bir halde idi. Babası Mihail’in devrinde Anadolu’nun Vitinya (Trabzon vb.) ve Firikya gibi dağlık yerler arazisi vergiden muaftı. Buna mukabil [karşılık] onlar da yerli asker teşkil ederler, memleketin müdafaasına yardım ederlerdi.
“Mihail, hazinenin zaruretini [sıkıntısını] görünce, kumandanların aylıklarını kaldırdığı gibi, onlardan fazla vergi de almaya başladı. Keza ahalinin de vergilerini arttırdı. O derecede ki, vilâyetler, artık hükümete imdat şöyle dursun, kendilerini bile müdafaadan aciz kaldılar.” (Ahmet Refik, Bizans Karşısında Türkler, İstanbul 1927, s. 22-23)
Yâni, Vitinya (Trabzon vs.) ve Firikya (Bursa ile Konya) Bizans’ın en hassas noktaları haline gelmişlerdi. Osmanlılar da, tam bu kaynaşma noktalan üzerine binmiş bulunuyordular.
Böylece, zamanın dünya medeniyetini temsil eden Bizans İmparatorluğu; geniş halk yığınları için çekilmez işkence; üst tabakalar için de huzursuzluk kaynağı olmuştu. Bu şartlar altında, Osmanlı akınlarını yalnız Hıristiyan kara halk hoş görmekle kalmadı; bizzat Bizans Tekfurlarından da Osmanlı hareketine katılmalar sıklaştı. İlk Osmanlı hamlelerinin siyasî akıl hocası ve dışişleri bakanı durumunda olan şahıs Köse Mihaldi. Rumeli fetihlerinde Evrenos Beyler: Türk İlbleri (Şövalye-Gaziler) ile yan yana zafere koştular, İstanbul Fethine öncül olan Güzelce Hisar’ı başta Zagnos Paşa kurdu. İstanbul kuşatmasında Kayser’in barış teklifine Veziriazam Halil Paşa taraftar iken, bu teklife karşı koyan, kuşatmaya devam işinde Fatih’i ikna eden gene aynı Zagnos oldu.
Tarihte hep öyledir; Maddî sebepler bir defa yolun ana hatlarını çizdi mi, o yolda gereken manevî unsurlar hemen baş gösterir. Nitekim, sübjektif olarak, ortada hâlâ bir Hıristiyanlık ve Müslümanlık gayreti vardı. Ama, objektif durum, tarih sahnesinde rol oynayanların başı üstünden, insanlığın yazgısını geliştirmekte Hıristiyan’ı Müslüman’a yardımcı ediveriyordu. Bunun en parlak örneğini, Müslümanlara karşı Haçlı seferi için gelen Katalanların, sonra Bizans’a hücum etmeleri verir.
Kendilerine “Mağribî” de denilen Katalanlar, Roje de Flor kumandasında, Bizans İmparatoru emrine girmişlerdi. Aydın, Menteşe, Saruhan, Karasi ve Karaman Oğullarına karşı zaferler kazandılar. Bu sefer Andronikos ürktü. Bulgarların Bizans’a hücumlarını bahane, ederek, Katalanları parçalamaya yeltendi.
“Katalanlar, İmparatorun maksadını anladılar. Türklerden aldıkları yerleri tümüyle tahrip ettiler. Ordularını parçalatmamak ve Bizans’a erzak vs. göndertmemek için Çanakkale Boğazını tuttular, Gelibolu’ya yerleştiler. Daha sonra, Rumların hud’alarından [aldatmalarından] dilgir [kırgın] oldular. Onlara karşı en müthiş muharebelerde bulundular.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 25)
Bizans, Katalanların reisi Roje’yi öldürdüğü vakit, Gelibolu’da yapılan toplantıda, Katalan reislerinden Beranje şöyle bağırdı:
“Anadolu’yu silâhımızın kuvvetiyle Türklerin (Derebeyileşmiş Selçuk saltanatı artıklarının demek istiyor) zulmünden kurtarmaklığımız bizim için ne derece ebedî bir şan ve şeref bahşedecek ve namımızı en uzak haleflerimize kadar intikal ettirecek [geçirecek] kadar bir hadisedir. Bunu bize bu derece narevâ [yakışıksız] muamelede bulunan Rumların da hayretle takdir etmemeleri gayri kabildir. Bu hayınlar, şimdi muzaffer kollarımızın kuvvetini anlasınlar.”
Kızışma en çok Fatih’in dedelerine yaradı. Osmanlı Türkleri:
“Katalanların Gelibolu’ya yerleşmelerinden 1 sene sonra Bizans’a karşı yapılan muhacemelerden [saldırılardan] istifade etmeye başladılar.” (Ahmet Refik, a. g. y., s. 26)
“Türkler Katalanlarla beraber Marmara sahillerini tümüyle elde ettiler. Bu suretle, Trakya Anadolu’dan geçerek Türkler için büsbütün açıldı.” (a. g. y., s. 30)
106. DOĞUM YILINDA VEDAT TÜRKALİ
Kıvılcımlı’nın 48. ölüm yıldönümü olan 11 Ekim 2009’da Kıvılcımlı’nın mezarı başında bir anma yapıldı ve bu anmayı yapan kalabalık, etkinliği İstanbul Aksaray’daki Su Tiyatrosu’nda sürdürdü. Anmanın daha önceki anma toplantılarından farkı, ilk defa neredeyse tüm Türkiye Sosyalistlerinin (15 kadar farklı siyasi parti, platform, gazete çevresi) ortaklaşa anmasıdır. Bu anmanın tüm süreci detaylarıyla sitemizde bulunan BİR YAYINEVİNİN ÖYKÜSÜ (Sosyal İnsan Yayınları) başlıklı e-kitaptan okunabilir. Bu metin, on beş sosyalist grup tarafından yapılan bu etkinlikte, tüm grup ve partiler adına Vedat Türkali’nin yaptığı konuşmadır. Konuşma daha o zaman tarafımızdan yazıya geçirilmişti. Sonraki yıllarda bu konuşma-yazı 2017 yılında Dipnot Yayınları için hazırladığımız HİKMET KIVILCIMLI KİTABI’nın “Kıvılcımlı Üzerine Yazılar” bölümünde kendisinin izni alınarak ilk kez yayımlanmıştı.
Bu çok önemli konuşma metnini 106. doğum gününde yeniden yayımlıyoruz. Anısına sonsuz saygıyla.
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
“BİZE IŞIK TUTAN DR. HİKMET KIVILCIMLI’YDI
“Vedat Türkali
Çok değerli genç arkadaşlarım, yoldaşlarım hepinize selamlar sevgiler…
(…)
Şimdi biz konuşacağız, söyleşi yapacağız aramızda. Ben 90 yaşında bir komünistim. Kendimi çok talihli saymışımdır. 1919’da çok yoksul bir semtte, emekçi bir aileden doğdum.
Bu bir defa büyük avantajdı benim için. Mahallemde okuyan tek kişiydim. Ve asıl talihim de o zaman TKP ile ilişkisi olan bir komünist genç arkadaşın bizim okulda olması ve bana ışık tutması oldu. Yani dünyayı, tam 11. sınıftaydım, liseyi bitirmek üzereyken -hatta hatırladığım, yani tatildi- kavramaya başladım, evvela şüphelerle…
Sonra tanıdığımız bir köy öğretmeni vardı. Onunla başladık yakınlaşmaya. O solcuydu ve o zamanki TKP’nin Samsun temsilcileri ile ilişkisi vardı.
Sonra kalkıp İstanbul’a geldim. Sene 1937 ve ben TKP’yi arıyorum, niye? Sonradan öğrendik ki TKP 36 yılında desantralizasyon kararı almış Komintern gizli faaliyette bulunmuyor. Bu uzun yıllar parti nerede, kiminle ilişki kuracağız, bunu bulmakta zorluk çektik. Samsun’dakilerle ilişkimiz vardı ama onlar da zaten sorumlu durumdalar, hiçbir gizli ilişkiye girmiyorlar kimseyle. Öyle bir ilk dönem, biz, bir emekleme safhası geçirdik. Bunu zaten ben gerek Komünist kitabımda gerekse uzun destansal anlatmaya çalıştığım Güven romanımda anlatmaya çalıştım. Şimdi evet, anlamaya başlamıştım dünyayı, çok daha erken birçoklarından, sınıfımdaki hemen hemen herkesten daha erken kavramaya başlamıştım. Çünkü sınıf arkadaşlarımın hemen hemen çoğu zaten küçük burjuva, burjuva memur ailesiydiler. Ben açlığı biliyordum. Ha bir de, bir Ermeni arkadaşım vardı. Doktor Hayk Açıkgöz. Onun da anıları çıktı zaten. O kadar. Öğrenmeye çalışıyoruz dünyayı. O yıllarda ise son sınıfta zaten şimdi bu salonda olan o nesil nineniz, anneanneniz bir gül babaanneniz, biriyle tanıştık. Yani biz üç komünist olduk üniversitede o zaman. Arıyoruz, bulamıyoruz, komünist faaliyeti gizli tutuyor ve ağır bir mahkeme safhasından sonra Dr. Hikmet, Nazım Hikmet hemen hepsi hapislere atılmışlardı. Hepsi bizim için bir efsane… Kimdirler, nedirler, çok merak ediyoruz. Kitaplarda okuyoruz, heyecan veriyor bize. Ama görmek konuşmak mümkün değil. Yasak. Meşhur Harbiye Mahkemesi ve Harp Okulu Mahkemesi… Donanma Mahkemesi onaylıyor, bunları sonra ayrıntılarıyla öğrendik. Peki biz Marksizm’i nasıl öğreneceğiz? O zaman Türkiye çöl. Kemalizm’in ağır baskısı var, Kemalist solculuk, o yeter. Memlekette Kapital yok. Gün Gelir külliyatı diye Vakit gazetesinin bir fikir tercümeleri var. Haydar Rıfat diye bir avukat oradan yayınlar yapıyor. İlk defa işte biz orada, daha Samsun’dayken Devlet ve İhtilal, İşçi Sınıfı ve Kautsky Mel’un’u gibi kitapları gördük, okuduk. İlk okuduğum kitap Devlet ve İhtilal olmuştu. Çok başka şeyler söylüyordu ama çok çarpıcı şeyler söylüyordu. Ama bunu tam anlamak lazımdı tabi. Nasıl, çok zor. TKP’yle böyle bir örgüt bağı yok, kurulamıyor. Çünkü TKP 36’da Komintern’in kararıyla desantralizasyona geçmiş. Yani ayrılmış ve Kemalizm’i destekleme görevi verilmiş. Bunları gerekirse ayrıca uzun uzun konuşabiliriz, yazılabilir… Ben şöyle bir kısaca geçiyorum. O zaman bizde, Ha bir de Carl Capiyero diye bir İtalyan anarşistinin Kapital tercümesi var, Haydar Rıfat’ta bir tercümesi var, nasıl tercümedir nasıl bir iktisat dergisinde Capiyero’nun tercümesi çıktı parça parça… Bu Rasih’in babası olur. Suphi Nuri İleri, iktisatçı, solcu o da. Fakat o sırada İstanbul’da biz bir grup ve gruplarla ilişki kurmayı başardık. Zaten savaş başlamış savaş yıllarında olaylar değişmiş ve bir kaynaşma başlamıştı Türkiye’de. İlk defa Doktor’un kitaplarını görmeye başladık. Marksizm’in Bibliyoteği kitaplarından ve pek ciddiye almamamıza rağmen niyeyse Ferit Sait’in kitaplarından da yararlandık. Fakat 1936-37’lerde asıl bizi doyuran, bize ışık tutan Dr. Hikmet Kıvılcımlı’ydı. Ha şunu önce söyleyeyim ondan evvel bizim düşünsel dünyamızı, ruhsal dünyamızı besleyen, destekleyen Nazım’dı. Lisedeyken Nazım hayranıydık, Nazım’ı okuyorduk. Ve sonradan öğrendik ki Nazım ve parti çatışması o günlerde artık sönmeye başlamıştı 36’larda… Ve Nazım da, ben sonra belgesini gördüm, Moskova’da. O teşkilatı diye, Komitern adına o günkü TKP yetkilileri suçlamışlardı ağır bir biçimde. Tabii ki Dr. Hikmet, o suçlayanlar safındaydı. Biz aramızda, partiyi bulamayınca hücre kurmaya karar verdik ve tahsil olayı vardır meşhur… “Saraçoğlu faşisttir” yazılı pankartı asar Mihri’yle beraber -arkadaşımız Asaf, Dr. Hayk Açıkgöz ve çok yiğit bir arkadaşımız olan Hasan Basri Aydın. Hasan Basri Aydın’ın bir avantajı vardı, daha evvel İstanbul’a gelmiş. Dr. Hikmet’i tanıyor, Nazım’ı da tanıyor, biz zaten o Nazım ve parti kavgasına karışmadık. Üzülüyoruz niye böyle diye, daha bir şeyler de bilmiyoruz doğru dürüst. Şimdi şöyle bir giriş mahiyetinde bunları söyledim.
Ve Doktor’a biz o zaman işte o küçücük kitaplarıyla, Marksizm Bibliyoteği… İşte Edebiyatı Cedide’nin Otopsisi, Emperyalizm… bütün o kitapları yer gibi okuduk. Bize ilk ışık tutan oydu. Yani bilimsel olarak Marksizm’i öğreten oydu. Zaten o daha önce Kapital çevirisi vermeye başlamıştı. Kemalistlerle aralarının biraz düzelmesi havası içinde bunların da olabileceği bir demokratik bir fırsat yakalayacağını sanarak… Halbuki işler öyle gitmedi, biliyorsunuz zaten Komintern’in de kaygıları var, sonradan ben bütün belgelere baktım. Bütün istediği Sovyetler Birliği’nin, savaş geliyor… Komintern dünya devletlerini ikiye ayırmış: Savaştan çıkarı olanlar, çıkarı olmayanlar. Kemalist Türkiye çıkarı olmayanlar arasına konmuş. Ve TKP’ye demişler ki, git ülkene ve gizli çalışmayı kesinlikle bırak ve sekter kavgalara kalkışma, karakolluk işe kalkma evet ve mevcut CHP idaresi, Kemalistleri, Mustafa Kemal ve arkadaşlarını Alman aleyhtarı, anti-faşist Sovyet dostu ve emekçi halkın haklarına saygılı bir çizgiyi geçirmenin savaşını ver. Kolay bir şey değildir bu tabii.
(…)
Şimdi bu arada tabii ki Nazım hayranıyız. Nazım hapishanede o meşhur büyük ölmez insanlarını yazmaya başladı. Bir biçimde elimize geçiyordu ve Doktor’un kitaplarını toplatmaya başlamışlardı o zaman. Sakladık ve oradan da öğrenebildiklerimizi öğrendik. Sonra, diyorum ya, ben çok talihli bir adamım. 1951 yılında tevkifata uğrayan gruba bağlayayım da belirsiz kalmasın: 1943-44 yıllarında tam örgütü düzelttik, hazırlık yapmışız, baskı makinası aldık, baskıya gireceğiz, kendimizce parti adına güya yayın yapacağız.
1944’ten sonra asıl TKP ile temasa geçtik. Ve o zaman Mihri Belli arkadaşla çalışmalarımıza başladık. Bütün ekibi dağıttık. Ayrı ayrı yerlerde herkes üyesini buldu. Ve ben de o arada Akşehir’de hocaydım. Askeri öğretmendim. Oradan irtibat kuruyorduk. İstanbul’a geldiğimizde de zaten 44 hareketi hemen yakalandı. (…) Zaten ben yazılarımın birçoğunda değindim romanlarda da ve biz o zaman gene dışarıda yalnız kaldık ve bize bekleyin dediler ve belki yıllarca bekledik. O arada Mihri Belli gençlerle beraber harekete geçti. Biz de Mihri’yle beraber çalışıyoruz merkezde, o zaman Ankara’daki hareketleri izliyoruz falan ama Dr. Hikmet Kıvılcımlı hayal bizim için. Nazım’a varmak mümkün değil, onlar partinin kahramanları, eserler veriyorlar. Ve sonra 45’ten sonra… yalancı bir demokrasi ve partiler açıldı. Doktor Şefik Hüsnü harekete geçti. Şefik Hüsnü ile ben gizlilik zamanında tanıştırıldım. Bizim Mihri tevkif edilince bana bir adres vermişti oraya gidersin, dedi o gittiğim adres merkez komünistlerinin bağlantısıymış, o da beni Şefik Hüsnü’ye götürdü. Sonra o dönem başladı.
Yani diyeceğim, o yıllarda gizlide olan işlerden şu veya bu biçimde haberli olmaya çalıştık, ilişkiyi kaybetmemeye çalıştık ve Dr. Hikmet’i ve Nazım’ı hep özlemle, hayranlıkla seyrettik dışarıdan. Sonra tekrar harekete geçtim. 51 tutuklamasından içeri alındım, bunlar uzun hikaye tabi. Bunların ayrıntıları daha sonra yazdığım romanlarda geçiyor. Sonunda yine büyük bir talih eseri ile birlikte tutuklandım, kimlerle: Reşat Fuat, Zeki Baştımar -zaten tanıyorum onu-, Şefik Hüsnü, Mihri, Ahmet Fırıncı, Halil Yalçınkaya, Celal Benneci, TKP’nin bütün Merkez Komitesi, şimdi bu felaket bir olay… Ama benim için talih oldu; onları bir tek, yıllarca hapishanede gördüm. Ben üniversiteyi bitirdim ama benim gerçek üniversitem cezaevi eğitimim olmuştur.
Şimdi içerideyken biz, Doktor Vatan Partisi’ni kurdu. Onları izliyorduk zaten hapishaneden. Şefik Hüsnü’nün Dr. Hikmet’e nasıl büyük bir sevgi ve hayranlık duyduğunun ben tanığıydım. Ama hiçbirisini tanımıyorum, Kıvılcımlı yoldaşı biliyorum, hayranıyım…
Bizim asıl davadan başka, belli başlı üç tane dava açılmış. Gardiyan dövmekten tut, üste hakaretten… üç ay beş ay filan bunlar için ben azar azar devamlı İstanbul’a getiriliyordum. Talih bir defa yüzüme güldü. Doktor Hikmet Kıvılcımlı’yı ilk defa orda tanıdım. Şimdi o günden sonra hep beraber olduk daima, yanından ayrılmamaya çalıştım, çok şey gördüm, çok şey öğrendim ama bugün de daha iyi anlıyorum ki yazık ki onun kitaplarını ben gerçek hakkını vererek o zamanlar tam kavramamışım. Şimdi niye ben bu kadar duruyorum bunun üzerinde? Birçokları zaten der ki, ben Doktor Hikmet’le aman aman çok iyi anlaşırdık. Hayır öyle değildi, işte Nizamettin burada, bizim arkadaşlar bilirler, devamlı tartışırdık onunla ama tabii büyük kısımda hiç de haklı olmadığımı bugün daha iyi anlıyorum.
Doktor bizim Marksist-Leninist kavganın en yiğit önderlerinden biridir. Yalnız odur demem, vardır yiğit insanlar… Fakat Marksizm’e bir hizmet Türkiye’nin gerçekleri içerisinde gerçekten düşünsel katkılarda bulunmuş, bakın sözüme dikkat edin, tek adamdır. Şefik Hüsnü’yü tanıdım, biliyorum, çok iyi biliyorum büyük saygım var. Reşat Fuat öyle. Bu konuda iyi kötü yazı yazanlar var ama Doktor Hikmet çok farklı bir şey yaptı bu memlekette.
Ne yaptı Dr. Hikmet? Şimdi bugün Türkiye’nin en ünlü sorunlarını alalım. Din sorunu. Din sorunu hakkındaki bizim eski ve yeni o zamanki militan yoldaşlarımızın fikri vardı. Hala bugün Marksistim diyenler işte Marx’tan öğrenmişler din afyondur filan. Ama sosyal bir kurum olarak Türkiye’de din nelere oturuyor, neleri yapmamız lazım bizim bu konuda? Bu konuda ciddi biçimde düşünce yolunu açan Doktor Hikmet’tir. Bir gün bana, çok yanılıyoruz, dedi. Afyon, dedi Marx, doğru afyon ama afyon olmasaydı dedi, dişinizi çekemezdik dedi, ağrıdan kıvranır dururdunuz felaket olurdu sizin için dedi. O acıyı azaltma vasfı sınıflı bir toplumda egemen sınıfların hırsızlığı için kullanılıyor, işin felaketi orada. O zaman tutumumuzun farklılığı da ortaya çıkıyor, olması gerekiyor. İkincisi Kürt meselesi. Kemalist dönemde bizim kuşaklarda Kürt meselesi bilesiniz ki tam örtbas edilmiştir. Hele İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra. Kürtler o zaman çok geri bir şey istediler. İşte bu yobazların efendim gericidirler; İngiliz emperyalizminin, Fransız emperyalizminin maşasıdırlar; Kemalist Türkiye bunlara karşı korunmalıdır… Bir bakıma o günkü TKP’nin de aşamadığı nokta bu oldu. Neden? Bu çok çok kapsamlı bir konu, anlatırken bile çekiniyorum, eksik bakmaktan korkarım. Şimdi Kürtler Ortadoğu’nun en eski halklarından biridir. Geçende MHP Başkanı Devlet Bahçeli, biliyorsunuz büyük kurt, liderimizden biri maşallah. Diyor ki, gerekirse Anadolu’yu yeniden fethederiz! Bakın, çok büyük laflar. Şimdi İzmir’de ben, imza günü yaptılar… Bu arada orada bölge temsilcileri bana sordular bunu. Dedim ki valla iftihar ettim, böyle bir kahraman çıkmış Anadolu’yu fethedecek, fena mı dedim. Fatih Mehmet vardı, bir de Fatih Devlet olur. Ha, yalnız dedim üstada hatırlatmak lazım, biz Anadolu’ya girerken yani Malazgirt vadisinde Romen Diyojen’in yüz binlik Bizans ordusunu Alparslan on bin kişiyle dağıttı. Biliyor musunuz, bu on bin kişinin çoğunluğu, bir rivayete göre de hemen hemen hepsi Kürt’tü. Onun için dedim bu adama söyleyin, Anadolu’yu fethe kalkarsa yanına aman Kürtleri almayı unutmasın. Şimdi Kürtlerin bir talihi var ama bu bir talihsizlik oldu İdris-i Bitlisi diye bir ünlü alimi onların. Bu Uzun Hasan’ın da galiba medrese tahsilini yapmış, ulemadan bir adam… Yavuz Sultan Selim’le İdris-i Bitlisi sonra anlaşma yaptı ve Kürtleri Osmanlı’ya bağladı. Bir nevi özerk idareler verdi. Ayrı ayrı şıhlar, işte aşiret başkanları, beyler kendilerine göre bölgesel haklara sahip oldular. Bu toplumun değişmesinde olumsuz etki yaptı ve Kürtler bir araya gelip yeni bir döneme geçmek ve ekonomik birlik yapmak, burjuvazi yetiştirmek ve yeni bir toplumda bir ortak bir devlet kurmak -bunu beceremediler. Olmaz da, kolay değildir bu. Şimdi şu mesele bile saatlerce konuşulabilir. Ha, o zaman gerçekten gördük ki Kürtler aşiret başkanlarını koruyucu olarak görüyorlar bugün de öyle bazı solcular bunu diyorlar ama bu, sorunun çözülmesi için sihirli bir laf değil. Ha o arada bunların bir kısmı, birisi pardon şey… Nuri Dersimi’yi okudum, birçoklarını okudum. Tabii ki orada İngilizler de Fransızlar da Kürt beyleri ve aşiret derebeyleriyle işbirliği yaptılar. Nasıl ki bugün Ortadoğu’da adeta her türlü pisliği yapıyor ise. Şimdi bunlar aynı zamanda kimi rahatsız etti? Sovyetler Birliği’ni. Sovyetler Birliği yanıbaşlarında bir İngiliz veya Fransız emperyalist gücünün olmasına izin vermiyorlardı. O zaman ne yapıyorlardı Kemalist Türkiye’yi tuttular, TKP de bir nevi Komintern’in çizgisi dahilinde yürümekte olan bu çizgiden ayrılamadı. Ama buna rağmen, bakın buna rağmen yanımda keşke getirseydim, TKP’nin içinde, programında aynen şöyle diyor: Türkiye işçi sınıfı, işçi-köylü iktidara geldiği zaman Türkiye’deki büyük çoğunlukta var olan azınlıkları yani Kürtleri ve Lazları isterlerse ayrı bir devlet kurmak hakkını bahşeder, onlara verir, diyor. Yazılı bu. Bu görülmüyor. Şefik Hüsnü’nün yazısı var. Bu Ağrı harekâtı için, bu görülmüyor. Şefik Hüsnü diyor ki; yazık ki biz de yapamadık bir şey. Örgütlü alanına girmek bu arkadaşlarımızın kardeşlerimizin diyor. Nasıl girerdi? O zaman Kemalizm Doğu’da öyle bir terör yaratmış ki, Abdullah Paşa aşiret başını oğluyla birlikte çağırıyor, Elazığ’da sabah mahkeme yaptırıyor. Öğlende evvela oğlunu astırıyor, sonra babayı astırıyor. Bunları yaşadık. Kürt geçiniyor diye hangi Kürt, hangi komünist demokratik kitle örgütü nerede, kim hangi… kaldı ki TKP hiçbir zaman güçlü olmadı öyle. Kürtlerin önemli vilayetlerinde çok da güçlü olamadı. Kemalizm çok ciddi yağmaladı bizi. Şimdi o dönemde… niye bu kadar anlattım size ben? Bir kişi var ki Kürt meselesine dair, hala eskimemiş olan dört dörtlük bir kitap bıraktı.
Biliyorsunuz Kürt sorunu üzerine yazılmış Dr. Hikmet’in kitabı var. Bizim İsmail Hoca (Beşikçi) görmüyor bu olayları. Biz o zaman Kürt sorununun varlığını biliyorduk ve doğru yaklaşıyorduk olaya. Biz dediğim kim? Biz komünistler, kim? Doktor Hikmet’in kitabını okuyanlar. Bakın Kürt meselesine yaklaşımı bu.
Din meselesinde bunları aynen böylece söyledi adam. Vatan Partisi’nin kuruluşunda bu Eyüp konuşması var, tarihi bir konuşma… Ha o yüzden yakaladılar onları zaten, aldılar içeriye. Demin onu dedim, büyük mutluluk hissettim ama bir yandan üzülüyorum tevkif edildikleri için, bir yandan da mutluyum. Doktor Hikmet’i tanıdım. Doktor orada İslâm’ı tarif eder. İslâm’ın nasıl sınıfsal bir yapısı olduğunu anlatır ve bu Ebu Süfyan tayfasını anlatır. İslâm’ın, temelinde nasıl ilkel komünal bir takım öğelere dayandığını anlatır. Uzun uzun anlatır birçok şeyleri. Ben orda öğrenmişim programı. O zaman anlaşılmadı ama sonra olayların Doktor Hikmet’in ne kadar haklı olduğunu gösterdi.
Şimdi bakın, benim son zamanlarda değindiğim bir iki nokta var, zaten çoğunu yazdım, ilgili notlar var. Kürt meselesi ve din meselesini ben Doktor’dan öğrendim. Geçenlerde genç bir sosyalist arkadaşımız bir yazı yazmış. Bana diyor ki, işte Marx’ın o sözü alıp işte din dediğin afyon falan… Sonra da diyor ki, ya Vedat Türkali işte böyle diyor. Ee öyle, sağol da, bir şey öğretmedin ki sen; değil mi? Bakın bugün koca bir kitle İslâmi esaslar çizgisinde aldatıldı, aldatıldı ve bir şey değişmedi. Neydi, eskiden laikler soyuyordu, şimdi dinciler laikleri soyuyor, değişmiyor. Laikti-şeriatçıydı kavgasıyla bir yere varılmaz. Laiklik yapıp şeriatçıları tasfiye etmek bir zamanlar belki sloganıydı Kemalistlerin… İşte o Jakoben tavrı içerisinde Batı burjuvazisinin kazanımlarını bize bildirmek gibi çabası oldu, onu da gördük, yaşadık zaten ama bugün olaya farklı bakmamız lazım. Bu farklı bakışta geçmişte bize kim ışık tutacak, işte başta Dr. Hikmet Kıvılcımlı.
Üçüncüsü Osmanlı eski tarihimiz ve bu tarihe bakışımız… O konuda da bize çok önemli yapıtlar verdi. Osmanlı Tarihinin Maddesi, zaten bütün bunları sonunda ne yapıyor, asıl büyük Tarih Tezi’ne bağlıyor. O Tarih Tezi çok önemli bir tarihsel buluştur. Marx’a katkıdır, Marksizm-Leninizm’e katkıdır. Kendisi ilk defa Finans Kapital’in, Türkiye’de kapitalizmin olmadığını ve egemen olan şeyin finans kapital olduğunu… o bilinci veren Dr. Hikmet’tir. O, Demokrasi diye şöyle ufak bir kitabı var. Hepiniz onu okuyun, tavsiye ederim. Şimdi bakın, bu adam bunu hangi şartlarda yaptı? Komintern o zaman Doktor Hikmet’in biraz sertçe çıktığı Kemalizm’e karşı işte kışkırtıcı olunmamasını tavsiye ediyordu. Hem o disiplini bozmamak durumundaydı, hem de doğruları söylemek… Ufacık şeyde çok şeyi ispatlamıştır, göstermiştir. Evet, şimdi ben o kitabı okumanızı tavsiye ederim, Doktor’un çoğu kitaplarını okumanızı tavsiye ederim.
[…]
Evet, bugün Doktor Hikmet’ten, asıl bugün öğreneceğimiz şeyler var. Dr. Hikmet politik tavırları içerisinde başarılı oldu mu? Hayır olamadı. Olamadı, çünkü o dönemde onu anlayabilecek kadar hazır bir ortam Türkiye’de oluşmamıştı. İkincisi o konuda pek talihli sayılmaz, yanına yaklaşanların çoğu yeteri kadar ona destek olma yükünü taşımıyorlardı. Çünkü Türkiye’nin birikimi daha çok ilkeldi. İşin bu kadar ayrıntısına gidemiyordu. Bilinçsiz sol hareket, ister istemez Kemalist sol hareketin gölgesinde devam ediyordu, çok aykırı geliyordu bu sözler, birçok iddialar o günkü Türk soluna. Bugün bile mesela ben Türk solu içerisinde Kürt sorununu doğru dürüst anlayan, din sorununu doğru dürüst anlayan, tarihe doğru bakan çok az adam gördüm.
Beni suçluyorlar mesela Kürt sorununa yaklaşımım yüzünden. On beş senedir yazıyorum ben. Birçokları anlamıyor. Kürt deyince hemen aklına başka şeyler geliyor. Neden? Önyargılardan dolayı, Doktor yazmış kitabında bunu okumak gerekiyor, bunları iyi kavramak gerekiyor. Şarkı der ki “Bedbaht ona derler” ki bilmem anımsadınız mı? “Bedbaht ona derler ki elinde cühelanın/Kahrolmak için kesb-i kemâl-i hüner eyler” anımsadınız mı? O kadar talihsizdir ki CHP’nin elinde kahrolmak için “kesb-i kemâl-i hüner eyler” yani okur ama kimseye derdini anlatamaz, acı bir söz tabii. Şimdi Doktor emekçiden şaşmıyordu. Temel, emekçiler… Emekçi halkın vasıfları ne, emekçi halk dinli dinsiz diye ayrılmaz? Soyan soyulan insanların içerisinde ayrı gücü temsil eder; asıl gücü, tarihin gücünü temsil eder. Millet ayrımı da yoktur tabii ki. Doktor’un bütün çabası, tarihe oturmak, halka oturmak ve emekçi halkla birlikte ülkede bir şeyler yapılabilmesi… Türkiye o günlerde buna hazır değildi. Belli sloganlar Batı sosyalizminden kalmış, bazı şeyler bunların tekrarından öteye gidilemedi maalesef, gidilemiyordu. Türkiye İşçi Partisi’nin en revaçta olduğu zamanlardan birinde ben Avşa’daydım. Behice Boran, benim iyi ahbabımdı. Ailece görüşürdük, onla da beraberdik. Kalktı Doktor da geldi. Doktor bana geldi, Behice Hanım’la beraber. Oturduk ettik. Benim kafam direkt acaba bu ikisini birleştirebilir miyim? Birlikte olabilirler mi? Doktor’a söyledim, “hemen” dedi. Behice Hanım kati yanaşmadı. Şimdi Behice Hanım iyi bir sosyalist, bilirsiniz, vay hain mi diyeceksiniz. Hayır, değil. Anlamamıştı, tanımıyordu. Yıllarca benim anlatmama rağmen… anlatamadım. Bunlar çok basit gibi görünür ama aslında çok kapsamlı sorunlar ve bizim ilacımız, bu kapsamlı sorunların çözümünden geçiyor.
Şimdi bakın bu salonda aşağı yukarı belki on küsur örgüt var bildiğim kadarıyla. Şimdi bakın bu şöyle bir şeyden doğuyor, vaktiyle yok muydu bunlar, vardı. Şimdi Marx’ın, Engels’in medeni tavırlarına bakmak gerekiyor. İkinci Enternasyonal zamanında sosyal demokrat partilerin ülkeleri bir harbe girdiler. Dönek dediğimiz Kautsky de… Kautsky ile Menşevik gruplar işi iyice bozdular. Ne yaptılar? Bir can havliyle mecliste burjuvazinin savaş planlarını desteklediler, harp bütçesine oy verdiler. O zaman bütün sol, hepsi isyan etti. İsyan ettiler ama büyük bir kısmı da oy verdi. Ha bir kısmı ayrıldı, bunlara pasifist dendi, biz bu savaşı reddediyoruz dediler. Bu karıştırılıyor bir defa. Üçüncü bir yol vardı. Kimdi onlar, işte Leninistlerdi. Leninizm’in çizgisinde olan başka ilerici Marksistlerdi. Onlar ne yaptılar? “hayır, silahı alın elinize ama karşıdaki insanla vuruşmayın, başındaki soyguncuları, onları temizleyin” dediler. İşin özü bu. Şimdi bunu dedikleri zaman azınlıkta kaldılar. Ve sol ismi altında birçok partiler de maalesef bu çizgide tereddüte düştüler. Brest Litovsk anlaşmasını yaptı Lenin. Birçok partiler karşı çıktı. Halbuki net olarak “halka biz barış vaat ettik, bunu yapmalıyız” dedi. Birçok sorunlarda böyle açık şeyler çıktı. Şimdi bakın bütün bunlara rağmen niye bunları anlatıyorum? Birçokları karşı çıktı, çıkacak tabii ama bütün bunlara rağmen Lenin o partiden ayrılmadı. Sosyal Demokrat Partisi Bolşevik grubu diye ayrı bir çizgi olarak durdu içlerinde, ayrılmadı. Çünkü ayrılık çok zaruri olmadığı zaman düşmana hizmet olur. Ben iyi kötü takip ediyorum, bakıyorum ne kadar basit şeylerde, kolayca beraber olabilmesine hiçbir engel olmamasına rağmen bile bir ortamda parçalanmalar oluyor. Bu sağlıklı değil. Bugün bütün arzumuz şu, birleşmeliyiz. Bizi kim birleştirebilir? Benim yaşadığıma göre şöyle bir toparlamaya çalıştım. Eskiden bize hazır olarak bol malzeme bırakan, bol düşünce bırakan kişi, galiba tek kişi Dr. Hikmet Kıvılcımlı’dır. Ama efsaneyi sevmem. Dr. Hikmet Kıvılcımlı’nın hiç mi bir eksiği yoktu, yanlışları yapmadı da bütün hep etrafındakiler mi suçluydu. Hayır, öyle değildi. İnsanlar yanlış yapabilir hele politik hayata düşüldüğü zaman kaçınılmaz olur bu. Marx ve Engels 19. yüzyılda Alman işgali zamanında yanlış yaptılar Almanya’da. Londra’da kendileri itiraf ettiler. Biz şu konuda yanlış karar aldık, diye. O başka, Marks’ın, Engels’in ve Lenin’in ana hatlarla ortaya koyduğu şeyler başka. Şimdi Lenin diyor ki: “Biz hata yaparız” diyor. “Onun için tarihte üç dört siyasi partiler oldu, battılar, biz batmayız” diyor komünistler. Ama biz battık, iktidarı kaybettik neden demek ki yanlışlık yaptık. Çünkü biz o kendi kendimizi eleştiri mekanizmasını doğru işletmedik, doğru işletmedik yanlış işlettik. Ve o hale geldi ki iktidarı ellerine geçiren kişilerin fikri değişir, şunu kabul et yoksa hainsin durumuna düşürüldük. Çok sert davrandık. Bakın, Bolşevikler savaşa hazırlanıyorlar, Kırım Savaşı’na, orada bir karar veriyorlar. Bir çıkış yapacaklar, gizli karar veriyorlar. Kamanev ve Zinovyev tutuyor diyorlar ki yanlış bu, bir buçuk iki yapmayalım. Şubat hareketidir galiba. Ve Lenin diyor ki, denememiz lazım. Kavgalar gürültüler birlik kararı alıyorlar. Ne yapıyor? Gidiyor, Kamanev’le Zinovyev, dedim ya Sovyetler’de Bolşevikler yakında isyan hazırlıyor diyorlar. Bu bir suç! Hem de affedilmez bir suç. Şimdi daha sonraki dönemde ne yapıyorlar, ne yapıyorlardı, böyle birisini öldürüyorlardı. Ama bu yoldaşların ne kadar eski, değerli hizmet vermiş kişiler olduğunu bildiği için Lenin ne yapıyor, iki sene Türkistan’a sürgün yapıyor. Sonra gene görev verdiler.
Diyeceğim, insanca tavrın, asıl o tavrın bizim için çok gerekli, çok lüzumlu olduğunu unutmamamız lazım. Tartışmaları yaparken, siyasi görüşlerimiz arasındaki farkları belirlerken birbirimize kıyıcı olmayalım, anlamaya çalışalım. Anlaşılacak mesele o kadar zor değil, mesele özünde çok basit ama lütfen bu işlere giren insanlarımız da, militanlarımız da ille de başkası suçlu ben haklıyım deyip sekter bir tavra girmesinler ve kontrollü uzlaşma kültürümüz olmalı, demokrasi kültürümüz olmalı. Anca bizi bu yol, belki aydınlığa çıkarır. Ben hayalci değilim. Her şeyi konuşacağız da, hayır diyenlerin yollarına bakın, biz anlaşamazsak düşman sevinir. Bizi istemeyenler sevinir.
Şimdi din meselesinde ne vakit bir ülkede devrimciler dincilerle yani halk kitlesine, daha doğrusu, dini inançlarına saygı göstermesini bekleyen halk kitlesiyle aralarına din meselesini sokmamışlarsa iktidara yakın olurlar. Zaten okudum ben yazılarını diyorlar ki niye sizin partinizde din ile ilgili bir söz yok. “Çünkü” diyor, “biz aptal değiliz de ondan diyoruz biz”. Herhangi bir ilerici ateist bir mimarlar doktorlar grubuyla ilerici bir işbirliğine kalksak burjuvazi egemen sınıf hemen bak Allahsızlar şunlara bakın dinsizlere takılıyorlar diye bizi kışkırtır halkımızı diyor yani. Şunu bilirim, halk kitlelerinin dini inançları rahatsız edilmeden işbirliği yapıldığı anda her vakit egemen sınıflar eyvah din elden gitti diye halkı kışkırtırlar. Ama siz biliyorsunuz Maraş katliamı Komünistler Kur’an-ı Kerim’i lağımlara attılar, cami bastılar diye yaygarayla milleti taktılar peşlerine, çok yerde bu böyle oluyor. Bunda dikkatli olmak lazım. Bakın İtalya’da ne oluyor. Aldo Moro diye bir adam… Aldo Moro, Hıristiyan Demokrat Partisi’nin başkanı, böyleler o zaman, ki rakipler İtalyan Komünist Partisi’yle. İtalyan Komünist Partisi çok güçlü ama Amerika CIA da çok güçlü. Kendince bir savaş veriyor, anlıyor ki adam, Aldo Moro, bugün Amerika bizi mahvediyor. Tarihi anlaşma diyorlar. Komünist Partisi’ni çağırıyor, ittifaka başlıyorlar, iktidara geçecekler ama böyle bir durumda ne oluyor? Amerikan emperyalizmi diyor ki çok tehlikeli oyunlar oynuyorsunuz Bay Aldo Moro diyor, o kadar. Ve adamı kaçırdılar öldürdüler. Adam kaçıranlara demiş ki ben başıma geleceği biliyordum yazdım bile, öldürüldü ve o iş kaldı. Peki kimdi kaçıranlar kimdi, Kızıl Tugaylar. Bakın en keskin slogan atanlar, Kızıl Tugaylar ne olduğu belli değil. Son derece karmaşık bu işler ve tabii CIA yapıyor. Bakalım şimdi İtalyan Komünist Partisi bu sürprizi nasıl gösterdi? Onların dünyada ekol olmuş Togliatti gibi bir liderleri var. Birinci dünya savaşında Moskova’da Komintern’de. Almanlar Avrupa’yı işgale başlayınca Afrika’dan gitti İtalya’ya. Komünist Partisi’nin bütün militanları, liderleri karşıladılar onu. Adamlar yıllardan beri en ağır baskıda, kelle pahasına kavga yürütmüşler. Diyorlar ki, işte şu kadar insanımız var, bu kadar mücadele ediyoruz burada ama diyorlar parti yönetiminden bir yoldaş ama burada bir şey var diyor, nedir diyor. Bizim parti üyelerinin yüzde yetmiş sekseni kiliseye gidiyor diyor. Bakın şimdi. Hemen Togliatti, katiyen diyor engellemeyeceksiniz, karşı çıkmayacaksınız, olduğu gibi bırakın diyor, aynen devam etsin, adam hayatını tehlikeye atmış, işkencelerden geçmiş, partimizi tutmuş, siz şimdi adamı vay sen dincisin diye kovacaksın. Bakın Lenin partili olan kişilere illa da bir partiye girmeye mecbur değil ama girecekse kabul etmiyordu çünkü Rus kilisesi Çarlık sisteminin çok çirkin iğrenç bir aletiydi ama Müslümanlara öyle demedi. Müslümanlar isterlerse dedi camiye gidebilirler ve Türkiye’deki Komünist Partisi, Türkiye’nin komünist partilerinde militanlar ayrılmak zorunda değildirler dedi. Demek ki, bilimsel Marksizm diyor ki: Marksizm’in bilimini öğren diyor, kafanı işlet diyor, kafanı işlet diyor, kafanı. O gün, halkı nasıl yanına alacaksın ve bu hırsız soygun çetesini başımızdan nasıl kovabilirsin? Halkı yanına almazsan ne olur, işte öyle oluyor. Bakın Güney Amerika’da bugün başarılı oluyor. Biliyor musunuz Güney Amerika’da Katolik papazları ve radikaller kardinaller içinde, ki bunlar aforoz edilebilirler yani. Dağda, dağa çıkan devrimcilerin yanında yer alan papazlar var bakın. Küba üst üste başarı sağlıyor. Ben Fidel Castro’nun kitabını okudum. Güney Amerikalı bir kardinalle konuştu üç gün üç gece. Okumanızı tavsiye ederim ve din kesimiyle nasıl ilişki kuruyorlar, niye onlar önleyemiyor onlar böyle bir şeyi? Ve Amerika kıyamet koparıyor. Bakın Amerika kaç sene geçti, burunun dibindeki adayı durduramadı, susturamadı, işgal bile edemedi. Halkınla sen eğer çatışmaya girmezsen, halkın seni tutarsa istersen yüz bin kişi ol, beş yüz bin kişi ol, güçlüsün. Eğer halkın sana yanaşmıyorsa çok çok önemli şeyler düşünebilirsin ama yazık, o düşüncen senin yanında kalır. Şimdi biz de bu konuda en gerçekçi yolu gösterebilecek kişi ben yetmiş yıldır komünist partisinde şu ya da bu şekilde oldum. Gördüğüm kadarıyla dört dörtlük, Dr. Hikmet’in gösterdikleridir, öğretmeye çalıştıklarıdır. Ama buna rağmen demiyorum ki bunu belleyin slogan atın… Hayır, lütfen hep okuyalım, demin dediğim yumuşaklıkta bunu aramızda tartışalım. Vay hain, diye çıkmayalım. Yanılma payı da kabul edelim ve halkımızı yanımıza alalım. Bu hırsız çetesi başka türlü gitmez. Kaldı ki bu gün dünya Doktor’un çok önem verdiği finans kapitalizminin çöküşünü yaşıyor. Bakın ne palavra sıktılar değil mi? Yeni bir dönem başlattılar ve o yeni dönem de daha şeyden başladı biliyorsunuz Friedman’dan yeni liberalizm diye. Thatcher ve Reagan dönemi… Dünyayı soydular ve yıkılan sistemlere karşı da korkunç tepkiliydiler. Ve biliyorsunuz, Thatcher, ben Londra’daydım o zaman, diyor ki, sosyalizm döneminde dikilmiş ağaçları bile keseceğiz, Sosyalizmin hiçbir şeyini istemiyoruz diyor. Şimdi bakın bütün bu keskinlikleri ne oldu? Dünya kapitalist-emperyalist sistemi yani finans kapital çöktü. Düzeltemez kolay kolay. Dünyanın bu çizgide kavga vermenin uyarması içinde ve geldiği çağda biz kendi ülkemizde bizi bu konuda çok daha ileri uyaran bir düşünürümüze sahip çıkalım yani devrime sahip çıkalım.
HİKMET KIVILCIMLI, TARİH TEZİ VE DOĞRUSAL TARİH ELEŞTİRİSİ – ALP YÜCEL KAYA
Bu haftaki yazımız değerli hocamız Alp Yücel Kaya’nın solun Türkiye tarihi yazınını incelediği yazısının “Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Tezi ve doğrusal tarih eleştirisi” başlığını taşıyan bölümü.
Alp Yücel Kaya hocamız, Devrimci Marksizm Dergisi’nin 50. sayısında (Bahar-Yaz 2022) yayımlanan “Üretim tarzı, sınıf, devlet: Solun Türkiye tarihiyle sınavı” başlıklı yazısının 6. bölümünde Kıvılcımlı ustamızın Tarih Tezi’ni sarih biçimde ortaya koyuyor. Kıvılcımlı’yı belli bir bütünsellik içerisinde tartıştığı için yazının tamamının okunmasını öneriyoruz, bunun için de yazının linkini ayrıca paylaşıyoruz. Ve yazıyı yayımlamamıza izin verdiği için kendisine ayrıca teşekkür ediyoruz.
https://www.devrimcimarksizm.net/tr/alp-yucel-kaya-uretim-tarzi-sinif-devlet-solun-turkiye-tarihiyle-sinavi
Ahmet Kale – Göksal Caner Malatya
Fişek’in 1960’lar, Çulhaoğlu’nun 1980’ler ve Savran’ın da 1990’larda Eşitsiz ve Bileşik Gelişme (EBG) üzerinden farklı derecelerde Türkiye tarihi okuması yaptıkları görülüyor ama Nail Satlıgan[1] bu tür bir okumayı ilk ve çok daha kapsamlı bir şekilde yapanın Hikmet Kıvılcımlı olduğunun altını çizmektedir.[2] Satlıgan, Kıvılcımlı’nın (1930’larda TKP içindeki muhalif konumu kadar) aşamalı devrim ve demokratik devrim yaklaşımlarına mesafesi ve aynı kavramlarla konuşmasa da EBGY doğrultusundaki finans-kapital analizi göz önünde alındığında Trotskizm ile bağının kuvvetli olabileceğini ileri sürer.[3] Ergun Aydınoğlu da Kıvılcımlı’nın 1930’ların başlarında yazdığı Yol serisinden Parti ve Fraksiyon’a atıfla (“Komünist Enternasyonal … [d]eğil bir aşamayı, bir konağı, hatta bütün bir dönemi atlama olanağını pratik araştırmalarla saptadı. Çin örneği [1925-1927 devrimi] bir ülkenin hiç kapitalizm dönemine uğramadan, pre-kapitalist ilişkilerden, Sovyetler köprüsü aracılığıyla doğru sosyalizme ve komünizme gitme olanağını gözle görülür, elle tutulur hale getirdi”[4]) Komünist Enternasyonal’de kabul edilen Stalin ve Buharin’in aşamalı devrim tezlerinden haberdar olmadığı ve “hiç farkında olmaksızın, Troçki’nin ‘sürekli devrim’ anlayışını Türkiye devrimine uyarlama çabası içinde olduğunu” söyler.[5]
Ama Kıvılcımlı’nın düşünce dünyasının da hep aynı hatta gittiğini söylemek pek mümkün değildir. Aydınoğlu’na göre, 1930’larda hazırladığı Yol serisi Komünist Enternasyonal’in Stalinizm öncesi teorik birikimini yansıtan bir metindir; II. Dünya Savaşı sırasında kaleme aldığı Devrim Nedir? Komintern’in teorik geleneği çerçevesinde ele alınabilecek bir metindir; EBGY’ye koşut bir okuma yapılabilecek Tarih Tezi 1937-1950 arasındaki uzun tutukluluk döneminde yazılmıştır; Vatan Partisi döneminde aşamalı devrim anlayışını benimsemiştir; 27 Mayıs sonrası aşamalı devrim anlayışı devam etmiştir; bütün bu süreçte bir türlü tipik Stalinist bir çerçeveye girmemiş ya da girememiştir; 1960’ların sonu 1970’de (15-16 Haziran sonrası) Yol yazarı gibi konuşmaya başlamıştır; nihayetinde “27 Mayıs 1960’tan 1971’de ölümüne kadar, 1920’li, 30’lu ve 40’lı yıllarda yazdığı ve yeni konumu itibariyle ‘aykırı’, ‘çelişkili’ görülebilecek pek çok şeyi savunmaya devam ettiği görülür”.[6]
Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi bağlamında Marksist tarihçiliğe katkısı çok özgün ve kapsamlıdır, farklı dönemlerde kendi düşüncelerinde sıçramalar yer aldığından (aynı zamanda düşünceleri ile siyasi müdahaleleri arasında uyumsuzlukları da göz önüne alınca) yorumlanmaları çok ayrıntılı bir çalışma gerektirir.[7] Bu makale çerçevesinde katkısını hakkıyla değerlendirmek tabii ki mümkün değildir. Onun gibi söylersek “[b]uraya kadar … ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”.[8] Yine de özgünlüğünü, sınırlı da olsa ortaya koyabilmek için aynı şekilde (“paldır küldür”) belirli çalışmalarından faydalanarak (geliştirdiği temel kavramlar çerçevesinde) Tarih Tezi’nin ana hatlarını ortaya koymak ve bu anlatının EBGY ile koşutluğunun altını çizmek istiyoruz. Bunun için göreli olarak tutarlı bir bütün arz etmesinden dolayı ağırlıklı olarak 1965-1971 arası yayımladığı veya yayıma hazırladığı çalışmalarını kullanacağız.[9]
Kıvılcımlı’ya göre teori ve pratik kökünü tarihten alır, “[o]nun için, Bilimcil Sosyalizmin soyadı TARİHCİL MADDECİLİK’tir”.[10] Ama “tarihcil maddecilik” farklı ve yoğun bir çabayı gerektirmektedir çünkü iki anlatı literatüre hakimdir ve aşılmayı beklemektedir: tarih öncesinin bilinmeyişi nedeniyle tarihin tekerrür ettiğine dair anlatı; Yakındoğu tarihinin bilinmeyişi nedeniyle Akdeniz çevresinden Batı Avrupa’ya doğru kölelik-derebeylik-kapitalizm gidişatına dair anlatı. Bu iki anlatı Batı toplumunun tarih gerçekliğini az çok sunabilmekte ve Batı’da sosyal devrimciliğin teorik ve pratik bütünlüğünü sağlayabilmektedir ama Türkiye’ye dair hiçbir şey söylememekte[11], “Doğu için … teorik bir boşluk ve karanlık” ortaya koymaktadır. “[B]ugün Klasik Tarih Bilimi Batıda (Kapitalizm’de) ve Doğu’da (Formel Sosyalizm’de) henüz yukarıda değdiğimiz iki genel ve özel eğilimden kurtulamamıştır”.[12] Böylece Batı ve Doğu’nun özgünlüklerine dayalı doğrusal bir tarih yazımı ortaya çıkmaktadır, bu özgünlükleri aşacak doğrusal olmayan bir anlatıya ihtiyaç vardır:
Özellikle Türkiye’nin ve Osmanlı İmparatorluğunun, genellikle “GERİ ÜLKELER” in ekonomik ve sosyal gerçekliklerini gereği gibi düşünmek ve hele davranmak istedik mi, her şeyden önce: O klasik burjuva Tarihçiliğinin SOSYAL DETERMİNİZM DÜŞMANLIĞI diyebileceğimiz eğilimini gidermek zorundayız.[13]
İlk önce Kıvılcımlı’nın evrensel anlatısına bakalım. Kıvılcımlı tarihi yazı ve medeniyetle başlatır, Protosümerlerden Batı Roma’nın yıkılışına kadarki medeniyetler Antika Tarih’in, Batı Orta Çağı’nın bitişinden günümüze dek uzayan kapitalist medeniyet Modern Tarih’in konusudur, her ikisinin arasında ise Orta Çağ yer alır. Kıvılcımlı’ya göre hangi çağda olursa olsun, insan toplumu üretici güçlerle hareket eder. Üretici güçlerin ilk ikisi maddeye, son ikisi insana dayanır:
– Teknik (toplumun doğayla mücadelesinde kullandığı araçlar)
– Coğrafya (toplumu dışardan çevreleyen maddi ortam; iklim, doğa, vb.)
– Tarih (toplumu içerden çevreleyen manevi ortam; gelenek-görenek, vb.)
– İnsan (toplumun dış maddi ve iç manevi ortamını teknik araçla işleyen kolektif aksiyon; güç, vb.).[14]
Tarih, insanın gelenek-göreneklerle yaşadığı coğrafyaya göre, bir tekniğe dayanarak giriştiği “yaşama güreşinde”, kolektif aksiyonundan doğar ve gelişir; “Tarihte her şeye can veren bu Kollektif Aksiyondur”.[15] Antika tarihte barbarların “gelenekli-görenekli üstün kollektif aksiyonları” tek vurucu güçtür, bu dönem aynı zamanda barbarların medeniyete geçiş tarihidir. Antika tarihte medeniyet içinde Modern Çağ’ın sosyal devrimlerinde görüldüğü gibi yeni bir sosyal sınıfın, eski sosyal sınıfı devirip yeni bir medeniyet kuracak kolektif aksiyon gücü yoktur. Yalnızca “eskimiş medeniyetin üretici güçlerini boğan üretim ilişkilerini kökünden kazıyacak barbar yığınları” vardır. Bunlar eskimiş medeniyette olmayan gelenek-görenek ve kolektif aksiyon üretici güçlerini harekete geçirirler; eskimiş medeniyet dayanamayıp yıkılır. “Bu da bir devrimdir, ama sosyal devrimin tersine eski medeniyeti kurtaracağı yerde yok ettiği için ona tarihsel devrim adı verilir”. [16] Tarihsel devrimlerde barbarlar içeriden, teknik üretici güçler dışarıdan eskimiş medeniyeti yıkarlar; yeni bir medeniyet ortaya çıkar ama “son tahlilde kesin hükmü maddi üretici güçler (teknik, coğrafya)” verir. Bir başka deyişle eşitsiz ritimde ilerleyen toplumların çarpışması farklı aşamaları bir araya getirir ve toplumsal sıçramalar ortaya çıkar, Kıvılcımlı bunu şöyle ifade etmektedir: “[T]arihsel devrimle insanlık durmak, hız almak için gerileyip atlar. Bu atlayış, çöken medeniyetin, Barbarlık içine attığı maddi üretici güç kollarının çeşidine göre çeşitli sonuçlar verir”.[17] Bu çerçevede Kıvılcımlı antika tarihte iki çeşit tarihsel devrim öngörür:
1- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe bir ülkede yaşayan ve kentten çıkan barbarlar yıktıkları medeniyetinkinden daha ileri üretim ilişkileri kurabildikleri ve yıktıkları medeniyetin kurum ve kuralları yerine kendi kentlerinin kurum ve kurallarını dayatacak güçte bulundukları için çöken medeniyetten daha ileri özgün bir medeniyet yaratırlar;
2- Coğrafya ve teknik üretici güçlerine gebe olmayan bir ülkede yaşayan ve sürücü çoban konumundaki barbarlar ise eskimiş medeniyetin ekonomi temelini ve üstyapı kurum ve kurallarını olduğu gibi benimserler, yeni üretici güç oluşturamazlar, yaptıkları eskimiş medeniyetin doğuş zamanındaki ilişkilerini diriltmekten ibarettir. Bu şekilde eski medeniyet canlanır, daha ileri ve özgün bir medeniyet doğmasa da eski medeniyet bir “rönesansa” uğramış olur.[18]
Antika tarihte her medeniyet yıkılışında barbar yığınlarından bir bölümü medenileşir, böylece yeryüzünde medeniyet alanı genişler, Kıvılcımlı’ya göre bu niceliksel gelişmedir; medeniyetin fethettiği yeni coğrafya ve yeni teknik üretici güçlerin toplumun ekonomi temelini biraz daha ileriye götürmesi ise niteliksel gelişmedir. Modern Çağ ile yeni üretici güçler sağlayacak coğrafya bölgesi kalmayıp modern sosyal sınıflar ortaya çıkınca tarihsel devrimler sona erer, sosyal devrimler başlar.[19] Yeni sınıfların kolektif aksiyon üretici güçleri “teknik gelişime ve insanlığın ilerleyişine engel olabilecek eski egemen gerici sosyal sınıfların çökkün istibdadını [giderebilir]”, medeniyet yıkılmadan “yeni ve daha ileri üretim ilişkileri sağlayan bir Sosyal Düzen” kurulabilir. 17. ve 18. yüzyıllarda kapitalizmi ortaya çıkaran devrimler, 19. ve 20. yüzyılda sosyalizmi ortaya çıkaran sosyal devrimler böyle ortaya çıkmıştır; böylelikle “Modern Çağ tarihinin geçiş ve atlayış kanunları artık sosyal devrimler kanunu olmuştur”.[20]
Tarih Tezi’nde ortak mülkiyet-özel mülkiyet çatışması da lokomotif görevi görür: Antika Çağ’da tarıma dayanan kent içinde toprak ilk önce ortak mülk olarak toplumundur. Kentte tefeci-bezirgân özel sermaye gelişince toplum sosyal sınıflara bölünür. Kentteki toprak mülkiyeti özel kişi mülküne evrilirken, kent dışı ortak mülkiyete dayalı kalır; medeniyet özel kişi mülkiyetinden yükselir, sınıf çelişkileri içinde yozlaşır; barbarlık ise ortak mülkiyet ile yürür, sınıf çekişmesi bilmeyen kardeşler topluluklarından oluşur. Barbarlıkla medeniyet arasındaki temel çelişki mülkiyet ilişkilerinde yoğunlaşır. Böylelikle barbarlarla medeniyetler, ortak mülkiyet ile özel mülkiyet denizlerle karalar arasındaki Med ve Cezirleri andıran çelişme ve çekişmeler ile mücadele içinde olurlar ki buna tarihsel devrim kanunu denebilir.[21]
Kıvılcımlı’ya göre tarihsel devrimler çağı pre-kapitalist dönemi kapsar, sosyal devrim çağı ise kapitalizmin icadıdır. Ama pre-kapitalist ve kapitalist ekonomi ve toplum ilişkileri biri önden, ötekisi arkadan gelerek birbirini izlemiş gibi gözükmekle birlikte, “birbirleriyle kıyasıya güreşmiş, birbirlerini alt etmiş, yerinde yok etmiş iki insan düzenidirler”.[22] Pre-kapitalist toplumlarda sermaye üretim sermayesi değildir, tefeci-bezirgân sermayesidir, toprağın efendisi toplumu yönetir olduğundan tefeci-bezirgân sermaye fırsat bulur bulmaz kendisini toprağa yatırır, derebeyleşir; kapitalist toplumlarda sermaye, üretimi tekeline geçirmiştir, her şeye egemendir. Kapitalizmde sermayenin egemenliği toplumu bütünüyle tepeden tırnağa altüst ettiği için sosyal devrim ortaya çıkar.[23]
Kıvılcımlı inşa ettiği bu evrensel anlatı içinde özgünlükleri nasıl ele almaktadır, şimdi bunu görelim. “Kapitalizm ilk defa nerede yerleşti?” sorusuna, Kıvılcımlı’nın cevabı “İngiltere’de”dir.[24] Nedeni ise İngiltere’nin hiçbir zaman Doğu gibi tam anlamıyla (hatta Kıta Avrupası gibi de) medenileşememesinden ve “ardı arası kesilmez barbar akınları yüzünden boyuna taze ‘tarih ve insan üretici güçleri’yle aşılan[masındandır]”. Burada krallaşan barbar şefleri, bir türlü Doğu’dakiler kadar insanüstüleşememişler, firavunlaşamamışlar ve nemrutlaşamamışlardır.[25] Barbar kan şefleri kendilerini kralla eşit saymışlar, Magna Carta ona dirençlerinin sonucu olarak ortaya çıkmıştır[26]:
Doğu’da: “Teba’yı şahanenin mal ve canı, ırz ve namusu efendimizindir” denir. İngiltere’de bunu hiçbir kral iddia edememiştir, niçin? Çünkü halk onun alnını karışlamıştır. Şark toplumunda, kim olursa olsun, başa geçen en alçak kişinin önünde hemen kul köle kesilmek prensibi, her türlü tartışmanın her zaman dışında bırakılmıştır. Neden? Binlerce yıllık medeniyet, Doğu insanını paçavraya çevirmiştir de ondan. İngiltere’de Kralın da, sapıtacak hakimin de, işkenceye kalkışacak karakolun da karşısına dikilen şey: Magna Karta’nın 61. maddesi değildir. Bütün dünya Anayasaları böyle “ölü edebiyat”larla doludur. İngiltere’de Magna Karta’yı, yahut anayasasız insan haklarını “tartışılmaz” kılan güç, İngiliz halkının hiç şakası olmayan “ayaklanma tehdidi”dir. Bu güç, Anayasa-babayasadaki “direnme hakkı” değil, burnundan kıl koparttırmayan İngiliz halkıdır.[27]
Bunun kaynağı barbar kalabilmeleridir; bu şekilde birbirlerine karşı müthiş bağlı olmuşlar, eşit, doğru, yiğit bir hürlükle hareket etmişlerdir; “Geliş, doğrudan doğruya her milletin içinden çıktığı tarihöncesinden, ilkel sosyalizmdendir”.[28]
Kıvılcımlı 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’deki köylülerin, Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler gibi, “bey armalarıyla örtülü olmakla birlikte kendi ekonomisine sahip ve hür” olduğunu savunur.[29] İngiltere’de barbar şeflerin Magna Carta’yı krala dayatması sonrasında “köy komünaları” ve akarsu kıyılarında kuvvetlenen kentler krallarla birleşip derebeylerine karşı kuvvet olabilmiştir[30]; dokuma üretimi sayesinde gelişen bezirgân ve hayvan yetiştiricileri seçimle parlamentoya girmişler, devlet işlerinde söz sahibi olmuşlardır. Kapitalizm bu süreç sonunda köylülerin mülklerini ve hürriyetlerini ellerinden alarak doğmuştur.[31]
İngiliz devrimi, tarihsel devrimlerin yerine geçen başarılı ilk sosyal devrimdir. İktidara geçen kapitalizm, derebeylikten bir adım ileridir ama toplum yine insanın insanı sömürdüğü sınıflı bir toplumdur. İnsanlar kapitalizmle de çarpışmıştır, ama kapitalizm ilacı içinde bir hastalıktır, artık sosyal devrim metodu bilinmektedir: “Varolan medeniyeti yıkmadan, zalimleşmiş bir sınıfın TAHAKÜMÜNÜ yıkmak usulü keşfedilmişti”.[32]
Peki, 14. ve 15. yüzyıllarda İngiltere’de ve Osmanlı topraklarında yaşayan köylüler aynı durumdalarsa Doğu’da neden kapitalizm doğamamıştır? Kıvılcımlı’ya göre bunun nedeni Türkiye’de “basit bir Magna Karta taslağı bile” ortaya konmamış olmasıdır:
Türkiye’de beyler, beylerbeyiler, imamlar, şeyhler, Padişah’tan bir söz almayı bile akıllarından geçirme[mişlerdir]. O ‘Eben an ceddin [kuşaktan kuşağa], istibdatla hükümran’ devlet başı[dır]. Kanuni’den sonra gelişen ‘dolap’çı tefeci ve bezirgân sermaye, bütün imparatorluk topraklarını ve hazinesini emrine geçirdiği halde, kapitülasyonlar elde et[miş]ti[r] de, toprak beyi olarak derebeyleşmekten ve Padişaha kapıkulu olmaktan fazlasını istemeyi aklına koyama[mıştır].[33]
Kıvılcımlı Osmanlı toplumunda iki derebeyleşme tespit eder. İlk derebeyleşme Osmanlı devletinin derebeyleşmesidir, 1300-1402 sonrasına denk gelir. Mirî topraklar üzerine kurulan dirlik düzeni bozulmuştur, kamu toprakları kişisel çıkarlarca sömürülmeye başlanmıştır, tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığı hüküm sürmüştür. Bu derebeyleşme Timur Moğollarının barbar akını ile ortadan kalkmış, “Osmanlı’nın ilk göçebe gelenekleri, Simavnalı Bedrettin kuşağı Akşemsettin gibi, Horasan çırasını elinden düşürmeyen bilginlerin ışığı altında rönesansa (dirilişe) uğramış”, II. Mehmet ile de “tefeci-bezirgân soygunlu toprak ağalığının kökü kaz[ınmıştır]”.[34] İkinci derebeyleşme İmparatorluk derebeyleşmesidir, 1414-1520 sonrasına denk gelir. Dirlik düzeninin bozulması değil ortadan kaldırılması söz konusudur.[35] Kıvılcımlı’ya göre bu süreçte Osmanlı topraklarında ticaret yolları üzerinde yeşermiş ve oldukça gelişkin olan tefeci-bezirgân sermayesi, kapitalizmin doğuşuna engel olmuştur. 15.-16. yüzyıllarla dirlik düzeninin (tımar sistemi) yerine kesim düzenini (iltizam sistemi) geçirerek kamu topraklarını ele geçirmeye başlamış, özel mülkiyet çiftlikler, malikaneler ve vakıflar etrafında gelişmiştir, bu süreçte kendi ekonomisine sahip ve hür köylüler zamanla toprakbent yani yerlerin esiri olmuşlardır.[36]
Aynı gidiş, hemen bütün eski medeniyetlerde olduğu gibi, batı Avrupa’da dahi görülmüştür. Barbar akınları, kavimler göçü (muhaceret’i akvam), bir nevi bağbozumudur. Göçlerin arkasından, bir çeşit cemiyette “ıstıfai tabii” (tabii arınım) yoluyla kurulan büyük saltanatlar: Derlenmiş salkımların bir hazinede çiğnenip şıraya çevrilmesine benzer. Bu şıra ne olacaktır?
O zamana kadar, tarihte daima, tefeci-bezirgan mayalanma en sonra dozunu ve tuzunu kaçırarak şırayı sirkeye çevirmiş: Önsermayeyi derebeylikle soysuzlaştırmıştı. Batıda, insanlık için birinci defa olmak üzere, ortaçağ mayalanışı, soysuzlaşmadan, bildiğimiz ileri rejime, modern kapitalizme doğru tabir caizse şaraplaştı. Osmanlılıkta ortaçağ, hiçbir senteze varamadan çürüyüp ekşidi, sirke kesildi.[37]
Bu çerçevede şıralaşma evrenselliği, şaraplaşma ve sirkeleşme ise özgün (tikel) gelişim yollarını ortaya koymaktadır. Ama Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi şarap ile sirkenin de bir araya gelişini, bileşik gelişimi de ortaya koyar. Zira Türkiye’de eskiden bu yana var olan antika sermaye yani tefeci-bezirgân sermayenin yanına 19. yüzyılda şirket ve borç şekliyle modern sermaye de sokulmuştur. Bunların ikisi de sermaye adını taşısa da bambaşka üretim tarzlarına karşılık gelirler. Tefeci-bezirgân sermaye, sınıflı toplumu yani medeniyeti oluşturmuştur ama kapitalizm öncesi sermaye yani önsermayedir, Osmanlı toplumunda dirlik ve kesim döneminde egemendir ve üretim alanına egemen olan modern sermayeye düşmandır. “Ali’nin külahını Veli’ye diyerek ticaret kârı faiz peşinde”dir, üretimle ilgisi yoktur; modern sermaye kapitalizmdeki üretim sermayesidir, keşifler ve icatlar peşinde üretimde kâr aramaktadır. Modern sermaye Türkiye’ye yönelişi kapitalizmin serbest rekabet aşamasında değil finans-kapital (tekelci) aşamasında yani kapitalizmin çöküş aşamasında olmuştur: “Böylece, Osmanlı Batı’ya yöneldiğinde, demek oluyor ki, çöküş halinde olan iki toplum birbiri ile temasa geliyordu. Buna sosyal rezonans diyoruz. Yerli tefeci sermayemiz ile Batı’nın Finans-Kapitali kaynaşıyorlardı”.[38] Türkiye’de son tarihsel devrim Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması sosyal devrimini de getirmiştir, burjuvazi yarı sömürge şartlarında devrimi yapmıştır; devrim melezdir, Türkiye’deki temel orijinallik budur, “önümüze sürüyle arapsaçı olmuş problem kördüğümlerinin çıkışı ve bizleri şaşkına çevirişi ondandır”. [39]
Kıvılcımlı’ya göre 19. yüzyıl sonrasındaki gelişmelerin tüm evrensel özelliklerine rağmen “bizi bize benzeten” dört gerçek ortaya çıkmıştır:
1- Devletin batının finans kapitalinden borç almaya başlamasıyla, tefeci-bezirgân sermaye finans-kapital ile hareket etmeye başlamış, şirket, banka, kasa gibi adlar altında modern iratçılık yapar hale gelmiştir;
2- Meşrutiyet döneminde tefeci-bezirgân sermaye gelişkin kalırken üretimin temeli Avrupa tekeline, finans kapitale geçmiştir;
3- Yerli sermaye tefeci-bezirgân sermaye olarak devleti haraca bağlarken üretimi tekelinde tutan finans kapitalin dümen suyundan gitmiştir, böylelikle sermayenin temsilcisi Jön Türk hareketinin kökü dışarda kalmıştır;
4- Yarı sömürgelik döneminde yerli sermaye yabancı sermayeye aracılık (“yataklık”) eder olmuştur.[40]
Böylelikle Türkiye antika medeniyetinin iratçı sermayesine boğulmuş, Batı şirketlerinin tekelci finans kapitaliyle kaynaşmış, sanayileşme ile gelişen modern burjuvazi üretimini baltalamıştır.[41] Bir başka deyişle “Batıdaki yatalak, hasta kapitalizm doğudaki bunak pre-kapitalizmi ile eşleştirilerek damızlık bir toplum düzeni [doğurtulamamıştır]”.[42]
“[R]antiyeler [tefeci-bezirgân] sınıfının durumu, Batıda ve Türkiye’de görüldüğü gibi aşırıca diyalektikti. Sosyal devrimi, hem istemez, hem isterdi. O sınıf Abdülhamit’ten sonra da egemenliğini yitirmedi. Ülkeyi örümcek ağı gibi sarmış, mültezim, müteahhit, sarraf, tefeci, eşrâf, âyan zümreli kapitalist sınıfı, Türkiye’de [Cumhuriyet döneminde] hâlâ burjuvazinin ezici çoğunluğudur. Fakat sanayici kapitalist ‘Yok’ değil, olsa olsa ‘Eksik’ sayılabilir. Bu eksikliğin iç sebebi: Türkiye’de İngiltere’dekinden çok daha ağır basıcı bir tefeci-bezirgân prekapitalist sermayeci sınıfın azgınca gelişmiş bulunmasıdır; dış sebebi: O iç sosyal prekapitalist sınıfın Batı finans kapitali ile çabuk ve kolay kaynaşması sayesinde, Batı şirketlerinin Türkiye’de her türlü modern sanayi girişkenliğini daha doğarken boğabilmeleridir”.[43]
Türkiye’nin özgünlüklerini evrensel özellikler, evrensel özelliklerini de özgünlükler bağlamında ortaya koyarken[44] Kıvılcımlı’nın hiçbir zaman atfı olmasa da EBG’yle aynı doğrultuda bir anlatı geliştirdiği görülmektedir. Bu bağlamı Savran’ın EBGY üzerine şu pasajı çok iyi vermektedir:
EBGY, kutuplarını evrensellik ve tikelliğin oluşturduğu diyalektik bir çelişki üzerine kuruludur. Kapitalizm tarihte ilk kez gerçek anlamda evrensel bir tarih oluşturmuştur: insanlığın hiçbir bölümü, hiçbir oluş artık dünyanın geri kalan bölümünden yalıtılmış bir biçimde gelişemez. Ama tam da bu evrensel tarihtir ki, insanlığın farklı bölümlerinin, farklı ulus ve toplumlarının birbirleriyle aynı biçimler altında, özdeş bir süreç içinde gelişmesini engeller. Yani insanlık tarihinin kapitalist çağdaki evrenselliği ifadesini tekil ülkelerin tarihsel gelişmesinin tikelliğinde bulur. Bu tikel gelişmelerin bütünselliği ise evrensel tarihin hareketi düzeyinde kurulur. Buna karşılık, tikellik (özgüllük) evrensel hareketin farklı ilişki, düzey ve alanlarının bir toplum düzeyindeki eşitsiz gelişiminin ürünlerinden başka bir şey değildir.[45]
[1] Satlıgan, “TKP…”, s. 47.
[2] Halil Berktay yaptığı tarih yazımı tartışmasında Osmanlı toplumunu feodal olarak değerlendirenler ve değerlendirmeyenler ayrımı üzerinden gitmektedir. Bu ikinciler arasında Osmanlı İmparatorluğunun despotik karakterini vurgulayarak AÜT perspektifinden inceleyenlerle, İmparatorluğu (AÜT perspektifine yakın bir şekilde) çağının ilerisinde kerim bir devlet olarak niteleyenleri (Hikmet Kıvılcımlı, Kemal Tahir, İsmail Cem) ayırarak sıralamaktadır, bkz. Halil Berktay, Kabileden Feodalizme, İstanbul: Kaynak Yayınları, 1989 (1983), s. 292. Berktay’ın Kıvılcımlı’yı AÜT’e yakın nitelemesi ilginçtir, bunda Kıvılcımlı’nın 27 Mayıs ve 12 Mart’a dair yazdıkları ve atıfta bulunduğu Doğu Perinçek’in Kıvılcımlı eleştirisi (Hikmet Kıvılcımlı’nın Burjuva Ordu ve Devlet Teorisinin Eleştirisi, İstanbul: Aydınlık Yayınları, 1975) mutlaka belirleyici olmuştur. Diğer taraftan Kıvılcımlı’nın Tarih Tezi’nin kolayca anlaşılamamasının da bir payı vardır, ama görüşlerinin pek de anlaşılmadan dolaşımının payını da dikkate almak gerekir. Latife Fegan, kendisini Devlet Ana’yı okurken gören Kıvılcımlı’nın “… K. Tahir benim Tarih Tezi’ni okumuştur hapishanede. Nereden aldığını belirtmeden kendi kitaplarında kullanıyor” dediğini yazmaktadır. Ama bu kullanma Fegan’ın Kıvılcımlı’nın Tarih Yazıları kitabının önsözünden yaptığı alıntıda da görüldüğü gibi aslından kopuk bir okumaya dayanmaktadır: “Onun için, 1940 yılında yazılmış ‘Mr Toynbee Tarih Bilimini Alt Üst Ediyor’ yahut ‘Tarih ve Allah’ polemik denememiz ‘kursağımızda kaldı’. Kişicil ilişkili bir iki edebiyatçı, bir iki kez okumakla kaldılar. Kimisi, bizim nasıl olsa ‘otorite’ olmadığımızı düşünerek lütfettiler. Eleştirinin kıyısından köşesinden kestikleri parçaları, eşlerine dostlarına kendi orijinal buluşları olarak sundular. Allah razı olsun. Emeğimizi unutulmaktan kurtardılar. Aslıyla hiç ilgisi kalmamış biçimsizlikte Üniversite yankılarına kapı açtılar”, Hikmet Kıvılcımlı, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011, s. 15’ten alıntılayan Latife Fegan, Yazmasaydım Olmazdı, İstanbul: Belge Yayınları, 2021, s. 59. Demir Küçükaydın da Toplum Biçimlerinin Gelişimi’nin önsözünde bu kopukluğun altını çizmekte, hatta Kemal Tahir’in, Tarih Tezi’nin içini boşalttığı ve devletle uzlaştırdığını ileri sürerken Kıvılcımlı’dan şu alıntıyı yapmaktadır: “Bizim ‘Mister Toynbee Tarih Bilimini Altüst Ediyor’ eleştirimiz, o köpeksiz köyde değneksiz gezenlere karşı deneme idi. Birkaç edebiyatçı bu denemeyi şöyle okuyup geçti. İçlerinden o denemenin lanetlenip unutulacağını düşünen birisi, denemede yazılanları anlayabildiği kadar biçimsizleştirerek eşine dostuna, hatta üniversitemizin bilginlerine kendi orijinal buluşları diye, ucuz pahalı, toptan perakende satmakla yetindi.” (Toplum Biçimlerinin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 [1970], s. 12). Burada yazılanları biçimsizleştiren edebiyatçının Kemal Tahir olduğu aşikardır, Küçükaydın, herhangi bir kanıt ortaya koymadan, üniversite bilginlerinin ise Cahit Tanyol ve İdris Küçükömer olduğunu iddia etmektedir, bkz. Demir Küçükaydın, Bir Devrimcinin Teorik ve Pratik Otobiyografsi, İstanbul: Köxüz Yayınları, 2009, s. 26. Bu arada Kemal Tahir ile Sencer Divitçioğlu bağının da altını çizmek gerekir, Divitçioğlu kendisinin AÜT çalışmaya başlamasını Kemal Tahir’e borçlu olduğunu açıkça ifade etmektedir; “siz Marks’ta Asya Üretim Tarzı lafını hiç duydunuz mu?” sorusuna olumsuz yanıtı sonrasında Kemal Tahir “Bir kere bakar mısınız? … Bunlara bakın lütfen. Bakın bakalım, bundan ne çıkar?” demiştir, Divitçioğlu ise buna karşılık hiç tereddütsüz ‘peki’ dediğini anlatır, bkz. Sencer Divitçioğlu Anlatıyor (derl. İbrahim Ekinci ve Hakan Güldağ), İstanbul: Yapı Kredi Yayınları, 2012, s. 92. Kemal Tahir’in Hulusi Dosdoğru’yla 7 Mart 1971 tarihli sohbetinde Kıvılcımlı’nın 1970’in son aylarında çıkmış Toplum Biçimlerinin Gelişimi kitabı üzerine söyledikleri, düşünceler arasındaki kopukluğun boyutlarını göstermektedir: “Yahu, daha düne kadar adam [Kıvılcımlı] asya tipi üretim tarzı için Marks’ın henüz Marksist olmadan önceki döneminde kaleme aldığı icapsız bir yazıdır, asla bilimsel değildir’ diyip duruyordu. Şimdi de kalkmış A.T.Ü.T.’e dayanmaya çalışıyor. Bunu anlamadan insan Marksist olamaz demeye getiriyor… A.T.Ü.T.’nı da üstelik anlayabilmiş değil. Bir defa Osmanlılığı bilmiyor. ‘Osmanlılar çıkıştan çobandılar. Çobanların obadan gelme bir kan dökücülüğü vardır. Bu yüzden Batıdaki Senyörlere benzemezler. Birbirilerini doğramaları bundandır’ diyor. İşte Hikmetin Osmanlı anlayışı…”, Hulusi Dosdoğru, Batı Aldatmacılığı ve Putlara Karşı Kemal Tahir, İstanbul: Tel Yayınları, 1974, s. 514’ten alıntılayan Cenk Ağcabay, Türkiye Komünist Partisi ve Dr. Hikmet, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2010, s. 327. Anlaşılan Türkiye’deki AÜT tartışmaları kulaktan kulağa dolambaçlı yollardan geçerek, çoğu zaman da virajlarda dağılarak gelişmiştir; Kıvılcımlı’nın sitemi haklıdır: “Türkiye’mizde özellikle solcu veya sosyalist, hatta koyu Marksist olan kişilerimizin bir güzel huyları vardır. Dünyanın yedi iklim dört bucağında, okyanusun derin diplerinde bir ufacık Batılı düşünce işittiler mi yeryüzünün en coşkun heyecanı ile onu kamuoyuna sunarlar. Batıdaki yazıları Türkçe’ye çevirmek için can atarlar. Türkiye’de kendi içlerinden biri aynı konuları işlemişse, yüzüne karşı “vallaha bilmem” derler, ardından katıla katıla değilse bıyık altından gülerler” (Kıvıcımlı, Toplum Biçimlerinin…, s. 13).
[3] Satlıgan, “TKP…”, s. 49.
[4] Yol, Cilt: 1: Parti ve Fraksiyon, Bibliyotek Yayınları, 1992, s. 326’dan alıntılayan Ergun Aydınoğlu, “Hikmet Kıvılcımlı ve 1960’lar Türkiye Solu”, s. 4 (https://tinyurl.com/4bxynkve, erişim 31 Ocak 2022).
[5] A.g.e., s. 5. Benzer bir değerlendirme için bkz. Demir Küçükaydın, “Önsöz (Tarihsel Maddeciliğin Tarihine Katkı)”, Marksizmi Savunmak ve Geliştirmek Birinci Kitap: Marksizmin Marksist Eleştirisi, Üstyapı, Din ve Ulus Teorisi, Köksüz Yayınları 2009 (2007).
[6] Aydınoğlu, “Sol Hakkında…, s. 241-245. Kıvılcımlı’nın Stalinizm ile sorunlu ilişkisi ve sonuçları üzerine ayrıntılı bir tartışma için ayrıca bkz. Sungur Savran, “Yalnız Komünist” (21.10.2021) https://gercekgazetesi1.net/teori-tarih/hikmet-ve-hikmet, (erişim tarihi 29.04.2022).
[7] Sungur Savran ileride yapmayı öngördüğü daha ayrıntılı bir inceleme öncesi Kıvılcımlı’ya “Tarih Tezinin dehlizlerinde” üç eleştiri getirmektedir: 15-16. yüzyıl Türkiye tarihinde komünal yaşamın hüküm sürdüğü toplum ile sınıfı toplumu özdeşleştirmesi ve buna bağlı olarak tarihsel devrim ve sosyal devrim tartışmalarındaki çelişkiler; İstanbul’un fethinin 500. yıl kutlamalarında tarih tezinin propaganda malzemesi olarak (Fetih ve Medeniyet kitapçığında) kullanılmasındaki politik yanlış; “tefeci-bezirgân” sermaye kategorisinin Türkiye’nin 1950’ler sonrasındaki iktisadi gelişimini açıklamaktaki sınırlı rolü (bkz. Savran, “Hikmet Kıvılcımlı…”). Savran bizce ikinci eleştirisinde haklıdır; ilk eleştirisine Tarih Tezi üzerinde yapılacak ayrıntılı ve kapsamlı bir araştırmanın, üçüncü eleştirisine ise Sosyalist gazetesi ve son yıllarında dergilerde çıkmış yazıları üzerine yapılacak bir araştırmanın tutarlı cevaplar üretebileceğini düşünüyoruz (bkz. dip not 193). Üçüncü eleştiri bağlamında daha önce 1971’de Sosyalist gazetesinde yayınlanmış (güncel niceliksel veriler de içeren) bir konferans konuşma metni için bkz. Hikmet Kıvılcımlı, Finans Kapital ve Türkiye, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008. Aynı şekilde bkz. Hikmet Kıvılcımlı, “Bugünkü Türkiye Ekonomi Politikası”, Sosyalist (8 Aralık 1970).
[8] Orijinal cümle şöyledir: “Buraya kadar, Türkiye’de işçi sınıfının geçirdiği değişimleri tarihi seyri içinde ‘yıldırım hızı’ ile paldır küldür geçtik! Fazlasını ‘bu terazi’ çekmez de ondan”, Hikmet Kıvılcımlı, Yol 2, Yakın Tarihten Birkaç Madde, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2009, s. 19.
[9] Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi (1965); Tarih, Devrim, Sosyalizm (1965); İlkel Sosyalizmden Kapitalizme (1965); “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin” (1966-1970); “Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine” (1967); “Türkiye’nin Düzeni” (1967); “Tartışılacak Tarih Tezi” (1968); “Üretim Nedir?” (1968); Toplum Biçimlerinin Gelişimi (1970); Osmanlı Tarihinin Maddesi (2008).
[10] Hikmet Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, Tarih Yazıları, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1968), s. 19-20. Kıvılcımlı tarih incelemelerindeki yolculuğunu şu şekilde açıklar: “Bugünkü Türkiye’yi anlamak için, onun, dün içinden çıktığı (daha doğrusu bir türlü içinden çıkamadığı) Osmanlı Tarihine inmek gerekti. Osmanlı Tarihinin maddesine girince, onun İslâm Medeniyeti’nde bir “Rönesans” olduğu belirdi. İslâm Medeniyeti: tıpkı Grek ve Roma Medeniyetleri gibi, Kent’ten (Cite’den) çıkmış Antika (Kadim) Medeniyetlerden biriydi. İlk Sümer öncesinden (Protosümerlerden) İslâm Medeniyeti’ne gelinceye değin sıralanan Antika Medeniyetlerin hepsi de hem birbirlerinin aynı, hem birbirlerinin gayri olarak birbirlerinden çıkagelirlerken, hep aynı gidişi-süreci (proseyi) gösteriyorlar ve bir tek kanuna uyuyorlardı. Günümüze değin uzanmış bütün problemlerin, sebep-sonuç zincirlemesiyle nasıl ta Protosümerlere dek dayanıp çıktığı dupduru anlaşılmadıkça, hiçbir somut (konkret) Tarih olayı gereği gibi aydınlanamıyordu.” Hikmet Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2014 (1965), s. 13.
[11] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 21.
[12] A.g.e., s. 21.
[13] A.g.e., s. 24.
[14] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 17.
[15] A.g.e., s. 18.
[16] A.g.e., s. 19.
[17] A.g.e., s. 20.
[18] A.g.e., s. 21-22.
[19] A.g.e., s. 23.
[20] A.g.e., s. 24.
[21] Kıvılcımlı, “Tartışılacak Tarih Tezi”, s. 22-24.
[22] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Düzeni”, Türk Solu, no: 4, 1967, s. 6.
[23] Kıvılcımlı, Tarih, Devrim, Sosyalizm, s. 323; Hikmet Kıvılcımlı, Üretim Nedir?, Köxüz Dijital Yayınları, [1968], s. 57-58.
[24] Hikmet Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1965), s. 13.
[25] A.g.e., s. 55, 52.
[26] A.g.e., s. 54-55, 78.
[27] A.g.e., s. 82-83.
[28] A.g.e., s. 82-84.
[29] A.g.e., s. 12.
[30] A.g.e., s. 34.
[31] A.g.e., s. 78.
[32] A.g.e., s. 108. “Böylece, 6 bin yıl kökünden kazınmak istenen ilkel sosyalizm, İngiltere’de barbar geleneklerinin dayatmasıyla önce Krala karşı din ve dünya beylerinin, sonra işveren sınıfının Hürriyet Kartası biçimine girdi; en sonunda o kanaldan “Halk Kartası” adıyla modern sosyalizm olarak yeni bir hayat kazandı”, a.g.e., s. 110.
[33] A.g.e., s. 78.
[34] Hikmet Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2008, s. 55-56. Kıvılcımlı Şeyh Bedreddin üzerine yazdığı makale serisinde (“Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”, Sosyalist, no: 1-2-3-4-5-6-7, 1966-1970) Timur’un akınını “dıştan yıkıcı tarihsel devrimlerin sonuncusu” olarak tanımlar. Bu tanımlama yukarda açıkladığımız birinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Kıvılcımlı Fetih ve Medeniyet (İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2011 (1953)) risalesinde ise II. Mehmed’in İstanbul’u fethini eski medeniyeti dirilten ya da rönesansa uğratan bir tarihsel devrim olarak tanımlar. Bu da ikinci tür tarihsel devrime denk gelmektedir. Savran’ın haklı eleştirisini izlersek, fetih eğer tarihsel bir devrimse barbarlar tarafından yapılması gerekmektedir ama II. Mehmed dönemi Osmanlı toplumunun sınıflı bir toplum olduğu aşikardır, bu da Tarih Tezi’nin önemli bir çelişkisidir. Şimdiye kadarki okumalarımızda bu çelişkiyi net bir şekilde ortadan kaldıracak bir açıklamaya rastlamadık ama Osmanlı Tarihinin Maddesi’nde Timur akınları, Şeyh Bedreddin ayaklanmasının da etkisi altında Osmanlı göçebe geleneklerinin rönesansı, II. Mehmed’in “toprak reformu”nu vurgulayan anlatısı akınlarla fetih arasında, yani birinci ve ikinci tür tarihsel devrim arasında zımnen bir geçişkenlik ve süreklilik inşa etmektedir, çelişkinin bu şekilde göreli olarak da olsa ortadan kalkabileceği düşünülebilir. Tabi bu çerçevede Kıvılcımlı’nın hem antika hem de modern bezirganlığa karşı olan, insanların kardeşliğini öğütleyerek “bir Orta Çağ köylü sosyalizmi” ortaya koyan Şeyh Bedreddin’in ayaklanmasını “ilk sosyal devrim” olarak tanımlamasının da altını çizmek gerekir, bkz. Kıvılcımlı, “Kadı İsrailoğlu Simavnalı Şeyh Bedreddin”.
[35] Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 66-67.
[36] Batı ile Doğu arasındaki bu ayrışmaya dayalı anlatıya rağmen Kıvılcımlı evrensel özellikleri vurgular. Mirî toprak Osmanlı toplumuna özgü değildir, “[b]ütün antika toplumların başlangıç çağlarında görülen kamu toprağı kurumunun evrenselliği içinde, ayrı ve en sondan bir önceki bölümüdür. Avrupa’da karşılığı ‘benefice’dir”; Malikanenin doğuşu da evrensel bir toplum gelişmedir, “[h]er belirli somut toplum için başlangıç: Miri toprak (kamu mülkiyeti); son: Malikane (özel kişi mülkiyeti)dir. Avrupa’da karşılığı ‘fief’tir”. Kıvılcımlı, Osmanlı Tarihinin Maddesi, s. 355.
[37] A.g.e., s. 559.
[38] Hikmet Kıvılcımlı, “Ek: Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi Üzerine”, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1967), s. 172-173.
[39] Hikmet Kıvılcımlı, “Türkiye’nin Teorik Devrim Orijinalliği (29 Aralık 1970)”, Sosyalist Gazetesi Yazıları (1967-1971), İstanbul: Diyalektik Yayınları, 1995, s. 173-174.
[40] Hikmet Kıvılcımlı, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi, İstanbul: Sosyal İnsan Yayınları, 2007 (1965), s. 20-24.
[41] A.g.e., s. 107.
[42] A.g.e., s. 121.
[43] A.g.e., s. 104-105.
[44] Kıvılcımlı’nın kullandığı Doğu ve Batı kavramlarına dair açıklaması da bu anlamda önemlidir: “Antika medeniyetin batış çağındaki çürümüş insanını gülen renklerle bezeyemedik. Gerçeği her şeyden üstün tutmalıydık. Bugünkü Batı kültürünün yetiştirmesi kafalara daha iyi dank etmiş olmak için, arasıra “Doğulu insan”, “Batılı insan” deyimlerini kullandık. Böyle coğrafya veya etnoloji, etnoğrafya tipleri yoktur. 1-“Doğulu insan” dediğimiz vakit, bu yalnız hep “antika medeniyet insanı”dır. Yunan ve Roma medeniyetleri, pekala Avrupa ve Batı medeniyetleriydiler. Paçavra insan yetiştirmekte, yahut ilkel sosyalist şövalyeleri medeniyetin çamur insanı durumuna sokmakta ne Irak’ın Nemrut’larını ne Mısır’ın Firavun’larını hiçbir zaman aratmadılar. 2- “Doğulu insan”ı, yahut “antika medeniyet insanı”nı tarihsel kategori olarak aldık. Frenk’lerin “Une fois pour tous” [ilk ve son olarak] dedikleri biçimde ebediyen çürümeye mahkûm bir altlık tiryakisi esrarkeş saymadık. Öylesine kötümser fatalizm ancak burjuva biliminin şanına (çıkarına) yakışabilir”, Kıvılcımlı, İlkel Sosyalizmden Kapitalizme, İlk Geçiş: İngiltere, s. 114.
[45] Savran, “Azgelişmişlik…”, s. 65.